manşet
New member
EFLAK
Antikacı dükkanı karanlık, tozlu ve serindi. İçerde boğucu, nemli, ağır bir hava vardı. Görüntü bile sanki burada biraz bulanık gibiydi, bir rüya görüyormuşsunuz ya da başka bir dünyada, başka bir boyuttaymışsınız gibi. Eşyaların kalabalığı bize nice acı, dehşet, mutluluk ve neşe dolu hikaye anlatıyordu. Yüzlerce yıldır kimsenin dinlemediği hikayeler.. Ve bunların en mutlu, en saf olanı dahi tüylerimizin sessizce ürpermesine neden oluyordu. Çünkü bunlar ne de olsa uzak bir geçmişin ve çoktan bu dünyayı terketmiş olan ruhların mirasını taşıyordu. Güzel kızlar, genç erkekler, soylu ve asil kimseler.. Hepsi de ölüydüler. Ölü bir terzi, ölü uşaklar, ölü bir işçi, ölü çiftçiler, ölü sultan, ölü bir kral.. Eşyalar da ölüydü: Papiruslar, hiç açılmamış mektuplar, yüzükler, bıçaklar, artık başka hiçbir yerde bulunamayan plaklar, çeşit çeşit, renk renk, kumaş kokan, eski kokan şapkalar, gömlekler, pantolonlar.. Pullar, bir şehzadeye ait olduğu iddia edilen bir kama, bir piramitten alındığı söylenen üzeri hiyeroglif yazılı bir tablet, kafatasları, doldurulmuş hayvan başları, saatler..
Ölüydüler.
Birçoğunun üzeri kalınca bir toz tabakasıyla örtülüydü. Antikacının uzunca bir süredir buraların tozunu almadığı belliydi.
Antikacı uzun boylu, tombul, iriyarı bir adamdı. Beyaz, kısa bir sakalı vardı. Yalnız yaşıyordu. Esrarlı tabloların, üzerlerinde tehlikeli masalların yazılı olduğu sararmış eski kağıtların ve ölü hayvan gözlerinin arasında sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar bir şeyler okuyup bir şeyler yazarak ve sadece arada bir -o da yemek yemek için- dışarıya çıkarak hayatını sürdürmeyi başarıyordu. Yalnız bir adam gibi görünürdü, ama aslında öyle değildi. Kutsal hazinelerin ve büyüleyici, esrarlı, tozlu eşyaların haricinde dışarıdaki dünyada da bir takım yakın dostları olduğu biliniyordu. Gazeteciler, tarihçiler, yazarlar, istihbaratçılar, bürokratlar, işçiler. Yaşlı, eski dostlar. Güçlü kişiler.
Sıkı adamlar.
Antikacı bilirdi. Hem de pek çok şeyi. Ve anlatırdı. İstediği zaman ve istediği kadarını..
Bize doğru döndü.
“Drakula’yı biz yarattık!”
Antikacının sesi, bu mat, pastel, ölü dünyada büyük bir gürültü gibi yankılandı. Bu tuhaf dünya adamın gür, etkili sesinin biraz pes perdeden, yankısız bir ses gibi duyulmasına neden oluyordu.
“Bunu unutmamalısınız.. Tabi sorumluluğun çoğu aslında Macarlardaydı. Ama bizim de bu caninin ortaya çıkmasında büyük bir etkimiz olduğu inkar edilemez. Ya da buna kaderin bir oyunu diyelim isterseniz.. Ülkesi büyük bir kuşatma altında olmasaydı dahi, Drakula canisi yine aynı şekilde ortaya çıkabilirdi.”
Adam koyu, ağır, meşe bir masanın ardındaki üzeri deriyle kaplı yumuşak koltuğa oturdu. Masanın üzeri çeşitli kalemler, kullanılmış kağıtlar, mürekkep hokkaları ve düzgünce üstüste konmuş boş, beyaz sayfalarla kaplıydı.
Antikacı hikayesini anlatmaya başladı:
“Transilvanya’da zulüm, hastalık ve acı vardı. Ölümler! Bir katilin öldürdüğü, hastalığın öldürdüğü, açlığın öldürdüğü adamlar, kadınlar ve çocuklar. Çocuklar.. Ve Transilvanya halkı bir suçlu aramaya başladı. Çaresizdiler, ne yapacaklarını, kimi suçlayacaklarını bilemiyorlardı. Ne de olsa karanlık çağlardı o çağlar. O günlerde Transilvanya’da herkes, başlarına gelen kötü şeyler için birbirinden kuşkulanır olmuştu. Komşunun komşuya güveni kalmamıştı.”
Sanki o yılları o da yaşamış gibi anlatıyordu.
“Ve en sonunda suçluyu buldular: Suçlu, ölülerdi!”
Antikacı ayağa kalkıp duvardaki bir resmin yanına yürüdü. Bunda gece vakti bir mezarlık görülüyordu. Genç erkeklerden oluşan bir kalabalık mezarlardan birini kazmış ve tabutun kapağını kaldırmıştı. Çoğunun gözleri görünmüyordu. Görünenlerdeyse korku, şaşkınlık ve öfke karışımı ifadeler vardı. Yalnız nedense, adamlardan birinin gözlerindeki pırıltı tuhaf bir biçimde bir neşe pırıltısını andırıyordu. Ancak çok dikkatli gözlerin farkedebileceği bir ayrıntıydı bu. Belki de ressam bir hata yapmıştı.
“Çürüyen cesetlerin ağzından bazen biraz kan gelir. Basit, tıbbi bir gerçektir bu. Ama onlar bunu bilmiyorlardı tabi. Ve mezarları açtılar. Durumu kafanızda canlandırmaya çalışın: Ortada bir suç var, belki öldürülen bir çocuk ya da bir genç kız ve siz bir mezarı açıyorsunuz. Ölü adam kıpırtısız yatıyor. Dudaklarının kenarında da bir miktar kurumuş kan! Ne düşünürdünüz? Pek fazla kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin bir kanıt! En azından onlar böyle olduğunu düşündüler. Artık durum açıktı: Ölüler kan içiyordu. Bir gece vakti mezarlarında uyanıyorlar ve susadıklarını hissediyorlardı. Sonra tabutun kapağını açıp dışarı çıkıyor ve bütün gece, sabah olana değin masum kurbanların peşinde koşuyorlardı. Efsane kısa sürede yayıldı. Vampirlerin efsanesi..
Ben yine de, cehaletlerine ve görünüşte bu konudan emin ve oldukça da kararlı olmalarına rağmen Transilvanya halkının aslında gerçeği bildiğinden, en azından sezdiğinden en ufak bir şüphe dahi duymuyorum.
Onlar tüm bu ölümlerden, açlık ve sefaletten ve bu açlık ve sefaletin neden olduğu bütün cinayetlerden aslında kimin sorumlu olduğunu biliyorlardı, bunu kendilerine bile itiraf edemeseler de. Herkes asıl kan içicinin kim olduğunun farkındaydı. Aslında kimin masumları korkunç bir şekilde katledip üstüne üstlük bundan büyük bir keyif aldığını biliyorlardı.
Tüm bu felaketlerin sorumlusu tek bir kişiydi: Eflak’ın genç Voyvodası, namı diğer Kazıklı Voyvoda.. Eflak Voyvodası Vlad.. Vlad Drakula!
Güneydeki Osmanlı İmparatorluğuyla kuzeydeki Macar İmparatorluğunun arasına sıkışıp kalmış olan küçük ülkesindeki düzeni sağlamak için, çoğu masum binlerce kişiyi acımasızca kazığa oturtarak öldürten cani! Bu sapık, hükümdarlığı süresince beş yüz bin nüfuslu ülkesinde tam kırk bin kişiyi bu vahşi yöntemi kullanarak katletti. Öldürttüğü Türklerin sayısı bundan fazladır.
Babası ve ağabeyi Macar İmparatoru tarafından öldürtülen genç Vlad sadist ve vahşi bir insandı. Öldürttüğü kurbanların önüne bir yemek masası kurdurur ve onların cansız bedenlerine bakarak ekmek yer ve kan içerdi. Bu söylediklerimin ucuz dedikodular ya da asılsız söylentiler olduğunu sanmayın sakın. O bunu GERÇEKTEN YAPARDI. Ölülerin akan kanını kadehlere doldurtur ve yudum yudum içerdi. Drakula adı ona babasından geçmişti. Bu ad babasına Türklerle savaştığı için Roma İmparatoru tarafından verilmişti. Bu düşmanlık duygusunu Vlad da Türklere karşı kanında duyuyordu. Ama aslında onun bütün insanlığa düşman, kana susamış bir zorba olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Nitekim kendi halkının da onda birini öldürtmüş, masumların kanına girmiştir. İçtiği kanın kimin kanı olduğu onun için pek farketmiyordu anlaşılan!
En sonunda Fatih Sultan Mehmet Eflak’a bir sefer düzenlemeye karar verdi. Sayıca çok üstün olan tecrübeli Türk ordusu karşısında Voyvodanın hiç şansı yoktu. O da çareyi kaçmakta buldu. Fakat cani, kaçarken ardında hiçbir şey bırakmamaya kararlıydı. Öyle de yaptı: Köyleri ateşe verdi, suları zehirledi ve de en önemlisi.... Fatih şehre girdiğinde korkunç bir manzarayla karşılaştı: Kazıklara oturtulmuş binlerce Türk esirin oluşturduğu lanetli, ölü ve kanlı bir orman. Sıcağın etkisiyle cesetler çürümüş, havayı berbat, mide bulandırıcı bir koku kaplamıştı ve bütün şehir aynı şekilde kokuyordu.
Fatih’in gözleri doldu: “Bir insan böyle bir ölümü haketmek için nasıl bir suç işlemiş olabilir, yüce Yarabbim!”
Zırdeli Vlad en sonunda batılılar tarafından yakalandı ve hapse atıldı. İşte durumun vahameti de asıl burada ortaya çıkıyor.”
Antikacı bir an sustu. Hala duvardaki resmin civarında geziniyordu. Yazı masasının yanına geldi ve masaya yaslandı. Gözlerinde garip bir pırıltı vardı. Sanki çok ilginç bir şeyi inceliyormuş gibi bakıyordu.
“Hapisteyken Vlad yakaladığı farelere işkence yapıyor ve sonra da onları kendi yaptığı küçük kazıklara oturtuyordu! Daha sonra aynı şeyi gardiyanlara aldırdığı zavallı kuşlara da yaptı.
Gördüğünüz gibi dostlar Drakula hikayesi batılı yazarlar tarafından biraz çarpıtılmıştır. Drakula diyince şimdi aklımıza ilk gelen, smokinli, asil, esrarlı bir yarasa adam.. Hatta romantik bir çapkın! Parası var, çekici, istediği her şeyi yapıyor, karizmatik ve de şık.. Karşı konulmaz bir cazibesi var. İstediği zaman bir yarasa ya da bir kurt kılığına girebiliyor.. Drakula canisinin niçin bu kadar popüler olduğuna şaşırıyor musunuz siz? Halbuki ben tam da buna derim, Amerikan Rüyası diye!”
Antikacı bir kahkaha patlattı. Sonra ekledi:
“Aslında Drakula bir iş adamıdır!”
“Neyse biz hikayemize geri dönelim.. Tabi aslında Vlad’ın sonunun ne olacağı ta en başından belliydi. En sonunda kafası bir tepsi içinde Fatih’e sunuldu. Onu öldürtenin kim olduğu konusunda çeşitli rivayetler var. Fakat şimdi işin en can alıcı noktasına geliyoruz.”
Antikacı yine durakladı. Bu sefer gözlerindeki pırıltının yerini bulanık bir bakış almıştı. Suratı asıldı. Gür sesini biraz kısarak kelimelerin üstüne basa basa fısıldadı -sanki odada uyuyan ve uyandırılmaması gereken bir şeyi uyandırmaktan çekiniyordu:
“1900’lü yıllarda Drakula’nın mezarını açtılar. Ama mezar boştu! Bomboş!”
“Ve orada insan kemikleri yoktu. Bunun yerine bazı küçük hayvanların kemiklerini buldular. Farelerin ve kuşların kemiklerini..”
Antikacı koltuğuna oturdu. Ellerini birbirine kavuşturup başını anlamlı anlamlı sallayarak bize baktı.
Dışarda hava iyiden iyiye serinlemişti. Antikacı dükkanının tabelası hüzünlü bir Eylül rüzgarında usul usul sallanıyordu.
Yağmur başladı.
Antikacı dükkanı karanlık, tozlu ve serindi. İçerde boğucu, nemli, ağır bir hava vardı. Görüntü bile sanki burada biraz bulanık gibiydi, bir rüya görüyormuşsunuz ya da başka bir dünyada, başka bir boyuttaymışsınız gibi. Eşyaların kalabalığı bize nice acı, dehşet, mutluluk ve neşe dolu hikaye anlatıyordu. Yüzlerce yıldır kimsenin dinlemediği hikayeler.. Ve bunların en mutlu, en saf olanı dahi tüylerimizin sessizce ürpermesine neden oluyordu. Çünkü bunlar ne de olsa uzak bir geçmişin ve çoktan bu dünyayı terketmiş olan ruhların mirasını taşıyordu. Güzel kızlar, genç erkekler, soylu ve asil kimseler.. Hepsi de ölüydüler. Ölü bir terzi, ölü uşaklar, ölü bir işçi, ölü çiftçiler, ölü sultan, ölü bir kral.. Eşyalar da ölüydü: Papiruslar, hiç açılmamış mektuplar, yüzükler, bıçaklar, artık başka hiçbir yerde bulunamayan plaklar, çeşit çeşit, renk renk, kumaş kokan, eski kokan şapkalar, gömlekler, pantolonlar.. Pullar, bir şehzadeye ait olduğu iddia edilen bir kama, bir piramitten alındığı söylenen üzeri hiyeroglif yazılı bir tablet, kafatasları, doldurulmuş hayvan başları, saatler..
Ölüydüler.
Birçoğunun üzeri kalınca bir toz tabakasıyla örtülüydü. Antikacının uzunca bir süredir buraların tozunu almadığı belliydi.
Antikacı uzun boylu, tombul, iriyarı bir adamdı. Beyaz, kısa bir sakalı vardı. Yalnız yaşıyordu. Esrarlı tabloların, üzerlerinde tehlikeli masalların yazılı olduğu sararmış eski kağıtların ve ölü hayvan gözlerinin arasında sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar bir şeyler okuyup bir şeyler yazarak ve sadece arada bir -o da yemek yemek için- dışarıya çıkarak hayatını sürdürmeyi başarıyordu. Yalnız bir adam gibi görünürdü, ama aslında öyle değildi. Kutsal hazinelerin ve büyüleyici, esrarlı, tozlu eşyaların haricinde dışarıdaki dünyada da bir takım yakın dostları olduğu biliniyordu. Gazeteciler, tarihçiler, yazarlar, istihbaratçılar, bürokratlar, işçiler. Yaşlı, eski dostlar. Güçlü kişiler.
Sıkı adamlar.
Antikacı bilirdi. Hem de pek çok şeyi. Ve anlatırdı. İstediği zaman ve istediği kadarını..
Bize doğru döndü.
“Drakula’yı biz yarattık!”
Antikacının sesi, bu mat, pastel, ölü dünyada büyük bir gürültü gibi yankılandı. Bu tuhaf dünya adamın gür, etkili sesinin biraz pes perdeden, yankısız bir ses gibi duyulmasına neden oluyordu.
“Bunu unutmamalısınız.. Tabi sorumluluğun çoğu aslında Macarlardaydı. Ama bizim de bu caninin ortaya çıkmasında büyük bir etkimiz olduğu inkar edilemez. Ya da buna kaderin bir oyunu diyelim isterseniz.. Ülkesi büyük bir kuşatma altında olmasaydı dahi, Drakula canisi yine aynı şekilde ortaya çıkabilirdi.”
Adam koyu, ağır, meşe bir masanın ardındaki üzeri deriyle kaplı yumuşak koltuğa oturdu. Masanın üzeri çeşitli kalemler, kullanılmış kağıtlar, mürekkep hokkaları ve düzgünce üstüste konmuş boş, beyaz sayfalarla kaplıydı.
Antikacı hikayesini anlatmaya başladı:
“Transilvanya’da zulüm, hastalık ve acı vardı. Ölümler! Bir katilin öldürdüğü, hastalığın öldürdüğü, açlığın öldürdüğü adamlar, kadınlar ve çocuklar. Çocuklar.. Ve Transilvanya halkı bir suçlu aramaya başladı. Çaresizdiler, ne yapacaklarını, kimi suçlayacaklarını bilemiyorlardı. Ne de olsa karanlık çağlardı o çağlar. O günlerde Transilvanya’da herkes, başlarına gelen kötü şeyler için birbirinden kuşkulanır olmuştu. Komşunun komşuya güveni kalmamıştı.”
Sanki o yılları o da yaşamış gibi anlatıyordu.
“Ve en sonunda suçluyu buldular: Suçlu, ölülerdi!”
Antikacı ayağa kalkıp duvardaki bir resmin yanına yürüdü. Bunda gece vakti bir mezarlık görülüyordu. Genç erkeklerden oluşan bir kalabalık mezarlardan birini kazmış ve tabutun kapağını kaldırmıştı. Çoğunun gözleri görünmüyordu. Görünenlerdeyse korku, şaşkınlık ve öfke karışımı ifadeler vardı. Yalnız nedense, adamlardan birinin gözlerindeki pırıltı tuhaf bir biçimde bir neşe pırıltısını andırıyordu. Ancak çok dikkatli gözlerin farkedebileceği bir ayrıntıydı bu. Belki de ressam bir hata yapmıştı.
“Çürüyen cesetlerin ağzından bazen biraz kan gelir. Basit, tıbbi bir gerçektir bu. Ama onlar bunu bilmiyorlardı tabi. Ve mezarları açtılar. Durumu kafanızda canlandırmaya çalışın: Ortada bir suç var, belki öldürülen bir çocuk ya da bir genç kız ve siz bir mezarı açıyorsunuz. Ölü adam kıpırtısız yatıyor. Dudaklarının kenarında da bir miktar kurumuş kan! Ne düşünürdünüz? Pek fazla kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin bir kanıt! En azından onlar böyle olduğunu düşündüler. Artık durum açıktı: Ölüler kan içiyordu. Bir gece vakti mezarlarında uyanıyorlar ve susadıklarını hissediyorlardı. Sonra tabutun kapağını açıp dışarı çıkıyor ve bütün gece, sabah olana değin masum kurbanların peşinde koşuyorlardı. Efsane kısa sürede yayıldı. Vampirlerin efsanesi..
Ben yine de, cehaletlerine ve görünüşte bu konudan emin ve oldukça da kararlı olmalarına rağmen Transilvanya halkının aslında gerçeği bildiğinden, en azından sezdiğinden en ufak bir şüphe dahi duymuyorum.
Onlar tüm bu ölümlerden, açlık ve sefaletten ve bu açlık ve sefaletin neden olduğu bütün cinayetlerden aslında kimin sorumlu olduğunu biliyorlardı, bunu kendilerine bile itiraf edemeseler de. Herkes asıl kan içicinin kim olduğunun farkındaydı. Aslında kimin masumları korkunç bir şekilde katledip üstüne üstlük bundan büyük bir keyif aldığını biliyorlardı.
Tüm bu felaketlerin sorumlusu tek bir kişiydi: Eflak’ın genç Voyvodası, namı diğer Kazıklı Voyvoda.. Eflak Voyvodası Vlad.. Vlad Drakula!
Güneydeki Osmanlı İmparatorluğuyla kuzeydeki Macar İmparatorluğunun arasına sıkışıp kalmış olan küçük ülkesindeki düzeni sağlamak için, çoğu masum binlerce kişiyi acımasızca kazığa oturtarak öldürten cani! Bu sapık, hükümdarlığı süresince beş yüz bin nüfuslu ülkesinde tam kırk bin kişiyi bu vahşi yöntemi kullanarak katletti. Öldürttüğü Türklerin sayısı bundan fazladır.
Babası ve ağabeyi Macar İmparatoru tarafından öldürtülen genç Vlad sadist ve vahşi bir insandı. Öldürttüğü kurbanların önüne bir yemek masası kurdurur ve onların cansız bedenlerine bakarak ekmek yer ve kan içerdi. Bu söylediklerimin ucuz dedikodular ya da asılsız söylentiler olduğunu sanmayın sakın. O bunu GERÇEKTEN YAPARDI. Ölülerin akan kanını kadehlere doldurtur ve yudum yudum içerdi. Drakula adı ona babasından geçmişti. Bu ad babasına Türklerle savaştığı için Roma İmparatoru tarafından verilmişti. Bu düşmanlık duygusunu Vlad da Türklere karşı kanında duyuyordu. Ama aslında onun bütün insanlığa düşman, kana susamış bir zorba olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Nitekim kendi halkının da onda birini öldürtmüş, masumların kanına girmiştir. İçtiği kanın kimin kanı olduğu onun için pek farketmiyordu anlaşılan!
En sonunda Fatih Sultan Mehmet Eflak’a bir sefer düzenlemeye karar verdi. Sayıca çok üstün olan tecrübeli Türk ordusu karşısında Voyvodanın hiç şansı yoktu. O da çareyi kaçmakta buldu. Fakat cani, kaçarken ardında hiçbir şey bırakmamaya kararlıydı. Öyle de yaptı: Köyleri ateşe verdi, suları zehirledi ve de en önemlisi.... Fatih şehre girdiğinde korkunç bir manzarayla karşılaştı: Kazıklara oturtulmuş binlerce Türk esirin oluşturduğu lanetli, ölü ve kanlı bir orman. Sıcağın etkisiyle cesetler çürümüş, havayı berbat, mide bulandırıcı bir koku kaplamıştı ve bütün şehir aynı şekilde kokuyordu.
Fatih’in gözleri doldu: “Bir insan böyle bir ölümü haketmek için nasıl bir suç işlemiş olabilir, yüce Yarabbim!”
Zırdeli Vlad en sonunda batılılar tarafından yakalandı ve hapse atıldı. İşte durumun vahameti de asıl burada ortaya çıkıyor.”
Antikacı bir an sustu. Hala duvardaki resmin civarında geziniyordu. Yazı masasının yanına geldi ve masaya yaslandı. Gözlerinde garip bir pırıltı vardı. Sanki çok ilginç bir şeyi inceliyormuş gibi bakıyordu.
“Hapisteyken Vlad yakaladığı farelere işkence yapıyor ve sonra da onları kendi yaptığı küçük kazıklara oturtuyordu! Daha sonra aynı şeyi gardiyanlara aldırdığı zavallı kuşlara da yaptı.
Gördüğünüz gibi dostlar Drakula hikayesi batılı yazarlar tarafından biraz çarpıtılmıştır. Drakula diyince şimdi aklımıza ilk gelen, smokinli, asil, esrarlı bir yarasa adam.. Hatta romantik bir çapkın! Parası var, çekici, istediği her şeyi yapıyor, karizmatik ve de şık.. Karşı konulmaz bir cazibesi var. İstediği zaman bir yarasa ya da bir kurt kılığına girebiliyor.. Drakula canisinin niçin bu kadar popüler olduğuna şaşırıyor musunuz siz? Halbuki ben tam da buna derim, Amerikan Rüyası diye!”
Antikacı bir kahkaha patlattı. Sonra ekledi:
“Aslında Drakula bir iş adamıdır!”
“Neyse biz hikayemize geri dönelim.. Tabi aslında Vlad’ın sonunun ne olacağı ta en başından belliydi. En sonunda kafası bir tepsi içinde Fatih’e sunuldu. Onu öldürtenin kim olduğu konusunda çeşitli rivayetler var. Fakat şimdi işin en can alıcı noktasına geliyoruz.”
Antikacı yine durakladı. Bu sefer gözlerindeki pırıltının yerini bulanık bir bakış almıştı. Suratı asıldı. Gür sesini biraz kısarak kelimelerin üstüne basa basa fısıldadı -sanki odada uyuyan ve uyandırılmaması gereken bir şeyi uyandırmaktan çekiniyordu:
“1900’lü yıllarda Drakula’nın mezarını açtılar. Ama mezar boştu! Bomboş!”
“Ve orada insan kemikleri yoktu. Bunun yerine bazı küçük hayvanların kemiklerini buldular. Farelerin ve kuşların kemiklerini..”
Antikacı koltuğuna oturdu. Ellerini birbirine kavuşturup başını anlamlı anlamlı sallayarak bize baktı.
Dışarda hava iyiden iyiye serinlemişti. Antikacı dükkanının tabelası hüzünlü bir Eylül rüzgarında usul usul sallanıyordu.
Yağmur başladı.