“Biz, Türkiye'yi büyütme, Türkiye'yi güçlendirme, Türkiye'yi zenginleştirme yolunda yürürken, dışarıdaki imkanlardan da azami derecede yararlanmayı ilke olarak benimsedik. Bunun için geçmişte yapılan sermayeyi renklerine göre, milliyetine göre, coğrafyasına göre bölme yanlışına biz son verdik. Zira paranın dini, imanı, milleti, vatanı olmaz; para paradır. Para adeta cıva gibidir, kendisine uygun yer nereyi bulursa para oraya akar. İşte şimdi Türkiye, paranın aktığı ve akacağı en isabetli, istikrarlı, güvenli bir ülke haline gelmiştir. Bunu başardık. Bu ülkeye ve bu millete katkı sağlayacak her sermayedara kapımızı da gönlümüzü de açtık. Bu anlayışla, ülkemize gelen doğrudan yatırım miktarını geçtiğimiz yıl yaklaşık 4.5 milyar dolara çıkardık. İhracatımız 8 yılda 36 milyar dolardan 114 milyar dolara çıktı. Yani 3 kat arttı." (09.03.2011, İslami Gündem).Başbakan Erdoğan, Makedonya dönüşünde, uçakta, gazetecilerle:
İclal Aydın: "Operasyona sebep olan başka argümanlar var mı İçişleri Bakanlığı’nın elinde?"
Başbakan Erdoğan: “Evet. Var. -Ki beni çok rahatsız eden bir durumdur bu.- Bu belediyelere bazı vakıflardan destek gidiyor. Özellikle Almanlar bu konuda iyi durumda değil. Almanya’daki o vakfın ismini vermeyeceğim. Bu tür vakıflar özellikle CHP’li ve BDP’li belediyeler ile kredi sözleşmeleri yapıyorlar. Bu kredi sözleşmelerini yapmakla kalmıyorlar hangi müteahitlerle iş yapmaları gerektiği konusunda işaret veriyorlar. Bu yolla resmen PKK’ya para gönderiyor o vakıflar.“ (01.10.2011, Vatan).
*
Demek ki paranın rengi oluyormuş!
Nasıl ki sadece insanların değil, emperyalist devletlerin de niyetleri (yani renkleri!) varsa, onların parasının da niyeti (dolayısıyla rengi) vardır.
Yıllardır yazıp duruyoruz: Emperyalizmin Türkiye’deki "ulus devlet"i (bu kavramdan, kapitalizmin, "hepimiz bir fidanın güller açan dalıyız!" veya "vatan, millet, Sakarya“ aldatmacasını veya Kenan Evren’in "bizim oğlan"lığını anlamak isteyenlere, sadece "ebcel-taşeron!" diyorum) yıpratmak ve sonunda Yugoslavya’ya dönüştürmek için desteklediği iki güç vardır: Dinsel ve etnik gruplar. Yani şeriatçılar/ tarikatlar ve etnik bölücüler.
Globelleşme denen emperyalist proje, dinsel ve etnik birimlerin desteklenip pekiştirilmesi, onlara ulus devletin (laikliğin ve üniterliğin) altının oydurulması planına dayanır. Bu bağlamda ABD ve Avrupa Birliği, Türkiye’deki taşeron siyasetçilerini, entellerini ve medya gücünü kullanarak Fethullah Gülen’inden Milli Görüş’üne, türbanı savunmaktan PKK desteğine kadar çeşitli dinsel ve etnik “fundamentalizm“lere (entegrizmlere) “yürü ya kulum!“ demiştir, demektedir… (Öte yandan, Türkiye’nin,ABD’yle işbirliği içinde Fethullah Gülen’e göz yummasının – ki herşeyden önce kapitalizmin din ile uyuşturma arzusunu tatmin eden bu projenin de yeni “kanser“ler doğuracağı günün birinde anlaşılacaktır – başka nedenleri vardır ki, bunları burada irdelemek, yazımın çerçevesine uymaz).
Globalleşme yanlısı emperyal güçlerce ulus devletin altını oydurmak için “yürü ya kulum“ denen oluşumlardan biri de, AKP’ydi. Türban saplantısıyla, laiklik ve ulus devlet karşıtlığıyla...
Yine AKP’nin savunduğu, emperyalizm kaynaklı globalleşme tuzaklarından biri de, yerel yönetimlere topyekün özerklik verilmesi ve merkezin (Türkiye örneğinde Ankara’nın) bu sürece karışmaması planıydı. (Hatta bu planın içinde, başkenti İstanbul’a taşımak da vardı). Bu projelere yıllarca göz yumuldu. Sonunda, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle “kanser“ ortaya çıktı. Büyük ölçüde vücudun kendi kendisine (yanlış yaşama; yanlış üretme-tüketme yüzünden!) çıkardığı, ama dış faktörlerin de neden olduğu bu “kanser“, vücudu tümünü sarma eğilimi gösterince, PKK’ya verilen dış destekten söz edilmeye başlandı. Tekrar dinleyelim:
İclal Aydın: “Operasyona sebep olan başka argümanlar var mı İçişleri Bakanlığı’nın elinde?“
Başbakan Erdoğan: “Evet. Var. (…). Özellikle Almanlar bu konuda iyi durumda değil. (…). Bu tür vakıflar özellikle CHP’li ve BDP’li belediyeler ile kredi sözleşmeleri yapıyorlar. Bu kredi sözleşmelerini yapmakla kalmıyorlar hangi müteahitlerle iş yapmaları gerektiği konusunda işaret veriyorlar. Bu yolla resmen PKK’ya para gönderiyor o vakıflar.“
(Bu satırları okuyunca, Sevgili Necip Hablemitoğlu’nun anısı önünde bir kere daha saygıyla eğiliyorum…).
*
ABD’siyle AB’siyle emperyalizm ve onun globalleşme ideolojisi, AKP’nin kuruluşundan beri Türkiye’nin Yugoslavyalaşma sürecini destekledi. Amaç, bir taşla birkaç kuş vurmaktı:
- Dinci ve “laik” taşeronları aynı anda destekleyerek Türkiye’de laik-dinci çatışması çıkarmak ve sonunda ulus devleti yıktırmak;
- ”Türkçü“ ve Kürtçü taşeronları destekleyerek, Türk-Kürt iç savaşı çıkarmak ve böyle bir bunalım içindeki devleti dışarıda ülke çıkarlarını savunamaz hale getirmek;
- Türkiye’yi (Yugoslavya ve Irak’taki gibi) etnik ve dinsel grupların boğuştukları bir coğrafya haline getirmek: “Çok kültürlü toplum“ safsatasıyla, bu ülkeyi de bölüp parçalamak ve yönetmek…
- Taşeronlar kullanarak Kıbrıs’ı “Türk ulusalcıları”nın elinden almak ve Avrupa Birliği adası haline getirmek; böylece Türkiye‘yi, Akdeniz’den atmak.
*
Sanırım Türkiye Devleti, bu oyunların çoğunu anladı!
Kendi varlığını korumanın AKP’nin ortaya çıkış (çıkarılış) ideolojisiyle mümkün olamayacağını anlayan Devlet, bu partiyi törpüleyip, bugünkü duruma getirdi. Çünkü farkına vardı ki:
- Laikliğin yıkılması mezhep çatışmalarına ve bu da Türkiye’nin kendi elini ayağını kesmesine yol açacaktır. (Bu nedenle, devlet, Başbakan Erdoğan’a, laikliği savunan söylevler verdirdi);
- PKK sadece İmralı değildir; çeşitli çıkarlardan kaynaklanan, çeşitli birimleri vardır. Bunlardan, Öcalan‘ın sözünü dinlemekte olanlarla görüşmeler yaparken, uluslararası oyun kurucuların ve Türkiye’deki uzantılarının güdümüyle hareket eden bir başka kısmıyla ise savaşmak gerekecektir. (Bu nedenle, devlet, Güneydoğu’daki ve Kuzey Irak’taki askeri faaliyetlere hız kazandırdı ve bir zamanlar, “İçerdeki 5000 teröristi bitirdik de, sıra Kuzey Irak'taki 500 teröriste mi geldi!” diyen Başbakan Erdoğan’a, “Türkiye bu musibeti bertaraf edecektir. Hukuk ve meşruiyet zemininden ayrılmadan gereken her adım atılacaktır. Bundan bütün vatandaşlarımızın emin olmasını istiyorum“ dedirtti);
- Kıbrıs‘ın Avrupa Birliği’ne ve onunla işbirliği içindeki İsrail’e teslim edilmesi, Türkiye’nin balık avlamak için bile Akdeniz’e açılamamasına neden olacaktır. (Bu nedenle, devlet, bir zamanlar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın pozisyonunu eleştirmekten zevk alan Başbakan Erdoğan’a, “Akdeniz’deki haklarımızı gerekirse silahla savunuruz!“ dedirtti).
*
Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra globalizm ideolojisiyle ortaya çıkan emperyal güçler ve dolayısıyla Avrupa Birliği, Sarı Dani lakaplı Daniel Cohn-Bendit’i, - sanırım 1994’teydi -, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan’a gönderdi ve ona, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, türban sürtüşmesine ve “çok kültürlü toplum bölücülüğü“ne devam edilmesi konularında, yani ulus devletin altını oyabilecek hangi ideoloji ve proje varsa o konularda destek verileceği vaadinde bulundu. (Tabii, kullanılan kavramlar “insan hakları“ ve “demokrasi“ idi, her zamanki gibi!). Bu ideolojiler de zaman içinde şu veya bu şekilde ve ölçüde uygulandı…
Bu yola devam etmesi için Başbakan Erdoğan‘a, Yahudi kuruluşlarınca ödül verildi…
Başbakan Erdoğan’ın bugün geldiği veya getirildiği yer, o dönemdekinden oldukça farklıdır…
Ancak, değişmeyen iki şey, ABD’den ve Fethullah Gülen hareketinden medet ummaktır…
İclal Aydın: "Operasyona sebep olan başka argümanlar var mı İçişleri Bakanlığı’nın elinde?"
Başbakan Erdoğan: “Evet. Var. -Ki beni çok rahatsız eden bir durumdur bu.- Bu belediyelere bazı vakıflardan destek gidiyor. Özellikle Almanlar bu konuda iyi durumda değil. Almanya’daki o vakfın ismini vermeyeceğim. Bu tür vakıflar özellikle CHP’li ve BDP’li belediyeler ile kredi sözleşmeleri yapıyorlar. Bu kredi sözleşmelerini yapmakla kalmıyorlar hangi müteahitlerle iş yapmaları gerektiği konusunda işaret veriyorlar. Bu yolla resmen PKK’ya para gönderiyor o vakıflar.“ (01.10.2011, Vatan).
*
Demek ki paranın rengi oluyormuş!
Nasıl ki sadece insanların değil, emperyalist devletlerin de niyetleri (yani renkleri!) varsa, onların parasının da niyeti (dolayısıyla rengi) vardır.
Yıllardır yazıp duruyoruz: Emperyalizmin Türkiye’deki "ulus devlet"i (bu kavramdan, kapitalizmin, "hepimiz bir fidanın güller açan dalıyız!" veya "vatan, millet, Sakarya“ aldatmacasını veya Kenan Evren’in "bizim oğlan"lığını anlamak isteyenlere, sadece "ebcel-taşeron!" diyorum) yıpratmak ve sonunda Yugoslavya’ya dönüştürmek için desteklediği iki güç vardır: Dinsel ve etnik gruplar. Yani şeriatçılar/ tarikatlar ve etnik bölücüler.
Globelleşme denen emperyalist proje, dinsel ve etnik birimlerin desteklenip pekiştirilmesi, onlara ulus devletin (laikliğin ve üniterliğin) altının oydurulması planına dayanır. Bu bağlamda ABD ve Avrupa Birliği, Türkiye’deki taşeron siyasetçilerini, entellerini ve medya gücünü kullanarak Fethullah Gülen’inden Milli Görüş’üne, türbanı savunmaktan PKK desteğine kadar çeşitli dinsel ve etnik “fundamentalizm“lere (entegrizmlere) “yürü ya kulum!“ demiştir, demektedir… (Öte yandan, Türkiye’nin,ABD’yle işbirliği içinde Fethullah Gülen’e göz yummasının – ki herşeyden önce kapitalizmin din ile uyuşturma arzusunu tatmin eden bu projenin de yeni “kanser“ler doğuracağı günün birinde anlaşılacaktır – başka nedenleri vardır ki, bunları burada irdelemek, yazımın çerçevesine uymaz).
Globalleşme yanlısı emperyal güçlerce ulus devletin altını oydurmak için “yürü ya kulum“ denen oluşumlardan biri de, AKP’ydi. Türban saplantısıyla, laiklik ve ulus devlet karşıtlığıyla...
Yine AKP’nin savunduğu, emperyalizm kaynaklı globalleşme tuzaklarından biri de, yerel yönetimlere topyekün özerklik verilmesi ve merkezin (Türkiye örneğinde Ankara’nın) bu sürece karışmaması planıydı. (Hatta bu planın içinde, başkenti İstanbul’a taşımak da vardı). Bu projelere yıllarca göz yumuldu. Sonunda, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle “kanser“ ortaya çıktı. Büyük ölçüde vücudun kendi kendisine (yanlış yaşama; yanlış üretme-tüketme yüzünden!) çıkardığı, ama dış faktörlerin de neden olduğu bu “kanser“, vücudu tümünü sarma eğilimi gösterince, PKK’ya verilen dış destekten söz edilmeye başlandı. Tekrar dinleyelim:
İclal Aydın: “Operasyona sebep olan başka argümanlar var mı İçişleri Bakanlığı’nın elinde?“
Başbakan Erdoğan: “Evet. Var. (…). Özellikle Almanlar bu konuda iyi durumda değil. (…). Bu tür vakıflar özellikle CHP’li ve BDP’li belediyeler ile kredi sözleşmeleri yapıyorlar. Bu kredi sözleşmelerini yapmakla kalmıyorlar hangi müteahitlerle iş yapmaları gerektiği konusunda işaret veriyorlar. Bu yolla resmen PKK’ya para gönderiyor o vakıflar.“
(Bu satırları okuyunca, Sevgili Necip Hablemitoğlu’nun anısı önünde bir kere daha saygıyla eğiliyorum…).
*
ABD’siyle AB’siyle emperyalizm ve onun globalleşme ideolojisi, AKP’nin kuruluşundan beri Türkiye’nin Yugoslavyalaşma sürecini destekledi. Amaç, bir taşla birkaç kuş vurmaktı:
- Dinci ve “laik” taşeronları aynı anda destekleyerek Türkiye’de laik-dinci çatışması çıkarmak ve sonunda ulus devleti yıktırmak;
- ”Türkçü“ ve Kürtçü taşeronları destekleyerek, Türk-Kürt iç savaşı çıkarmak ve böyle bir bunalım içindeki devleti dışarıda ülke çıkarlarını savunamaz hale getirmek;
- Türkiye’yi (Yugoslavya ve Irak’taki gibi) etnik ve dinsel grupların boğuştukları bir coğrafya haline getirmek: “Çok kültürlü toplum“ safsatasıyla, bu ülkeyi de bölüp parçalamak ve yönetmek…
- Taşeronlar kullanarak Kıbrıs’ı “Türk ulusalcıları”nın elinden almak ve Avrupa Birliği adası haline getirmek; böylece Türkiye‘yi, Akdeniz’den atmak.
*
Sanırım Türkiye Devleti, bu oyunların çoğunu anladı!
Kendi varlığını korumanın AKP’nin ortaya çıkış (çıkarılış) ideolojisiyle mümkün olamayacağını anlayan Devlet, bu partiyi törpüleyip, bugünkü duruma getirdi. Çünkü farkına vardı ki:
- Laikliğin yıkılması mezhep çatışmalarına ve bu da Türkiye’nin kendi elini ayağını kesmesine yol açacaktır. (Bu nedenle, devlet, Başbakan Erdoğan’a, laikliği savunan söylevler verdirdi);
- PKK sadece İmralı değildir; çeşitli çıkarlardan kaynaklanan, çeşitli birimleri vardır. Bunlardan, Öcalan‘ın sözünü dinlemekte olanlarla görüşmeler yaparken, uluslararası oyun kurucuların ve Türkiye’deki uzantılarının güdümüyle hareket eden bir başka kısmıyla ise savaşmak gerekecektir. (Bu nedenle, devlet, Güneydoğu’daki ve Kuzey Irak’taki askeri faaliyetlere hız kazandırdı ve bir zamanlar, “İçerdeki 5000 teröristi bitirdik de, sıra Kuzey Irak'taki 500 teröriste mi geldi!” diyen Başbakan Erdoğan’a, “Türkiye bu musibeti bertaraf edecektir. Hukuk ve meşruiyet zemininden ayrılmadan gereken her adım atılacaktır. Bundan bütün vatandaşlarımızın emin olmasını istiyorum“ dedirtti);
- Kıbrıs‘ın Avrupa Birliği’ne ve onunla işbirliği içindeki İsrail’e teslim edilmesi, Türkiye’nin balık avlamak için bile Akdeniz’e açılamamasına neden olacaktır. (Bu nedenle, devlet, bir zamanlar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın pozisyonunu eleştirmekten zevk alan Başbakan Erdoğan’a, “Akdeniz’deki haklarımızı gerekirse silahla savunuruz!“ dedirtti).
*
Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra globalizm ideolojisiyle ortaya çıkan emperyal güçler ve dolayısıyla Avrupa Birliği, Sarı Dani lakaplı Daniel Cohn-Bendit’i, - sanırım 1994’teydi -, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan’a gönderdi ve ona, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, türban sürtüşmesine ve “çok kültürlü toplum bölücülüğü“ne devam edilmesi konularında, yani ulus devletin altını oyabilecek hangi ideoloji ve proje varsa o konularda destek verileceği vaadinde bulundu. (Tabii, kullanılan kavramlar “insan hakları“ ve “demokrasi“ idi, her zamanki gibi!). Bu ideolojiler de zaman içinde şu veya bu şekilde ve ölçüde uygulandı…
Bu yola devam etmesi için Başbakan Erdoğan‘a, Yahudi kuruluşlarınca ödül verildi…
Başbakan Erdoğan’ın bugün geldiği veya getirildiği yer, o dönemdekinden oldukça farklıdır…
Ancak, değişmeyen iki şey, ABD’den ve Fethullah Gülen hareketinden medet ummaktır…