hz. Ali ve papaz

streetboy

New member
Katılım
21 Nis 2007
Mesajlar
148
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
37
Papaz ve Hz.Ali (r.a.)

Hz. Ali r.a. ordusu ile harbe gitmekteyken uğradığı son bir kaç konak yerinde su bulamaz. Sonunda bir kilise görür ve o yana yönelirler. Kiliseye varır su isterler. Kilisedekiler:
-10 mil uzakta su var.
Hz. Ali r.a.
- Oraya gitmeye gerek yok şurayı kazın.
İşaret edilen yer kazılır. Büyük bir taş ortaya çıkar. Uğraşırlar uğraşırlar değil taşı kaldırmak oynatamazlar bile.
Hazret-i Ali r.a. gelir. Mübârek parmaklarını taşın altına sokarlar, sanki bire tüy misali kalkar. Taşın kalkmasıyla beraber saf, tatlı ve soğuk bir su fışkırır. Sevinç ve şükürle sular içilir, kaplar dolar
Kilisenin Papazı diğer kilisedekiler uzaktan onları seyretmektedirler, durumu görünce, Sevinç içinde Hz. Ali'nin huzûruna gelir ve sorarlar::
-Peygambermisiniz?. Yoksa...
-Hayır ben peygamber değilim, ama son peygamberin dâmâdı ve halifesiyim!
Papaz hemen kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olup şöyle der:
-Ey mü'minlerin emiri! Bu kiliseyi, bu taşı kaldıran zâtı bekleyip görmek için yapmışlardır. Kitaplarımızda yazar, büyüklerimiz anlatırdı; burada bir kuyu vardır. Üzerindeki taşı peygamber veya onun Halifesi kaldırabilir. Bu taşı sizin kaldırdığınızı görünce, yıllardır beklediğim arzuya kavuştuk.
Hazret-ü Ali buyurdu ki:
-Allahü teâlâya hamd olsun!

Ve râhib orduya katılıp, şehit olmak saâdetine kavuşur...
 
İstanbul'un MÂnevÎ FÂtİhİ

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir:

"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine;
"Siz burada durunuz!" buyurdu.

Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı:
"Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu."

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
"Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir:

"Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve;
"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı:

Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi:
"İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi;

"Korkma!" buyurdu.

Ben de;

"Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok." dedim.

Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm.

"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu.

Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."
 
2 melek

bir gün 2 melek iyilik yapmak için yer yüzüne inerler ve önce zengin 1 eve misafir olur zenginler onları iğrenç 1 kibirle karsılayıp kömürlüklerine 1 carsaf koyup \" 1 gecelik idare ediverin demiş meleklerden 1 i uyumus diğeri ise duvarda gördüğü 1 catlağı düzeltmiş sabah diğer melek uyanıp duvardaki catlağı göremeyince bunu sen yaptın degilmi diğerek sinirlenir ve kızar o aksam oradan ayrılıp 1 köyde yasayan aileye misafir olurlar köylü aile onları en güzel ve güler yüzlü 1 sekilde karsılarlar ikiside yaslılardı ve onlara kendi odalarını verirler aksam olunca yine aynı melek uyur diğeri 1 - 2 saat uyumaz daha sonra oda uyur ve sabah acı bir feryatla uyanan melek neyin ne olduğunu bile anlamadan salona kosar ve ev sahibinin tek gecim kaynağı olan inek ÖlmÜŞ diğer melek öbür meleği çagıratak bunu neden yaptın der ve bağırmaya baslar melek de ona söyle der \" Öncelİkle zengİn eve mİsafİr olduĞumuz da onlarin duvarinda bÜyÜk 1 hazİne sakliydi bunu gÖrmemelerİ İÇİn duvari daha İyİ yaptim Şİmdİ olanlari da soracak olursan aksam sen uyurken azraİl geldİ ve o yasli teyzenİn canini almak İstedİ bende ona kadinin karsiliĞinda İneĞİ ver dİm der ve diğer melek yüzünde 1 tebessüm ile ona tessekkür eder
 
Alay Etmenin Cezası

gavs-ül-memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken abdürrahîm efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam\'a gidip gitmediğini sordu. o da; \"gitmedim efendim\" deyince; \"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?\" buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam\'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam\'ı merakla seyrettiğini gören gavs-ül-memdûh; \"abdürrahîm! boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?\" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına; \"o köy buraya uzaktır, görünmez efendim.\" diye cevap verdi. bunun üzerine; \"doğu tarafına bak!\" buyurdu. o anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan boşi köyü gözünün önüne geldi. o anda köyün bir kenarında, gavs-ül-memdûh\'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu. gavs-ül-memdûh; \"abdürrahîm! bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?\" diye sordu. o da; \"görüyorum efendim. eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim.\" diye sordu. hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. bir daha vuracaktı, fakat gavs-ül-memdûh; \"yeter yâ abdürrahîm!\" buyurunca, durdu. boşi köyü de gözünden kayboldu. hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı. aradan on gün geçmişti. boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde gavs-ül-memdûh\'un huzûruna çıkarıldı. ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. zor konuşabilen bekçi; \"aman yâ hocam! allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. o anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. ağzım da bu hâle geldi. bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz.\" diyerek ağladı. gavs-ül-memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. o anda bekçinin ağzı, allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi. kaynak: evliyalar ansiklopedisi, İhlas yayınları
 
Bir teslimiyetin hikayesi ( mutlaka okuyunuz )

Varılacak nokta Allah olduktan sonra yolların farklı olmasının faydalı olduğunu düşünüyor Yusuf Islam. Türkiye'nin geleceğin dünyasında önemli roller üstleneceğine inanan Islam, Gümrük Birliği'ne girme ihtimalimizi de oldukça uzak buluyor.21 Haziran 1948’de Londra’da Isveçli bir anne ile Yunanlı bir babanın oğlu olarak dünyaya gelir Steven Demetre Georgiou.


--------------------------------------------------------------------------------

Çocukluğu Londra’nın Shaftes Buryy Caddesi ile Tarafalgaf Caddesi’nde geçer. S.T. Joseph Roman Katolik okulunda katı bir Hıristiyan eğitimi alır. 16 yaşında mezun olduktan sonra Hammersmith Art Koleji’nde eğitimini tamamlar. Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yerler Ingiltere’nin sanat, müzik ve eğlence merkezinde olduğu için meslek olarak eğlence dünyasını seçmesi zor olmaz. Başlangıçta Isveç’teki amcası gibi ressam olmayı ister; fakat iyi para kazanamayacağı endişesiyle bu düşünceden vazgeçer. TV ve film dünyasının etki alanına girer.

18 yaşında müzik dünyasıyla tanışan Cat Stevens’ın başarıyı yakalaması güç olmaz. 1966–77 yılları arasında Matthew and son, Here Comes My Baby, Wild World, Morning Has Broken ve Moonshadow gibi bir çok hit parçayı besteleyip söyleyerek kısa sürede meşhur bir şarkıcı haline gelir. Plakları 25 milyonun üzerinde satan Cat Stevens artık gençliğin efsane ismidir.

Fakat kısa süre sonra tüberkuloza yakalandığı için yatağa düşer. Bu sırada Doğu felsefesine ilgi duymaya başlar. Okuduğu “Sınırlı Yol” adlı kitaptan etkilenir, hayata bakış açısı değişir. Iyileştikten sonra müzik çalışmalarını yeni felsefesiyle sürdürürken, araştırmalarına da devam eder.



AĞABEYIN KUDÜS'DEN GETIRDIĞI KUR'AN



Bir ara, Los Angeles bölgesinde Malibu isimli, milyonerlerin yaşadığı meşhur bir sahil bölgesinde, anlamını yıllar sonra idrak edebileceği bir olay geçer başından. Bir gün denizde biraz açılmak ister. Dalgaların üstüne üstüne gelmesiyle birlikte, o mevsimde denize açılmanın hayli riskli bir iş olduğunu anlar. Geri dönmek ister; fakat akıntı onu gittikçe sahilden uzaklaştırır. Artık sahile geri dönmeye gücü kalmamıştır. Sonunda, Allah’tan başka kimsenin yardım etmeyeceğini anlayarak “Ey Allah’ım, beni kurtarırsan senin için çalışacağım” diye haykırır. O anda arkasından kuvvetli bir dalga gelir ve onu sahile doğru atar. Olanca gücüyle yeniden başlar yüzmeye. Bir kaç dakika içerisinde güvenli ve canlı bir şekilde sahildedir.

Genelde insanoğlu bu tür durumlarda verdiği sözü unutur. Fakat Cat Stevens Allah’a verdiği bu sözü hiç unutmaz. Ahdini yerine getirme fırsatını, ağabeyi David’in Kudüs’e yaptığı ziyaretin ardından yakalar. Ağabeyi Kudüs ve diğer kutsal yerleri gezerken bir Islam festivalinde Kur’an görür ve “Müslümanlar’ın Kutsal Incil’i bu kitaptır herhalde” diyerek satın alır. Daha sonra, bu tür kitapları okuduğunu bildiği için kardeşine hediye eder.

Bu güzel hediye, Cat Stevens’ın denizin dalgaları ile boğuşurken verdiği sözü yerine getirme yolunda attığı adımların ilkini oluşturur.

“Gönlümü Kur’an’ın mesajına açtığım an, Islam’ın beklentilerime yabancı bir din olmadığını keşfetmek beni bir hayli şaşırtı. O, ilk olarak tüm insanlığı tek bir Tanrı’ya inanmaya çağıran, tüm insanlığı tek bir aile olarak tanımlayan, peygamberleri tüm insanlığa birlik mesajları veren bir kardeşler topluluğu olarak niteleyen ve insanları takva elbisesine büründürmek isteyen bir kitaptı. Ben Kur’an’da Isa’nın, Musa’nın, Ibrahim’in, Nuh’un, isimlerini ve hepsinden önemlisi son Peygamber’in, Allah’ın son elçisinin, Muhammed’in ismini (s.a.v) gördüm. Bütün bunları hazmedebilmem epey vaktimi aldı. Kur’an okurken en büyük duyguyu Yusuf’un hikayesini okurken yaşadım. Incil’de nakledilen hikaye ile büyük benzerlikler taşıyordu. Sure’nin ortalarında idim ki, birden bağırmaya başladım. Bu, insan tarafından yazılabilecek bir şey olamazdı. Bu bir vahiydi. O andan itibaren, Müslüman olmaktan başka çarem olmadığını anladım. Konuşabileceğim bazı Müslümanlar buldum. Onlar bana Regents Parkı’nda yeni bir mescit yapılmış olduğunu bildirdiler. Ben söz konusu parktan defalarca geçmiş olmama rağmen, orada ağaçlardan başka bir şey görmemiştim. Daha sonra, bir gün birden, yeşillikler arasından yükselen altın rengi bir kubbeyle karşılaştım. Bu belki de benim Islam’la ilgili keşfettiğim her şeyin bir özeti idi. Önceden orada olmadığı halde, sanki birden orada bitivermişti” diyor. Ve şunları ekliyor sözlerine: “Bir cuma günü dramatik bir adım atarak, Müslümanlığımı ilan etmek üzere camiye gittim. Müslüman olmak için yapmak zorunda olduğum ilk şeyi yaptım:



ŞEREFLERIN EN GÜZELI: ISLAM



"Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu"

Bir zamanların pop starı, efsane ismi Cat Stevens artık Yusuf Islam olmuştur. Eskisi kadar ünlü değildir; ama eskisinden çok daha güzel bir insan olmuştur. Bütün kariyerini, bütün ününü, bir kenara itmiş fakat insan olmanın teslim olmaktan geçtiğinin bilincine vararak kendini kazanmış, yaşadığının farkına varmıştır; geçmişe ait ne varsa silerek.

Yusuf Islam’a neden sadece def ve insan sesi kullandığı soruyoruz. Iki gerekçesi olduğunu söylüyor. Ilk olarak bir hadisi şerifi dayanak olarak gösteriyor. Ikincisi ise, müziğin doğasını anlamaya çalışmak. Müziğin insanın sinir sistemini etkilediğini, onu etkisi altına aldığını, davranışlarını yönlendirdiğini düşünüyor. Ona göre müzik aletlerinin herbirinin kendine ait bir doğası var ve bu da duygu ve dürtüleri etkiliyor. Peygamber Efendimiz’in hadisini, enstrümanların kendilerine ait bir doğaları olduğu düşüncesiyle yorumluyor. Diğer taraftan müziğin insanın dikkatini de dağıtabileceğini, irade dışı birçok şeyi yaptırabileceğini de ekliyor. Hatta şöyle bir örnek veriyor: “Amerika'da ütü yapan bir ev hanımının müzik dinlerken, telefonun ahizesi yerine ütüyü kulağına götürmesinden de anlayabiliriz bunu...”

Kendisiyle daha önce yapılan bir röportajda, “Müziğin tehlikeli bir şey olduğu fikrini Kur'an'daki Şuara suresiyle açıklamaya çalıştığını hatırlatarak bunun gerekçesini soruyoruz. Önce ayeti hatırlatıyor:

“Şairlere gelince, yalnız sapıklar uyarlar onlara, görmedin mi onların ne aşırı insanlar olduklarını, yapmadıkları şeyler üstüne konuştuklarını”Şuara (224, 225, 226)

Ayetlerin devamında müstesna şairlerden de bahsedildiğini hatırlatarak devam ediyor. “Iyi şiir olabileceği gibi, kötü şiir de olabilir" dedikten sonra Peygamberimiz’in Mekke’ye girerken şiir okuyan bir şaire müdahale eden sahabeleri nasıl engellediğini anlatıyor. Insanları iyiye, Hakk’a, doğruluğa çağıran şiirler olabileceği gibi, onları kötülüğe çağıran, kışkırtan, küfre sokan şiirler ve şairler de olabileceği üzerinde duruyor. Bu tür şiirlerin büyüden geldiğini anlatan bir hadis de naklediyor. "Müzik için de aynı şey söz konusudur" diyor. Müziğin olumsuz etki alanının kırılabilmesi için de helalleri ve haramları iyi bilmenin şart olduğunu belirtiyor. Müziğin ancak izin verildiği ölçüde kullanılması gerektiğini, yoksa kötü sonuçlar alınabileceğini, hatta ölümcül olabileceğini vurguluyor. Insanın kalp atışlarını bile etkileyen müziğin piyasa haline gelmesi, onu oldukça rahatsız ediyor.



POP YILDIZLARI ÖNCE DUVARLARI YIKSIN



Yıllar önce, bestelediği ve hâlâ dillerde olan parçalarını hiç mırıldanıp, mırıldamadığını soruyoruz. Gülümseyerek “hayır” diyor. Daha sonra da, “Evet ama bazen, çok nadir” diye düzeltiyor. Hele şu an, hâlâ müzik yapan çağdaşları hakkında ne düşündüğünü sorunca, “Onların hepsi yaşlandı” derken kendini gülmekten alamıyor. Rolling Stones’un saygınlığını yitirdiğini, eski güçleri olmadığını, kendilerini yeniden toparlamaya çalıştıklarını belirtiyor. Ardından çağdaşı olan bir çok müzisyene ne yaptıklarını sorgulamaları gerektiğini de tavsiye ediyor. Bir çoğuna kasetini göndermeyi ihmal etmemiş, Bob Marlyn’e ölmeden önce, hastayken Kur’an–ı Kerim hediye etmiş. Etraflarına yıkılması güç duvarlar ördükleri için onlara mesaj ulaştırmakta güçlük çektiğini söylüyor. Bugünkü bir çok ünlü pop yıldızının yaşadıklarının farkında olmadığını düşünüyor ve bunun nereye kadar süreceğini soruyor onlara.

Türkiye denince aklına gelen kelimeleri şöyle sıralıyor: “Enerji. hız, güç, gelenek ve kültür..” Gelişmelerden son derece memnun. Varılacak nokta Allah olduktan sonra yolların farklı olmasının faydalı olduğunu ve Türkiye’nin geleceğin dünyasında çok önemli roller üstleneceğini düşünüyor.

Müziğiyle verdiği mesajın Islam’ın mesajı olduğunu söyleyerek Müslüman olduktan sonra kendini eğittiğini anlatıyor ve ekliyor: "Ama Müslüman olarak doğmuş olanların çoğu kendilerini eğitmek zorunda hissetmiyorlar. Bu, Müslüman olarak doğanlarla daha sonra Müslüman olanlar arasındaki en belirgin fark. Bilgi hayatımızın her aşamasında bizi zenginleştirir, anlamlandırır. Yeni ufuklar açar bize. Dolayısıyla bütün Müslümanlar’ın aynı çabayı göstermeleri gerekir. Islam ancak bu şekilde yaşanabilir."

"Allah" diyor Yusuf Islam, "Islam’ı bana nasip etmiş. Müslüman olduğumdan bu yana, Peygamberimiz’in, O büyük insanın hayatını araştırıyorum. O'nu okudukça, O'nu anladıkça, etrafımı saran bilgisizliği, cehaleti daha iyi görüyor ve irkiliyorum."
 
Anne SÜtÜ

Anne sütü, bebeğin besin ihtiyaçlarını eksiksiz olarak gidermek ve bebeği olası enfeksiyonlara karşı korumak üzere Allah tarafından yaratılmış eşsiz bir karışımdır. Günümüz teknolojisi ile hazırlanan bebek mamaları dahi bu mucizevi besinin yerini tutamamaktadır.

Anne sütünün bebeğe olan faydaları her geçen gün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bilimin anne sütü ile ilgili yeni keşfettiği gerçeklerden biri ise bebeğin anne sütü ile 2 yıl boyunca beslenmesinin son derece faydalı olduğudur. Bilimin yeni keşfettiği bu önemli bilgiyi Allah bizlere "…Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir..." ayetiyle 14 asır önce bildirmiştir.

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. "Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır."„
(Lokman Suresi, 14)


EMEGE SAYGI
 
Kiyamet Gelmez Dİyenler

İnkarcılar "O saat bize gelmez" dediler. De ki: "Hayır, duyu organlarıyla algılanamayanları bilen Efendime andolsun ki, o mutlaka size gelecektir..."

34 Sebe Suresi 3

Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan bir rahmet tattırsak der ki: "Bu benimdir! O saatin geleceğini de sanmıyorum. Efendime döndürülsem bile, muhakkak O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır." İnkarcılara biz elbette yapmış olduklarını haber vereceğiz ve elbette o çetin azabı onlara tattıracağız.

41 Fussilet Suresi 50

Kitabımızın ilk üç bölümünde Evren'in nasıl başladığını inceledik. Bu ve bundan sonraki bölümde ise Evren'in sonunu (kıyameti) Kuran'ın anlatımlarından inceleyeceğiz. İddia ediyoruz; bütün insanlık tarihinde, Kuran'ın Evren'in başı ve sonu hakkında verdiği bilgileri bu kadar ayrıntılı ve tam doğru olarak anlatan ikinci bir kitap, ikinci bir kaynak kesinlikle gösterilemez. Bu konudaki bilimsel bilgilerin bulunmasından önceki Dünya'nın tüm iddialı kaynaklarını tarayın. Kuran'ın bu konudaki benzersizliği ortaya çıkacaktır. Hatta Evren'in başlangıcı ve Evren'in sonunun ikisinin birden değil, herhangi birinin bile Kuran'dan daha iyi anlatıldığı ikinci bir kaynak yoktur. Kuran delillerini göstereceğini söylemişti. İşte Allah'ın kitabı, işte delilleri! Hem de Evren'in başlangıcı ve Evren'in sonu gibi iki çok çok önemli konuda. Samimi olarak delil arayanlar için bunlar yeterli delil değil mi?

İnsanlar kendi zaman dilimlerine hapsolmuş bir bakış açısıyla Evren'e baktıklarında; her şeyde sabit, değişmez, statik bir yapının olduğunu zannedebilirler. Peygamberimizin geldiği dönemde Dünya'nın ve Evren'in sonunun geleceğinin söylenmesi inanılmaz bir iddiaydı. Dünya'nın Evren'de uçan bir cisim olduğunu bilmeyen o devrin insanları, ayaklarının altında sapasağlam gözüken Dünya'nın, bir gün gelip de yok olacağının söylenmesine inanamadılar ve itiraz ettiler. Hele hele, tüm Evren'in de Dünya gibi yok olacağının söylenmesi Allah'ın kitabına inanmayanlara, Allah'ın gücünün bunları gerçekleştireceğine akıl erdiremeyenlere, imkansız gözüküyordu. Bu bölümün girişinde alıntıladığımız iki ayet, Peygamberimizin döneminde kıyamete, yani Dünya'nın ve Evren'in son bulacağının söylenmesine yapılan itirazları anlatmaktadır.

Günümüzde Evren ile ilgili bilgilerin artması sonucunda Kuran'ın, Evren'in ve Dünya'nın sonunun geleceğine dair iddiasının doğruluğu tartışılmaz bir şekilde kabul edilmiştir. Artık hiç kimse kalkıp da Dünya'nın sonunun gelmeyeceğini iddia edemez. Hiçbir şey olmasa bile Güneş'in enerjisini tüketmesi sonucunda Dünya'mızın sonunun geleceği kesindir. Evren'in sonunun da geleceği kesindir, fakat bunun nasıl gerçekleşeceği, hangi şekilde bu sonun oluşacağı ve ne zaman olacağı tartışmalıdır. (Bundan sonraki bölümde de Evren'in sonunun nasıl olacağını Kuran ayetlerine dayanarak tartışacağız.)

örneğin keşfedilen termodinamiğin kanunları Evren'in sonunun geleceğini (kıyametin geleceğini) göstermektedir. 1856 yılında Alman fizikçi Hermann Von Helmholtz, termodinamiğin ikinci yasasına dayanarak Evren'in bir gün öleceğini gösterdi. İkinci yasa en basit anlatımıyla ısının sıcaktan soğuğa doğru aktığını belirtir. Bir sobanın odayı ısıtması, elimizdeki çayı soğumaya bırakışımız, hep bu yasanın işleyişiyledir. Helmholtz, Rudolf Clausius ve Lord Kelvin'in çalışmaları termodinamikte tersine çevrilemez değişimi tanımlayan entropi adlı bir niceliğin kabul edilmesini sağladı. Sıcak bir kütlenin soğuk bir kütleyle temas ettiği basit örneğimizde entropi, ısı enerjisinin sıcaklık derecesine bölümü olarak tanımlanabilir. Evren'de toplam entropi hep artar. Dünya'mızı ısıtan Güneş'te bunun örneğini görebiliriz. Güneş'in ısısı Evren'in soğuğuna akar, ama bu süreç tersine döndürülemez.

DİN VE FELSEFE AçISINDAN TERMODİNAMİK KANUNLARI

Peki bu süreç sonsuza dek sürebilir mi? Cevap hayır olacaktır. Sıcaklık tek bir sıcaklık derecesine ulaşınca termodinamik denge olarak adlandırılan sabit bir hal oluşur. Güneş'te ve daha pek çok yıldızda, ısının akışı milyarlarca yıl sürebilir, ama bitmez tükenmez değildir. Bir zaman dilimi sonucunda termodinamiğin kanunları Evren'deki hareketin durmasını mecbur kılmaktadır. Bu yasalar bizi iki sonuca götürür:

1 Evren'in bir başlangıcı vardır.

2 Evren'in bir sonu olacaktır
Tarih boyunca tek Allah'a inanan tüm dinler bu iki iddianın savunucusu olmuşlardır. Kuran bu iki iddiayı savunurken hem Evren'in başlangıcı için, hem de sonu için mucizevi açıklamalar yapar. (Kitabın ilk 3 bölümünde Evren'in başlangıcı ile ilgili mucizevi açıklamaları okuduk) Tarih boyunca maddeyi ilahlaştıranlar ise maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza dek var olacağını söylemişlerdir. Yani hem yaratılış fikrine götüren başlangıcı, hem de dinlerin tarifi olan kıyameti inkâr etmişlerdir (Alıntıladığımız iki ayette Peygamberimiz'in dönemindeki itirazlar görülüyor). Astrofiziğin ilerlemesiyle Evren'in başlangıcı ve sonu olduğu anlaşılınca fikirlerini buna uydurmak isteyen ateistler olmuştur, ama bilimsel bir gerçek olarak Evren'in başı olduğu ve sonu olacağı anlaşılmadan önce ateistlerin bunları red ettiği apaçıktır. Bilimsel bilgilerin günümüzde tüm ortaya koyduğu verilere rağmen, birçok ateist hâlâ Evren'in başı olduğunu ve sonunun geleceğini red etmeye çalışmaktadır.

Termodinamiğin yasaları, dinin iddiasını, felsefe tarihinde dinle paralel şekilde Yaratıcının Evren'i yarattığını, Evren'in başı ve sonu olduğunu söyleyenleri doğrulamış, karşıtlarını yalanlamıştır. Bu bulgular tek Allah'a inanan 3 büyük dinin bu önemli konudaki tezlerinin bilim tarafından doğrulanması demektir. Evren eğer sonsuzdan beri var olsaydı, termodinamiğin kanunlarına göre sonsuz zamanda, Evren'de tüm hareket durmuş olacaktı. Evren'de hareketin var olması, Evren'in sonsuzdan beri var olmadığını ve Evren'in bir başlangıcı olduğunu göstermektedir. Şu anda Evren'de hareket olduğuna ve Evren'de bir başlangıç olduğuna göre, kıyamet başka hiçbir şekilde kopmasa bile termodinamiğin kanunlarına göre kopmalıdır. Fakat görülen odur ki Evren'in kıyametinin kopması için termodinamiğin yasalarının gerçekleşmesine gerek kalmayacaktır. (69. bölümde bu konuya yine döneceğiz)

YILDIZLARIN VE GüNEŞİMİZİN öLüMü

Yıldızlar söndürüldüğü zaman

77 Mürselat Suresi 8

Kuran'ın indiği dönemde insanlar yaygın olarak yıldızların ışığının sonsuza dek sürecek bir özelliğe sahip olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden yıldızların iç yapısının ve yıldızların enerjilerinin tükeneceğinin bilinmediği bir dönemde, Kuran'ın, yıldızların varlıklarının son bulacağını söylemesi mucizevi niteliktedir. Yıldızlar ışığın kaynağı olduğu için, ayette yıldızların söndürülmesinden bahsedilmesi de önemlidir.

Gezegenler saçıldığı zaman

82 İnfitar Suresi 2

Ayetlerde yıldızların söndürülmesinden bahsedilirken, ışığın kaynağı olmayan gezegenlerin ise dağılıp saçılmasından bahsedilir. Kuran'da yıldız kelimesi Arapça "necm" olarak geçerken, gezegen kelimesi ise "kevkeb" olarak geçer. Gezegenler merkezi bir yıldıza tabi oldukları için, bu yıldızın hayatı son bulup ışıkları söndürülünce gezegenler de yörüngelerinden, rotalarından çıkarlar, yani dağılıp saçılırlar. (Bazı çevirmenler kevkeb ve necm kelimelerinin her ikisini de yıldız diye çevirip aradaki farka dikkat etmemişlerdir.) Gezegenler ışığın kaynağı olmayıp yansıtıcıdırlar, bu yüzden gezegenlerin söndürülmesi mümkün değildir. Kuran mucizevi özelliğini her ifadesinde göstermektedir.

Güneş dolandığı zaman

81 Tekvir Suresi 1

Ayette geçen tekvir fiili sarığın başa dolanmasında kullanıldığı gibi, yuvarlatmak, dürmek, katlamak, büzmek anlamlarına gelir. Ayet kıyametin anlatıldığı bir tablo içinde Güneş'in nasıl son bulmaya gittiğini anlatmaktadır. Tüm yıldızlar gibi Güneş'imiz de hidrojen atomunu yakıp enerjisini elde eder, böylece ısı ve ışık saçar. Hidrojeni helyuma dönüştürme süreci, hidrojen atomunun bitmesiyle durur ve yıldızlar da ölür. Güneş'imizin de eğer başka bir etken olmazsa bile sırf bu sebeple öleceği kesindir. Yıldızlar ölürken

Güneş'imizin, “Kırmızı Dev” olup ölmesi beklenmektedir. büyüklüklerine göre Kırmızı Dev, Resim bir yıldızın “Kırmızı Dev” aşamasını temsil ediyor. Beyaz Cüce veya Karadelik aşamalarına geçerler. Güneşimizin büyüklüğü sebebiyle önce Kırmızı Dev olup sonra ölmesi beklenmektedir. Güneş tarih boyunca insanların gözünde o kadar büyütüldü ki, Kuran'ın indiği dönemde Güneş'i tanrı sayanlar vardı. Kıyametin kopacağını anlamanın önemi burada da görülmektedir. Kıyametin kopacağını anlamayıp Güneş'i tanrı ilan edenler, Evren'i ve Dünya'yı sonsuza dek var olacak sanıp, buna göre reenkarnasyonla, sonsuza dek Dünya içinde ruh göçüne inanan çoktanrıcı, ortak koşucu dinler üretenler olmuştur. Kıyametin kopacağının anlaşılması, Güneş'i tanrılaştıran anlayışları veya reenkarnasyonla sonsuza dek hayatın devrinin Dünya içinde olacağını söyleyen anlayışları çürütmüştür. Kuran'ın anlattığı ahiret inancıyla kıyametin kopması bir sistemin aşamaları olarak birbiriyle ilintilidir. Kıyametin kopacağının gerçekliğinin anlaşılması, Kuran'ın anlattığı ahiret inancını da güçlendirmektedir.

O saatin yaklaşarak gelmekte olduğuna şüphe yoktur. Ve Allah mezarlardakileri diriltecektir.

22 Hac Suresi 7

Kuran'ın kıyametteki yokoluşta Güneş'in ve Dünya'nın sonundan bahsetmesi ve günümüzde de Güneş'in ve Dünya'nın bir gün yok olacağının anlaşılması, Kuran'ın mucizesini ortaya koyar. Kuran'ın indiği dönemdeki astronomi bilgisiyle bunların bilinmesine imkan yoktur.

Kuran'ın vahyedildiği dönemde yaşayan Müslümanlar tüm bu saydıklarımızın bilimsel olarak mümkün olduğunu anladıkları için değil, Evren'i yaratan Allah'a, tüm Evren'i yok etmenin ne kadar kolay olduğunu kavradıkları için inanmaktadırlar. Günümüzdeyse Kuran'ın; yıldızların, Güneş'in, Dünya'nın sonunun geleceğini söyleyen açıklamaların doğruluğu anlaşılmış bulunuyor. Bir gün yok olacak Güneş'e tapanlar artık yoklar, bakalım bir gün yok olacak maddeye tapanlar ne zaman yok olacaklar.

SULARIN KAYNADIĞI DEPREM

Yeryüzü sallanıp sarsıldığında

56 Vakıa Suresi 4

Kuran'daki kıyamet sürecini başlatan saatin gelmesiyle ilgili tüm açıklamalar, bu süreçte yeryüzünde büyük bir deprem olacağını göstermektedir. Kuran'da bu sallantının çok şiddetli olacağı açıkça söylenir. Dağları unufak edecek bu sallantının, insanlarda büyük bir paniğe yol açacağı Kuran ayetlerinde anlatılır. Ayrıca denizlerin durumu şöyle anlatılır:

Denizler kaynatıldığı zaman

81 Tekvir Suresi 6

Denizler fışkırtılıptaşırıldığı zaman

82 İnfitar Suresi 3
Gerçekten de dağları unufak edecek bir depremde, mağmadaki kızgın lavlar yeryüzünün birçok noktasından fışkıracaktır. Denizlerin olduğu yerlerden fışkıracak mağma, denizlerin suyunu kaynatır, fışkırtıp taşırır. Hayatında belki de hiç deprem görmemiş Hz. Muhammed'in –deprem görse bile şiddetli bir depremde mağma tabakasının fışkırıp denizleri kaynatabileceğini bilmesine olanak yoktur. O dönemin insanlarından mağma tabakasındaki potansiyeli ve bu potansiyelin denizleri çok rahat bir şekilde kaynatabileceğine dair bilgileri bilmesini bekleyemeyiz.

Yabani hayvanlar bir araya toplandığı zaman

81 Tekvir Suresi 5

Kuran kıyametin büyük depreminde yabani hayvanların bir araya toplanmasına dikkat çekmiştir. Günümüzde de deprem öncesi ve deprem sonrası hayvanların hareketleri bilim adamlarının dikkatini çekmektedir. örneğin bir depremde Seattle Woodland Hayvanat Bahçesinde fillerin deprem öncesi garip hareketleri, gorillerin kafeslerinde kendilerini yerden yere attıkları tespit edilmiştir. Depremler ve hayvanların depremlere karşı garip reaksiyonları araştırma konusu olmaya devam etmektedir. Kuran'ın bu konudaki ayetini okuduktan sonra, biz bu araştırmaların derinleştirilmesinin faydalı olacağını sanıyoruz.

3 Yer dümdüz edildiğinde

4 İçinde olanları dışa atıp boşaldığında

84 İnşikak Suresi 34

İnşikak suresinden alıntıladığımız ayetlerde de yeryüzünün iç kısmındakilerin dışarı çıkmasına işaret edilmektedir ki; bu da mağmanın kıyametin depreminde birçok yerden fışkıracağına dair açıklamamızı desteklemektedir.

Kuran, insanoğlunun zihnini yeryüzünün başına gelecek en ciddi olaya çevirmesini istemektedir. Bilimin ilerlemesi, Kuran'ın bahsettiği kıyametin kopacağını, Dünya'nın ve Evren'in sonunun geleceğini ortaya koymaktadır. Artık hiç kimse yıldızlar sonsuza dek var olacak, Güneş'in ışığı hep parlayacak, bu Evren, bu Dünya hiç yok olmayacak diyemez.

Hiçbir bilimsel bilginin olmadığı dönemde Kuran bunları söyledi ve yine haklı çıktı. Aynen Kuran'ın dediği gibi Evren'de kıyametin kopacağının belirtileri zaten mevcuttur.

O saatin kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar? Onun belirtileri zaten gelmiştir. O onlara gelip çattıktan sonra ibret almaları neye yarar?

47 Muhammed Suresi 18







TEMSİLİ RESİMLER
EMEGE SAYGI
 
Dİl Ve İnsan

30 Hani Efendin meleklere: "Ben yeryüzüne bir halife yerleştireceğim" demişti. Onlar da: "Orada bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birisini mi yerleştireceksin? Halbuki biz seni överek yüceltiyor ve kutsuyoruz" dediler. O da "Bilmediğinizi Ben bilirim" dedi.

31 Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere sunup: "Eğer doğru sözlülerseniz, haydi şunların isimlerini bana bildirin." dedi.

32 Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen bilensin, bilgesin."

33 "Ey Adem! Bunların isimlerini onlara bildir." İsimlerini onlara bildirince: "Size yerin ve göklerin algılanamayanlarını bilirim, açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilirim dememiş miydim?" dedi.

2 Bakara Suresi 30-33

Kitabımızın buraya kadarki bölümlerinde fizik, kimya, biyoloji, tıp, jeoloji gibi doğa bilimleri alanında Kuran'ın gösterdiği mucizeleri inceledik. Kitabımızın bu bölümünde ve bundan sonraki üç bölümündeyse felsefenin önemli konularını ve bu konularda Kuran'ın işaretlerini irdeleyeceğiz. (Bu dört bölümün anlaşılması, bu konularla daha önceden hiç ilgilenmemiş olanlar için zor olabilir. Bunu öncelikle belirtelim.)

Bakara Suresi'nden alıntıladığımız ayetlerde, Allah'ın ilk insanı yaratması ve yeryüzüne yerleştirmesi konu edilmektedir. İnsanların kan dökmeye, kargaşa çıkarmaya müsait yaratılışlarına rağmen neden yaratıldıklarını anlamayan melekler, bu kötülük problemine parmak basmakta ve Allah'a bunun sebebini sormaktadırlar. Allah, önce bilinmeyenlerin bilicisi olduğunu söyleyerek, kendisinin her yaratışında bilgelikler olduğunu ortaya koymaktadır. Daha sonra ise Allah, insanın dili kullanma yeteneğini gündeme getirmek suretiyle insanın üstün yaratılışını meleklere göstermektedir.

Kitabın bu bölümünde inceleyeceğimiz konu, insanın dili kullanma yeteneğinin önemidir. İnsanın varlık olarak üstünlüğü ile insanın dili kullanma yeteneği sıkı sıkıya ilişkilidir. 20. yüzyılda ortaya çıkan dil felsefesi ve dille bu yüzyılda her dönemden daha fazla uğraşılması dil olmadan "bizim" "biz" olamayacağımızı iyice ortaya koydu. Bertrand Russell bir keresinde, 1920'lere değin (Russell o zaman kırk yaşlarındaydı ve kendisini ön plana çıkaran felsefi çalışmalarının çoğunu yapmıştı) dile saydam bir olgu olarak baktığını, dili özel olarak dikkat etmeden kullanılabilecek bir aracı olarak gördüğünü söylemişti. Meşhur filozof Bryan Maggee'ye göre ise aynı tutum yalnız filozoflar için değil; romancı, şair, oyun yazarı gibi kişiler için de geçerlidir. Dilin kullanımı konusunda özbilinçlilik, aslında 20. yüzyılda gelişmiş ve bu çağın belirgin düşünsel özelliklerinden biri olmuştur.

Bu gelişme, sadece sözcüklerle yüzeysel bir ilgilenme anlamına gelmiyor, temel konulardaki inançları da kapsıyor. örneğin dilin sağladığı soyut düşünce gücünün, doğrudan içinde bulunmadığımız gerçekliğin tüm yönlerini kavramlaştırmada ve onunla başa çıkmada, çevremizle ilişki kurmamızda, en önemli etken olduğu anlaşıldı. Pek çok kişi, bizi hayvanlardan ayıran en önemli özelliğin bu olduğuna inanır. Bu nedenle birçoğuna göre dilin öğrenilmesi ile, biz kendimiz oluruz. İnsanlık açısından da, birey açısından da, dilin bu kadar önemli olduğu son zamanlara kadar anlaşılamamıştır.

Oysa Kuran, 1400 yıl önceden insanın tüm olumsuzluklarına karşın bu üstün özelliğe sahip oluşunu özellikle açıklamakta ve dilin kullanımının insanlık için önemine dikkat çekmektedir. Felsefeyle ilgilenenler bilirler ki felsefedeki birçok yeni fikir geçmişin birikimlerinin üstüne kurulur. Felsefi olarak canlı bir tartışma ortamının olduğu yerde doğrusuyla yanlışıyla yeni fikirler gözükür. Peygamberimiz'in yaşadığı dönemde ve bulunduğu bölgede felsefi bir birikimin aktarılmadığı, felsefeye önem verilmediği ve felsefi bir tartışma ortamının da olmadığı bilinmektedir. İşte böyle bir devirde, yılların birikimi sonucunda insanların öneminin farkına iyice varabildikleri insanın dili kullanmasına, Kuran'ın böyle bir gönderme yapması müthiş bir açıklamadır. Oysa Kuran'ın indiği dönemde ne dilsel çalışmalar, ne de felsefi derinlik mevcuttu.


BEBEK KONUŞMAYI NASIL öĞRENİR?

Frege ve Russell'ın matematik felsefesi üzerine çalışmaları sonunda dil felsefesinin ortaya çıkışıyla sonuçlandı. "Doğru"luğun araştırılmasından, "anlam"ın araştırılmasına, oradan da anlatımların çözümlenmesine geçildi. Noam Chomsky'nin dil hakkındaki açıklamaları ise 1950'li yıllarda bomba etkisi yaptı. Chomsky'e göre insan bireylerinin zeka düzeyleri ne olursa olsun, bir dili kullanmayı becermek gibi olağanüstü karmaşık ve zor bir işi, bu konuda önceden düzenlenmiş bir öğretim görmeksizin, bebeklik yaşlarında ve bunca kısa zamanda becermeleri, sadece dilin sonradan öğrenilmesiyle açıklanamaz.

Daha önceden dilin bir alışkanlıklar, hünerler, eylem yatkınlıkları dizgesi olduğu, dilin çalıştırma, yineleme, genelleme ve çağrışım süreçleri ile edinildiği sanılırdı. Oysa dikkat edin, insanların çoğunluğuna dizgeli bir anlamda dil hiç mi hiç öğretilmez. Başka bir deyişle anne ve babaların çoğunluğu, çocuklarına önceden tasarlanmış bir öğretim vermez. Dünya'nın çoğu yerindeki insan kitlelerinin büyük çoğunluğunun nasıl eğitimsiz olduğu hatırlanacak olursa, bu nokta netleşir. Ama bebek yaştaki çocuklar yine de dili öğrenirler.

Bize göre Noam Chomsky bu konuda tamamen haklıdır. Dünya ile alışverişe başladığımız bebeklik çağında zihnimiz dil öğrenmeye hazırlanmış bir şekilde yaratılmıştır. Nasıl gözümüz Dünya'yı görmeye hazır bir şekilde yaratılmışsa, zihnimiz de dili öğrenmeye hazır bir şekilde yaratılmıştır. Işıkla buluşan göz görmeye başladığı gibi, dil ile buluşan kulak ve zihin de dili kendiliğinden öğrenmeye başlar. Humboldt'un dediği gibi "Sonlu sayıdaki aracıyı sonsuz bir şekilde kullanmak" gibi bir marifeti her birimiz bebeklik çağında ediniriz. En düşük zekalı çocuklar bile bunu becerir (Bazı zihinsel hastalıkları olanlar hariç. Onlar körün görmemesi gibi dili öğrenemezler).

Chomsky, zihnin dili öğrenmeye göre yaratılmasını ve dille buluşup dili öğrenmesini şu örnekle açıklar: "Zihnin başlangıç durumunu bir fonksiyon gibi düşünebiliriz, deney verileri girdi olarak verildiğinde, dilin dil bilgisini çıktı diye ortaya koyan, tıpkı karekök fonksiyonunun dokuz sayısı girdi olarak verildiğinde, üçü çıktı diye ortaya koyması gibi." Chomsky'nin ifadesinden de anlaşılacağı gibi zihin bir hesap makinesinin işlemleri yapmaya hazır olması gibi dili öğrenmeye hazırdır. Zihin dil ile karşılaşınca dili öğrenir, hesap makinesinin karekök fonksiyonu da dokuzu içine alınca üçü çıktı olarak verir. çıktının taşımakta olduğu, ama girdide olmayan her özellik, aradaki aracın becerisidir.

3 İnsanı yarattı, 4 O'na beyanı (açıklama yeteneğini) öğretti.

55 Rahman Suresi 34
İnsan zihni konuşmaya hazır şekilde yaratılmıştır. Bu yüzden bebekler çok rahat bir şekilde konuşmayı öğrenirler.

Konuşmayı, daha doğuştan Allah'ın bize verdiği yeteneklerle yaptığımızı anlamamız, dilin ilk insan Adem'e olduğu gibi bize de Allah'ın hediyesi olarak öğretildiğinin bir delilidir. Hepimiz çocukluğumuzu düşünelim. Hangimiz dili öğrenmeye azmettik? Kelime hazinesi oluşturmaya, kelimeleri kullanmaya, konuşmaya hangimiz çalıştık? Peki dil öğrenmek gibi zor bir beceri, bu bilgisiz, en aciz çağımızda, bizim hiç gayret ve azim göstermememize rağmen nasıl oluşmaktadır? İyice düşünen, bu yeteneğin doğuştan Allah'ın bize verdiği beceriler sayesinde gerçekleştiğini anlayacaktır.

DİL OLMASAYDI NE OLURDU

Dilin varlığının değerini anlamak için “Dil olmasaydı ne olurdu?” diye düşünmemiz yeterlidir. Eğer dil olmasaydı insanların devlet, şehir, köy, hatta aile kurması mümkün olamazdı. Sosyolojik hiçbir kurumun kurulamayacağı bir ortamda, insanlığın üretim yapması da mümkün olmazdı. Dolayısıyla tekstil ürünleri, arabalar, cam eşyalar, kalemler, defterler… hiçbiri var olamazdı.

Dilin ne kadar önemli olduğunu anlamamız bile, dilin ifadeleri ile mümkündür. örneğin dilin önemini belirten bu yazı yine dili kullanmamız sonucunda oluşmuştur. Görülüyor ki insanların dili sonradan icat etmeleri mümkün değildir. çünkü dili icat etmek ancak bir irade, bir yönelim ile mümkün olur. Eğer dilin önemi bile ancak dille ifadesini bulabiliyorsa, dilin bilinmediği bir dönemde insanlar nasıl "Haydi dil diye bir şey icat edelim" diyebilir? Dil toplumsal birşeydir. Dilin kendisinin olmadığı bir durumda toplum oluşamaz ki!

Dilin geliştirilmesi elbette mümkündür. Fakat bu dil, belli bir seviyede bilindikten sonra mümkündür. Var olan bir filizin daha büyütülmesi gibi… Dilin hiç olmadığı bir durum, tohumun olmadığı duruma benzer ki artık bir ağaç elde etmek hiç mümkün olmayacaktır. Bir kavram için bir kelime icat edildiğini düşünelim. (Nasıl olacaksa!) Bu kelime insanlarda "dil" olgusu oluşmadığı için hemen unutulmaya mahkumdur. Yazının icadı, dilin icadından sonra oluşacak bir aşamadır. Dil kavramının olmadığı bir ortamda, yazının icadı sayesinde mümkün olan birikimin toplanması ve aktarılması da imkansızdır. İnsanlarda dil bilmenin önemi de dil bilinmeden anlaşılamayacağına göre; anlık çıkartılan seslerin toplumsallaşması ve ortak kabul görmesi düşünülemez. Dil toplumsal kabulle ortak olarak kullanılan bir araçtır. Dilin olmadığı bir ortamda ise en basit yapıdaki ailenin bile oluşması mümkün olmadığından, toplum bilinci de oluşamaz. Toplum bilincinin olmadığı bir ortamda ise toplumsal bir hareketle dilin icat edilmesi beklenemez.

İnsan, doğduğu zaman canlıların bakıma en muhtaç olanıdır. İnsan çok uzun yıllar ebeveynlerine muhtaç yaşar. Dilin olmadığı bir ortamda, iletişim sağlanamadığı için aile oluşamaz. İnsanlar cinsel ilişkiye girse bile, çocuğun babası belli olmaz, ancak anne belli olur. Dilin olmadığı bir ortamda insanların cinsel ilişki ile doğum arasındaki ilişkiyi, aradaki dokuz aylık süreye rağmen kurmaları pek mümkün gözükmemektedir. Bu bağlantı bile kelimelerle düşünmemiz sayesindedir. Ayrıca insanların aile oluşturmaları, cinselliğin çiftler arasında sınırlandırılması da dil olmadan mümkün değildir. Böylesi bir ortamda çocuk ancak annesini bilebilir. çocuğu tek başına beslemek, emzirmek zorunda kalan anne, bu işi tek başına acaba nasıl yapar? İnsanın diğer canlılarla karşılaştırılması mümkün değildir. Diğer canlıların çoğu, doğumdan kısa bir süre sonra yürür, uçar ve kendi besinini elde etmeye başlar. Ve birçok canlı türü yavrusunu koruyacak şekilde doğuştan programlıdır. Oysa dilin sağladığı kültür ve iletişim sayesinde, tüm canlıların en acizi olan insan yavrusunun, uzun yıllar süren bakımı sağlanır. İnsanın kelimeleri kullanma yeteneği sayesinde düşünmesi, diğer canlılardaki doğuştan programlanmanın yerini almaktadır.

Dil, toplumsal kabul sonucunda ortak olarak kullanılan bir araçtır. Dil, toplumun içinde yaşar, fakat eğer insanlar dil bilmeseydi toplum oluşamazdı. Bu yüzden dilin, dil olmadan var olamayacak olan toplum tarafından keşfedilmesi de, toplumun bir üyesi olmadan bireylerin keşfetmesi de mümkün görünmemektedir.

Eğer insanlar ilk yaratıldıkları dönemden itibaren dil bilmeselerdi, tahminimizce Dünya'daki yaşamlarını sürdürmeleri çok zor olurdu. Ayrıca kanaatimizce hiç dil bilmeyen insanların, dili sonradan icat edecek kabiliyet ve iradeye sahip olmaları mümkün değildir. Bu sorunlar tek bir şekilde çözülebilir. O da, ilk insandan beri konuşmayı bildiğimizi kabul etmek şeklindedir. Kuran'ın ilk insanın konuşmayı bildiğini söylemesi, tüm bu veriler açısından da önemlidir. İnsan dili öğrenecek zihinsel yetenekle, dili duyacak kulakla, cevap verecek ağız ve dille yaratılmıştır. Ne insan zihninin mükemmel yaratılışını, ne de kulağımızın, ağzımızın, dilimizin harika ve kompleks yaratılışlarını tesadüfle açıklamaya imkan yoktur. Tüm bunlarla beraber Yaratıcımızın ilk insana dili öğretmesi de bizim bugünkü varlığımız için gereklidir. Daha uzun detaylara girmemizi gerektiren bu konuyu ilerideki kitaplarımızda incelemeyi düşünüyoruz. Bu bölümde incelediğimiz ayetlerde; ilk insana, dilin öğretilmesinin vurgulanmasını çok önemli bulduğumuzu söyleyerek, bu bölümü noktalıyoruz.

Adem, Efendisinden kelimeler aldı...

2 Bakara Suresi 37
 
oy oy denize mi daldık nedir ne bu güzellikler böyle ellerinize sağlık
 
paylaşımın için teşekkürler... bir astrofizikçi olarak yıldızlar ve gezegenler hakkındaki söylediklerini bize ünivde öğretmişlerdi... bu tarafınıda kulakdan dolma bilgilerle biliyordum... teşekkürler.. bilgilerimi pekiştirdiğin için...
 
Hz. Ali r.a. ordusu ile harbe gitmekteyken uğradığı son bir kaç konak yerinde su bulamaz. Sonunda bir kilise görür ve o yana yönelirler. Kiliseye varır su isterler.

Kilisedekiler:

-10 mil uzakta su var.

Hz. Ali r.a.

- Oraya gitmeye gerek yok şurayı kazın.


İşaret edilen yer kazılır. Büyük bir taş ortaya çıkar. Uğraşırlar uğraşırlar değil taşı kaldırmak oynatamazlar bile.

Hazret-i Ali r.a. gelir. Mübârek parmaklarını taşın altına sokarlar, sanki bire tüy misali kalkar. Taşın kalkmasıyla beraber saf, tatlı ve soğuk bir su fışkırır. Sevinç ve şükürle sular içilir, kaplar dolar.

Kilisenin Papazı diğer kilisedekiler uzaktan onları seyretmektedirler, durumu görünce, Sevinç içinde Hz. Ali'nin huzûruna gelir ve sorarlar:


-Peygambermisiniz?. Yoksa...

-Hayır ben peygamber değilim, ama son peygamberin dâmâdı ve halifesiyim!

Papaz hemen kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olup şöyle der:

-Ey mü'minlerin emiri! Bu kiliseyi, bu taşı kaldıran zâtı bekleyip görmek için yapmışlardır. Kitaplarımızda yazar, büyüklerimiz anlatırdı; burada bir kuyu vardır. Üzerindeki taşı peygamber veya onun Halifesi kaldırabilir. Bu taşı sizin kaldırdığınızı görünce, yıllardır beklediğim arzuya kavuştuk.

Hazret-ü Ali buyurdu ki:

-Allahü teâlâya hamd olsun!

Ve râhib orduya katılıp, şehit olmak saâdetine kavuşur.

kaynak: www.islamdan.com
 
allah razı olsun.güzel paylaşım.
4f148x0mos.gif
 
Geri
Üst