Hergün Bir Ayet-Sure Tefsir-i

T

Banned
Katılım
8 May 2006
Mesajlar
3,665
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
İnna lillahi ve inna ileyhi raciun
bismillah2.jpg


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla



Besmelenin, her surenin bağımsız bir ayeti mi, yoksa bütün surelere başlarken okunan tek bir Kur'an ayeti mi olduğu konusu tartışmalı bir mesele olmakla birlikte, geçerli görüşe göre o, "Fatiha suresinin ayetlerinden biridir ve bu surenin sayısı besmeleyle yediye tamamlanmaktadır." Nitekim bir yoruma göre yüce Allah: "Andolsun, biz sana ikişer ikişer tekrarlanan yediyi ve bu büyük Kur'an'ı verdik."·(Hicr Suresi, 87) buyruğu ile Fatiha suresini kasdetmiştir. Çünkü bu yedi ayetlik sure yüce Allah'a övgü ifade etmekte ve namazların her rekâtında tekrarlanmaktadır.

Okumaya ve herhangi bir işe yüce Allah'ın adıyla başlamak ise, Allah tarafından Hz. Peygamber'e vahyedilmiş bir edep ve saygı kuralıdır. Bu kural ilk inen ayet olduğu ittifakla kabul edilen "Rabbinin adıyla oku" (Alâk Suresi, 1) ayetinde ifade edilmektedir. Yine bu, Allah'ın "Her şeyin başı, sonu, zahiri ve batını" olduğunu vurgulayan İslâmî düşüncenin temel ilkesiyle uyum içindedir. Buna göre O, her varlığın varoluşunu kendisine borçlu olduğu, her başlananın başlangıcının kendisinden kaynaklandığı tek gerçek varlıktır. O halde her başlangıç, her hareket ve her yöneliş O'nun adı ile olur.

Yüce Allah'ın, başlangıçta "Rahman" ve "Rahim" sıfatları ile nitelenmesi, rahmetin bütün anlamlarını ve tüm değişik hallerini kapsar. Bu iki sıfatı aynı anda kendisinde bulundurmak sadece Allah'a özgüdür; tıpkı "Rahman" sıfatı ile nitelenmenin sadece O'na özgü olması gibi.

Buna göre herhangi bir kulun "Rahim" sıfatı ile nitelenmesi caizdir. Fakat "Rahman" sıfatını herhangi bir kula yakıştırmak iman ilkeleriyle bağdaşmaz. Yüce Allah'ın bu iki sıfatın her ikisi ile birlikte nitelenmesi ise gayet normaldir.

Bu iki sıfattan hangisinin, taşıdığı merhamet bakımından diğerinden daha geniş kapsamlı olduğu tartışmalı bir konudur. Fakat biz burada bu tartışmanın ayrıntılarına girmeyecek, yalnızca, bu iki sıfatın bir arada merhametin bütün anlamlarını, bütün hallerini ve bütün alanlarını kapsadığını belirtmekle yetineceğiz.

Her işe Allah'ın adı ile başlamak ve bu başlamanın yansıttığı Tevhid (Allah'ın birliği inancı) ile edep kuralı nasıl İslâm düşünce sisteminin ilk temel ilkesini oluşturuyorsa, "Rahman" ve "Rahim" sıfatlarının da merhametin bütün anlamlarını, bütün hallerini ve bütün alanlarını kapsaması, bu düşünce sisteminin ikinci temel ilkesini oluşturur ve Allah ile kulları arasındaki ilişkinin gerçek mahiyetini belirler.
 
Allah razı olsun kardeşim..
 
Allah razı olsun.
Bu konuda bir anı denebilecek olayı nekil etmek isterim.
Ben tekniklise elektrik mezunuyum.Bizlerde lise 1 de elektrik kablolarının kesitleri temel öğretidir.Ve 20 ana kesit vardır.
Misalen; 0,75-1-1,5 vs.vs. gider.
Hoca bir gün kaldırdı ve şöyle dedi:
-Say bakalım kablo kesitlerini,
içime o kadar işlemiş ki;
Ben:
-Bismillahirrahmanirrahim, 0,75-1-1,5

yani dilimize yapışması gereken bir cümle.
Allah eksik etmesin.
 
" 'Bismillah' neden her hayrın başıdır. "
 

Cuma Sure-i Şerifi 1. Ayeti Kerime Tefsiri

1- Göklerde ve yerde olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, aziz, hakim olan Allah'ı tesbih eder.

Bu giriş, varlık dünyasında bulunan herşeyin sürekli olarak Allah'ı tesbih ettiği gerçeğini ifade etmektedir. Ve yüce Allah, bu surenin konusu ile derin ilgisi bulunan bir sıfatı ile nitelenmektedir. Bu, adı Cuma suresi olan ve cuma namazının kendisiyle öğretildiği bir suredir. Cuma namazı zamanında müminlerin kendilerini Allah'ı anmaya adamaları, eğlence ve ticareti bırakmaları, her türlü uğraşıdan daha iyi kazançları olan Allah katındaki mükafatı elde etmeye teşvik eden bir suredir. Bu nedenle Allah'ın "Melik" sıfatı sözkonusu edilmektedir. Yani herşeye sahip olma... Allah'ın bu sıfatı onların kâr elde etme amacıyla peşinde koştukları ticarete uygun düşmektedir. Ayrıca Allah'ın "Kuddûs" sıfatına da değinmektedir. Yani göklerde ve yerde bulunan herşeyin takdis ve tenzih ile kendisine yöneldiği yüce yaratıcı... Bu da onların Allah'ı anmayı bırakıp oyuna dalmalarına uygun düşmektedir. "Aziz" sıfatına da yahudilerin kendisine çağrıldığı meydan okuyuşla ilgili olarak değinilmektedir. Ayrıca buna tüm insanların değişmez kaderi olan ölüm, Allah'a dönüş ve hesaba çekilme dolayısıyla yer verilmektedir. Allah'ın "Hakim" sıfatına da yer vermektedir. Bu da yüce Allah'ın ümmi olan Arapları seçerek onların içinden bir peygamber göndermesi, bu peygamberin onlara Allah'ın ayetlerini okuyup gönüllerini arındırması, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretmesiyle ilgilidir. Bunların hepsi girişleri ve bağları ince ve güzel olan çağrışımlardır.
 
kardeş meal kaynaklarınıda yazarsın (;
 
Tevbe Sure-i Şerif 1-6. Ayet-i celilerin Tefsiri

1- Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu.

2- "Dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşınız. Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı ve Allah'ın kâfirleri perişan edeceğini biliniz. "

3- Büyük hacc günü Allah ve Peygamber tarafından tüm insanlara duyurulur ki; "Allah ve Peygamber'i ile müşrikler arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!"

4- Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki anlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever.

5- Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekât verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir.

6- Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'ân-ı işitebilsin, sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur
.


Bu âyetler, yirmisekizinci âyetin sonuna kadar olanlarla birlikte Medine'de ve genel olarak Arap Yarımadası'nda istikrarlı bir varlık kazanan İslâm toplumu ile Yarımada'da yaşayan ve İslâm'a girmeyi kabul etmemiş olan müşrikler arasındaki nihaî ilişkileri belirlemek üzere inmişlerdir. Bu müşriklerden bazıları ile Peygamberimiz arasında antlaşma vardır. Fakat onlar Tebük'te Bizanslılar ile müslümanlar savaşa tutuşunca bu antlaşmayı bozdular. Bu kalleşliklerinin sebebi, Bizanslılar'ın İslâm'a ve müslümanlara ölümcül bir darbe indireceklerini ya da en azından onların nüfuzlarını kıracaklarını, güçlerini sarsıntıya uğratacaklarını beklemeleri idi. Yine bu müşrikler arasında Peygamberimiz ile antlaşması olmayanlar, fakat buna rağmen o güne kadar müslümanlara ilişmemiş olanlar vardı. Bir de Peygamberimiz ile aralarında -süreli ya da süresiz- antlaşma bulunan ve bu antlaşmalarının bütün şartlarına uyarak müslümanların hiç bir düşmanı ile işbirliği yapmamış olan müşrikler vardı. İşte gerek bu âyetler ve gerekse yirmisekizinci âyetin sonuna kadar ki devamları saydığımız bu müşrik grupların tümü ile müslüman toplum arasındaki nihaî ilişkileri belirlemek için inmişti. Gerek bu sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse incelemekte olduğumuz âyetler grubuna ilişkin giriş yazısında oldukça ayrıntılı biçimde açıkladığımız gerekçelerin ışığı altında bu ilişkiler düzenlenmişti.

Bu âyetlerin üslubu ve ifadelerin mesajı bir genel bildiri ve yüksek sesli haykırma biçimi yansıtıyor. Böylelikle âyetlerin anlatım üslubu ve mesajın karakteri ile konuları ve konuyu kuşatan atmosfer arasında, sıkı bir uyum ortaya çıkıyor ki, bu Kur'ân'ın ifade tarzında her zaman gördüğümüz bir özelliktir.

Gerek bu bildirimi kuşatan tarihi şartlar hakkında gerek bu bildirme işleminin nasıl ve kim tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin birçok rivayetler vardır. Bu rivayetlerin en doğrusu, en akla yakını ve müslüman toplumun o günkü pratik hayatı ile en bağdaşır olanı İbn-i Cerir'in bu rivayetleri özetlerken ortaya koyduğu görüştür. Biz burada onun yorumları içinden pratik gerçeğe ilişkin görüşümüzü somutlaştıran sözleri seçeceğiz. Bu seçmeyi yaparken İbn-i Cerir'in onaylamadığımız ya da biribiri ile çelişir bulduğumuz sözlerini atlayacak, gündem dışı tutacağız. Çünkü bizim amacımız ne bu değişik rivayetleri ve ne de bu rivayetlere ilişkin İbn-i Cerir'in yorumlarını tartışma konusu yapmak değildir. Biz sadece bu belgelerin incelenmesi ile gerçekliğinin güç kazandığına inandığımız görüşü okuyucuların dikkatine sunmak istiyoruz:

İbn-i Cerir Taberi'nin bildirdiğine göre ünlü tefsir bilgini Mücahid "Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu" âyeti hakkında şöyle diyor:

"Antlaşmalılar" deyiminden maksat Müdlac kabilesi ile diğer antlaşmalı araplar ve tüm antlaşmalı müşriklerdir.

Peygamberimiz Tebük savaşını sona erdirince hacca gitmek istedi. Fakat sonra `Müşrikler Kâbe'ye gelip orayı çıplak biçimde ziyaret ediyorlar. Bu yüzden bu durum ortadan kalkmadıkça hacca gitmek istemiyorum' dedi.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Onlar Zülmecaz başta olmak üzere bütün çarşı-pazarları ve bütün kalabalık yerleri dolaşarak antlaşmalı müşriklere antlaşmalarının dört ay daha yürürlükte kalacağını bildirdiler. Bu aylar hacc mevsimini izleyecek olan ardışık haram aylardır ki, Zilhicce'nin yirmisinde başlayıp Rebiulahir'in yirmisinde sona eriyorlardı. Bu sürenin sonunda hiç kimse ile arada antlaşma kalmayacaktı. Peygamberimiz o süreden sonra herkese savaş açacağını bildirdi, sadece iman edenler bu kararın dışında tutulacaklardı. Bunun üzerine halkın çoğu iman etti ve hiç biri başka yere göçetmedi."

Bu antlaşmanın mahiyeti, ilkesi, sona ermesi ve bu ilke ile sona ermenin amaçları hakkındaki tüm rivayetleri gözden geçirdikten sonra Taberi sözlerine şöyle devam ediyor:

"Bu konuda doğruya en yakın görüş, şöyle diyenin görüşüdür: Yüce Allah'ın, antlaşmalı müşriklere tanımış olduğu ve "Dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşınız" âyeti ile içinde müşriklere seyahat özgürlüğü sunduğu süre Peygamberimiz'e karşı İslâm'ın düşmanları ile işbirliği yapan ve antlaşmalarını süreleri dolmadan tek yanlı olarak bozan müşrikler için sözkonusudur. Buna karşılık antlaşmalarını bozmamış, Peygamberimiz'e karşı İslâm düşmanları ile işbirliği yapmamış olan müşriklere gelince yüce Allah "Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki antlaşmalara süreleri sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever" âyeti ile böylelerinin antlaşmalarını sürelerinin bitimine kadar geçerli tutmayı Peygamberimiz'e emretmiştir.

Yüce Allah'ın bu sûrede yeralan `Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz' âyetinin bu konuda söylediklerimizin tersini kanıtladığı ileri sürülebilir. Çünkü bu âyetin haram ayların bitiminden sonra müşrikleri öldürmeyi müslümanlara farz kıldığı iddia edilebilir. Fakat bu konudaki gerçek sanılanın tersinedir. Çünkü bu âyetin az ilerisinde yeralan başka bir âyet bu konudaki sözlerimizin doğru olduğunu, haram aylar sona erer-ermez Peygamberimiz ile arasında antlaşma olan ve olmayan her müşriki öldürmenin mubah olacağını sanmanın yanlış olduğunu kanıtlar. Sözünü ettiğimiz âyet şudur; `Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin yanında antlaşma yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever.'

İşte bu âyette sözü edilenler de müşriklerdir. Yüce Allah, Peygamber'e ve müminlere bunlar dürüst davrandıkça kendilerine karşı dürüst davranmalarını emrediyor, onlar ile yapılan antlaşmayı bozmamaları ve düşmanları ile işbirliği yapmaktan kaçınmaları gerektiğini buyuruyor.

Bütün bunlar bir yana, Peygamberimiz'den kaynaklanan elimizdeki belgelere göre Peygamberimiz, Hz. Ali'yi antlaşmalı müşriklerle ilişkileri kesme kararını açıklamak üzere Mekke'ye gönderdiğinde ona kendi adına `Kimin Peygamber'le bir antlaşması varsa bu antlaşma süresinin sonuna kadar geçerlidir' şeklinde yüksek sesli bir duyuru yapmasını emretmişti. Peygamberimiz'in bu direktifi bizim söylediklerimizin en açık delilidir.

Demek ki, yüce Allah, Peygamberimiz ile süreli bir antlaşma yapıp da bu antlaşmalarına bağlı kalan, onu çiğnemeye kalkışmayan müşriklerin antlaşmalarını bozmasını Peygamberimiz'e emretmedi. Yüce Allah'ın yukardaki âyetle tanıdığı dört aylık mühlet, antlaşmalarını bu mühletin verilişinden önce tek yanlı olarak bozanlar ile antlaşmaları süresiz olan müşriklerle ilgilidir. Yoksa Peygamberimiz'e antlaşmaları süreye bağlı olan ve antlaşmalarını çiğneyerek aleyhlerinde gerekçe hazırlamamış olan müşriklerin antlaşmalarını süreleri sonuna kadar geçerli tutması emredilmişti. Nitekim O, hacc mevsiminde Mekke'de toplanan araplara kendi adına açıklamak üzere gönderdiği özel elçisine bu yolda talimat vermişti."

Taberi, yine antlaşmalarla ilgili çeşitli rivayetleri değerlendiren başka bir yorumunda da şöyle diyor:

"Gerek bu belgeler ve gerekse benzerleri bu konuda bizim söylediklerimizin doğru olduğunu ve dört aylık mühletin anlattığımız müşrik gruplar için sözkonusu olduğunu gösterir. Antlaşmaları belirli sürelere bağlı olup da Peygamberimiz ve müminlerin eline bu antlaşmaları bozmak ve antlaşmalı tarafların düşmanlarını desteklemek için gerekçe vermemiş olan müşriklere gelince Peygamberimiz bunların antlaşmalarını süreleri sonuna kadar geçerli saymıştır. Çünkü yüce Allah'ın O'na verdiği emir bu yolda idi. Kur'ân'ın açık hükmü bunu gerektiriyordu ve elimizdeki Peygamber kaynaklı belgeler de bunun böyle olmasını gerektirir."

Eğer biz zayıf rivayetler ile daha sonraki yıllarda şiiler ile sünniler arasındaki siyasî çatışmaların bazı rivayetlere yansıtmış olabilecekleri yanıltıcı etkileri bir yana bırakacak olursak bu konuda diyebiliriz ki; Peygamberimiz o yıl Hz. Ebu Bekir'i hacc emiri olarak göndermişti. Çünkü müşrikler Kâbe'yi çıplak olarak ziyaret ettikleri için kendisi hacca gitmek istememişti. Bir süre sonra "Tevbe" sûresinin baş tarafındaki âyetler inince Hz. Ali'yi, Hz. Ebu Bekir'in arkasından bu âyetlerin içeriğini ilgililere duyursun diye Mekke'ye gönderdi. Hz. Ali, bu âyetlerin içerdiği tüm nihaî hükümleri hacc kalabalığına ilân etti. İlân ettiği bu hükümler arasında o yıldan sonra hiç bir müşrikin Kâbe'yi ziyaret edemeyeceği yasağı da vardı.

Tirmizi'nin tefsirinde yer verdiği bir belgeye göre Hz. Ali bu konuda şöyle diyor; "Berae (Tevbe) sûresi inince Peygamberimiz beni aşağıdaki dört maddeyi ilgililere duyurmak üzere Mekke'ye gönderdi:

1- Kâbe, çıplak olarak ziyaret edilmeyecek.

2- Bu yıldan sonra hiç bir müşrik Mescid-i Haram'a yaklaşmayacak.

3- Peygamberimiz ile arasında antlaşma bulunanın antlaşması, süresinin sonuna kadar geçerli olacak.

4- Müslümanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecek.

Bu belge, bu konuya ilişkin elimize kadar gelen belgelerin en doğrusu, en güveniliridir. Onun için bununla yetiniyoruz.

Şimdi de âyetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz. Önce okuyalım:

"Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu."

Bu yüksek titreşimli, yüce heybetli genel bildiri, o günkü müslümanlar ile Arap Yarımadası'nda yaşayan tüm müşrikler arasındaki ilişkilere ilişkin genel ilkeyi içeriyor. Çünkü bu âyette sözkonusu edilen "antlaşmalar" Peygamberimiz ile Arap Yarımadası'nda yaşayan müşrikler arasında yapılmıştı. Yüce Allah'ın ve Peygamber'in, müşrikler ile ilişki kestiklerinin ilân edilmesi her müslümanın tutumunu belirleyen, her müslümanın kalbinde derin ve sarsıcı titreşimler meydana getiren bir mesajdır. Öyle ki, bundan sonra hiç kimsede geri dönüş niyeti ve tereddüt eğilimi kalmaz.

Bu genel bildirinin arkasından bu bildiriyi açıklayan onun, özelliklerini ve ayrıntılarını belirten ifadeler geliyor. Okuyalım "Yeryüzünde dört ay daha serbestçe dolaşınız. Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı ve Allah'ın kâfirleri perişan edeceğini biliniz."

Bu âyet, yüce Allah'ın müşriklere tanıdığı mühletin süresini açıklıyor. Bu mühlet dört aydır. Bu hükmün kapsamına girenler bu süre zarfında güven içinde diledikleri yerlere giderler, ticaret yaparlar, hesaplarını tasfiye ederler ve durumlarını yeni şartlara uydururlar. Antlaşmalarının sağladığı güvenlik içinde olurlar, hiç kimse yakalarına yapışmaz. Hatta müslümanlar aleyhine sonuç vereceğini sandıkları ilk müsibet sırasında, Peygamberimiz ile müminlerin bir daha evlerine dönemeyecekleri, Bizanslılar'a esir olacakları ümidine kapıldıkları Tebük savaşı sırasında antlaşmalarını derhal bozan müşrikler bile bu mühletten özgürce yararlanacaklardı. Nitekim Medine'nin kargaşacıları ve münafıkları da aynı beklentiye kapılmışlardı.

Bu ne zaman oluyordu? İmzalanır-imzalanmaz bozulan antlaşmaların üzerinden uzun bir süre geçtikten, eğer müşriklerin ellerinden gelirse dinlerinden döndürünceye dek müslümanlar ile savaşı sürdürmeye kararlı olduklarını kesinlikle ortaya koyan uzun bir tecrübe dizisinden sonra bu mühlet veriliyor. Bu olay tarihin hangi çağında oluyor? İnsanlığın "orman kanunu"ndan başka hiç bir kanun tanımadığı, farklı toplumlar arasında savaşma gücünden ya da böyle bir gücün yoksunu olmaktan başka hiç ilişkinin geçerli olmadığı, gücü yeten tarafın hiç bir uyarıya, hiç bir ihtara başvurmaksızın ve imzaladığı antlaşmalara aldırış etmeksizin eline fırsat geçer-geçmez zayıf tarafın üzerine çullandığı bir çağda oluyor bu olay.

Ama İslâm, aynı İslâm'dır. O günden beri hiç değişmemiştir. Çünkü yüce Allah'ın sistemindeki kuralların ve ilkelerin zamanla ilgisi yoktur. Sebebine gelince bu sistemi geliştiren, evrimleştiren zaman değildir. Fakat insanlığı ekseni çevresinde ve çerçevesi dahilinde geliştirip evrimleştiren bu sistemdir. Üstelik bu sistem, kendi etkisi altında gelişen ve değişen pratiğini sürekli yenilenen, uygun araçlarla karşılar, bu pratikle atbaşı ilerlerken ona gelişme ve değişme yolunda adımlar attırır.

Yüce Allah, müşriklere mühlet verirken yanısıra objektif gerçek aracılığı ile onların kalplerini ürpertiyor, bu gerçek ile ilgili olarak onları uyarıyor, bu gerçeğe gözlerini açmalarını istiyor. Söz konusu gerçek şu: Onlar yeryüzünde dolaşmakla yüce Allah'ı kendilerini bulma konusunda güçsüz bırakamazlar. Aynı zamanda ne O'ndan ve ne de O'nun kendileri için tasarlayıp karara bağladığı kesin akıbetten kaçıp kurtulamazlar. Bu kesin akıbet yüce Allah'ın onları perişan edeceği, rezil edeceği ve horlanmaya mahkum edeceği gerçeğidir. Okuyoruz:

"Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı ve O'nun kâfirleri perişan edeceğini biliniz."

Nereye kaçacaklar, nereye sığınacaklar da yüce Allah'ı, kendilerini bulup dilediği yere getirme konusunda zor durumda bırakacaklar? Zira onlar yüce Allah'ın avucu içinde oldukları gibi yeryüzünün her yeri de O'nun avucu içindedir! Ve O, onları perişan etmeyi, aşağılığa mahkum etmeyi tasarlayıp karara bağlamıştır. O'nun iradesine hiç kimse karşı koyamaz.

Arkasından bu ilişki kesme kararının ne zaman açıklanacağı, müşriklere ne zaman tebliğ edileceği belirtiliyor. Amaç müşrikleri gerek bu ilişki kesme kararı ve gerekse bu kararın açıklanacağı zaman ile ilgili olarak dehşete düşürmektir. Okuyalım:

"Büyük Hacc günü Allah ve Peygamber tarafından tüm insanlara duyurulur ki; `Allah ve Peygamber'i ile müşrikler arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!"

"Hacc-ı ekber" günün belirlenmesi konusunda değişik rivayetler vardır. Acaba bugün arefe günü müdür, yoksa Kurban bayramı günü müdür? En doğrusu Kurban bayramı günü olmasıdır. Âyette geçen "ezan" kelimesi, "duyurma, ilân etme" anlamına gelir. Bu olay hacca gelen insanların önünde gerçekleşmiş, bu kalabalık karşısında yüce Allah'ın ve Peygamberimiz'in bütün müşrikleri ile ilke olarak ilişki kestikleri açıklamıştır. Bu bildirimin arkasından istisna hükmü geliyor. Bir sonraki âyette süreli antlaşmaların süreleri sonuna kadar geçerli sayılacakları belirtiliyor.

İlk önce genel ilkenin geniş kapsamlı bir ifade ile açıklanmasının hikmeti, gerekçesi açıktır. Çünkü nihaî ilişkilerin mahiyetini somut olarak anlatan hüküm budur. İstisna hükmü ise tanınan mühletin bitimi ile geçecek olan bazı durumlara özgüdür. Gerek bu sürenin tanıtma yazısında ve gerekse bu bölümün girişinde söylediğimiz gibi insanları tek Allah'ın kulları kabul eden kamp ile onları düzmece ilâhların kulları sayan kamp arasındaki kaçınılmaz ilişkilerin tabiatına geniş bir perspektiften bakanların kafalarında doğacak olan anlayış budur.

İlişki kesme ilânının hem yanıbaşında hidayete özendirici ve sapıklıktan sakındırıcı ifadeler ile karşılaşıyoruz. Okuyalım:

"Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!"

İlişki kesme hükmünü duyuran âyette yeralan bu özendirici ve sakındırıcı ifadeler İslâm sisteminin karakteristik özelliğini gösterirler. Bu sistem her şeyden önce bir "hidayet", bir doğruyola iletme sistemidir. Bu sistem müşriklere mühlet verirken bunu sırf sürpriz bir baskın düzenlemeyi, güçlü gününde üzerlerine ansızın çullanmayı istemediği için yapmıyor. Bunun yanısıra bu mühleti vermekle müşriklerin düşünüp taşınmalarını ve en çıkar yolu seçmelerini amaçlıyor. Aynı zamanda onları müşriklikten vazgeçip yüce Allah'a yönelmeye özendiriyor, kendilerini bu çağrıya sırt çevirmekten sakındırıyor, onlara böyle bir sırt dönmenin yararsızlığı telkin ediliyor, böyle yaptıkları takdirde dünyadaki perişanlığın ötesinde ahirette acıklı azaba çarptırılacakları hatırlatılıyor, böylece kalplerinde sarsıcı bir ürperti meydana getirilmek isteniyor ve bu sarsıntı sayesinde fıtratın üzerinde çöreklenen toz tabakasının silkelenip atılacağı ve bunun sonucunda fıtratın kendisine gelen çağrıyı işitip ona olumlu cevap verebileceği bekleniyor!

Bütün bunlardan sonra bu ilişki kesme kararı müslüman saflara güven aşılayıcı niteliktedir. Bu kararla bir bölüm müslümanın kalblerindeki korkular, tereddütler, ürküntüler, çekingenlikler ve beklentiler gideriliyor. Çünkü bu konudaki karar yüce Allah'ın iradesinden kaynaklandığı gibi bu kararın akıbeti de başlangıçta belirlenmiştir.

Müşrikler ile ilişkilerin kesinlikle kesilmesine ve antlaşmalarının geçersiz sayılmasına ilişkin genel ilke belirlendikten sonra geçici durumlara özgü istisna hükmü geliyor. Bu geçici durumlardan sonra yine genel ilkeye dönülecektir. Okuyoruz:

"Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."

Bu istisna hükmünün kimler hakkında geçerli olduğuna ilişkin görüşlerin en doğrusuna göre bunlar Bekiroğulları kabilesinin bir kesimi, yani Bekir b. Kenaneoğulları'nın Huzeyme b. Amiroğulları koludurlar. Bunlar Hudeybiye'de Kureyşliler ve yandaşları ile imzalanan antlaşmayı bozmamışlar ve Bekiroğulları kabilesinin, Huzaa kabilesine karşı giriştiği saldırıya katılmamışlardı. Bilindiği gibi Kureyş kabilesinin desteği ile gerçekleşen acı saldırı yüzünden Hudeybiye antlaşması bozulmuştu. Mekke fethi, Hudeybiye antlaşmasından iki yıl sonra gerçekleşti. Oysa bu antlaşma süresi on yıldı. İşte Bekiroğulları'nın bu kolu antlaşmasına bağlı kaldı, aynı zamanda müşrikliğini de sürdürdü. Bu yüzden bu âyette Peygamberimiz'e onlarla arasındaki antlaşmayı süresinin sonuna kadar geçerli sayması emredildi.

Muhammed b. Abbad b. Cafer'den gelen bir rivayet bu konudaki görüşümüzü destekliyor. Bu rivayete göre Sudey şöyle diyor; "Bunlar Kinaneoğulları'nın Beni Damur ve Beni Mudlic kabileleridir. Tefsir bilgini Mücahid bu konuda diyor ki; `Mudliçoğulları ile Huzaa kabilesinin müslümanlar ile antlaşmaları vardı. Yüce Allah, bununla ilgili olarak "Onlarla aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz" buyurmuştur. Yalnız elimizdeki bazı bilgilere göre Huzaa kabilesi, Mekke fethinden sonra İslâm'a girmişti. Oysa bu hüküm, müşrikliklerini sürdüren müşrikler hakkındadır. Nitekim bu sürenin yedinci âyeti olan şu âyeti açıklarken bu gerçeği belirteceğiz:

"Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin yanında antlaşma yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."

Demek ki, Kenane soyuna bağlı bu iki kabile, Hudeybiye'de Mescid-i Haram'ın yanıbaşında müslümanlarla antlaşma yapıp da sonra antlaşmalarının tüm şartlarını yerine getiren ve müslümanların düşmanları ile işbirliği yapmamış olan müşriklerdi. İşte bu âyetteki istisna hükmü ile kastedilen ilk ve son müşrik grup bunlardır. Nitekim ilk kuşağa mensup tefsir bilginleri de bu görüştedirler. Üstad Şeyh Reşid Rıza da bu görüşü benimsemiştir. Yalnız Muhammed İzzet Derveze'ye göre "Mescid-i Haram'ın yanıbaşında antlaştıklarınız" ifadesi ile kasdedilenler, ilk istisna âyetinde sözü edilenlerden başka bir gruptur. Onun bu görüşü ileri sürmesinin sebebi, müslümanlar ile müşrikler arasında sürekli antlaşmaların varlığının caiz olduğunu kanıtlama gayretinde oluşudur. Nitekim bu antlaşmaların sürekliliğini kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın "Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız" şeklindeki buyruğuna sığınmaktadır.

İslâm antlaşmalarına bağlı kalan bu kimselere karşı sözünde durarak onlara -öbür tüm müşrik gruplar gibi- dört aylık süre tanımamış, bunun yerine antlaşmalarında belirtilen süreyi geçerli saymıştır. Çünkü onlar imzaladıkları antlaşmanın tüm maddelerine uymuş ve müslümanlara karşı hiç bir grubu desteklememişlerdi. Bu dürüstlükleri, kendilerine karşıda dürüstçe davranılmasını ve antlaşmalarının süresinin sonuna kadar geçerli sayılmasını gerektirmiştir. Her ne kadar İslâm toplumunun o günkü durumu Arap Yarımadası'nın tümü ile müşriklikten temizlenerek İslâm'ın güvenilir bir üssü haline getirilmesini gerektiriyor idi ise de onlara karşı bu söze bağlılık gösterilmiştir. Çünkü İslâm'ın Yarımada ile sınırdaş düşmanları bu dinin kendilerine yönelik tehlikesini farketmişler ve ilerde Tebük savaşından sözederken anlatacağımız gibi ona saldırmak için yığınak yapmaya başlamışlardı. Nitekim bir süre önce meydana gelen Mute olayı Bizanslılar'ın başlattığı bu hazırlığın uyarıcısı niteliğinde idi. Bunun yanısıra Bizanslılar, Yarımada'nın güneyinde Yemen'de eski İranlılar ile işbirliği anlaşmayı yapmışlardı. Antlaşmanın amacı bu yeni dine elbirliği ile karşı koymaktı.

Sonunda olaylar İbn-i Kayyum Cevzi'nin az yukarda söylediği gibi gelişerek yüce Allah'ın, istisna hükmünün kapsamına aldığı ve antlaşmalarının geçerli sayılmasını emrettiği müşrikler, antlaşmalarının süreleri dolmadan önce İslâm'a girdiler. Hatta bundan daha fazlası olmuş: Kendilerine yeryüzünü istedikleri gibi dolaşabilsinler diye dört aylık mühlet verilmiş olan antlaşmasını bozmuş ya da antlaşmasız müşrikler bu serbestlikten yararlanarak hiç bir yere gitmeye kalkışmayıp İslâm'a girmeyi tercih etmişlerdir.

Bu çağrının atacağı adımların temposunu kendi iradesi ile ayarlayan yüce Allah, bu son darbeyi indirmenin zamanının geldiğini, şartlarının oluştuğunu, zemininin hazırlandığını biliyordu. Buna göre bu adım, gerek görünür realite uyarınca gerekse yüce Allah'ın gizli, bilgimize kapalı plânı gereğince tam zamanında atılmış oluyordu. Nitekim de öyle oldu.

Şimdi de yüce Allah'ın antlaşmalarına bağlı kalan müşriklerin antlaşmalarına uyulması gerektiğini emreden şu buyruğu üzerinde biraz duralım: "Onlar ile aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."

Yüce Allah burada antlaşmalara uymayı kendinden korkmaya ve kötülükten sakınanları sevmesine bağlıyor. Böylece bu söze bağlılığı kendisine yönelik bir ibadet ve sevgisini kazandıracak bir "sakınma" olarak kabul ediyor. İşte İslâm ahlâkının temel dayanağı budur. Bu ahlâkın temel dayanağı çıkar ya da yarar olmadığı gibi zaman içinde sürekli değişen sosyal uzlaşma ve gelenek ilkeleri de değildir. Bu ahlâkın temel dayanağı yüce Allah'ın korkusu ve O'nun emrine ters düşmekten çekinilmesidir. Başka bir deyimle müslüman, yüce Allah'ın sevdiği ve hoşnut olduğu davranışı ahlâk edinir, o bu konuda yüce Allah'dan korkar ve O'nun hoşnutluğunu arar. İşte İslâm ahlâkının vicdanın derinliklerinde kök salmış kaynağı bu olduğu gibi egemenliği, yaptırım gücü de buradan gelir. Sonra bu ahlâk yolunda ilerlerken aynı zamanda kamunun yararını gerçekleştirir, halkın çıkarlarını güvenceye bağlar, sürtüşmelerin ve çelişkilerin en alt düzeye indiği bir toplum oluşturur, yüce Allah'a tırmandıran yolda insan vicdanına ileri adımlar attırır.

Buraya kadar incelediğimiz âyetlerde önce yüce Allah'ın ve Peygamber'inin antlaşmalı ve antlaşmasız tüm müşrikler ile ilişkilerini kestikleri belirtiliyor. Arkasından getirilen bir "istisna" hükmü ile müslümanlarla yaptıkları antlaşmaların tüm maddelerine uyan. ve onların düşmanları ile işbirliği yapmamış olan müşriklerin antlaşmalarına sürelerinin sonuna kadar uyulması gerektiği emrediliyor. Bunun da arkasından tanınan mühletin bitiminden sonra müslümanların takınacakları tavrın, yürürlüğe koyacakları yaptırımın ne olacağı açıklanıyor. Okuyalım:

"Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir."

Buradaki "Haram aylar"ın hangi aylar olduğu tefsir bilginleri arasında tartışmalıdır. Acaba bu aylar üzerlerinde anlaşma sağlanmış olan klâsik "haram aylar"mıdır ki, bunlar Zilkaade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Eğer böyle ise "Hacc-ı Ekber" günü yapıla ilişki kesme açıklamasından sonraki mühlet Zilhicce ayının kalan günleri ile Muharrem ayından ibaret olur, bu da elli gün eder. Yoksa kavramın buradaki anlamı o yıl ki Kurban bayramını izleyen ve bitimine kadar savaşın yasak olduğu özel bir "mühlet"midir. Eğer öyle ise bu yıl ki Rebiulaher ayının sonuna kadar uzayan bir süredir. Yoksa ilk mühlet antlaşmalarını bozan müşrikler için sözkonusu iken, ikinci mühlet hiç bir antlaşması olmayan veya süresiz antlaşmalı müşrikler için mi geçerlidir?

Bize göre burada sözü edilen haram aylar, bilinen haram aylar değildir; bu sıfatla anılmalarının sebebi sırf bu sürede varolan savaşma yasağı yüzündendir; bu yasak müşriklere seyahat özgürlüğü tanımak amacı ile getirilmiştir ve geneldir. Sadece antlaşmaları süreye bağlanmış olan müşrikler bu yasağın kapsamı dışındadır; çünkü onların antlaşmaları, sürelerinin sonuna kadar geçerli sayılmıştır. Bu kavramı böyle yorumlamak gerekir. Çünkü madem ki, yüce Allah, müşriklere "Dört ay boyunca yeryüzünde serbestçe seyahat ediniz" buyuruyor, bu dört ayın bu açıklamanın yapıldığı günden itibaren başlaması gerekir. Bu "ilân"ın, bu bildirimin özelliği ile bağdaşan yorum budur.

Yüce Allah, müslümanlara bu dört aylık sürenin bitiminden itibaren, müşrikleri ya buldukları yerde öldürmelerini ya esir almaları ya -eğer kapalı bir yere sığınmışlarsa- kuşatma altına almalarını ya da yollarını gözlemek üzere pusuya yatarak kaçmalarını ve gelip-geçişlerini önlemelerini emrediyor. Bunun tek istisnası antlaşmaları, sürelerinin sonuna kadar geçerli sayılan ve bu süre içinde her hangi bir yaptırım uygulamasından muaf tutulan müşriklerdir. Çünkü müşriklere daha önce gereken uyarı yapılmış, kendilerine yeterli süreyi kapsayan bir mühlet verilmişti. Buna göre ne öldürülmeleri bir gaddarlıktır ve ne de yakalanmaları sürpriz bir baskın sonucudur. Kendileri ile yapılan antlaşmalar bozulmuş ve karşılaşacakları akıbetten önceden haberdar edilmişlerdir.

Ayrıca onlara yöneltilen bu saldırı bir yoketme, bir öc alma saldırısı değildir. Amaç onları son kez uyarmak ve İslâm'a yönelmelerini sağlamaktır. Okuyoruz:

"Eğer tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedicidir, merhametlidir."

Düşünelim ki, müslümanlar ile müşriklerin arasındaki ilişkilerin yirmiiki yıllık bir geçmişi vardı. Bu süre içinde müslümanlar, müşriklere çağrı yapar, açıklamada bulunurken müşriklerden çeşitli eziyetler, dinlerinden döndürme girişimleri, savaş girişimleri ve yeni devletlerini yıkmaya yönelik ortak komplolar görmüşlerdi. Buna rağmen gerek Peygamber'den, gerek bu dinden ve gerekse bu dinin bağlılarından hep müsamaha görmüşlerdi. Bu süre oldukça uzun bir tarihti. Bütün bunlara rağmen İslâm, onlara kollarını açıyordu. Yüce Allah eziyetlere uğrayan, dinlerinden dönsünler diye işkenceler altında inletilen; savaşlara, sürgünlere ve öldürülmelere maruz bırakılan müslümanlara ve Peygamberimiz'e eğer müşrikler tevbe edip yüce Allah'a dönerlerse, bu dine teslim olduklarını, onun görevlerini yerine getirmeye yöneldiklerini, kısacası bu dine girdiklerini kanıtlayacak biçimde onun farzlarını yapmaya başlarlar ise kendilerine ilişmemeyi, onları cezalandırma işlemini durdurmayı emrediyordu. Çünkü yüce Allah, ne kadar günah işlemiş olursa olsun, tevbe eden hiç kimseyi reddetmez. "O bağışlayıcıdır ve merhametlidir."

Sözlerimizin burasında bu âyetin aşağıdaki cümlesi hakkında gerek tefsir kitaplarının ve gerekse fıkıh kitaplarının dalmış oldukları tartışmalara girmek istemiyoruz:

"Eğer onlar tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları salıveriniz."

Bu şartlar, onları yerine getirmeyenlerin kâfirlikle damgalanmalarına yolaçacak şartlar mıdır? Bu şartları yerine getirmeyenler ne zaman kâfirlikle damgalanır? İslâm'ın diğer bilinen şartlarını bir yana bırakarak sırf bunları yerine getireceğini söyleyen bir tevbekârın tevbesi yeterli olur mu?

Âyetin bu cümlesinde bu sorulardan herhangi birine cevap verme amacı güdüldüğünü sanmıyoruz. Âyetin cümlesi sadece o gün Arap Yarımadası'nda barınan müşriklerin hayatlarındaki pratik bir uygulamayı karşılıyor. Bu pratik uygulamaya göre eğer bir müşrik tevbe edip geçmiş tutumundan ayrılarak namaz kılmaya ve oruç tutmaya koyulursa bu tutum değişikliği İslâm'ı tümüyle kabul ettiği, onu her yönü ile benimsediği anlamına gelirdi. Âyette tevbe etme, namaz kılma ve zekât verme şartları vurgulanıyor. Çünkü o günlerde müslüman olmayı kafasına koymayan, İslâm'ın bütün şartlarını onaylamayan ve tam anlamı ile bu dine bağlanmaya karar vermeyen hiç bir müşrik bu şartları yerine getirmeye yanaşmazdı. Bu şartları yerine getiren müşrikin diğer İslâm şartlarını da onayladığı anlaşılırdı. Sözkonusu şartların başında yüce Allah'ın birliğine ve Peygamberimiz'in peygamber olduğuna inanmak, yani "Allah'dan başka ilâh olmadığını" ve "Muhammed'in, O'nun elçisi olduğu"nu dile getiren "şehadet" cümlesini samimiyetle seslendirmek gelirdi.

Demek ki, bu âyette yeralan bu cümlenin amacı İslâm hukukuna (fıkha) ilişkin bir hüküm ortaya koymak değil, özel eklentileri olan bir pratiği uygulamaya koymaktır.

Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm dört ay sonrası için müşriklere topyekün savaş ilân etmiş olmasına rağmen onlara yönelik hoşgörüsünü, ciddiliğini ve gerçekçiliğini sürdürüyor. Bir defa yukarda söylediğimiz gibi onlara yok etme amaçlı bir savaş ilân etmiyor. Bunun yerine onlara karşı mümkün olduğu takdirde doğruyola gelmelerine yönelik yeni bir kampanya başlatıyor. Hatırlanacağı gibi İslâm'la çatışan, İslâm'a karşı düşmanlığını ortaya koyan her hangi bir cahiliye grubuna üye olmayan tek tek müşriklere şu güvenceler veriliyordu: Böyleleri İslâm yurduna güvenlik içinde girebileceklerdi. Yüce Allah'ın emri ile Peygamberimiz bunlara bu yolda dokunulmazlık sağlayacak, böylece Allah'ın mesajını rahatça dinleme, bu çağrının içeriğini tam anlamı ile öğrenme imkânına kavuşturulacaklardı. Arkasından da can güvenliği içinde olacakları bir yere ulaşana dek korunacaklardı. Üstelik bütün güvencelerden yararlanırken müşrikliklerini sürdürebileceklerdi. Okuyoruz:

"Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'ân'ı işitebilsin; sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur"

Bu âyet şunu kanıtlar: İslâm, her insan kalbinin hidayete ermesine, sevaba ermesine düşkündür; İslâm yurdunda güvenlik içinde konuk olmak isteyen müşriklere güven içinde konuk olma imkânı vermek gerekir. Çünkü bu durumda İslâm onların savaşa girişmelerinden, biraraya gelerek kendisine karşı komplo kurmalarından emin olur. O halde onlara Kur'ân'ı dinleme ve bu dini öğrenme fırsatı vermekte hiç bir zarar yoktur. Belki bu yolla kalpleri açılır, ilâhî mesajı alır ve bu çağrıya olumlu karşılık verir. Ama olumlu karşılık vermeyecekleri durumlarda bile yüce Allah onları İslâm yurdu sınırları dışına çıkardıktan sonra canlarının güvencede olacağı bir yere ulaştırılmalarını emrediyor, gerekli sayıyor.

Müşrikleri İslâm yurdunda güven içinde konuk etmeye ilişkin bu hüküm İslâm sisteminin yüce bir doruğunu oluşturur. Fakat İslâm'da bu tür doruklar sayıca çoktur, bakışlarımızı yükseklere dikince gözlerimizin önünden ardarda geçerler. İşte bu da, İslâm'ın ve müslümanların düşmanı olan müşriklere can güvenliği sağlama zorunluğu da bu doruklardan biridir. Müslümanlara uzun yıllar boyunca çeşitli eziyetler çektirmiş, onları dinlerinden dönmeye zorlamış ve istedikleri olmayınca ellerinden gelen düşmanlığı yapmış olan müşrikleri İslâm yurdu dışındaki güvenlikli bir yere ulaştırmak konusunda gösterilen bu titizlik göz kamaştırıcı bir alicenaplıktır!

Bu sistem düşmanlarını yoketmeyi amaçlayan bir sistem değil, onları doğruyola erdirmeyi arzulayan bir sistemdir. İslâm için güvenilir bir üs meydana getirmeyi ön plâna aldığında bile bu ilkesini savsaklamadığını görüyoruz.

Kimileri var ki, İslâm'ın cihad ilkesinden sözederken onu insan fertlerine zorla inanç kabul ettirme aracı olarak nitelerler. Kimileri de var ki, bu suçlamanın ağır yükü altında ezilerek dipleri konusunda savunmacı bir tutum benimserler. Bu suçlamayı savabilmek için İslâm'ın sırf bağlarını yerel sınırları içinde savunmak için savaşa başvurduğunu söylerler. Şimdi hem ötekilerin ve hem de berikilerin bu yüce direktifin somutlaştırdığı yüce doruğa bakışlarını dikmeye ihtiyaçları vardır. Âyeti tekrar okuyalım:

"Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'an'ı işite bilsin; sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur."

Bu din bilmeyenlerin bilgi eksikliğini giderme ve can güvenliği isteyenlere can güvenliği sağlama dinidir. Bu alicenaplığı kendisine karşı kılıç çeken, savaş açan ve inatla karşı çıkan azılı düşmanlarından bile esirgemez. Fakat bu din, fertler ile yüce Allah'ın sözünü işitme imkânı arasına giren, insanlar ile yüce Allah'ın indirdiği mesajları öğrenme olanağı arasına giren ve böylece insanlar ile doğruyola erme fırsatı arasına giren bunların yanısıra bireyler ile kula kulluktan kurtuluş devrimi arasına, insanlar ile onların yüce Allah'a sığınma tercihleri arasına giren maddî güçleri devirmek için kılıçla savaşma yoluna başvurur. Bu maddî güçler yıkılınca, bu engeller ortadan kaldırılınca tek tek insanlar onun koruyucu kanatları altında inanç güvenliğine kavuşurlar. İslâm onlara bilgi verir, onları korkutmaz; onlara can güvenliği sağlar, onları öldürmez. Sonra onları sınırları dışında güvenli bir yere ulaştırıncaya dek güvenceli koruması altında uğurlar. Bütün bunları, bu konukları yüce Allah'ın sistemini reddettikleri halde yapar!

Günümüzün dünyasında kul yapısı bazı rejimler, sistemler ve yönetimler vardır. Bunlar muhaliflerine ne can güvenliği, ne mal güvenliği ne namus güvenliği tanımazlar; muhaliflerinin bütün temel insan haklarını pervasızca çiğnerler. Sonra da bu acı uygulamalara tanık olan bazı kimseler, yüce Allah'ın sistemine karşı girişilen haksız suçlamaları gidermek için binbir dereden su getirirler, bu gayretkeşliği gösterirken bu sistemin çehresini tanınmaz hale getirmeye kalkışırlar, onu gerek zamanımızda gerekse bütün zamanlar için kılıca ve makinalı tüfek namlularına sözle karşı koymaya razı olan komik bir tutumun kucağına atarlar!
 
Ankebut Sure-i Şerifi 2-3, Ayeti Celile Tefsiri

2"İnsanlar sırf `inandık' demekle; hiçbir sınavdan geçirilmeksizin bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?"

3- Biz onlardan önceki kuşakları sınavdan geçirdik. Bu sınav sonucunda Allah, doğru sözlüler ile yalancıları kesinlikle belirleyecektir.

Surenin bu bölümünde yer alan bu ilk ve güçlü mesaj, insanların iman anlayışına, onu dille söylenen bir sözden ibaret sanmalarına yönelik kınama amaçlı bir soru şeklinde sunuluyor.

"İnsanlar sırf `inandık' demekle, hiçbir sınavdan geçirilmeksizin bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?"

İman, sırf dille söylenen bir söz değildir. iman, birtakım yükümlülükleri olan bir gerçektir. Kendine özgü ağırlıkları bulunan bir emanettir. Sabretmeyi gerektiren bir cihaddır. Katlanılması zorunlu olan bir çabadır. Bu yüzden, insanların "inandık" demeleri yeterli değildir. Sınavdan geçirilmeden, bu sınav esnasında kararlılıklarını ortaya koymadan, bu sınavdan cevherleri arınmış, kalpleri berraklaşmış olarak çıkmadan sırf böyle bir iddiada bulunmakla bırakılmazlar. Tıpkı ateşin altını eriterek, saf altın madeni ile karışımında bulunan diğer değersiz madenleri birbirinden ayırması gibi -sınav anlamına alınan fitne kelimesinin sözlük anlamı, altının eritilerek saflaştırılmasıdır. Bu açıdan kelimenin kendine özgü bir anlamı, bir çağrışımı ve bir işareti vardır.- Aynı şekilde sınavlarda kalpleri şekillendirir.

İşte, bu iman uğruna sınavdan geçirilme olgusu, yüce Allah'ın ölçüsünde değişmez bir temel, her zaman geçerli olan bir kanundur!

"Biz onlardan önceki kuşakları sınavdan geçirdik. Bu sınav sonucunda Allah, doğru sözlüler ile yalancıları kesinlikle belirleyecektir."

Hiç kuşkusuz yüce Allah, sınamadan önce de kalplerin gerçek durumunu

bilir. Ne var ki, sınavdan geçirme, Allah'ın bilgisince bilinen, ancak insan bilgisine gizli olan durumları realite dünyasında gözler önüne serer. Şu halde, insanlar meydana gelen hareketlerinden dolayı hesaba çekilirler. Sırf yüce Allah'ın bildiği, ancak hareket olarak ortaya konmayan durumlarından dolayı değil. Bu bir yandan yüce Allah'ın insanlara yönelik lütfudur. Bir yandan onun adaletinin belirtisidir, bir yandan da insanları eğitişinde uyguladığı yöntemin bir parçasıdır. Bu eğitim sayesinde insanlar da herhangi bir kimseyi ancak açığa çıkmış ve davranışları ile ortaya konmuş durumlarından dolayı sorumlu tutmayı öğrenmiş olurlar. Çünkü insanın kalbinin gerçek durumunu Allah'dan daha iyi bilmeleri mümkün değildir.

Şimdi mü'minlerin içindeki doğru sözlülerle, yalancıların belirlenmesi için onların sınavdan geçirilmelerine, denemeye tabi tutulmalarına ilişkin yüce Allah'ın belirlediği yasaya dönüyoruz.

Kuşku yok ki, iman, yüce Allah'ın yeryüzündeki emanetidir. Bu emaneti ancak ona lâyık olanlar, onu taşıyacak güce sahip bulunanlar, kalplerini tüm diğer duygulardan soyutlayıp, içtenlikle ona özgü kılanlar yüklenebilir. Onu rahata ve konfora, huzur ve güvenliğe, nimet ve aldanmaya tercih edenler taşıyabilirler bu emaneti. Bu emanet, yeryüzü halifeliğidir. İnsanları Allah'ın yoluna sevk etme, yüce Allah'ın mesajını insanların hayatında gerçekleştirme görevidir. Hiç kuşkusuz bu, onur verici bir emanettir. Ve bu emanet oldukça ağırdır. Bu emanet., insanların yerine getirmekle yükümlü oldukları yüce Allah'ın bir emridir . Bu yüzden sınamalara sabredecek şekilde özel yöntemle hareket etmek gerekmektedir.

Bir mü'minin batıl ve batıl taraftarları tarafından eziyetlere uğratılması, sonra kendisini savunacak, destek olacak bir yardımcı bulamaması, kendi kendisini savunup kurtaracak durumda olmaması, tağutlara, zorbalara karşı koyacak güçten yoksun bulunması da bir imtihandır. Ve bu imtihanın en belirgin şeklidir. O kadar ki, imtihan sözü duyulur duyulmaz, zihinde uyanan ilk olgu budur. Ancak bu, imtihanın en ağır şekli değildir. Değişik şekillerde ve yöntemlerde beliren daha birçok imtihan vardır. Bunlar işaret ettiğimiz imtihan şeklinden daha acı ve sonuçları bakımından daha yıkıcı olabilirler.

Bir insanın kendisinden dolayı aile fertlerinin ve sevdiklerinin başına bir felâketin gelmesinden korkması, üstelik böyle bir durumda onları savunama-ması, son derece acı ve etkileyici bir imtihan şeklidir. Aile fertleri ve sevdik1eri ona gelip barış yapmasını ya da teslim olmasını telkin ederler. Sevgi adına, yakınlık adına eziyetlere ya da ölüme terk ettiği kimseler için Allah'dan korkması gerektiğini ileri sürerek, taviz vermesi çağrısında bulunurlar. Nitekim bu surede, bu tür bir imtihanın son derece ağır ve meşakkatlisi olan anne ve baba açısından imtihana tabi tutulmaya işaret edilmiştir.

Dünyanın batıl taraftarlarına yönelmesi, insanların onları başarılı ve zinde görmesi, herkesin onları övmesi, kitlelerin onların başarılarını alkışlaması, önlerine dikilen tüm engelleri bertaraf etmeleri, onların adına övgülerin düzülme-si, seçkin bir hayat yaşamaları, buna karşılık mü'minin ihmal edilmiş olması, sevilmemesi, hiç kimse tarafından bilinmemesi, kimsenin onu savunmaması, o hayatta pek bir şeyleri bulunmayan kendisi gibi az sayıdaki mü'minlerden başka savunduğu hakkın değerinin bilinmemesi de çok acı bir imtihan şeklidir. Çevreden uzaklaşmak, inanç adına yalnız kalmak da bir imtihandır. Bu durumdaki bir mü'min, çevresindeki toplumların ve fertlerin sapıklığa daldıklarını, kendininse yapayalnız, garip ve kovulmuş olarak kaldığını görür.

Bir diğer imtihan şekli de var ki, onu günümüzde açıkça görmek mümkündür. Evet, bir mü'minin, ahlâki açıdan, toplumsal değer yargıları bakımından kokuşmuş bazı milletlerin ve devletlerin toplumsal açıdan kalkınmış olmalarını, uygarca bir hayat sürdürmelerini, her ferdin bu toplumlarda insanın değerine yaraşır gözetim ve korunma imkânından yararlanmalarını, Allah'ın dinine karşı çıkıp isyan ettikleri halde güç ve zenginlik elde etmelerini görmesi de üstesinden gelinmesi çok zor olan bir imtihandır.

Bir de en büyük imtihan vardır. Nefis ve ihtiras imtihanı. Toprağın çekiciliği, et ve kanın ağırlığı, nimet ve iktidar ya da rahatlık ve güven arzusu. Nefsin derinliklerinde, hayat şartlarında, toplumun mantığında ve devrin insanlarının düşüncelerinde yer eden engellere ve geçit vermez önlemlere rağmen iman yolunu izlemenin, imanın öngördüğü üstün düzeye ulaşmanın zorluğu bütün imtihan şekillerinden daha ağır ve daha büyük imtihandır.

Yol uzayıp Allah'ın yardımı gecikince, imtihan daha şiddetli ve daha ağır olur. Deneme her zamankinden çok şiddetlenir, sertleşir. Bu durum karşısında yüce Allah'ın koruduğu kimselerden başkası direnç göstermez, sabretmez. Bunlar iman gerçeğini içlerine sindiren kimselerdir, bu büyük emaneti, göğün yeryüzündeki emanetini, Allah'ın insan vicdanına yüklediği emaneti eksiksiz bir şekilde yüklenen ve gereğini yapan kimselerdir.

Hiç kuşkusuz yüce Allah, bu şekilde mü'minleri imtihan etmekle onlara azap etmeyi, sıkıntılara sokup denemekle, onlara eziyet etmeyi istemiyor. (Haşa Allah'a) Bu imtihan ve denemelerin asıl amacı, emaneti yüklenebilmek için gerçek anlamda hazırlanmaktır. Çünkü bu emanet özel bir hazırlığı gerektiriyor. Bu da ancak fiili olarak meşakkat çekmekle, zorlukları pratik hayatta tutmakla, gerçek anlamda ihtirasları yenmekle, acılara, ızdıraplara karşı hakkıyla sabretmekle, imtihanın uzun süreli olmasına ve denemenin çok ağır olmasına rağmen, gerçekten Allah'ın zaferine ya da sevabına güvenmekle mümkün olur.

Zorluklar, insan ruhunu adeta eritir, pisliklerini giderir. İçindeki potansiyel güçleri uyarır ve yoğunlaştırır. Sert ve şiddetli darbelerle döverek madenini sertleştirir, parlatır. Aynı şekilde zorlukların toplumlar üzerinde de büyük ve kalıcı etkileri vardır. Acıların, zorlukların potasında eritilen toplumlardan geriye sadece tabiat itibariyle en sarsılmaz olanları, karakterleri en sağlam olanları, Allah'la sıkı sıkıya ilişki halinde bulunanları, O'nun katındaki iki güzelliği; zafere ya da ahiret sevabına şiddetle bağlananları kalır. Böyle bir süreçten geçen toplumlar en sonunda bayrağı teslim alırlar. Çünkü bu hazırlık ve deneme devresinden sonra artık emaneti yüklenecek niteliklere sahip olmuşlardır.

Onlar, ağır bir bedel ödedikleri, sıkıntılara karşı sabrettikleri, uğrunda birçok acılara katlandıkları, büyük fedakârlıklarda bulunduklârı için bu emaneti teslim alırlarken, onu her şeyden üstün tutarlar.

Kanını feda eden sinirlerini yıpratan, rahatını, huzurunu bir kenara bırakan, arzularından ve zevklerinden vazgeçen sonra eziyetlere ve birçok şeyden yoksun olmaya karşı sonuna kadar sabreden biri kuşkusuz, uğrunda bunca fedakârlıkta bulunduğu emanetin ne kadar değerli olduğunun bilincinde olur. Bu yüzden çektiği bunca acıdan, katlandığı bunca fedakârlıktan sonra bu emaneti ucuza kaptırmaz.

İman ve hak davasının en sonunda üstün gelmesi, nihai zaferi kazanması ise, yüce Allah'ın vaadi ile garanti altına alınmıştır. Bir mü'min Allah'ın vaadinin yerine gelmesinden kuşku duymaz. Ama eğer bu vaad gecikirse hiç kuşkusuz yüce Allah'ın planladığı bir hikmetten dolayıdır. Ve mutlaka iman davası için, mü'minler için hayır kaynağıdır. Hiç kimse yüce Allah kadar gerçeğe ve gerçek taraftarlarına ilgi gösteremez, onları koruyamaz. İmtihandan geçirilen, çeşitli musibetlerle denenen mü'minler için, Allah'ın hak davasını yüklenecek güvenilir kimseler olarak Allah tarafından seçilmeleri yeterli bir ödüldür. Onları sınayarak seçmek suretiyle yüce Allah'ın imani direktiflerinin sağlam olduğuna şahitlik etmeleri en büyük onurdur.

Bir sahih hadiste Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında en ağır imtihandan geçirilenler peygamberlerdir. Sonra salih kişiler gelir. Bu böylece devam eder gider. Kişi dini duygularının düzeyine göre, denenmek amacı ile imtihandan geçirilir. Eğer sarsılmaz bir inanca, köklü bir dini pratiğe sahipse, imtihanın dozajı arttırılır."

Mü'minleri dinlerinden döndürmek için onlara baskı uygulayanlara, eziyet edenlere, bu amaçla her türlü kötülüğü yapanlara gelince; onlar Allah'ın azabından kaçıp kurtulamazlar. Onların kof güçleri istediği kadar debdebeli, ihtişamlı görünsün, bir balon gibi şişirilmiş batıl sistemleri istediği kadar sağlam ve sarsılmaz görünsün, sonunda kesinlikle yakayı ele vereceklerdir. Allah'ın vaadi bu yöndedir, her zaman geçerli olan yasası eninde sonunda bunu öngörür.
 
Geri
Üst