T
Banned
- Katılım
- 8 May 2006
- Mesajlar
- 3,665
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Kur'ân'ın terminolojisini teşkil eden en önemli kelimelerden ikisi de Hakk ve Batıl'dır. Hakk, 'uygunluk, denk gelmek' manâsına geldiiği gibi, aslen, 'bir şeyin üzerine veya içine hakketmek, oymak' demek olduğunu ve 'uygunluk, mutabakat-muvafakat' manâlarının belâgatçilerce icad edildiğini söyleyenler de vardır. Bu esaslardan kalkılarak, Hakk kelimesi, 'tayin, tesbit, gerçek, kararlı ve sabit olma' manalarıyla karşılanmıştır.
Ragıp el-İsfahanî, Hakk'ı dört açıdan ele alır:
1. Bir şeyi nasıl gerekiyorsa öyle yapan manâsında Hakk. Ragıp el-İsfahanî'ye göre, Allah'ın 'hakk' oluşu, bu manâdadır.
2. Hikmet, uygunluk gerektiren şey. Bu manâda, Allah'ın bütün fiilleri hakktır.
3. İtikadın, olması gerekliği şekilde olması manâsında hakk. Bu manâda, "Cennet, Cehennem, ölüm, tekrar dirilme hakktır" deriz.
4. Gerek sözün, gerekse amelin, zaman, şartlar ve miktar bakımından nasıl gerekiyorsa öyle olması manâsında hakk. "Rabbi'nin kelimesi böylece hakk oldu; Söz benden hakk oldu ki, Cehennemi dolduracağım." ayetlerinde hakk bu manâdadır.
Yine, bu çerçevede, 'ehkaktü', 'hakk olduğunu ispat ettim, ortaya koydum' demektir. Kur'ân'da, "hakkı hakk kılmak" (tahkik etmek) ifadesi geçer. Hakk'ın hakk kılınması iki şekildedir. 1. Delilleri ve işaretleri ortaya koyarak; 2. Şeriat'ı bütünüyle tamamlayarak.
Mühakaka, 'karşılıklı hakk iddia etmek' manâsına gelir.
Yapılan bir işin hakk olması, durumuna göre, vacip, gerekli ve caiz olmasını gerektirir. "Mü'minlere yardım etmek üzerimize hakk'tır." "Böylece, mü'mirileri kurtarmak üzerimize hakk oldu" âyetlerinde bu manâlar vardır.
HAKİKAT, uygunluğu, sebatı, görünümü ve gerçeği olan şey için kullanılır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Harise'ye, "Her hakkın bir hakitatı vardır; senin imanının hakikati nedir?"diye sorduğunda, "İmanını neyle ortaya koyuyorsun, imanının delili, şahidi nedir?" demek istemiştir. Hakikat, ikinci olarak, amel ve söz için de kullanılır. Bir kişi, bir şeyi gerçeğiyle, yani gösterişte falan bulunmadan yaptıysa, "falan şu işinde hakikattir" denilir. Hakikat, aynı zamanda kalıcık da ifade eder."
Müfessirler, hakk kelimesini çoğunlukla 'sabit' manâsında kullanmışlardır. Beyzavî, Allah'ın isimlerinden olarak Hakk'ı, 'es-sabitü Rubûbiyetühû - Rabblığı sabit olan' şeklinde ifade eder. Yine, 'es-sabitü İlâhiyatühû - İlâhlığı sabit' ifadesiyle de karşılar. Yine, Beyzavî, "O, Zâtı ve sıfatları ile sabittir; eşya da O'nun varlığı yüzünden hakikat halini almıştır" der.
BATIL, 'Be-Ta-Le' fiil kökündendir. 'Boşa gitmek, hükümsüz olmak, yok olmak' manâlarına gelir. Bu manâda batıl, 'boş, hükümsüz, yok olmuş' demektir. Batıl, yapılsa ve meydanda olsa da, hiç bir geçerliliği ve hakikati olmayan şeyler için de kullanılır. Sözgelimi, bir kimse iki kız kardeşi aynı anda nikâhı altında bulundurursa, bulundurma işi ortada olduğu halde, bu iş batıldır, yani geçersizdir, hükümsüzdür. Burada, önemli bir durum karşımıza çıkmaktadır. Türkçe'de hakk ve hakikat kelimeleri, genellikle 'gerçek' kelimesiyle karşılanır. Oysa, 'gerçek' kelimesi, hakk kelimesinin tam karşılığı değildir. Yukarıdaki örnekte, bir kimsenin iki kız kardeşi nikâhı altında bulundurması, bir iş olarak 'gerçek'tir, yani, yapılmış, gerçekleştirilmiş bir iştir, 'reel'dir; ama, hiç bir zaman hakk değil, bütünüyle batıldır.
Batıl, Hakk'in zıttı olarak kullanılır. Lebid, bir mısraında, "Allah'tan başka her şey batıldır." derken, Allah'ı hakk olarak, O'ndan başka her şeyi de batıl, yani "yok olmak"la vasıflandırmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hakk ve Batıl kelimelerinin manâsı, en belirgin şekilde şu âyette ortaya konur:
Gökten bir su indirdi de, dereler kendi ölçülerinde çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü yüklendi. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, Hakk ile Batılı böyle bir benzetmeyle anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte Allah, böyle meseller verir. (Ra'd: 17).
Âyette çok manâlı ve üstün bir belâğatle açıklandığı gibi, Hakk her şeyiyle gerçek ve kalıcı olandır, değişmeyendir, varlığı kendinden var ve yararlı olandır. Bu manâda yalnızca Allah Hakk'tır. O'nun isimlerinden biridir Hakk. Bu, O'nun dışındaki her şeyin batıl olduğunun, yani Lebid'in şiirinde de ifade edildiği üzere, var demeğe lâyık var olmadığının ifadesidir. Çünkü, yalnızca Allah vardır ve O'ndan başka hiçbir şeyin hakikati yoktur. Bir hadis-i şerifte de buyurulduğu gibi, "Kâinatı yaratmadan önce O vardı, ve İmam-ı Gazali gibi büyük kelâmcı-sufilerin belirttiği üzere, "şimdi de O var."
Kâinat'taki varlıklar aslında hakk değildirler. Çünkü, varlıkları kendilerinden değildir ve gerek "Her nefs ölümü tadıcıdır" âyetinde, gerekse "O'nun vechinden haşka her şey helak olucudur" âyetinde ifade olunduğu gibi, sonludurlar, hakk değildirler. Şu kadar ki, Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadeleriyle, "adem-i mutlak" yoktur, çünkü, bir İlm-i Muhît (kuşatıcı bir ilim) vardır. Bu İlm-i İlâhî'nin harici yoktur ki, bir şey O'na atılsın. İlim dairesi içindeki adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir unvandır. Bu yüzden, bu ilmî varlıklara 'ayan-ı sabite' denmiştir. İşte, varlıklar İlm-i Ezelî'de emr halinde vardırlar. "Kün" emriyle dışlaştıklarında haricî bir elbise giyerler. Hepsi, Allah'ın İsimleri'nin tecellilerinden ibarettir. Bu bakımdan, manâ-yı isimleri, yani kendilerine bakan yönleriyle yokturlar; manâ-yı harfîleri, yani Allah'a bakan yönleriyle vardırlar. Çünkü, Esma-i İlâhî bakîdir, hakk'tır, bu Esma'nın cilveleri olan varlıkların hakk'tan gelen bir hakikat'ları vardır ve bu yüzden "eşyanın hakikati sabittir" denmiştir. Şu kadar ki, bu hakikat Allah'tandır, çünkü, mutlak ve varlığı Kendi'nden Varlık O'dur. Eşya, köpük gibi yok olucudur. Zahirî görünümleri geçicidir, sabit değildir. Hakikat da bu zahirde değildir. Çünkü, zahirde her şey izafîdir, değişkendir, sürekli değişmektedir. Kalıcı ve sabit değildir. Hakikat değişmez ve sabit olduğundan, zahirde, yani fizik âlemde değil, fizik âleme varlık kazandıran ğayb aleminde, misal âlemindedir, 'ayan-ı sabite' âlemindedir.
Yukarıda belirtildiği gibi, tek hakk olan Allah'tır. O'nun yarattıkları, ya da bize uzayıp giden bir zaman süreci içinde göründükleri şekliyle, yaratacakları, kendi yüzleriyle batıl, Allah'tan olmaları nedeniyle hakktırlar. Kâinat'ta, Allah'a karşı olan durumunu iptal edip, yalnızca kendi nefsindeki durumuna dönebilecek tek varlık insandır. Bu yüzden, insanın tesir sahasının dışındaki her yerde hakk vardır. Kur'ân'ın açıklıkla ortaya koyduğu gibi, yerler ve gökler batıl olarak yaratılmamıştır; yani onlar, Hakk olanı ortaya korlar; bir yokluğun değil, kendilerine ait olan yoklukta, görünümleriyle Hakk Varlığın işaretçileridirler. Ama insan, iradesiyle Hakkı görmez, varlığı bırakıp yokluğa düşer, batıl yönüne gider. Bu bakımdan, Allah onu Kendi'ne kendi iradesiyle döndürmek için Kur'ân'ı hakk olarak indirir, hakk olarak peygamberleri gönderir. İnsan, eğer bir köpük gibi, kendi yaptığı batıla uyarsa, Cehennem onun için hakk olacaktır. Ama, hakk geldiği zaman batıl yok olur gider. Köpük kaybolmaya mahkûmdur; zaten batıl yok olucudur, yoktur, kendi tabiatı gereği yoktur, ama, bazen bir köpük gibi, aynadaki hayal gibi, bir gölge gibi ortaya çıkar; insan bu gölgeyi ve hayali hakk sanarak peşinden gider. Fakat, Allah neyin hakk olduğunu bildirdiği zaman, ışığın gelince karanlığın kaybolması gibi, batıl da yok olur gider. Fakat, insanlar batılda ısrar edecek olurlarsa, hakkı görmeyecek olurlarsa, hakk olan Cehennem'i ve azabı hakederler.
Her zaman üstün olan hakk'tır; batıl, geçici bir süre hakkmış gibi görünebilir veya görülebilir. Bu bir yanılgıdır, körlüktür, kalbin kararmasının sonucudur. Ama, hakk her zaman ortada olandır, açıktır ve bellidir. Ama, batılı hakk, varlığı yokluk sanan, gölgeyi ve aynadaki hayali gerçek sanan insanlar, hayaller ve gölgeler üzerinde kurdukları bilgi üzerinde gittikleri ve kendilerine ait olan yokluk yanlarına uydukları zaman, hakkı göremeyebilirler ve batılda ısrar ederler. Fakat, hakk kendisini bir gün mutlaka ortaya koyar; dünya hayatında, hayalleri gerçek sanan insanlar dünyada bunu göremese bile, Âhiret'le, gölgelerin ve hayallerin yok olduğu, köpüklerin gidip, kendisine uyan insanların yaptıklarının kaldığı âlemde mutlaka görecekler; neyin hakk, neyin batıl olduğunu tam farkedeceklerdir. Ama, ne ki, artık Cennet ve Cehennem de bir hakk olarak karşılarına çıkar ve herkes hakkını alır.
Ragıp el-İsfahanî, Hakk'ı dört açıdan ele alır:
1. Bir şeyi nasıl gerekiyorsa öyle yapan manâsında Hakk. Ragıp el-İsfahanî'ye göre, Allah'ın 'hakk' oluşu, bu manâdadır.
2. Hikmet, uygunluk gerektiren şey. Bu manâda, Allah'ın bütün fiilleri hakktır.
3. İtikadın, olması gerekliği şekilde olması manâsında hakk. Bu manâda, "Cennet, Cehennem, ölüm, tekrar dirilme hakktır" deriz.
4. Gerek sözün, gerekse amelin, zaman, şartlar ve miktar bakımından nasıl gerekiyorsa öyle olması manâsında hakk. "Rabbi'nin kelimesi böylece hakk oldu; Söz benden hakk oldu ki, Cehennemi dolduracağım." ayetlerinde hakk bu manâdadır.
Yine, bu çerçevede, 'ehkaktü', 'hakk olduğunu ispat ettim, ortaya koydum' demektir. Kur'ân'da, "hakkı hakk kılmak" (tahkik etmek) ifadesi geçer. Hakk'ın hakk kılınması iki şekildedir. 1. Delilleri ve işaretleri ortaya koyarak; 2. Şeriat'ı bütünüyle tamamlayarak.
Mühakaka, 'karşılıklı hakk iddia etmek' manâsına gelir.
Yapılan bir işin hakk olması, durumuna göre, vacip, gerekli ve caiz olmasını gerektirir. "Mü'minlere yardım etmek üzerimize hakk'tır." "Böylece, mü'mirileri kurtarmak üzerimize hakk oldu" âyetlerinde bu manâlar vardır.
HAKİKAT, uygunluğu, sebatı, görünümü ve gerçeği olan şey için kullanılır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Harise'ye, "Her hakkın bir hakitatı vardır; senin imanının hakikati nedir?"diye sorduğunda, "İmanını neyle ortaya koyuyorsun, imanının delili, şahidi nedir?" demek istemiştir. Hakikat, ikinci olarak, amel ve söz için de kullanılır. Bir kişi, bir şeyi gerçeğiyle, yani gösterişte falan bulunmadan yaptıysa, "falan şu işinde hakikattir" denilir. Hakikat, aynı zamanda kalıcık da ifade eder."
Müfessirler, hakk kelimesini çoğunlukla 'sabit' manâsında kullanmışlardır. Beyzavî, Allah'ın isimlerinden olarak Hakk'ı, 'es-sabitü Rubûbiyetühû - Rabblığı sabit olan' şeklinde ifade eder. Yine, 'es-sabitü İlâhiyatühû - İlâhlığı sabit' ifadesiyle de karşılar. Yine, Beyzavî, "O, Zâtı ve sıfatları ile sabittir; eşya da O'nun varlığı yüzünden hakikat halini almıştır" der.
BATIL, 'Be-Ta-Le' fiil kökündendir. 'Boşa gitmek, hükümsüz olmak, yok olmak' manâlarına gelir. Bu manâda batıl, 'boş, hükümsüz, yok olmuş' demektir. Batıl, yapılsa ve meydanda olsa da, hiç bir geçerliliği ve hakikati olmayan şeyler için de kullanılır. Sözgelimi, bir kimse iki kız kardeşi aynı anda nikâhı altında bulundurursa, bulundurma işi ortada olduğu halde, bu iş batıldır, yani geçersizdir, hükümsüzdür. Burada, önemli bir durum karşımıza çıkmaktadır. Türkçe'de hakk ve hakikat kelimeleri, genellikle 'gerçek' kelimesiyle karşılanır. Oysa, 'gerçek' kelimesi, hakk kelimesinin tam karşılığı değildir. Yukarıdaki örnekte, bir kimsenin iki kız kardeşi nikâhı altında bulundurması, bir iş olarak 'gerçek'tir, yani, yapılmış, gerçekleştirilmiş bir iştir, 'reel'dir; ama, hiç bir zaman hakk değil, bütünüyle batıldır.
Batıl, Hakk'in zıttı olarak kullanılır. Lebid, bir mısraında, "Allah'tan başka her şey batıldır." derken, Allah'ı hakk olarak, O'ndan başka her şeyi de batıl, yani "yok olmak"la vasıflandırmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hakk ve Batıl kelimelerinin manâsı, en belirgin şekilde şu âyette ortaya konur:
Gökten bir su indirdi de, dereler kendi ölçülerinde çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü yüklendi. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, Hakk ile Batılı böyle bir benzetmeyle anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte Allah, böyle meseller verir. (Ra'd: 17).
Âyette çok manâlı ve üstün bir belâğatle açıklandığı gibi, Hakk her şeyiyle gerçek ve kalıcı olandır, değişmeyendir, varlığı kendinden var ve yararlı olandır. Bu manâda yalnızca Allah Hakk'tır. O'nun isimlerinden biridir Hakk. Bu, O'nun dışındaki her şeyin batıl olduğunun, yani Lebid'in şiirinde de ifade edildiği üzere, var demeğe lâyık var olmadığının ifadesidir. Çünkü, yalnızca Allah vardır ve O'ndan başka hiçbir şeyin hakikati yoktur. Bir hadis-i şerifte de buyurulduğu gibi, "Kâinatı yaratmadan önce O vardı, ve İmam-ı Gazali gibi büyük kelâmcı-sufilerin belirttiği üzere, "şimdi de O var."
Kâinat'taki varlıklar aslında hakk değildirler. Çünkü, varlıkları kendilerinden değildir ve gerek "Her nefs ölümü tadıcıdır" âyetinde, gerekse "O'nun vechinden haşka her şey helak olucudur" âyetinde ifade olunduğu gibi, sonludurlar, hakk değildirler. Şu kadar ki, Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadeleriyle, "adem-i mutlak" yoktur, çünkü, bir İlm-i Muhît (kuşatıcı bir ilim) vardır. Bu İlm-i İlâhî'nin harici yoktur ki, bir şey O'na atılsın. İlim dairesi içindeki adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir unvandır. Bu yüzden, bu ilmî varlıklara 'ayan-ı sabite' denmiştir. İşte, varlıklar İlm-i Ezelî'de emr halinde vardırlar. "Kün" emriyle dışlaştıklarında haricî bir elbise giyerler. Hepsi, Allah'ın İsimleri'nin tecellilerinden ibarettir. Bu bakımdan, manâ-yı isimleri, yani kendilerine bakan yönleriyle yokturlar; manâ-yı harfîleri, yani Allah'a bakan yönleriyle vardırlar. Çünkü, Esma-i İlâhî bakîdir, hakk'tır, bu Esma'nın cilveleri olan varlıkların hakk'tan gelen bir hakikat'ları vardır ve bu yüzden "eşyanın hakikati sabittir" denmiştir. Şu kadar ki, bu hakikat Allah'tandır, çünkü, mutlak ve varlığı Kendi'nden Varlık O'dur. Eşya, köpük gibi yok olucudur. Zahirî görünümleri geçicidir, sabit değildir. Hakikat da bu zahirde değildir. Çünkü, zahirde her şey izafîdir, değişkendir, sürekli değişmektedir. Kalıcı ve sabit değildir. Hakikat değişmez ve sabit olduğundan, zahirde, yani fizik âlemde değil, fizik âleme varlık kazandıran ğayb aleminde, misal âlemindedir, 'ayan-ı sabite' âlemindedir.
Yukarıda belirtildiği gibi, tek hakk olan Allah'tır. O'nun yarattıkları, ya da bize uzayıp giden bir zaman süreci içinde göründükleri şekliyle, yaratacakları, kendi yüzleriyle batıl, Allah'tan olmaları nedeniyle hakktırlar. Kâinat'ta, Allah'a karşı olan durumunu iptal edip, yalnızca kendi nefsindeki durumuna dönebilecek tek varlık insandır. Bu yüzden, insanın tesir sahasının dışındaki her yerde hakk vardır. Kur'ân'ın açıklıkla ortaya koyduğu gibi, yerler ve gökler batıl olarak yaratılmamıştır; yani onlar, Hakk olanı ortaya korlar; bir yokluğun değil, kendilerine ait olan yoklukta, görünümleriyle Hakk Varlığın işaretçileridirler. Ama insan, iradesiyle Hakkı görmez, varlığı bırakıp yokluğa düşer, batıl yönüne gider. Bu bakımdan, Allah onu Kendi'ne kendi iradesiyle döndürmek için Kur'ân'ı hakk olarak indirir, hakk olarak peygamberleri gönderir. İnsan, eğer bir köpük gibi, kendi yaptığı batıla uyarsa, Cehennem onun için hakk olacaktır. Ama, hakk geldiği zaman batıl yok olur gider. Köpük kaybolmaya mahkûmdur; zaten batıl yok olucudur, yoktur, kendi tabiatı gereği yoktur, ama, bazen bir köpük gibi, aynadaki hayal gibi, bir gölge gibi ortaya çıkar; insan bu gölgeyi ve hayali hakk sanarak peşinden gider. Fakat, Allah neyin hakk olduğunu bildirdiği zaman, ışığın gelince karanlığın kaybolması gibi, batıl da yok olur gider. Fakat, insanlar batılda ısrar edecek olurlarsa, hakkı görmeyecek olurlarsa, hakk olan Cehennem'i ve azabı hakederler.
Her zaman üstün olan hakk'tır; batıl, geçici bir süre hakkmış gibi görünebilir veya görülebilir. Bu bir yanılgıdır, körlüktür, kalbin kararmasının sonucudur. Ama, hakk her zaman ortada olandır, açıktır ve bellidir. Ama, batılı hakk, varlığı yokluk sanan, gölgeyi ve aynadaki hayali gerçek sanan insanlar, hayaller ve gölgeler üzerinde kurdukları bilgi üzerinde gittikleri ve kendilerine ait olan yokluk yanlarına uydukları zaman, hakkı göremeyebilirler ve batılda ısrar ederler. Fakat, hakk kendisini bir gün mutlaka ortaya koyar; dünya hayatında, hayalleri gerçek sanan insanlar dünyada bunu göremese bile, Âhiret'le, gölgelerin ve hayallerin yok olduğu, köpüklerin gidip, kendisine uyan insanların yaptıklarının kaldığı âlemde mutlaka görecekler; neyin hakk, neyin batıl olduğunu tam farkedeceklerdir. Ama, ne ki, artık Cennet ve Cehennem de bir hakk olarak karşılarına çıkar ve herkes hakkını alır.