Hızlı Okuma çalışmaları

o.baba1

New member
Pararaf sorularını çözerken faydasını görürsünüz.

HIZLI OKUMA ÇALIŞMALARI

ORTADAKİ RAKAMIN ALT ORTASINA BAKARAK ÜÇ BASAMAKLI SAYIYI OKUMAYA ÇALIŞINIZ.

1 2 3 - 4 5 6
-
4 3 1 - 2 1 3
-
5 7 9 - 9 0 8
-
7 3 7 - 2 4 7
-
1 4 2 - 6 3 5
-
5 3 5 - 9 7 3
-
2 6 8 - 9 2 5
-
8 0 1 - 2 4 6
-
1 0 0 - 7 5 1
-
1 1 1 - 3 2 2
-
5 7 9 - 4 1 9
-
2 7 6 - 1 9 1
-
7 3 8 - 8 2 5
-
6 8 9 - 5 3 4
-
2 9 6 - 6 5 3
-
4 7 9 - 3 8 9
-
5 9 2 - 7 7 6
-
7 8 0 - 3 0 8
-
4 7 6 - 8 2 0
-
3 5 8 - 9 9 0
-
2 2 2 - 8 9 8
-
7 5 2 - 2 7 0
-
0 1 8 - 9 8 5
-
1 2 0 - 0 0 7
-
3 3 6 - 7 4 9
-

HIZLI OKUMA ÇALIŞMALARI

Kâğıdın solunda ve sağında kalan kelime bloklarının her birini, alt ortalarında bir noktaya bakarak, tek bir bakışta okumaya çalışın.


MiLLLETLERE GÖRE
İstanbul’da uzun
bir Batılı
M.A. Volcini,
yaşayan değişik
karakter yapılarını
hatıralarında:
Ermeniye istediği
Ruma üçte birini,
birini veriniz.
alış veriş
istediği fiyattan
istediğini veriniz.”

FİYAT FARKI
süre yaşamış
tarihçi olan
(1985) şehirde
milletlerin
öğrendikten sonra
“Bir kaide olarak,
paranın yarısını,
Yahudiye dörtte
Fakat bir Türk’le
ettiğiniz zaman
emin olunuz ve
diye yazmıştır.

BALZAC VE TERZİSİ
Boisson, Balzac’ın dostu ve terzisiydi.

Balzac’ın, romanlarında adını anarak yaptığı

reklâma karşılık Ona giysi dikerdi.


İADE-İ ZİYARET
Meşhur bir politikacımıza Fransa’da “Siz,

Osmanlıların Viyana kapılarında ne işiniz

vardı?” diye sorulunca, o politikacımızın

gayet veciz biçimde “Haçlı seferlerinin

iade-i ziyaretiydi.” diye cevap verdiğini

biliyor muydunuz?


HIZLI OKUMA ÇALIŞMALARI
Aşağıda verilen parçayı yukardan aşağıya iki satırı birden tek bir bakışla görmeye çalışarak okuyunuz.


1 2 3
İNGİLİZ - eziyet - kurmuş
MANTIĞI - çekmeye - olduğu
- -
Hindistanın - mecbur - rasathanesinde
Acmir - ettiğini - yeryüzünün
- -
şehrinde - ve böyle - güneş
bisikletle - davranmasının - etrafındaki
- -
dolaşan - sebebi - tam
bir - sorulunca da - devrini,
- -
İngiliz - valinin - yani 1 yılı,
kızı - “Onlar, - 365 gün,
- -
ile - ilâhelere - 6 saat,
alay - tapıyorlar, - 9 dakika,
- -
ettikleri - bir - 6 saniye
bahanesi - İngiliz - olarak
- -
ile - kızı - hesapladığını
askerlerin - onların - aradan
- -
olay - taptıklarından - asırlar
yerindeki - daha azizdir!” - geçip
- -
halktan - diye - 20. Y.Y.ın
700 - cevap - modern
- -
kişiyi - verdiğini - cihazlarıyla
oracıkta - biliyor muydunuz? - yapılan
- -
kurşuna - - hesaplarla
dizdiklerini...- ULUĞ BEY VE - Uluğ
• RASATHANESİ -
Bölge - - Bey’in
valisinin - Büyük - hesapları
• Astronom -
ceza - - arasında
olarak - ve devlet - sadece
• adamı -
bütün - - 58 saniye
şehir - Uluğ - fark
• Bey’in -
halkını - - bulunduğunu
günlerce - 1394-1449 - biliyor muydunuz?
• Semerkant’ta -
yerde - -
sürünmeye - -
HIZLI OKUMA ÇALIŞMALARI
Aşağıdaki kelimeleri en ortadaki harfin alt ortasına bakarak, tek bir bakışla okumaya çalışınız.

A l i - - g e ç i m
k o ş - - ç a t ı k
b e n - - g ü n e ş
a l t - - s e ç i m
b o ş - - z ı p ı r
s a ç - - t a y ı n
t a ş - - b a s ı n
k a r - - k a v u n
ü s t - - t a y i n
k â r - - g ü z e l
t e p e - g e l d i m
b a r k - ç a t l a k
â l e t - g ü n l ü k
â d i l - s e ç k i n
g e z i - z ı p k ı n
â l i m - t a y f u n
i z i n - b a y g ı n
â d e t - s o y g u n
z e k â - t a k d i r
-
d e r i - t u t k u n
-
b a t ı - r e s s a m
-
d o s t - b a r a k a
-
s e r t - g ö z l ü k
-
I r a k - a t ı l ı m
-
u z u n - b a ş l ı k
-
m a l î - G ö k h a n

HIZLI OKUMA ÇALIŞMALARI

Aşağıdaki parçanın her satırını üç bakışta okumaya çalışınız.

SEDDÜLBAHİR - ÇIKARMASI -

Donanmanın büyük - ateş desteğiyle - 25 NİSAN 1915
saat 05.30’da - Seddülbahir’e - çıkarmaya başlandı.
İlk hedef olarak - Alçıtepe ele - geçirilecekti.
- -
Çıkarma bölgesin -de 26ncı TÜrk - Alayının bir tabu-
ru bulunuyordu. - -
- -
Seddülbahir kesi -mini ay biçiminde - çevreleyen yüzlerce
geminin yakın mesa- - feden Türk siper- - lerine yönelttiği
gemi toplarının - korkunç ateşine - karşın, direnmesini
pervasızca sürdüren - bir avuç TÜrk eri, - göz açtırmayan
ateşleriyle çıkar- - maya yeltenen - birliklere ağır za-
yiat verdirmiş; - kıyıya ayak basa- - bilenler de kuytu
yerlere sığınarak - kıyıda tutunabilme - olanağı bulabil-
mişti. - -
- -
İngiliz ve Fran- - sız zayiatı, yeni - takviyeler gelmezse
tutunamayacağız diye - komutanları feryat - ettirecek kadar
ağır olmuştu. Göğüs -leri inanç ve yurt - sevgisiyle dolu
bir avuç Mehmetçik, - yurt kıyılarını - atalarına yaraşır
biçimde savunmuş; - kıyıya çıkabilen- - lere adım attır-
mamıştı. - -
- -
SEDDÜLBAHİR BÖL- - GESİNDE İNGİLİZ - TAARRUZU
- -
27 NİSAN 1915 gü -nü, saat 16.00 - sıralarında, donan-
manın ateş desteği - ile başlayan İngi -liz taarruzu, Türk
savunma mevzilerinin - 700-800 metre - ilerisinde Zığınde-
re-Eskihisarlık hat -tında durduruldu. -
- -
SONUÇ - -
- -
ÇANAKKALE muhare- be alanında, gerek - hareket harbi ve
gerekse siper muha- - rebelerinin sürüp - gittiği dönemlerde
iki taraf komutan- - lıklarının akade- - mik ölçülere
sığmayan ve normal - mantık sınırlarını - aşan hatalı karar-
ları ve uygulamaları - olduğu bir gerçek —tir.
- -
Nitekim, İngiliz - donanmasının kara - kuvvetleriyle iş
birliği yapmaksızın - Boğaz’ı geçmeye - çalışması, Türk
Başkomutanlığını - uyarmış; başlan- - gıçta az bir kuv-
vetle harekete geç- - meleri ve çıkarma - yerlerinin tesbi-
tindeki isabetsizli —ği, başarısızlık- - larına neden olmuştu. - -
- -
İngiliz tarih - yazarlarının Ça- - nakkale muharebele-
rini kendileri için - bir yenilgi saya- - mamaları, teselli-
den başka bir şey - değildir. -
- -
OKUMA PARÇASI
Okuyacağınız bu metin, 268 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
................. - ve korkutma hareketleri, bu
• - reklama kendini kaptırmış se-
• - yircilerin nazarında çok neşe
Geçen sonbahar, Madison A- - vericiydi. Bira reklamı, iyi
venue’deki tipik Newyork gök- - bir şekilde gerçekleşmiş ve
delenlerinden birinde çalışan - adam işinden olmamıştı.
bir adam, oldukça şaşırtıcı -
bir güçlükle karşılaştı. Meş- - Adam, belki de Merakeş’te-
hur bir reklam şirketinin üye —dir şimdi. Veya aynı derecede
leri olan patronları bu adama - egzotik bir tatil şehrindedir
yaptığı işin pek sathî kaldı- - Etrafında çiçekler, pahalı
ğını ve PIFL marka bira rekla —purolar, kollarına cazip bir
mının içeriğini derhal anlaşı —şekilde sarılmış birkaç yerli
lır bir hale getirmediği tak- - kadın...
dirde, işini kaybedeceğini pek-
de nazik olmayan bir şekilde - Reklam şirketindeki üst
ifade ettiler. Genç adam,için— - yöneticilerin kendisine tek-
de bulunduğu nazik durumu uzun - lif edebileekleri başkan yar-
uzun düşündü ve ümitsiz bir - dımcılığını düşünüyor olabi-
çabayla, kendisi için fena so— - lir veya bu okyanus ötesi ül-
nuçlar doğurabilecek beğenil- - kenin kültürünü biraz daha
meyen reklamı kurtarmak için - içine sindirmeye karar veri-
hayal dünyasına daldı. Bu şir— - yordur belki de...
kette bir müddet daha kalmayı -
gerçekten istiyordu. - - Mesele şudur: Bu adamın
• - başarı hikâyesi, üretken bir
Birkaç ay sonra, herkes, - muhayyeleye, zekice bir hare-
uzun, zayıf, tatlı tatlı konu— - kete, insanların bu günlerde
şan bir adamla, onun kardeşi - reklamlarda ne istediklerini
rolündeki şişko, bodur, tulum - çok iyi sezmesine dayanır.
gibi olan ve günlük gazeteler— - John Doe’nin fikirleri de
de çizgi hikâyelerini okuduk- - kendisine reklamını yapması
ları bir adamı ekranda ilgiyle - için gösterilen mallar kadar
izlemeye başladı. Sonuç bir - çeşitli ve değişkendir.
harikaydı. Eskiden, beğenilme—
yen bira reklamı ekrana geldi- - Sıradan birçok reklamcının
ğinde, seyretmeyi bırakıp mut— - farkına vardığı şekilde,artık
fağa bir iki şey atıştırmaya - çağdaş reklam metodlarını ya-
koşan seyirciler dahi, şimdi - kından takip etmek gerektiği
Burt ve Harry’nin hareketli - gibi, sanayideki teknik ge-
hikâyesini dört gözle bekli- - lişmeyi de o şekilde izlemek
yordu. - lâzımdır. Her ikisi de satış
• - işlerinde hayatî öneme haiz-
Komiklerden birinin sakin - dir.
bir şekilde bira tavsiye etme—
si ve kuş ıslığı çalmak için - - Zekî genç adamımız, mesle-
çabalarda ulunması, seyreden- - ğinde başarılı olabilmek için
lerin kıkırdamalarına sebep - üç kıymetli şeyi biliyordu.
olurken, diğerinin onu tehdit - Birincisi ve en önemlisi,
-
• -1- - -2-
herkesin bildiği bir taklitçi Üçüncüsü, kanımca, dâhî bir
liğe kaçmadı; aksine tamamen reklamcı olarak, beğenilen
yeni ve orijinal bir teknik eski Amerikan mizahından rek-
kullandı. İkincisi, reklamın lamlarına bol bol serpiştir-
içeriğini basit bir plan içe- di. Bu üç kavram, insanlara
risinde tuttu ve insanı çok hitap eden reklamlar yaratma-
şaşırtan bir plan değildi bu. da temel unsurlardır.
-
• -3- -4-

Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Şimdi aşağıda verilen soruları cevaplayınız.
SORULAR :
I. ANA FİKİRLER VE AYRINTILAR :
1. Bu parçanın başlığı aşağıdakilerden hangisi olmalıdır?
a. Sert Bir Patron
b. Madison Avenue’de Karşılaşılan Sorunlar
c. Başarılı Reklamlar Nasıl Hazırlanır
d. Dış Ülkelere Seyahat
e. İki Komik Karakter

2. Burt ve Harry kimdir?
a. Gerçek insanlardır.
b. Çizgi film karakterleridir.
c. Firmanın Başkan Yardımcılarıdır.
d. Spikerdirler.
e. Çok bira içen kişilerdir.

3. Genç adam ne yaptı?
a. İşini kaybetti.
b. İstifa etti.
c. Terfi etti.
d. Bulunduğu ülkeyi terk edip dışarda yaşadı.
e. Marakeş’te kayboldu.

II. DİĞER ÖZELLİKER :
1. Yazarın amacı nedir?
a. Bira şirketine övgüde bulunmak.
b. Genç bir adamı müdafaa etmek.
c. Reklam vermeye teşvik etmek.
d. Reklam siyasetinde değişiklikler önermek.
e. Başarılı reklam metodlarını enteresan bir şekilde anlatmak.
2. Yazarın konu hakkındaki görüşü nasıldır?
a. Hoşa gider bir şekilde uyarıcıdır.
b. Çok ciddidir.
c. Önyargılıdır.
d. Saldırgandır.
e. Anlaşılmazdır.

3. Yazarın inandırıcılığı nasıldır?
a. Tartışmalıdır.
b. Verdiği kanıtlarla oluşturulmuştur.
c. Yazarın inandırıcı olup olmadığına karar verilemez.

4. Yazar parçada değişik kelimeler kullanmaya özen göstermiştir. Niçin?
a. Okuyucuyu şaşırtmak için.
b. Bilgisini göstermek için.
c. Okuyucuyu sözlük kullanmaya zorlamak için.
d. Konuyu kesin anlaşılır tarzda anlatmak için.
e. Bilgisizliğini gizlemek için.

5. Yazarın mesajı nedir?
a. Ya iyi reklam yaparsınız, ya da işinizi kaybedersiniz.
b. Beğenilen reklamlar üreterek dünyayı gezersiniz.
c. Beğenilen reklamlar üreterek iyi arkadaşlar edinirsiniz.
d. Beğenilen reklamlar üreterek çok eğlenirsiniz.
e. Reklamlar yararlıdır.

Şimdi cevaplarınızı cevap anahtarından kontrol ederek, metni hangi oranda anlayabildiğinizi belirleyiniz.

CEVAP ANAHTARI :

I. ANA FİKİRLER VE AYRINTILAR :
1 C, 2 B, 3 C

II. DİĞER ÖZELLİKLER .
1 E, 2 A, 3 B, 4 D, 5 A
:biggrin

OKUMA PARÇASI
Okuyacağınız bu metin, 1168 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
ÇAMLICADAN BİR HATIRA

İstanbul’a en yaklaşmış bir dağ olarak Büyük Çamlıca, şehir halkının ve yabancıların her zaman ilgisini çeken bir güzellik olmuştur.

Fakat, Adalar’dan Boğaziçi’ne kadar eşsiz bir panoramaya bakan bu tepenin Türk ve Dünya edebiyatına ve resim sanatına girmesi, 19 ncu yüzyılın başlarını bulmuş, özellikle onun son çeyreğinde, İstanbul yaşamına olanca bereketi ile yerleşmişti. II. Mahmut’un yazlarını burada geçirmesi ile oturmaya açılan semt, Abdülhamit devrinde, geniş bahçeler içindeki rical konakları ile, şehrin Boğaz, Adalar ve Yeşilköy’den sonra dördüncü sayfiyeliği olmuştu.
Cumhuriyet döneminde Çamlıca, yine çok güzel, ama sönük ve tenha kaldı. Ülkede birçok şeyi değişiren, 20’nci yüzyılın son çeyreğindeki ekonomik ve sosyal değişimler pek tabiî Çamlıca tepesini de etkiledi.
Arka taraftan dolaşılarak açılan yeni yol, tepeye kadar bağlandığından, yukarısı araçlarla kaplanarak tozlu otoparklar haline geldi ve yer halısının kır çiçekleriyle dolu yeşil çimen örtüsü, hızla ortadan alktı. Boğaz yönü ve Ümraniye tarafları, 10-15 yıl içinde kontrolsüz yapılarla dolarak, bozuk bir yerleşime sahne oldu.
Yüce Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılını kutlama hazırlıkları yaklaşırken, Çamlıca’ nın ele alınması düşünüldü ve 1980 yılı başında İstanbul Belediyesi, bir yıl önce iş birliğine geçtiği ve Yıldız, Emirgân Parklarında çok olumlu ve ün yapan sonuçlar aldığı Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu ile bir protokol imzalayarak, tepeyi işgallerden temizleyip, kuruma boş olarak teslim etti.
Kurum, hepsini Genel Müdür Çelik GÜLERSOY’un çizdiği desenlerle ve belirttiği esaslarla bir yıl içinde, burada aşağıdaki işleri yaparak, Çamlıcayı şehre, yurda ve dünyaya kazandıran tarihî hizmetlerde bulunmuştur.
• Önce, binlerce ton toprak döktürülerek, son yıllarda tozlu düzlükler ve otopark haline gelen zirve, eski epe haline sokulmaya çalışılmış ve ağaç dikilir, çiçek ekilir hale getirilmiştir.
Motorlu trafik, tepenin önemli bir bölümünü kapatmış olan polis role istasyonu önünde kesilerek, taş duvar çekilmiş; ondan sonrası yayalara ayrılmış ve Belediyenin yaptığı parke taş yardımı ile ince patika yollarla örülmüştür.
• Yolların arasında kalan geniş alanlarda, geometrik bir bahçe düzenlemesine gidilmeyerek, tepenin yüzyıllar boyu sürmüş olan doğal karakterine sadık kalınmış
ve bu geniş alanların eskiden olduğu gibi, gelincik ve papatya tarlası haline dönüşmesi için ekimler yapılmıştır. Yer çimeni Bolu Dağından kesilerek, getirilip döşenmiş, zirveye gölge verecek yeni ağaçlar dikilmiştir. Bu düzenleme ile Çamlıca Tepesi, tarihindeki dönemlerin üçüncüsüne girmiş bulunmaktadır. Birincisi, dünyanın yeşil örtüsünün oluşmasından bu yana süregelmiş ve 1950’lere kadar yaşamış olan zengin ve el değmemiş durumdu. Yerdeki kır çiçekleri halısı... İkinci aşama,son 20-30 yılın yozlaşması ile bitki zenginliğinin yok olup, tepenin tarla haline gelmesiydi. 1981’de yapılan düzenlemede bu yozlaşma giderilirken, en eski duruma dönmenin imkânı kalmadığı düşünüldü. 5 milyonluk yeni İstanbul’da bu kadar ayak altında kır çiçekleri yaşatılamazdı.Onun için, ortalama bir yol seçildi. Zirve, taş kaplanıp, çamur önlendi, gerisi çimenlenip, çiçeklendirildi. Bununla Çamlıca Tepesi, bir dağ olmaktan, bir bahçe olmaya dönüşmüş bulunmaktadır. Ama bahçe, eski bir İstanbul bahçesidir, köşkü, mermer pavyonları ve ağaçlara asılı fenerleri ile. İstanbul tarihinin eski bir şehir içi bahçesi, 20’nci yüzyılın son çeyreğinde Çamlıca Tepesi’ne getirilmiş bulunuyor.
Tepeye arkadan bir servis yolu açılmış ve kahvenin servis araçları ile turist otobüsleri için, çamlık içine bir otopark yapılmıştır. Trafiğin kesildiği yerde 6 dönümlük bir arazi kurum adına satın alınarak, bu yamaca 3 teras halinde 200 arabalık bir otopark yapılmıştır. Tepeye çıkan ve basamaklarına kaya çiçekleri dikilen geniş bir taş merdiven yaptırılmıştır. Tepede manzaraya akan bir uç noktaya sebil üslûunda, üstü iki kademeli kurşun külâhlı, mermer bir seyir balkonu yaptırılmıştır. İçinde kendi ocağı olan bu küçük köşk, bir “hünkâr sofrası” halinde, özellikle gurup vakitlerinde tadına doyulmaz bir köşe olarak, manzara âşıklarına kucak açacak.

• Ağaçların altında, aynı üslûpta, fakat tek çatılı bir mermer pavyon da büfe
olarak hizmet verecek; beyaz mermerleri zümrüt gibi bir ağaçla sarmaş dolaş olarak.

• Bu tek kademe çatılı pavyonun bir eşi, çamlık önündeki alt adaya, komple büfe olarak oturtuldu.Yeşil çam ormanı önünde mermer yapı, donuk bir inci tanesi gibi görünümü süsledi.

Kâğıthane Kasrı resimlerinde görülen stilde zarif iki mermer ünite, çay büfesi olarak yaptırıldı.
Tepede, arka yan tarafta iki selvi arasında yatan valinin (İvez Fakih, vefatı H.735) 1940’larda yaptırılmış beton ve boru demirden kabir düzeni değiştirilerek, iki selvi içinde bir demir kameriye türbe yaptırılmış, açık yeşile boyanmış ve kandili asılmıştır.

Tepe düzlüğü, arası çimenli antik taş kaplama ile örtülmüş, bunun şehre ve Adalara bakan kenarlarına ve ağaç altlarına ilk defa yaratılan bir buluş ile Türk divanı üslûbunda kenarları mermerli taş sedirer yaptırılmış, önlerine pirinçten sinileri ile taş masalar konulmuş, üstlerine eski stilde beyaz şemsiyeleri çekilmiş ve başlarına pirinç fenerleri dikilmiştir.

Adalar yönündeki çamlığın içine döküm ayaklı banklar yerleştirilerek halka 500 kişilik ücretsiz oturma yeri hazırlandı.

Tepenin tarihî yarımadaya bakan yüzünde, yol kenarında etrafı duvarla çevrili ve içine girilemeyen geniş bir koruluk bulunmaktadır. Korunun tepeye bakan kenarı çirkin bir çimento duvarla kapalı idi. Bu duvar, sahiplerinin rızası ile yıkılıp, yerine beyaz bir demir parmaklık çekilmiş ve tepeyi çevrelemesi gereken yeşil bir bandın öylece önemli bir bölümü Çamlıca görünümüne kazandırılmıştır. Yeşil koruluk önünde beyaz ve stil parmaklık, bir kolye gibi durmaktadır. Bu unsurun peyzaja eklenmesi bile buradaki görüntüyü düzelen bir müdahale olmuş oldu. Bundan sonra yapılması gereken, bu korunun ve onun Boğaziçi tarafındaki kel yamacın, sadece Belediyece değilse bile, İstanbul’a hizmetle yükümlü ilgili kuruluşlar ve bakanlıklarca kamulaştırılıp, ağaçlandırılması ve tarihî tipte birkaç pavyonla halka ve turistlere kapasite yaratılmasıdır. Çünkü, tepedeki yapının ve bahçenin 5 milyonluk bir kentin ihtiyacına hiç yetmeyeceği ortadadır. Tepeyi yapılarla ve kalabalıklarla doldurmak da doğru değil. Tek kalan imkân, aynı manzaraya sahip alt yamaçlara doğru yayılınması ve uzanılmasıdır.

Yine yapılması gereken bir iş, Ümraniye tarafından yola kadar tırmanmış kaçak birkaç yapının kaldırılması ve bu yamaçların da ağaçlandırılmasıdır.

Ana yapı olarak tepeye tek kalı ve 18’nci yüzyıl üslûbunda bir kahve binası yaptırılmıştır. Stilde 18’nci yüzyılın seçilmesinin sebebi şudur: Bu gibi şehre ba_ kan manzara yerleri, şehri temsil eder ve mimarilerinde, o kentin karakteristik kişiliğini taşır. Peşte’de Viyana’da, Heidelberg’de olduğu gibi. İstanbul için klasik ve zengin çağ, 1700’lü yıllardır. Ondan öncesi, birikim dönemleridir. Güzellik İstanbul’da kıvamını 18’nci yüzyılda umuştur. 19’ ncu yüzyılda başlayacak ve şehri değiştirmeye koyulacak olan Batı etkisi de o zaman henüz zayıftır ve tipik karakterli tam bir üslûp birliği içinde olan şehirde, bir gelin odası kadar süslü olan başkentte, birçok değerli eserlerin arasında, zengin ve görkemli kahvehaneler de vardır. Bu gün zamanla hepsi ortadan kalkan bu gösterişli kahvelere benzer bir şeyi gerçekleştirerek, turistlere ve halkımıza sergilemekle, bir turizm yatırımı yanında, ağırlığı olan bir kültür ve eğitim hizmeti de yapmış olduğumuza inanıyoruz. Nitekim eseri görmeye her tabaka ve yaştan halk akın akın gelmektedir.

Kahvehane, yüzü çiçek resimli ve kepenekli bir pavyondur. İçerisinin uzunca bir koridor halindeki mimarisinde, bir yüzü manzaraya bakarken, öbür cephesi sağır bir duvar halinde tutularak, tarihî çeşmeler, yeşillikler, ocaklar ve aynalarla donatılmış, cepheye bir aşurelik kolleksiyonu dizilmiştir. Eski zengin örneklerinde olduğu gibi.

Tatsız, tuzsuz bir halde geçen şehir hayatındayeni bir keyif unsuru ve bir buluş olsun diye de mermer çeşmelerine, arkalarından cam depolar bağlanmıştır. Musluklarını açınca, birinden buzlu şerbet, birinden ayran, öbüründen şıra, bir tanesinden de şarap akmaktadır. Herkes meşrebine göre içsin.

Bu inşaat işleri bitirildikten sonra, 1981 güzünden itibaren bol çiçeklemeye geçilmektedir. Tepenin en eski doğal örtüsü canlandırılmaktadır. Papatya ve gelicik tarlaları... Çatılara, kameriyelere, tepeyi çeviren ahşap parmaklıklara güller ve yaseminler sardırılmıştır. Bunların parfümü, buraya çıkan yerli ve yabancı herkesin, karşıda gördükleri eşsiz ve ölümsüz manzaranın gözlerinde kalan hatırası gibi, üzerlerine sinsin ve ruhlarını yıkasın için.

Çelik GÜLERSOY

Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Şimdi aşağıda verilen soruları cevaplayınız.
SORULAR :
1. Bu parçanın başlığı aşağıdakilerden hangisi olamazdı?
a. Ağaçlandırma Çalışmaları
b. Manzara âşıkları
c. Tarihî Bir Köşe
d. Çamlıca Kahvehanesi
e. Tepede Bİr Bahçe
2. Çamlıca Tepesi’ne 18’nci yüzyıl üslûbunda bir kahvehane yaptırılmasının sebebi nedir?
a. Tepenin tarihî özellikleri.
b. Viyana örneği turust çekebilmek.
c. Kentin karakteristik mimarisini yansıtmak.
d. Uuz ve basit görüntüsü.
e. Her yaştan halk gelsin diye.

3. Çamlıca Tepesi’ne bir kahvehane yaptırma kararı alındıktan sonra etrafına niçin kır çiçekleri dikilmiştir?
a. Arazi taşlık olduğu için.
b. Çiçek yetiştirecek toprak olmadığı için.
c. Ağaçlık alanlar tercih edildiği için.
d. Çiçeklerin koparılmasını önlemek için.
e. Doğal görüntü sağlamak için.

4. Tepeye başka bir yapı yerine kahvehane yaptırılmasının ana sebebi nedir?
a. Otel yapımına yeterli saha yokluğu.
b. Tepenin şehre bakan manzaralı bir yer oluşu.
c. Şehir merkezine yakın oluşu.
d. Çevrede oturanlara hizmet etmek için.
e. Başka bir yapı için izin verilmeyişi.

5. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun Belediye ile iş birliği yapmaktaki amacı nedir?
a. Çamlıca’da eski bir İstabul bahçesi oluşturmak.
b. Kahvehane ve otoparktan gelir sağlamak.
c. Park düzenleyerek Belediyeye yardım etmek.
d. Turist çekerek para kazanmak.
e. Turistler için toplanma yeri sağlamak.

6. Yazarın konu hakkındaki görüşü nasıldır?
a. Bir hizmetin öğretici heyecanı içindedir.
b. Anlaşılmazdır.
c. Tenkiçidir.
d. Önyargılıdır.
e. Alaycıdır

7. Yazarın inandırıcılığı nasıldır?
a. Karar verilemez.
b. Tartışmalıdır.
c. Verdiği kanıtlarla inandırıcıdır.

8. Yazar, parçada değişik, bazan da eş anlamlı kelimeler kullanmıştır. Niçin?
a. Bilgisini göstermek için.
b. Konuyu anlaşılır kılmak için.
c. Okuyucuya yeni kelimeler öğretmek için.
9. Yazarın mesajı nedir?
a. Tarihimizi görüntüleyen köeler oluşturmalıyız.
b. Gecekondu yapımı önlenmelidir.
c. Turizm amaçlı tesisler kurulmalıdır.
d. Tarihî ve doğal güzelliklerimizi korumalıyız.
e. Belediyenin hizmetlerini tanıtmak.

10. Çamlıca’nın yeniden düzenlemesi hangi sebeple gündeme gelmiştir?
a. Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı oluşu.
b. Çamlıca’nın gittikçe yozlaşması.
c. Turistik amaçlı yatırım yapılması.
d. Halka mesire yeri sunulması.
e. Turing Kurumunun etkinleştirilmesi.

Şimdi cevaplarınızı cevap anahtarından kontrol ederek, metni hangi oranda anlayabildiğinizi belirleyiniz.
CEVAP ANAHTARI :
1. a, 2. c, 3. e, 4. b, 5. a, 6. a, 7. c, 8 b 9. d, 10 a

OKUMA PARÇASI
Okuyacağınız bu metin, 434 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
PERİ KURBAĞACIK
Hava basıncının aşırı farklı ve ısının acımasız olduğu diğer gezegenlerde hayvan yaşama olasılığına işaret eden dünyamızdaki yegâne canlı, peri kurbağacığın koyu kahverengi ve kalın kabuklu kış yumurtasıdır. Bu yumurtaları 200 derece Fahrenheit (kaynama noktasından yalnız 12 derece aşağıda) bir saat kaynatabilirsiniz. Ve embriyo yaşar. Sıfırın altında 360 derece Fahrenheit’ta (mutlak sıfırın 100 derece altında) dondurabilirsiniz. Ve embriyo yaşar. Bu bîçare, ölü görünen küçük kahverengi yumurtalar, 0.000001 mm.lik (tam vakumdan çok az farklı) hava basıncında canlılıklarını korurlar. Peri kurbağacık, bu güne dek gördüğüm en hareketli su hayvanıdır. Kabuğu ve güçlü kuyruğu ile 19 mm. boyundadır. 100 bacağı inanılmaz bir hızla hareket ederken, vücudu da bir yerlere gitme dürtüsünün dayanılmaz acılarıyla eğilip bükülür.
Kuzey Kutbu’ndan 15 derece güneyde, Büyük Grönland Buzulu’nun üzerindeki geçici bir tatlı su birikintisinde bu hayatın mümkün olduğu düşünülemez. Birikinti, günde 24 saatlik gün ışığının buzula vurmasıyla eriyen sudan oluşmuştur. Su, buzlu ve soğuktur. Fakat aniden donup, yılın 36 haftası boyunca çelik kadar sert olana dek peri kurbağacığın birkaç haftalık ömrü vardır. Bu misafir kabul etmez suda, aynı zamanda solungaç görevi yapan yaprak şeklinde yüzgeçlere sahip hareketli peri kurbağacıklar bulunmaktadır.
Peri kurbağacık, buraya nasıl geldi? Bu yaratık nasıl oluyor da sıfırın altında 40-50-60 derecelik aylar süren kutup gecelerine dayanabiliyor? Donan suyun ezici basıncından nasıl kurtulabiliyor? O ayaklarla nereye gidiyor? Peri kurbağacığın ömrü, buz parçalarının takırdadığı berrak buz suyu içinde birkaç haftaya sıkışmıştır. Onun yaşamı temmuzun ortalarında buzun erimesi ile başlar. Önce yumurtanın ince kabuğu açılır ve peri kurbağacık bir günde olgunluğa ulaşır. Eğer dişi ise, hemencecik sarılacağı bir erkek arar. Sonra çift, birbirinin bacaklarına kitlenmiş olarak birkaç gün gezerler. Daha sonra dişi peri kurbağacık vücudunun on birinci bölümündeki cepte bir yumurta kümesini bir gün kadar taşır. Bir erkek bulamadığı zaman, yine de yumurta yapar. Cebine koyar ve bırakır. Bu olay, yani yavruların erkek olmaksızın oluşması pek ender bir olaydır. Çok eş kullanarak veya yalnız başına peri kurbağacık, birkaç haftada her birinde 250 yumurta olmak üzere 6 kere yumurta verebilir. Böylece yaşam sürer.
Gece yarısı güneşinin kuzey ufkunda kaybolduğu ilk an olan ağustos sonunda, birikintinin üzerinden bir gölge geçer ve kısa bir süre sonra su donmaya başlar. Yaşamın ileri ucunun yegâne halkı suya dalar. Dişi peri kurbağacık son yaptığı yumurtaları, hızlı kuruyan bir yapıştırıcıya benzer bir sıvıyla karıştırır. Onları, su donarken ezilmemeleri için taş aralarına (yarıklarına) bırakır. Yumurtalar, kutup güneşi gelecek temmuzda tekrar yükselip buzu eritene kadar dondurucu kutup soğuğunda, dokuz güneşsiz ay boyunca uyuyacaklardır. Berrak su katılaştıkça, buna uyamayan peri kurbağacık yaşamının son anında, hayvan hayatının yok edilmesi imkânsız tohumunu üretmeyi başarmış olarak ortadan yok olur.

Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika

Şimdi aşağıda verilen soruları cevaplayınız.
SORULAR :
1. Yazara göre peri kurbağacık bir batında kaç yumurta yapar?
a. 150 b. 200 c. 250 d. 300
2. Peri kurbağacık ne kadar sürede olgunlaşır?
a. 1 gün b. 1 hafta c. Birkaç gün d. 1 ay
3. Son yapılan yumurtalar,
a. Erkeğin yardımı olmaksızın açılırlar.
b. Kutup gecesi boyunca peri kurbağacığın cebinde korunur.
c. Erkeğin vücudundaki cebe bırakılır.
d. Taş aralarına (yarıklarına) bırakılır.

4. Yazarın ana fikri:
a. Kutup geceleri çok soğuktur.
b. Peri kurbağacığın varlığı diğer gezegenlerde hayat olabileceğini işaret etmektedir.
c. Peri kurbağacık son derece hareketlidir.
d. Kutup bölgelerinde temmuz ayı yaşam için uygundur.
5. Bu makaleden şu sonuca varıyoruz:
a. Peri kurbağacığın yumurtası yenebilir.
b. Yazar peri kurbağacığa hayrandır.
c. Peri kurbağacık bize hayat dersi verir.
d. Peri kurbağacığın yumurtası hiçbir zaman yok olmamaktadır.
Şimdi cevaplarınızı cevap anahtarından kontrol ederek, metni hangi oranda anlayabildiğinizi belirleyiniz.
CEVAP ANAHTARI :
1. c, 2. a, 3. d, 4. b, 5. d
OKUMA PARÇASI
Okuyacağınız bu metin, 488 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
KALABALIK VE MİLLET
Ben, Orta Anadolu’nun eski, tarihî bir kasabısında, Sivrihisar’da doğdum. Birkaç kuşak önce, yakın köylerden gelmişiz. Zati benim çocukuğumda, Sivrihisar da yarı köy sayılırdı. Kasaba civarında herkesin tarlası, bağ, bahçesi vardı. Akşam üzerleri, kanlı ışıklar, toz bulutları içinde, sürülerin ve sırtları “şabla” denilen bir çeşit yakacak otla dolu dönen heyyülâ gibi kadınların kasabaya girişlerini efsanevî bir tablo gibi hatırlarım. Halk şarkılarını, türkülerini, masallarını, ben ilkin kitaplardan, plaklardan değil; ablamdan, komşu kızlardan dinledim. Bayramları sokağın ortasına kalın bir direk dikilir, üstüne içi oyuk, dik direğe geçmiş başka bir direk konulur, bir yana kızlar, bir yana oğlanlar asılır, bağıra çağıra döner dururlardı. Yine sokağın ortasında kocaman, taştan bir dibek vardı. Herkes onun içinde bir şeyler döverdi.

Kabilesinden çok uzakta kalmış bir vahşi gibi, o günleri hatırladıkça, bu gün yaşadığım hayata bakar, şaşarım. Tarihin bütün safhalarını geçmiş bir insana benziyorum.BAUDELAİRE gibi, ben de “Bin yıl yaşamış kadar hatıralarım var.” diyebilirim. Bahar başlarken tepelerde son karlar erimeden, bütün mahalle çocukları “gâvur küfürü” denilen büyük bir ateş yakar, üzerinden atlardık. Bu oyun, belki de çok eski çağlardan kalma bir ateş merasimiydi. Günlük hayatın her anı en ince teferruatına varıncaya kadar, dinî, sihrî merasimlerle örülmüştü. Bunlar arasında çok garipleri olduğu kadar, çok güzelleri ve derin manâlıları vardı.

O zamanlar harp yıllarıydı. Ben Yunanlıların kasabamızı nasıl yaktıklarını gözlerimle gördüm. Eli silâh tutan erkeklerin hepsi askerdeydi. Kasabada yaşlı dedelerle, kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Ekseriyet fakirdi. Ben en yüksek, en ulvî merhamet ve yardım duygusunu o yıllarda tanıdım. Bir sabah, yaşlı bir komşunun elinde keser ve çivi ile kapımızın sarkan söğesini tamir ederken gördüm. İyilik, hayatın içine hava gibi, su gibi karışıyordu. Sonra, büyük şehirlere gittim. Oralarda okudum ve oralarda erleştim. Orhan Veli, “Boğaziçi Türküsü”nde, yanık yanık seslenir:
“İstanbulun orta yeri sinema
Garipliğim, yoksulluğum duyurmayın anama.”

Sinemada insan eğlenir, ama perdeye bakarak. Etrafında kalabalık vardır, bu kalabalığı teşkil eden insanlar arasında hiçbir hissî münasebet yoktur. Bu kalabalık ortasında, eğlenirken bile insan kendisini yalnız ve garip hisseder. Büyük şehirler de böyledir. Milyonlar ortasında, herkes tek başına, kendi kendisine...

İstanbul’da tam otuz yıl bir tünede yaşar gibi yaşadım.

Tren, vapur, sokak, meydan,insan dolu, kalabalık. Fakat herkes LEİBNİTZ’in mondları gibi kendi içine kapalı. Erzurum’a gidince, yıllar ve yıllar ötede kalan çocukluğuma, en ızdıraplı günlerde bile renk, neş’e, sıcaklık ve sevgi katan asil örf ve âdetleri, şarkıları, türküleri, masalları, yiğitliği insanlığı, hasılı bizi millet yapan her şeyi tekrar buldum. Bu, bende tarifi güç bir saadet hissi doğurdu. Sürekli, sağlam, diriltici bir saadet... Kara kalabalıkların karanlık yalnızlığından kurtulmuş, milletin, milletimin içine tekrar dönmüştüm. Artık gurbette değildim. Davulların tok sesleri ile kabim güm güm öttü. Zurnalarla içimin neş’elerini haykırdım. Dadaşların barlarını seyrederken, atlı akıncılarla beraber ufuklardan ufuklara koştum.

Bir kış, güneş gözlüğüm bozumuştu. Taş mağazalarda bir kuyumcuya tamir ettirdim. “Borcum ne kadar?” diye sordum. Asil çehreli usta, “Bunun için para alınır mı bey!” dedi. Otuz yıldan beri duymadığım bir hisle ürperdim. Bu, benim çocukluğumda sesini çok iyi tanıdığım ulvî ruhlu Anadolu insanının sesiydi.

Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Şimdi aşağıda verilen soruları “doğru veya yanlış” şeklinde cevaplayınız.
SORULAR :
1. Yazar, Orta Anadolu’da yeni kurulmuş bir kasabada doğmuştur.
2. Yazar sırtlarında keven denen ve yemek yapmakta kullanılan bir ot taşıyan kadınları hatırlıyor.
3. Yazar halk şarkı, türkü ve masallarını kitap ve plaklardan öğrenmiştir.
4. Yazar kendini BAUDELAİRE’e benzeterek “bin yıl yaşamış kadar hatıralarım var.” der.
5. Yazın gelişi, yaz ateşleri denen ateşlerle kutlanır.
6. Yazar Yunan mezalimini görmüştür.
7. Yazara göre o yıllarda iyilik hayatın içindedir.
8. Yazar büyük şehirlerde yalnızlık çeker.
9. Yazar Erzurum’da da aynı yalnızlık hissinden kurtulamaz.
10. Yazar Erzurumda yaptırdığı bir tamir işini bedavaya getirince sevinir.

Şimdi cevaplarınızı cevap anahtarından kontrol ederek, metni hangi oranda anlayabildiğinizi belirleyiniz.
CEVAP ANAHTARI :
1,2,3,5,9,10 yanlış; diğerleri doğrudur.
OKUMA PARÇASI
Okuyacağınız bu metin, 590 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
YOLLARDA
Ben çokça gezerim. Bunlar, diplomat gezileri gibi, planlı programlı şeyler değildir; daima kendi sınırlarımız içindedir;yelken gemileri gibi esecek rüzgâra göre rota değiştirir. Bazı, saatlerce tenha bir istasyonda tren, yahut güneşle beraber uyumuş bir küçük kasabanın otelinde uyku beklerim. Fazla bir yağmur, yahut kar fırtınasında bir iki gün bir köyde kapanıp kalırsam arayıp soranım bulunmaz. Gün olur ki bomboş bir ovanın ortasında otomobil bozulur; şoför, yoldan geçen kamyonlardan pompa, tel, meşin ve lastik parçaları tedarik edip makine veya tekerleğini tamir edinceye kadar etrafta dolaşırım; yahut eski taş basması Muhammediyelerdeki gibi, Cennet bağı resimlerini andıran cılız bir ağacın altında otururum.
Bu saatlerde vakit öldürmek için icat ettiğim çarelerden biri de elime geçen bir kâğıt parçasına yollarda gördüğüm öte beriyi karmakarışık not etmektir. Bunlardan bir kısmı kaybolup gitmiştir. Fakat çantamın bir köşesinde birikip kalmış olanlar da bir tomar meydana getirecek kadar çoktur. Seyahat kitap veya makalesi yazmak, son senelerde bütün dünyada bir moda haline gelmiştir. Ömrümde bir kere ben de kendimi modaya uydurarak bu notlardan bir yazı serisi çıkarmayı düşündüm. Bunlarda ne zaman, ne de yer kaydı gözetilmiştir. Zaten Anadolu’da zamanlar ve yerler kadar birbirine yakın ve birbirine benzer ne vardır ki? Araba 1935 üslûbu bir kübik istayon binasının yanından saparken gözünü kapa ve aç; kendini bir anda İstanbul’un otuz kırk yıl evvelki bir mezarlık safasında bul... Yol kenarında bir set; settin üstünde kırık mezar taşları, bunların arasında renk renk yeldirmeli, çarşaflı kadınlar oturmuş; aralarında poturlu, mintanlı simitçiler, leblebiciler, turşucular dolaşıyor... Tıpkı tıpkısına meşrutiyetten evvel akşak üstleri Karacaahmet, Bitli Kâğıthane, Mahmut Baba mezarlıklarında gördüğümüz manzara. Bir sokak daha dönelim. Toprak kulübeler arasında bir arsa... Ortada bir bostan kuyusu ile bir eşek... Eşeğin arkasına yirmi, otuz metrelik bir ip, ipin ucuna da bir kova bağlanmış... Hayvan, kuyu ile kulübelerden biri arasındaki yol üzerinde akşam piyasası yapar gibi ağır ağır gidip geliyor... Onun her gidiş gelişinde kova bir kere kuyuya dalıp çıkıyor, böylelikle de kulübelerin su ihtiyacı gideriliyor... Bu usûlün, tarihin hangi devrine ait olduğunu pek kestiremeyeceğim amma her halde çok iski zamanlarda yaşadığımıza şüphe yoktur. Bazı, bir ova yolunda saatlerce gidersiniz. Karşınıza bir köy çıkar... Hayretle düşünürsünüz: “Ben bu alçak toprak kulübeleri, bu sokakları; tekerleğinin biri çıkmış bu öküz arabasını; onun üstüne tünemiş tavukları, yarı çıplak çocukları; biraz ötede omuzunda testi ile su taşıan yalın ayak küçük kızı, sırtında bir çalı demetiyle yokuştan inen peştemallı büyük anayı bir saat evvel bir daha, iki saat evvel bir daha gördüm... Sakın araba beni bir daire etrafında döndürüp dolaştırdıktan hep aynı yere getirmesin? Her halde öyle olacak... Evvelâ uzaktan dik dik bakan köylüler yanıma yaklaşıyorlar, şehirlerdeki bazı şık molla eskilerinin sakalı kadar uzamış tıraşlı yüzlerini tanımağa başladım. Daha iyisi onlar da beni tanımış olacaklar ki, tatlı tatlı gülümsemeye, etrafımı almaya başladılar. Evet, bu uçsuz bucaksız yolda ne kadar ilerlerseniz, dönüp dolaşıp hep aynı yere varacaksınız. Bu benzerlik, bana bir yandan can sıkıntısına, yese benzeyen bir yürek üzüntüsü verir. Fakat bir yandan da bu toprağın hiçbir köşesinde garip kalmayacak, her gittiği yerde kendini hemen açılan ve ısınan bir kardeş kucağında bulacağına emin bir insan ferahlığı... Ne söylüyordum? Notlarımda zaman ve yer kaydı gözetilmemiştir. Aralarında üç beş yıl farkı bulunan bu kâğıt parçalarından hangisinin eski, hangisinin yeni olduğunu kendimi zorlamadan hatırlamak zaten mümkün değil gibi... Öyle rast gele bir şey... Her yazıda olduğu gibi bunlarda da az çok umumî bir manası bulunanlara ve bu bakımdan okuyanları bir dereceye kadar ilgilendirecek olanlara rast gelinmesi mümkündür. Fakat kendimden başkasına bir şey söylemeyecek. boş fevezelikler de az olmayacaktır. Bunu peşin haber veriyorum.
Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Metni anlama seviyenizi ölçmek için soruları cevaplandırmaya geçmeden önce aşağıda verilen kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız.
Rota...........
Diplomat.......
Meşin..........
Kübik..........
Potur..........
Mintan.........
Akşam piyasası yapmak........
Bostan.........
Molla..........
Garip..........

Şimdi aşağıda verilen soruları “doğru veya yanlış” şeklinde cevaplayınız.
SORULAR :
1. Yazar Anadolu’da planlı programlı biçimde gezmektedir.
2. Gezileri sırasında arayanı soranı yoktur.
3. Yazar seyahat yazısı yazmak moda olduğu için modaya uyar.
4. Yazar, notlarında yer ve zamanı gözetmiştir.
5. Yazar seyahat yazıları için daha önce karmakarışık tuttuğu notlardan yararlanmaktadır.
6. Bütün Anadolu birbirine benzer manzaralarla doludur.
7. Yazar, eşek tarafından çevrilen bir su dolabını anlatır ve halâ tarihin çok eski zamanarında yaşandığını öne sürer.
8. Yazar hep aynı yerde dönüp durmaktan dolayı sıkılır.
9. Anadolu’nun birbirine benzer yapısı, yazara hiçbir yerde garip kalmayacağı güvencini verir.
10.Yazar, yazılarının herkesi çok ilgilendireceğini söyler.
CEVAP ANAHTARI :
1, 4, 8, 10 yanlış; diğerleri doğru.

OKUMA PARÇASI
Metni okumaya başlamadan önce aşağıda yazılı kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız.
Hırdavat ............
Patika ..............
Bahtiyâr ............
Saffet ..............
Münasebetsiz ........
Ehemmiyetli .........
Lâkırdı .............
Müzakere ............
Muhafaza ............
Teslim - tesellüm ...
Muamele .............
Helâlleşmek .........

Okuyacağınız bu metin, 584 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
BİR TİCARET KERVANI
Geçen yazın sıcak bir günü... İki saatten beri bir tepe üzerinden Adana Ovasını serediyordum. Biraz evvelki ışık bolluğu karşıdaki şehri âdetâ seçilemeyecek bir hâle, karmakarışık bir cam, taş, maden yığını hâline getirmişti. Şimdi güneş indikçe renkler beliriyor, şekiller meydana çıkıyor; şehir, âdetâ adım adım yaklaşıyordu. İçime akşam garipliğiyle beraber bir de korku çökmeye başlamıştı. İki saatten beri devam eden tekerlek tamirini bitirememek, geceden evvel şehri tutamamak korkusu.
Şoföre:
Yaya gidilirse Adana’ya kaç saatte varılır? diye sordum.
O, evvelâ ciddî bir tavırla:
 Eh, sabaha karşı varılır! dedi. Sonra gülümseyerek ilâve etti:
 Merak etmeyin... Tamir bitmek üzere... Evel Allah sizi dağ başında bırakmayız.

Tekerlek, yolun ortasında bir sürü hırdavat arasında yamyassı yatıyor, öyle pek yakında davranıp kalkacağa benzemiyordu.
Ben, her ihtimale karşı paketimdeki sigaraları sayarken yanımızdaki patikadan iki köylü çıktı. Önlerinde cılız bir eşek yürüyordu.
Köylüler, bize selâm verdikten sonra merakla tamiri seyretmeye koyuldular.
 Ağalar; nereden geliyorsunuz bakalım böyle?
 Konya Ereğli’sinden...
 Nereye gidiyorsunuz?
 Adana’ya...
 Ereğli’den ne vakit çıktınız?
 Eh, var iki, üç dört gün...
 Adana’da ne yapacaksınız?
 Hiç... Sanki biraz malımız var da satacağız.

Gözüm, bu tekerlek tamiri işiyle pek ilgilenmiş görünmemekle beraber sahiplerinin biraz ilerisinde durmuş olan eşeğe ilişti. Bir yük hayvanı yük yönünden ancak bu kadar bahtiyâr olabilirdi. Benim bile pek sıkıntı çekmeden taşıyabileceğim büyüklükte iki sepet...
 Bu sepetlerde ne var ağalar?
 Kayısı... Bizim oranın yemişi güzel olur da...
 Peki, bunları Ereğli’de satamaz mıydınız ki, bu kadar yolu göze aldınız?
 Ereğli’de ne para edecek ki?

Çocukluğumda anlatırlardı. Meselâ Ankara’dan iki araba armut yükleyip Sinop’a indirirlermiş, orada müşteri bulamadılar mı haydi İnebolu’ya... Yahut Bolu’ya... Ankara neresi, Sinop neresi, İnebolu neresi? Sonra iki araba armut bunca yola ve zahmete karşı ne kâr bırakır? Daha o zaman bile bunlar bana bir misal gibi gelirdi. Fakat aradan bu kadar yıl geçtikten, şehirler, trenler ve kamyonlarla bu kadar birbirine yaklaştıktan sonra, Konya Ereğli’sinden Adana’ya bir eşek sırtında iki sepet kayısı götüren iki köylüyü bu gün gözümle görüyordum.
Hemşehriler... Bunlarda kaç okka mal var? Kaçtan satacaksınız? Elinize kaç para geçecek?
Köylülerden genci saffetle:
Kaçtan müşteri bulacağız bilinmez ki, dedi. Haydi diyelim ki okkasını...
Bir fiyat söyleyecekti. Fakat öteki köylü buna meydan bırakmadı. O, ticaret işinden daha çok anlar bir insana benziyordu. Benim kayısılara müşteri çıkmam ihtimalini düşünmüş ve arkadaşının münasebetsiz bir fiyat söyleyerek piyasayı düşürmesinden korkmuştu.
Bizim Ereğli’nin kayısıları hiçbir yerinkilere benzemez, diyordu. Velâkin birazı yolda çürüdü; yenebilecekleri yedik, pek çürükleri attık. Elimizde sekiz on okka bir şey kaldı. Onları da Adana’da kime olsa satarız.
Sepetten birkaç kayısı çıkarıp getirdi:
Şu mala ba... Ye bir tane... Çekinme yetim malı değil... Sonra ehemmiyetli bir sır söyleyecek gibi ağzını kulağıma yaklaştırdı:
 Hani Adana’da on beşten aşağı vermem ya... Sana on ikiye bırakayım.

Şoförler pazarlığa karıştıkları halde malı düşürmelerinden, ortaya mide bozacak lâkırdılar atmalarından korkuyor, müzakerenin gizli geçmesini istiyordu.
 Peki alayım, otomobilin içine bırakıver, dedim.
Kayısıların hepsi yüz otuz, yahut yüz kık kuruş tutuyordu. Köylü, pazarlık etmeden, bir kuruş bile kırmağa savaşmadan bu kadar kolaylıkla mal almağa razı oluşuma birdenbire inanamadı. İnandıktan sonra da gönlümün rahat etmesi için birçok diller döktü, kayısıları birkaç gün muhafaza etmek için bana çareler öğretti.
Yüz otuz, yahut yüz kırk kuruş sayılıp teslim - teselüm muamelesi yapılır ve helâlleşirken kendimi birkaç yüz bin liralık mal almış bir tüccar sanıyordu. Ticaret seferi artık sonuna ermiş, kervanın Adana’ya inmesine sebep kalmamıştı. Bu esnada bizim otomobilin tamiri de bitmişti.
Köylüler, benden bir daha helâllik diledikten sonra eşeği tekrar Ereğli yoluna çevirirlerken ben, biraz evvel gece olmadan şehre varamamaktan korktuğuma utanıyordum.
Şoförler:
Köylüler sizi aldattılar bey, diyorlardı. Biraz dayansaydınız, kayısıları bir kâğıda alırdık.
R.Nuri GÜNTEKİN (ANADOLU NOTLARI-I)
Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Şimdi aşağıda verilen soruları “doğru veya yanlış” şeklinde cevaplayınız.
SORULAR :
1. Adana yakınlarında yazarın arabasının motoru bozulmuştur.
2. Arabayı en az iki şoför kullanmaktadır.
3. Akşam yaklaşırken yazar korkuya kapılır.
4. Yazar sigara kullanmaktadır.
5. Köylüler yazarı kandırmaya çalışırlar.
6. O yıllarda ucuzluktan ziyade malın ve emeğin para etmediği görülmektedir.
7. Köylüler Konya şehrinin merkezinden gelmektedirler.
8. Kayısıların bir kısmı yolda çürümüştür.
9. Yazar köylülerle hiç pazarlık etmez.
10. Köylüler mallarını sattıkları halde Adana’ya giderler.

CEVAP ANAHTARI : 1, 5, 7, 10 yanlış; diğerleri doğrudur.
 

o.baba1

New member
OKUMA PARÇASI
Metni okumaya başlamadan önce aşağıda yazılı kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız.
Zifirî ................ Telkin etmek .........
Aristokrat ............ Nesil ................
Rötar ................. Kudret ...............
Havadis ............... Nazik ................
Bedbaht ............... Tavsiye ..............
Meyûs ................. Ehliyet ..............
Banliyö ............... Tavsiye ..............
Şimendifer ............ Hatır ................
Sıkboğaz etmek ........ Babacan ..............
Nevi .................. Kursak ...............
İltimas ............... Nankörlük ............
Sülb .................. Tahmin etmek .........
Sefâlet ............... Banliyö ..............
Mesul ................. Tasvir ...............
İzahat ................ Nüfûz ................
âhir zaman ............ Mektep ...............

Okuyacağınız bu metin, 1064 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
İSTASYONDA
Güney istasyonlarından birinde iki saatten beri tren bekliyorum.
Kasabadan yarım saat uzakta sık bir ağaçlık arasında kaybolmuş bir istasyoncuk. Neredeyse karşı tepelerde tan atacak. Fakat şimdilik zifirî karanlık içindeyiz. Etrafımızı saran, tepemizde gök yüzüne doğru alabildiğine uzanıp gidiyor gibi görünen ağaçların karanlığı; kalın bir buğu tabakasıyla kapalı göğün kendi karanlığı...
Durmadan sigara içerek istasyonun rıhtımını arşınlıyorum.
İstasyon şefi sigaranın ateşini görmüş... Yanıma yaklaştı.
Yorulmuş olacaksınız, buyurun da benim odada dinlenin, dedi. Efendim, bekleme odası oturulacak halde değil... Yolcuların çoğu köylü... Pabuçlarını çıkarıp kanepelere seriliyorlar... Üstelik yerlere de türlü pislik atıyorlar.
Şef, beni; odayı ve köylüleri beğenmediği için dışarıda dolaşan bir aristokrat sanmıştı. Kısa bir iki kelime ile teşekkür ettim. Sözlerimde rötara canım sıkıldığını anlatacak bir şey olmamakla beraber o, başını sallayarak;
Haklısınız, dedi. İnsan her hangi bir şeyi beklerken sinirli olur. Ayakta beklemek, oturduğu yerde beklemekten daha iyidir.
Sabırsızlığı ve bekleyişi bu şekilde anlatmasına göre istasyon memuru bir parça filozof, yahut edebiyatçı... Karanlıkta yüzüne bakıyorum. Nihayet otuz yaşlarında uyanık, parlak gözlü bir genç... Dilinden hemşehri olduğumuz da anlaşılıyor...
Ben, dört seneden beri buradayım... Beş altı ay evvel Haydarpaşa’daki memuriyetime iade edileceğim yolunda bir havadis çıkmıştı. Gecelerce gözüm uyku tutmadı. Hoş, şimdi de uyuyor değiliz ya... Fakat o, başka türlü bir uykusuzluktu. Bunu söylerken kesik kesik gülüyordu; fakat ne acı ve sinirli bir gülüş! Bu başlangıç, bana uzunca bir dert dinleyeceğimi zannettirmişti. Öyle olmadı. Hakikî bedbahtlar, hakikî fakirlere benzerler; sefaletlerini birden bire açığa vurmaktan utanç duyarlar.
Genç memur, lâkırdıyı değiştirdi, rötardan kendisi mesulmüş gibi;
 Vah, vah... Aksi oldu; kusura bakmayın, dedi.

Bu esnada içeriden telgraf tıkırtıları gelmeğe başlamıştı. Acele etmeyerek yanımdan ayrıldı, odasına döndü.

Bir şey söylemek istememesine rağmen tekrar döneceğini, karanlıkta acı ve lüzumsuz bir şeyler konuşacağımızı seziyordum. Hızla uzaklaşarak kenardaki ağaçların arasına dadım; izimi kaybetmek için sigaramın ateşini avucumun içinde saklıyordum. Buna rağmen o, beni biraz sora tekrar yakaladı. Tahminim doğruydu. Telgrafı aldıktan sonra üç beş dakika kendi kendine düşünmüş, karanlıkta dolaşan yabancıya derdini açmaya karar vermişti. Bir yabancı, fakat kimdir, nenin nesidir biliyor muyuz? Sözü geçecek, en umulmadık bir zamanda kendine el uzatabilecek bir adam olmadığı nereden belli?
Edebiyatçılar ümidi daima ışık şeklinde tasvir ederler; fakat o, pekâlâ insana bir karaltı şeklinde de gülümseyebilir.

Hasılı, istasyon şefi boş bir denizin kıyısında balık bekleyen meyus bir balıkçı gibi rast gele bu tarafa da bir olta sallamakta bir zarar görmedi.

***

Dört sene evveline kadar İstanbul’da banliyö istasyonlarından birinde memurmuş... Tesadüf deyin, talihsizlik deyin, nasılsa bir kazaya uğramış; kasadaki bilet paralarının hesabını veremediği için bir hayli tartaklandıktan sonra bu uzak ve ıssız cehenneme atılmış!..
Sonsuz yeşilliklere ve su seslerine boğulmuş bir yere cehennem demek bana ilk önce bir nankörlük gibi görünmüştü. Fakat bir parça düşününce hak verdim. Yaşamak ve eğlenmek ihtiyacında bir ümitsiz genç, yeşillik ve su içinde de pekâlâ cehenemde gibi yanabilir.
Belki suçluyum, belki değilim, diyordu. O, başka mesele... Fakat suçlu da olsam bu kadar çullanmak doğru mu? Dört sene bu çölde kalmak sade suçumun cezası olamaz... Kimsesizliğimin, bir arayıp soranım bulunmamasının cezası... Şayet Anadolu Şimendiferleri İdaresinde bir bildiğiniz varsa... İş hayatında daima başımıza gelir. Olmayacak şeyler için tavsiye isterler. Pek sık boğaz ederlerse “Bakalım bir sırasını düşürebilirsek.” yolunda bir yalanla yakamızı kurtarırız.
Fakat ben, boş ümitle insan avutmanın faydasından ziyade zararına inandığım için çok kere yüzümü kızdırır, açıkça “Mümkün değil.” derim. Nitekim istasyon şefine de o gece öyle yaptım.
***

Tren, hâlâ görünürlerde yok... Dolaşmaktan ayaklarım sızlamağa başladığı için bekleme odasına giriyorum; kanepelerden birine ilişiyorum. Karşımda bir hasta kadın yatıyor. Boğazında hindi kursağı büyüklüğünde bir şiş var; gözleri korkunç bir surette evlerinden fırlamış... Galiba bir “göitre ophtalmite” vakası... Orta yaşlı bir adam yere çömelmiş, hastanın başını elleri içinde tutuyor... Bu baş, en hafif sarsıntıya gelemiyor; erkeğin küçük bir hareketi üzerine bir ağlayıp sızlamadır başlıyor. Biraz sonra trende bunlara komşuluk edecek yolcuların Allah yardımcıları olsun. Kadın ağladıkça erkek;
 Hele şuna bak... Çocuk mu oldun? Seni kınarlar, diyor.
Sonra bana gülümsüyor.
 Kadın kısmısı tabansız olur, ağrıya dayanamaz.

Karşıdan karşıya konuşmaya başlıyoruz. Karı koca imişler... Adana hastahanesinde ameliyata gidiyorlarmış... Ellerinde kaymakamın bir mektubu varmış... Doktorlar boğazdaki şişi çıkardıkları gibi kadın dipdiri ayağa kalkacakmış... Fakat kadın, cahil olduğu için buna aklı ermiyor; “Hastahanede beni öldürecekler.” diye ağlayıp duruyormuş! “Ne münasebet! Hastahanede adam öldürüldüğü görülmüş şey mi?” der gibi başımı sallıyorum. Fakat köylü, bu belânın bir ameliyatla savuşturulacağına kendi de biraz evvel söylediği kadar kuvvetle inanmıyor olmalı ki karısının korkabileceğini düşünmeden bana soruyor:
 Ne dersin efendi? Sahi geçer mi ki?

Gözüm hastaya ilişiyor; duvarda tüten petrol lâmbasının ışığı içinde bu gözler korkudan daha büyümüş gibi bana bakıyor. Gel de yalan söyleme!
 Elbette geçer, diyorum ve bazı uydurma izahat veriyorum.

Köylü bu sözlerimi pek derin bularak;
 Doktor musun? diye soruyor.
 Değilim amma, bu işleri iyi bilirim.
Adana hastahanesinde tanıdığın biri varsa bir tasfiye yazıver. (Köylü, gerçi tavsiyeye tasfiye diyor, fakat bunun ne olduğunu pekâlâ biliyor.) Sevaptır... Şu garibe iyi baksınlar.

Yarım saat içinde bu ikinci iltimas ricası... Sabah yaklaşıyor... Uykusuz gecenin sabahı... Bütün dertlerin teptiği, ağrı ve acıların keskinleştiği, azdığı saat... Hasta kadının sızıltıları radyodaki “feding”ler gibi yavaş yavaş hafifleyip kayboluyor. Bu defa, arkamdaki kanepeden başka bir dert, bir şikâyet yükselmeye başlıyor. Altmış beş yaşlarında sıska bir ihtiyar, babacan bir jandarma onbaşısına uzun bir toprak davası anlatıyor... Üç beş seneden beri bitmeyen, adamcağızı ihtiyar ve hasta halinde ikide birde Adana’ya sürükleyen bir dava... Jandarma, arada bir “Ya... Öyle mi?.. Vah vah!” diyor. Bazan da yorgunluktan birdenbire horluyor ve açılıyor. Başımı çevirsem ihtiyarın derhal beni yakalamasından, hikâyenin alt tarafını bana dinletmesinden ve sonunda bir tavsiye mektubu için ellerime sarılmasından korkuyorum. Dedim ya, bütün dertlerin şahlandığı, uçan kuştan imdat arandığı en nazik bir saatteyiz.
***

Bu istasyonda memleketin en acı bir derdiyle yüz yüzeyim. Memura inanmamak, vazife ve insanlık denen şeye inanmamak. İstasyon memuru bir çöl ortasında unutulduğunu, arayıp soranı bulunmadığını zannediyor. Köylü, doktorun zengin hastayı, fakir hastadan ayırt etmeyeceğine gönlünü kandıramıyor.
En cahil insan tavsiye kelimesini biliyor, söylüyor. Tavsiye isteyene hakkından, ehliyetinden büyük tavsiye olmayacağını, elinde her hangi neviden bir nüfûz ve kudret bulunan insanın hatır, gönül, tavsiye, iltimas denen şeylerden daha derin bir şeye de itaat edebileceğini söylediğiniz vakit, sizinle açık konuşmağa cesaret edecek bir insan değilse, acı bir gülümseme ile boynunu büküyor. Memleketin bu eski hastalığından yeni yetişen çocukları olsun korumak için bilmem ki ne yapmalı? Bizim nesillere onu âdetâ mektep sıralarında bir ders gibi telkin ederlerdi. Ben şu aşağıdaki hikâyeyi daha ilk mektep çocuğuyken hocamdan dinlediğimi hatırlıyorum.
Allah, İbrahim Peygamber’e ilerilerde dünyaya bir âhir zaman peygamberi geleceğini müjdelediği zaman, İbrahim Peygamber ellerini açmış; “Aman Yarabbi! Benim sulbümden gelsin.” diye yalvarmış. İltimas ve tavsiye daha işte o zamandan başlamıştı.
Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Şimdi aşağıda verilen soruları “doğru veya yanlış” şeklinde cevaplayınız.
SORULAR :
1. Yazar köylülerle birlikte oturmak istemediği için bekleme odasına girmez.
2. İstasyon güçlü elektrik ampulleriyle aydınlatılmıştır.
3. İstasyon şefi İstanbulludur.
4. Tren rötar yapmıştır.
5. Yazara göre hakikî fakirler ve bedbahtlar, sefaletlerini birden açığa vurmak istemezler.
6. Her karşılaştığı kişi yazardan iltimas veya tavsiye mektubu ister.
7. Hasta kadının kocası, kadını teselli etmek için söylediği sözlere pek de inanmamaktadır.
8. Yazar hasta kadına doğruyu söylemekten çekinmez.
9. Jandarma binbaşısı yaşlı köylüyü dikkatle dinlemektedir.
10. Yazar iltimas konusunda ilk mektepte dinlediği bir hikâyede, bu işin Yunan Tanrısı Zeus’la başladığının söylendiğini hatırlar.
CEVAP ANAHTARI : 1, 2, 8, 9, 10 yanlış; diğerleri doğrudur.
OKUMA PARÇASI
Metni okumaya başlamadan önce aşağıda yazılı kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız.
Mahsus ............. Mesut ...............
Tezvir ............. Müstesna ............
İnziva ............. Kampana .............
Fuzulî şâgil ....... İptidaî .............
Endam .............. Mahrem ..............
Medenî ............. Cemiyet .............
Muhacir ............ Figüran .............

Okuyacağınız bu metin, 970 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
TRENDE
Halk; “Yalnızlık Tanrı’ya mahsustur.” der. Felsefe; “İnsan doğuştan medenîdir, cemiyet içinde yaşamak için yaratılmıştır.” der. Hayatta da her gün bunun çeşit çeşit misallerini görürüz. Gece yarısına doğru alnız odasına dönen bekâr, evli komşusunun penceresinde ışık görünce garipser; bu pencerenin arkasındaki mesut aile babasını kıskanmaktan kendini alamaz. Amma mesut aile babası bu saatte yatağında başına üşüşmüş bakkal,kasap,kömürcü,terzi hesapları içinde tavada balık gibi bir yandan bir yana döne döne kızarıyormuş, ne çıkar?
Bin tezvirle gelinini evden atmış kaynana, ertesi sabahtan tezi yok yeni bir gelin, kendine bir can yoldaşı aramağa çıkar. Hasılı, insanlar, kalabalık içinde yaşamayı yalnız ve rahat yaşamaya daima tercih etmişlerdir. Yalnız trenler, yatılı trenler müstesna.
Kalabalıktan en hoşlanan insan, vagona ayak attı mı derhal bir inziva hastalığına tutulur. En candan dostunu bile yanında istemez. Dost şöyle yakın bir kompartmanda olsun da ara sıra nasıl olsa gidip görülür.
Bay, trenin kalkmasına yarım saat kala vagonun köşesine yerleşmiş; bavullarını, paketlerini, şişelerini, yiyecek sepetini. kâğıda sarılı terliklerini etrafındaki filelere dizmiş; seyahatten seyahate kütüphanesinden çıkarıp yol çantasına koyduğu kitabını, sigaralarını, gazetelerini yanına koymuş, oturuyor.
Şimdi onun en büyük korkusu, vagona bir yolcu girmesidir. Rıhtımda kaynaşan kalabalığa düşman gözüyle bakıyor, birisi koridorun kapısından içeri baksa yüreği çarpıyor; bir tren memuru kapıyı açsa kuluçkada bir hindi gibi burnunu şişirerek kabarmağa hazırlanıyor.
Trenin kalkmasına yirmi dakika, on beş dakika kaldı. Galiba kimse gelmeyecek! Fakat ikinci kampana çalınacağı sırada kapı açılıyor, içeriye bir baskındır oluyor. Bay, şimdi anadan kalma tapulu evine mahkeme kararıyla “fuzûlî şâgil” giren bir insanın asil isyanları, koyu kötümserliği ile dolup taşmaktadır.
Tren yolcusunun kompartmana yabancı sokmamak için türlü hileleri vardır.
***

Bunların en iptidaîsi, kendisini uğurlamaya gelenleri etrafına dizmek, bazan da hattâ bunun için dışardan mahsus adam getirmektir. Güya bu kuru kalabalığı görenler vagonu doldu sanarak başka yere gidecekler.
Bazan bir yolcu, yahut bir memur kapıyı açıp sorar :
 Bayların hepsi yolcu mu? Boş yer yok mu?

Gürültüye, ağız kalabalığına getirilerek bu saygısız atlatılır ve kapı tekrar kapanır. İşin mi yok, Allah’ını seversen kardeş! Yer nerede? Tren kalkınca Bay, şurada oturacak; şuraya başını, şuraya ayaklarını yerleştirip yatacak. Şurada sepetini açıp yemek yiyecek... Pencereden güneş, yahut rüzgâr gelirse şu siper köşeye kaçacak. Adamcağızın ara sıra ayakları karıncalandıkça dolaşacak bir yeri bile yok. Üstelik sen de buraya girmeye kalkışırsan işimiz var... Ortalığın telâş ve kargaşalığı içinde hiçbir şeyin farkında değil gibi görünen memurlar bu hileyi kim bilir trenin kaçıncı icat senesinde öğrenmişlerdir. Koridorda sızlanan yersiz yolculara, “İki dakika müsaade, şimdi yer buluruz.” derler ve hakikaten tren kalktıktan iki dakika sonra bayın kompartmanında figüranlardan boşalan yerlere onları birer birer yerleştirirler.
***

Benim Karaferye muhacirlerinden bir dostum vagonda yalnız kalmak için bazı güzel çareler bulmuştur. Bir gün bana şunları anlattı:
Ben trende çok kere hasta taklidi yaparım. Meselâ yüzüme bir tülbent bağlarım. Parmağımla gözümün etrafına bir parça sigara külü bulaştırıveririm. Sigara külü ne olacak... Temiz şey... Siliverdin mi gider... Yüzümün üst tarafı da zaten Allah’tan biraz şişçe olduğu için beni görenler yılancık olmuş sanır. Daha olmazsa “Vallahi bilmem birader, bizim dayı yılancıktan öldüydü. Bize de mi geçti nedir?” diye konuşuveririm. Herifi koydunsa bul!.. Her zaman yılancık olmaz ya, bazı da gözlerimi şöyle şöyle bir iki çevirir; “Endam aynasının camına, desturun sinekler pislemiş. Keserin ucuyla bunları kazıyayım dedimdi, ayna paramparça oluverdi. Beni deli diye on bir ay tımarhanede yatırdılar... Neyse yolunu bulup kurtuduk.” derim... Karşıma oturmaya hazırlanan yolcu, bir gözlerime, bir de elimdeki kalın bastona bakar; çantasını kaptı mı yallah dışarı... Sen olsan durur musun? Herif canını sokakta mı buldu? Meşrutiyet senesi trenle Selânik’ten Manastır’a gidiyordum... Bir kalabalık, aman Allah... Oturacak değil, ayakta duracak yer yok. Usulca kunduramı çıkardım, el tasındaki havluyu ayağıma sardım, bir kenara dayanarak “Of! Of!” diye inlemeye başladım... İnsaniyet, yer yüzünden kalkmadı ya? Beni yaralı sandılar, birini kaldırarak yerine beni oturttular, ayrıca hizmetime de bakıverdiler.
 Peki, ya hastalığa, mikroba aldırmayanlara çatarsan?..
Eh, öylesi de olur... Baktın ki aldıran yok... Biraz gittikten sonra, “Şu yol havası başka şey... Trene binerken ölecek gibiydim... Şimdi maşallah açılmağa başladım!” diye söylenirsin, işi ahpaplığa dökersin, olur gider.
***

Zaten herkesin yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Yabancıları atlatmaktan ümit kesilince, çaresiz, onlarla anlaşmak ve hoşça bir vakit geçirmek yolu aranır. Tren kalktıktan biraz sonra sinirlerdeki gerginlik geçer; medeniyet ve nezaket duyguları yavaş yavaş geri dönmeye başlar.
 Sigaramın dumanı sizi rahatsız edecek mi?
 Aman efendim... Estağfurullah... Bilâkis... Ümitler, hâlâ sönmemiştir.
 Şu deniz zabiti her halde İzmit’e gidiyor.
Şu çantalı zat avukat olmalı. Gece yarısına doğru Eskişehir’de iner, biraz ferahlarız.
İnsan böyle bir şapka, bir baston, bir de gazete ile Konya’ya gidemez ya... Her halde Tuzla’da iner.
 Şu kılıksız ihtiyar yanlış mevkie binmiş olacak. Biraz sonra memur, biletleri kesmeğe gelince üçüncüye gönderir.

Yolcular arasında ilk konuşmalar da aşağı yukarı bu maksatla başlar.
 Efendim, uzağa mı teşrif?
 Sapanca’ya...

Gözlerde gizili bir sevinçle:
 Vah vah, çabuk ayrılacağız demek...
 Efendim, nereye teşrif?
 Afyon’a

Gözlerde durgunluk ve karanlık:
 Çok âlâ... Epeyce vaktimiz var... Görüşmüş oluruz.
 Efendim, ne tarafa?
 Mardin’e

Söylenecek lâkırdı yok. Bırakın da o düşünsün...
***

Böyle olmakla beraber tren, biraz daha yol aldıktan sonra bu titizliklerin, huysuzlukların hiçbiri kalmayacak, arkada bıraktığınız eviniz, köyünüz kadar uzaklarda kaybolacaktır. İnsan, neye alışmaz ki? Trende bir yabancı ile baş başa geçirilen bir yahut iki gecede uzun bir karılık, kocalık hayatının bütün safhaları vardır. Evvelâ birbirinden çekinen iki yabancı iken, sonra birbirinizin yanında çorabınızı, potininizi çıkarır, gömleğinizi değiştirir, pijama, yahut entarinizi giyersiniz. Yiyeceğinizi beraber hazırlar, beraber yersiniz. Yıllarca her gün yüz yüze yaşadığınız, bir masa başında çalıştığınız bir arkadaşa söylemeyi aklınızdan geçirmediğiniz şeyleri, ruhlarınızın en mahrem ve zayıf taraflarını birbirinize açarsınız. Karşı karşıya, yan yana, kafa kafaya, hattâ bazan çekinmeden ayaklarınızı birbirinizin başının yanına koyarak türlü sarsıntılar, tartaklamalar içinde beraber uyur uyanırsınız.
Yolculuğun başında boğazını sıkmak istediğiniz düşman, çok kere ayrılık dakikasında bir eski dosttur. Bazan ayrılırken kucaklaşırız, birbirimize randevular, adresler verir, ve daha garibi bir, yahut iki gün evvelki kinimizde ne kadar samimî isek, bu sevgi ve bağlılığımızda da o kadar samimî ve insan oluruz.

Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Şimdi aşağıda verilen soruları “doğru veya yanlış” şeklinde cevaplayınız.
SORULAR :
1. Yazar insanların yalnızlığı sevmediklerini çeşitli örneklerle açıklamaktadır.
2. Tren yolculuklarında insan en candan dostunu bile yanında görmek istemez.
3. Tren yolcuları, yalnız kalmak için türlü çarelere başvururlar.
4. Tren memurları yolcuları boş yerlere yerleştirmekle hiç ilgilenmezler.
5. Hasta taklidi yaparak yalnız kalmaya çalışmak hiçbir zaman iyi sonuçlar vermez.
6. Deli taklidi yapan bir tren yolcusunu memurlar hastahaneye götürürler.
7. Tren yolcuları, yolculuk başladıktan sonra gerginliği bırakır ve yeniden medenîce davranmaya başlarlar.
8. Tren yolcuları arasında daha sonra ortaya çıkan samimiyet normalin bile ötesindedir. 9. O yıllarda tren yolculuğu hemen hemen tek alternatiftir.
10. İnsanlar yolculuk başlangıcında yabancılara kötü davranırken ne kadar samimî iseler, yolculuk sonunda gösterdikleri dostluklarında da o kadar ikiyüzlüdürler.

CEVAP ANAHTARI : 4, 5, 6, 10 YANLIŞ; DİĞERLERİ DOĞRUDUR.
 

o.baba1

New member
OKUMA PARÇASI
Metni okumaya başlamadan önce aşağıda yazılı kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız.
Camekân ............... Kıyas etmek ................
Meçhul ................ Amele ......................
İlbay ................. İlçebay ....................
Patika ................ Nisbetle ...................
Sarpa sarmak .......... Ehemmiyet ..................
Hikmet ................ Rivayet ....................
Muhtelif .............. Zerzevat ...................
Umumî ................. Kaide ......................
Fokstrot .............. Metafizik ..................
Saffet ................ Heves ......................

Okuyacağınız bu metin, 722 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
YOL
Anadolu’yu dolaşmamış İstanbullunun gözünde en büyüttüğü şeylerden biri de yoldur. Onda aşağı yukarı şöyle bir fikir yerleşmiştir:
İstanbul, asırlarca Anadolu’nun kanını emmiş, onun zararına gelişip güzelleşmiş bir şehirdir. Gün oluyor ki Eminönü meydanını su basıyor, bir yandan öbür yana hamal sırtında geçiyoruz. Kaldırımlar var ki üstünden otomobille geçen insan, meydan dayağı yemişe döner. Yokuşlar, virajlar var ki araba ile değil, ayakta inip dönebilirsen ne mutlu! Kazaların önünü almak için daimî toplantı halinde işleyen komisyonlara, polise, dört yol ağızlarında birer küçük Napolyon tavrıyla otomobillere, tramvaylara yol gösteren işaret memurlarına rağmen yarışların, çarpışmaların, kazaların önü alınamıyor. İnsan, dükkânında yahut kahvede otururken bir otomobil veya kamyonun camekândan içeri yürüyüş etmeyeceğinden emin değildir. Bakımlı İstanbul böyle olursa bakımsız Anadolu’yu var kıyas et!
İstanbulu, böyle düşünmekte hem haklıdır, hem haksız.
Haklıdır; çünkü Anadolu, onun için büyük bir meçhuldür. Yağmurda Eminönü’nün, açık havada meselâ ÇAkmakçılar, yahut Tophane yokuşunun halini gören kimsenin Konya Ovasından, Kop dağından ürkmesini gayet tabiî bulmak lâzımdır. Haksızdır; çünkü hakikat böyle değildir. Ben, Anadolu’nun şimdiye kadar gezebildiğim kısımlarındaki büyük ana yolları, İstanbul yollarından fena bulmadım. Hattâ bazı vilâyetlerdekini onlardan daha iyi gördüm de diyebilirim. En akla gelmez yerlerde bu yolların öylelerine rastlanır ki insan, kendini tenis kortunda, yahut bilardo masası üzerinde hareket ediyor sanır. Yol kenarlarında taş yığınlarına ve amele çadırlarına tesadüf edilmeyen zaman yok gibidir. Hele yaz günlerinde büyük yollarda sık sık ilbaylara ve ilçebaylara rast gelinir.
Onlar, iyi yol kadar memleketin yüzünü güldürecek ve kendilerininkini ağartacak bir şey olamayacağını gayet iyi anlamışlar ve bu işe canla sarılmışlardır. Yollar, tabiatiyle yol üstünde oldukları için teftişlerinde de fazla bir güçlük yoktur. Yanlarına varmak için bir katır sırtında patikalara, sarp yamaçlara tırmanmak lâzım gelmez.
İlbaylar ve ilçebaylar, güneşin altında mühendislerle, amelelerle konuşurlar; kıyıdaki malzemeye bastonlarıyla dürtüşler; yolun sağlamlık derecesini anlamak ister gibi potinlerinin ökçelerini taşlara vururlar. Sonra, yol yapmak, fazla zihin karıştırıcı bir iş de değildir. Onun için başlıca iki elemana ihtiyaç vardır; taş ve amele. Biraz para bulup bu iki elemanı birbiriyle çarpıştırmaya başladın mı iş yoluna girmiş, kendiliğinden yürümeye başlamış demektir.
Meselâ mektep binası yapmak buna nisbetle çok daha güçtür. Hele mektebin iç ve ruh tarafını mükemmelleştireyim diyecek olursan iş daha sarpa sarar.
Nihayet, yollar bir vilâyetin en göz önünde olan kısmıdır. Onları daima dost görür, düşman görür. Her insan gibi memurun da eserinin daima göz önünde kalacak kısımlarına fazlaca dikkat etmesini haklı bulmak lâzımdır.
***

Anadolu’da yalnız büyük memurların değil, en küçüklerinin de yola verdiği ehemmiyete bir misal: Orhangazi’den bir arabaya binip İznik Gölü’nün güney kıyısını takibe başlayın. Yarım saat gittikten sonra birdenbire asfalt bir yola sapacak, kendinizi büyük bir şehre giriyor sanacasınız. Hayır, burası Sölözmüslim isminde minimini bir köydür. Asfalt yol, nihayet yirmi beş, otuz metreden ibaret bir süs, bir oyuncaktır. Karşınıza çıkacak temiz çehreli, temiz kıyafetli bir köy delikanlısı, size tatlı bir saffetle;
Ben, buranın muhtarıyım. Heves ettik de bu asfalt yolu bu kadarcık yapıverdik. Ne yapalım, fazlasına kudretimiz yok, diyecek... Ne güzel bir fikir dönümünü ifade eden bir heves!
***

Yalnız, ne hikmettir, yapılan yolların bir kısmı çok çabuk bozuluyor. Altı ay evvel geçtiğiniz bir yoldan bu gün tekrar geçerseniz, o zaman bozuk gördüğünüz kısmın düzelmiş, iyi gördüğünüz kısmın bozulmuş olduğunu göreceksiniz. Bunun için rivayet muhteliftir. “Yollar sağlam yapılmıyor.” diyenler olduğu gibi, “Yollarda kusur yok. Bu kadar kamyona, otomobile demir olsa dayanmaz.” diyenler de var. Bazıları da “Yol yapmak zerzevat ekmek gibidir. Onunla daima meşgul olmak gerekir.” fikrinde.
Hangisinin doğru olduğunu tabiî bu işin uzmanları bilecek. Benim dolaştığım yerlerde gördüğüm şu ki, insan, sekiz on yıl evvel köylerde iki, üç ara yatı ile vardığı bir yere şimdi bir günde, altı, yedi saat içinde rahatça gidebiliyor. Anadolu yollarında âdetâ umumî kaideye bağlanabilecek bir şey daha gördüm: Şehirlerin dışındaki bayındırlık yolları, içlerindeki belediye yollarından daima daha iyidir. İki vilâyet arasındaki yoldan yağ gibi kayıp gidiyorunuz. Şoför hafiften bir şarkı, yahut fokstrot tutturmuştur. Siz de vaktine, saatine göre ya etraftaki manzaraya, ya birtakım sosyal, metafizik düşüncelere, yahut da sadece kendi şahsî kaygılarınıza dalıp gitmişsinizdir.
Durgun bir denizde motor sefası yapar gibi rahat ve sakin gidip dururken alttan alta bir dalgalanmadır başlar... Sağa, sola yalpalar, sarsıntılar vesaire... Bu fırtına ile beraber şoförün okuma tarzı da yavaş yavaş değişiyor. O vakit hiç korkmadan hükmedebilirsiniz ki bayındırlık sınırlarından çıkıp şehir sınırlarına girmek üzeresiniz. Keyfiniz kaçar, dalganın artacağını, çok kere şehrin merkezine, belediye binasının bulunduğu mahalleye doğru son dereceye çıkacağını evvelden bilirsiniz. İstemeden; “Ne olurdu şurada da bir belediye bulunmasaydı da rahat rahat yolumuza devam etseydik.” diye düşünürsünüz.
Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)


Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Şimdi aşağıda verilen soruları “doğru veya yanlış” şeklinde cevaplayınız.
SORULAR :
1. O devirde İstanbul yolları çok güzeldir.
2. Trafik kazaları bu günkü gibi önemli bir derttir.
3. İstanbullular Anadolu yollarının İstanbul yollarından daha kötü olduğunu düşünürler.
4. Anadolu yollarının her yanında inşaat faaliyeti görülür.
5. Yollar göz önünde olduğu için idarecilerin önem verdiği yapılardır.
6. Yol yapmak, mektep binası yapmaktan daha zordur.
7. Köylüler bile yol işine önem vermektedir.
8. Yollar çok çabuk bozulmaktadır.
9. Şehirler arası yollar şehir içi yollarından daha düzgündür.
10. Yolla, devamlı bakım onarım ister.
CEVAP ANAHTARI : 1, 6, yanlış; diğerleri doğrudur.
OKUMA PARÇASI
Metni okumaya başlamadan önce aşağıda yazılı kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız.
Hicran ................. Kaptıkaçtı ..................
Maroken ................ Tesadüf .....................
Peyke .................. Mihnet ......................
Talika ................. İptidaî......................
Nefer .................. Tabir .......................
Otokar .................

Okuyacağınız bu metin, 726 kelimedir. Metni saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
KAMYON
“Kuş uçmaz, kervan geçmez, ıssız Anadolu yolları...” Eskiden Aşık Garip, Arzu’yla Kamber, Kerem’le Aslı hikâyelerinde ve âdi konuşmalarda sık sık geçen bu tabir, artık masala ve şiire malolmak üzeredir. Aşık Garib’in, Kerem’in hasret ve hicranlarını dolaştırdıkları ıssız Anadolu yollarının her birinden şimdi bir günde geçen otomobil, kamyon, kaptıkaçtı adedi, Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarından geçen ticaret vapurlarından her halde daha çoktur.
Çırçıplak bir ovanın ortasındasınız. Yol kıyısında erkek, kadın, çocuk, birtakım insanlar görürsünüz. Yanlarında bohçalar, sepetler, heybeler, tavuklar var. “Bunlar Allah’ın kırında, güneşin altında ne arıyor?” diye şaşmayınız. Yol boyunca her yer bir istasyondur. Bu insanlar, buraya şu tepelerin arasında, arkasındaki kasabalardan, köylerden inmişlerdir. Eskiden kim bilir kaç gün, kaç gece kona göçe gidecekleri bir yere şimdi üç beş saat içinde heybeleri, sepetleriyle beraber kuş gibi uçacaklardır. “Acaba ne kadar bekleyecekler?” diye düşünmeyin. Her halde Boğaziçi iskelelerinden birinde Köprü vapurunu bekleyenlerden çok fazla beklemeyeceklerdir.
***

Yoldan gelip geçen arabaların çeşidini saymak güçtür. Numaralı maroken koltukları yataklı vagon gibi önceden kiralanan lüks otokarlardan minimini kaptıkaçtılara kadar son derece zengin çeşitler... Kamyonlar vardır ki İstanbul’daki benzin kamyonları gibi alçak kenarlı bir tekneden ibarettir.
Yalnız, bunlara teneke yerine insan oturtulacağından içlerine bir miktar arkalıksız kahve iskemlesi konmuş, dört köşesine dikilen dört sırığa da bir tente çekilivermiştir. Şoförün yanındaki muavin iskemlesi lüks mevkidir; yolun uzunluğuna göre on ilâ elli kuruş arasında değişen bir fiyat farkıyla satılır. İskemlede oturanlar birinci, yere bağdaş kuranlar ikinci mevki yolcularıdır.
Posta, hastahane, hapishane kamyonlarına benzeyenleri vardır ki, dört bir tarafı kapalıdır. Bunların yağmurlu ve soğuk havalarda çok iyi olacağı tahmin edilebilir. Gene öyleleri görülür ki arabanın dingilleri üzerine oturtulmuş büyük kafesler sanırsınız.
Üç sene evvel Ayvalık’tan Balıkesir’e geliyordum. Yarı yolda bir kamyona tesadüf ettim ki tıpkı bayramlarda Cinci meydanına kurulan eski salıncaklara benziyordu. Dört tarafında peykeler, ortasında gene iki peyke... Kenarlarında; çocuklar düşmesin diye, tırabzan biçiminde yeşile, kırmızıya, sarıya boyanmış korkuluklar. Fark, yalnız şuradaki birbirinin kucağında oturan bayram çocukları otuzar, kırkar, ellişer yaş ihtiyarlamışlar, sakallanmışlar, bir de yandan yana sallanacakları yere aşağıdan yukarı hopluyorlar. Sonra, bayram elbiseleri de artık çok eskimiş, çok paramparça olmuş... Fakat ne ziyanı var! Gönüller şen olsun. Bu araba, mihneti kendine zevk etmiş peygamber ahlâklı Anadolu fakirinin arabasıdır. Ona içindeki insan, yüreğini kemiren şifasız “speeleni” lüks otomobilinde, hususî yatında dolaştıran İngiliz milyonerden, zihni hesap ve hırsla dolu zengin iş adamından çok daha şen, sakin ve mesuttur.
Maksat günlerce sürecek bir yolu üç beş saatte aşmak, ayağı yerden kaldırmak değil mi? Pekâlâ güle eğlene gidiliyor... Allah bunu da aratmasın.
***
Besbelli bu kamyonların yalnız makineleri Avrupa’dan getiriliyor da karoseri kısımları yerli arabacılara yaptırılıyor. Bu söylediğim orijinal şekillerle bazı kamyonların bizim Çeçen arabalarına ve eski talikalara benzemesi bundan ileri geliyor olmalı. Şaşılacak şey bu, yerlerinde nasıl durduğuna hayret edilen hantal, iptidaî âletlerin, “Hadi!” deyince şeytan gibi koşması; taş, dere dinlememesi; tırmanmasıdır. Bazan tutarağı tutmuyor değil. Fakat Avrupa’da türlü hesap, kitap üzerine yapılmış bu makineler ip, meşin parçası, tel, çivi gibi gayet iptidaî aletlerle gayet çabuk tamir ediliyor ve tekrar koşmaya başlıyor.
***
Yol kenarında bekleyenler için “Ya kamyonda yer bulunmazsa!” korkusu yoktur. Onlar çok kere zerzevat arabası gibi tepeleme dolu gelir. Fakat yer yok diye müşteri çevrildiği görülmüş şey değildir.
Bir ses, “Az müsaade. Az sıkışalım.” diye bağırır. Arabanın içinde hafif bir çalkantı olur. Öndeki jandarma neferinin kucağına bir çocuk, yahut kuzu, delikanlı bir oğulun dizine ihtiyar anası oturtulur. Kamyonun patronu içeriden çamurluğa, çamurlukta seyahat eden şoför yamağı kamyonun üstündeki denkler, fıçılar arasına çıkar, böylece yeni yolculara ve yüklerine de yer açılmış olur. Biraz ötede iki, üç kişi daha mı el sallıyor? Gene korkmayın! Onlara da Allah’ın izniyle yer bulunacak, hatırları hoş edilecektir. Allah’ın izniyle diyorum, çünkü bu kadar az yere bu kadar insan aldırmak fizik kanunlarına sığmaz; ancak Allah’ın izniyle kabil olur.
Çocukken pek ziyade şaştığım bir şey vardı. Karagöz’ün “Yalova Sefası” oyununda perdenin ortasına minimini bir karar konur, bu karara Arap, Acem, Arnavut, Laz belki on kişi girerdi. Kamyonların bu hudutsuz adam alma kabiliyeti bana daima bu dolmaz kararı hatırlatır. İstanbul tren, yahut vapurunda hele bir kimseyi biraz sıkıştırın; hemen çarpılır, çay semaveri gibi oturduğu yerde fıkır fıkır kaynamaya başlar. Anadolu kamyon yolcusu, kamyona yeni adam almak için sıkıştırıldıkça darılmıyor, kızmıyor; “Başkasının kârı için ben niye rahatsız olayım!” demeyi aklından geçirmiyor. Yanında yer açmaya çalışırken gösterdiği gayrete, güleryüze bakılırsa, hattâ bundan bir zevk, kendini daima ihmal etmiş, hayatını başkalarının saadeti için harçamaya alışmış bir insanın zevkini de duyuyor.
Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre bir dakikada kaç kelime okuyabildiğinizi belirleyiniz.

OKUMA HIZI : .............. kelime / dakika
Şimdi aşağıda verilen soruları “doğru veya yanlış” şeklinde cevaplayınız.
SORULAR :
1. Yazar bazı halk hikâyesi kahramanlarını ve o dönemin Anadolu’sunun ıssızlığını örnek vermektedir.
2. Anadolu’da yollar artık ıssız değildir.
3. Anadolu yollarından her hangi birinden geçen araç sayısı, Boğazlardan geçen gemi sayısından epeyce azdır.
4. Boğaziçi iskelelerinden birinde Köprü vapurunu bekleyenler, Anadolu’da ıssız bir yolda vasıta bekleyenlerden daha uzun zaman beklemek zorunda kalırlar.
5. Kamyonlar yolcu taşımacılığında da kullanılmakta, şöför muavininin koltuğu lüks mevki sayılmaktadır.
6. Yazar bu kamyonları bayram yerlerindeki salıncaklara benzetir.
7. Kamyonların makineleri ve karoserleri Avrupa’da yapılmaktadır.
8. Kamyonların tamirleri pek basit âletlerle yapılabilmektedir.
9. Kamyonlar ne kadar yüklü olursa olsunlar yeni yolcular için daima yer bulunabilmektedir.
10. Köylüler sıkışarak yeni gelenlere yer açmaktan son derece rahatsız olurlar.
CEVAP ANAHTARI : 3,4,7,10 yanlış; diğerleri doğrudur.


OKUMA PARÇASI

Metni okumaya başlamadan önce aşağıda verilen kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız. Bu kelimeler metin içinde geçecektir.

Salaş .................... Tertip ..................
Papyefirise: Süs kâğıdı Mahye ...................
Tulûat ................... Darülfünun ..............
Münevver ................. Mütenasip ...............
Tertibat ................. Konfeti .................

Okuyacağınız bu metinde 1250 kelime vardır. Saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.

BALO
Bu gece balo var.
Hafif bir soğuk algınlığı sebebiyle dışarı çıkamamaya, oteldeki odamda çalışmaya karar verdim. Fakat daha ziyade sokaktaki hazırlığı seyrediyorum.
Bina, eski bir tütün deposu. Kuşdili'ndeki eski salaş tiyatrolar biçiminde hantal, sevimsiz bir şey... Fakat ne çare ki kasabada daha geniş bir balo salonu bulunamadı. Tertip komitesi iki günden beri bunu elden geldiği kadar süslemeye uğraşıyor. Salonun duvarlarına halılar, bayraklar, tablolar asıldı. Tahta direkler renk renk papyefiriselere
büründü; aralarına tırtıllı uçurtma kâğıdından mahyeler kuruldu.
Hele tavandaki yıldız biçimi lâmbadan sokak kapısına kadar uzanan muhteşem uçurtma kuyruğunun temsil ettiği kuyruklu yıldız gecenin süksesi olacak... Yalnız, döşemenin toprak olmasına bir çare bulunamadı. Vakit olsaydı buraya üç beş teneke çimentodan ucuz bir pist döktürmek işten bile değildi. Fakat bu, kasabanın ilk büyük balosu olduğu için nasıl da düşünülememişti. Komite azasından bir kısmı yere kilim döşemek fikrindeydi. Gençler buna itiraz ediyorlardı.
- Dansın birinci şartı ayakların iyi kaymasıdır. Zeybek oynayacak değiliz.
Şakacı bir zat;
- Daha iyi ya! Davetlilerden birçoğu dansa yeni başladılar. Yer kaypak olursa çabuk düşerler, bir yerlerini kırarlar, diye onlara takılıyordu.
Böyle olmakla beraber topraklar el silindirinden geçirilerek dümdüz bir hale getirilmişti. Münasebetsizin biri yere su, gazoz filân döküp çamur yapmazsa hiçbir tehlike yoktu.
Bir başka aksilik de vilâyet merkezine ısmarlanan cazbandın yetişememesiydi. Bereket versin kasabada bayram günlerinde, ara sıra uğrayan tulûat tiyatrolarında ve sünnet düğünlerinde çalışan birkaç kişilik bir çalgı takımı vardı. İstanbullu bir amatör, kemanla klarnet çalan bir iki genç daha bularak bunların başına geçmiş, dün geceden beri dans müziği prova ettiriyordu.
Prova da bunun bitişiğindeki boş dükkânda yapılıyordu. Yarıya kadar indirilmiş demir kepenklerin kâh Valansiya, kâh Madr ve Ramona nağmeleriyle sarsıldığı işitiliyordu.
Şef, gayretli bir adamdı. Pişmeğe muhtaç olan parçaları durmadan tekrar ettiriyor, ara sıra da âletleri tek tek çaldırarak falsoları düzeltiyordu. Dükkânın kapısına bir alay çocuk birikmişti. Bunlar, çalgıcıları görmek için kepenklerin altına fazla sokuldukça içerden değnekli bir delikanlı çıkıyor, tavuk kışlar gibi çocukları etrafa dağıtıyordu.
***
Kasaba yerlilerinden Şakir adlı bir eski Darülfünun arkadaşım vardı. Mektebi bitirdikten sonra memuriyete filân heves etmeyerek işinin başına dönmüş, bir daha İstanbul'u ağzına almamış akıllı ve becerikli bir iş adamı.
O gece Şakir de baloya gidecek, bir sene evvel vilâyet merkezinde yaptırmış olduğu smokini ilk defa giyecekti. Yalnız dans etmesini bilmiyordu. Sabahleyin otelde beni bulmaya geldi.
- Biz, kasabanın yüksek tahsil görmüş tek tük münevverlerinden biri sayılıyoruz, dedi. Eğer dans edemezsem hemşehrilere, hele İstanbullu memur ailelerine karşı ayıp düşecek. Öyle ya, dört sene de İstanbul kaldırımı çiğnedik. Gerçi bizim zamanımızda böyle şeyler yoktu, amma ne olursa olsun, senin anlayacağın kasabanın yüzünü ağartmak lâzım. Bana bir parça dans öğreteceksin...
Gülmeye başladım.
- İyi amma o dans bir günde, beş günde öğrenilir şey değil ki, dedim.
- Sen o kadar ilerisine gitme. Biraz fokstrot, biraz tango, bir iki de figür migür öğret, ben işin içinden çıkarım... Zaten iyi dans bilen de kaç kişi var ki?
Ne denir? Hayatta akla gelmediği halde başa gelen birçok şeyler gibi bu dans hocalığını da zar zor yapacağız. Bereket versin Şakir, askerlik etmiş, mızıkaya ayak uydurmayı öğrenmişti. Karşı dükkândan gelen dans müziğinin sesini daha iyi duymak için pencereyi açarak derse başladık. O, kolunda bir yastıkla odanın içinde dönüp dolaşıyor; ben, oturduğum yerden ona yapılacak hareketleri tarif ediyordum.
Bir aralık gülmeye başlamıştım. O da anlamadan gülerek;
- Ne oluyorsun? Dedi.
- Seninle yirmi sene evvel Darülfünunda merhum Şehbenderzade Hilmi için hazırladığımız ağır başlı felsefe imtihanını hatırladım. Biz, o zaman yapılacak şeyi şimdi kırkından sonra yapıyoruz. Ona gülüyorum, dedim.
Şakir, derin bir "ah" çekti.
- Dünyaya erken gelmişiz, dedi.
Bir iki saat böyle güle eğlene derse devam ettikten sonra durduk.
Şakir'in dansı karşıdaki cazbandın ahengiyle mütenasip denebilecek bir dereceye gelmişti. Gece korkmadan İstanbullu bayanların karşısında reverans yapabilirdi.
***
Dersten sonra biraz da otelin sofasında oturduk. Burada da hazırlık vardı. Bir köşede iki genç, dairelerde kullanılan delme makinesiyle konfeti kesiyorlardı. Birkaç kişi de uçurtma kâğıdından yapılmış zarflara mis sabunu, kâğıt şapka, ipten örülmüş kuşak, düdük gibi hediyeler, sürprizler koyuyorlar, bunlardan meselâ tarağın saçsız bir avukata, aynanın çirkinliğiyle meşhur bir kadın, tıraş bıçağının çok söyleyen bir belediye azasına çıkması gibi tuhaflıklar için tertibat yapıyorlardı.
***
O akşam, yemek yediğim lokantada hep bu balodan bahsediliyordu.
Kasabada tuhaflığıyla meşhur bir yağcı Hacı vardı. Komite, Hacı'ya da hem en pahalısından bir bilet satmıştı.
Müşteriler:
- Hacı, baloya nasıl gideceksin? Kızlarla nasıl dans edeceksin? Diye adamcağıza takılıyorlar. O;
- Helâl ve hoş olsun. Beş kâğıdı saydırdılar. Elbette gideceğiz, diyordu. Velâkin bir şeye aklım ermiyor. Bizim bildiğimiz, bir insan parasını verip eğlentiye gitti mi başkaları oynar, o, oturduğu yerde bakar, eğlenir. Bu baloda adamı parasıyla oynatıyorlar. Lâkin doğrusu ben, eski kafalı filân değilim amma ihtiyarım, oynayamam. Gönlüm bulanır.
Müşteriler hep bir ağızdan;
- Öyle şey olmaz. Hem kadınlar, adamı zorla kucaklayıp kaldırırlar. İş, senin bildiğin gibi değil, diyorlar. İhtiyar adam bağırıp çağırdıkça kahkahadan kırılıyorlardı.
***
Bu lokantada Musa adında bir garson, yahut çirak çalışırdı. O akşam, Musa'nın siyah bir çuha pantolon, omuzdan düğmeli mor kadife bir gömlek giymiş olduğunu gördüm. Saçlar bir yana taranmış, kunduralar parıl parıl boyanmıştı.
- Ne o Musa? Sende bir hazırlık var. Yoksa baloya mı gidiyorsun? Dedim. O, güldü.
- Yok beyim... Balo kim, biz kim? Ahbaplardan birinin düğünü var da oraya davetliyiz, dedi.
Ne âlâ! Demek bu gece bütün kasaba eğleniyor.
Yemekten sonra odama döndüğüm zaman Şakir'i sofada beni bekliyor buldum.
Gündüz ona, "Dans ettiğini göremeyeceğim. Bari balodan evvel uğra da süsünü göreyim." demiştim. Arkadaşım sözümü ciddiye almış, bana yeni smokinini, rugan iskarpinlerini göstermeye gelmişti. Bir de boyun bağısını bağlamayı becerememişti. Kravat yana çarpılıyor, ne kadar düzeltse bir dakika sonra eski halini alıyordu.
- Şuna bir çare bul Allah aşkına, dedi. Biraz daha uğraşırsam yakalık paçavraya dönecek. Küçük bir iğne ile arkasından tutturayım dedim, o da olmadı. Halt ettim de hazır kravat almadım.
El birliğiyle kravata muvakkat bir intizam ve sükûn temin ettikten sonra oturduk, karşılıklı birer kahve içtik.
- Çalgı olsaydı da şu dansı bir kere daha prova etseydik iyi olurdu ya neyse, diyordu.
Kendisiyle beraber baloya gitmem için beni bir kere daha zorladı. Gündüzkü sebepleri tekrar ettim. İçinde öyle bir bayram çocuğu hevesi kaynıyordu ki bir insanın ortada ciddi bir mani yokken kendini bu zevkten mahrum etmesini âdetâ aklına sığdıramıyordu. Vaktin erken olmasına rağmen duramadı. Biraz dar gelen pantolonunun aksi bir kaza çıkarmaması için dualar ederek sokağa çıktı.
Sokak şenlik gecesi gibiydi. Epeyce bir zaman fenerler, bayraklarla süslü balo kapısının önünde birbirini ezen ahaliyi çocukları seyrettim.
Kasabanın üç yahut dört arabası durmadan gidip geliyor, kapıda bekleyen teşrifatçı gençler bunlardan inen kadın ve erkeklere kalabalığın arasından yol açabilmek için âdetâ ahali ile boğuşuyorlardı.
Davetlilerin birçoğu da yayan geliyordu. Renk renk açık tuvaletlerin üstüne mantolar giymiş, pelerinler atmış kadınlar; smokinli, yahut sadece koyu elbiseli erkekler; aralarında çarşaflı birkaç ihtiyar kadın...
Saat ona doğru depo yükünü alınca çalgı başladı.
Sabaha kadar Valansiya, Madr, Ramona ve Zeybek havasıyla belki yirmi defa uyanıp uyudum.
***
Öğle yemeğine giderken Şakir'e tesadüf ettim. Şimdiye kadar gecenin on, nihayet on birinden sonrasını görmemiş gözleri şiş, fakat memnundu.
- Gelmediğine hata ettin, dedi. O dans ne güzel şey Ya Rabbi... İnsan, huri kızlarının kucağında uçuyor gibi... Ne fevkalâde dans ettiğimi göreydin şaşardın... Çok nezih, asrî bir gece geçirdik doğrusu... Danslar, zeybekler, şiirler, monologlar, sürprizler, salon oyunları... Yok yoktu. Hiçbir yolsuzluk çıkaran da olmadı. Bu, Avrupa'da da bu kadar olur...
Şakir'den ayrıldıktan sonra lokantaya girdim. Musa, gene her günkü çapaçul kılığına bürünmüş, yırtık terliklerini çıplak ayağına takmıştı.
- Nasıl düğünde iyi eğlendin mi Musa? Dedim.
Yüzünü buruşturarak;
- Eğleniyorduk ya... Bir yolsuzluk oldu bey, dedi. Erkekler sokakta, kadınlar arka bahçede eğlenti yapıyorlardı. Delikanlılık bu ya; şeytana uyduk... Bir arkadaşla arka sokağa dolandık; tahta perdenin arasından kadınların oynadığını seyretmeye başladık. Bir kötülükten değil ya, sanki nasıl oynuyorlar diye... Bekçi, bizi görmüş, jandarmalara haber vermiş... Bizi yakaladılar. "Utanmaz herifler, siz elâlemin nikahlı karılarını gözetlersiniz ha!.." diye bizi çalyaka karakola götürdüler... Başımızı kurtarasıya kadar anamıdan emdiğimiz burnumuzdan geldi.

Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre, bir dakikada kaç kelime okuduğunuzu belirleyiniz.

OKUMA HIZI : ......... KELİME / DAKİKA

Şimdi aşağıdaki soruları DOĞRU / YANLIŞ şeklinde cevaplandırınız.

SORULAR :

1. Parçada küçük bir kasabada her sene geleneksel olarak düzenlenen bir balodan söz edilmektedir.
2. Balo için kullanılacak binanın zemini kalitesiz betondur.
3. Kasabada pek az kişi dans etmeyi bilmektedir.
4. Vilâyet merkezinden ısmarlanan cazbant gelmiş ve provalara başlamıştır.
5. Caz Batı müziği parçaları çalmaktadır.
6. Yazar arkadaşına dans etmeyi öğretmeye çalışır.
7. Yazarın arkadaşı dünyaya erken gelmiş olmaktan şikâyetçidir.
8. Yazar da baloya katılır.
9. Garson Musa o gece bir düğüne davetlidir.
10. Musa, düğün evinde kadınların eşyalarını çalmaktan tutuklanır.

CEVAP ANAHTARI : 1,2,4,8,10 yanlış; diğerleri doğrudur.
OKUMA PARÇASI
Metni okumaya başlamadan önce aşağıda verilen kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız. Bu kelimeler metin içinde geçecektir.

Haset................... Zemheri ..............
Nihayet ................ Muhafazalı ...........
İzahat ................. Muhasara .............
Varak-ı mihr ü vefa .... Halim ................

Okuyacağınız bu metinde 1300 kelime vardır. Saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.
DAHA DÜN

Anadolu notları arasına bu gün dumanı üstünde bir Rumeli notu sıkıştırıyorum.
Trenle Çatalca'ya şöyle bir gidiş, geliş... İstanbul son baharı için bundan daha hoş bir gezinti olur mu?
Arkamda ipincecik bir elbise, ayağımda bir yazlık iskarpin... Yalnız geceye doğru belki hava serinler diye koluma hafif bir pardesü alıyorum. Ben, daha köşe başını dönerken hafif bir yağmur çiselemeye başlıyor. Ziyanı yok. Yaz yağmuru, ne kadar sürer...

***
Kompartmanda yalnızım. Tren Kumkapı'ya yaklaşırken pencereden hafif bir serinlik geliyor. İhtiyaten pencereyi kapıyorum. Fakat serinlik kesilmiyor. Etrafıma bakınarak bir delik deşik arıyorum. Bulamayınca pardesüyü sırtıma alıyorum.
Baekırköy'ünü geçtikten sonra o da beni ısıtmamaya başlıyor. Bu defa, gene etrafıma, pencere ve kapı aralıklarına bakıyorum. Nihayet iskarpinlerim gözüme ilişiyor. Sokakta ben farkında olmadan altları ıslanmış; su, yavaş yavaş çoraplara yürümüş...
Florya'dan sonra artık ayaktayım. Çünkü gittikçe artan anlaşılmaz soğuğa karşı vagonun içinde dolaşmaktan başka çare yok.
Hava, duman ve yağmur içinde... Görünürlerde ağaç ve yeşillik olmadığı için etraf birdenbire bir kara kış rengi bağlamış.
***
İki buçuk saat sonra Çatalca... Trene yazın binmiş, kışın iniyor gibiyim. Üç, beş yolcu seller içinde istasyona doğru koşuyoruz. Bir dakika içinde iskarpinlerim çamur, pardesüm su içinde kalıyor.
Baskın o kadar ani ki yaz sıcağı bekleme odasından çıkmaya daha vakit bulamamış. Şimdiden soba yanmasına imkân olmadığı halde âdetâ şüphe ile sobayı yokluyorum.
- Arkadaş, Çatalca nerede?
- Arabalar, otomobiller nerede durur?
- Ta şu karşı tepelerin ardında.
- Karşıda durur amma, bu gün yok... Yol fena olduğu için otomobiller yalnız güzel havalarda işlerler.
- Ben, şimdi ne yapacağım?
- Şimdi de bir tane var.
Tren yolunun karşı tarafında adamın gösterdiği yere bakıyorum. Üstü açık birtakım çardaklar arasında bir otomobil görüyorum.
Meğer ben, alık alık etrafıma bakınıp bekleme odasındaki sobayı muayene ederken öteki yolcular oraya koşmuşlar.
Ben, soluk soluğa yetiştiğim zaman araba dolduktan başka birkaç kişiyi, yerde açıkta kalmış buluyorum.
Şoför;
- Ben artık gelemem. Yollar çok fena; diye nazlanıyor.
Kalanlar;
- Yapma Allah aşkına... İstasyon binasında bir de iki çocuklu kadın kaldı, diye yalvarıyorlar.
Nihayet, şoför tekrar döneceğine söz veriyor ve gidiyor.
Yolculardan bir ikisi tekrar istasyon binasına dönüyorlar. Ben, bu sefer de atlarım korkusu ve yağmur altında beklemek bir nevi kıdem hakkı kazandırır ümidiyle oradan ayrılmıyorum.
***
Çardaklardan biri kır kahvesi... Üstünde ağaç dalları ve tek tük yapraklar var. Kahve ocağının bulunduğu yerin üstü ve etrafı nisbeten daha muhafazalı... Fakat nihayet tramvay sahanlığı genişliğinde bir yerde kahveci, kahvecinin bir alay hırdavatı ve iki müşterisi barınıyor. Ben, yanaşmaya cesaret edemeyerek uzaktan hasetle bakıyorum.
Onlar, bu hissimi anlamışlar gibi; "Siz de buyrun, ıslanmayın." diyorlar.
Müşteriler benden beter giyinmiş iki genç. Birisi tepemizdeki otların arasından akan yağmuru göstererek; "Haşa huzurdan çıplak bir çingene zemheride balık ağının içine girmiş, Allah dışarda kalanlara imdat eylesin, demiş... Bizim vaziyetimiz de ondan farklı değil amma gene Allah şu kahveciden razı olsun." diyor.
Dert arkadaşlığı başka şey. Çabucak ahbap oluyoruz, birbirimize kahveler ısmarlıyoruz, sigaralar ikram ediyoruz. Kahveci izahat veriyor:
- Hava bu gün Çorlu panayırını berbat etti. Panayır haftaya burada kurulacak. Bu çardakları onun için hazırlıyorlar. Hemen Allah fakir fıkaraya acısın da hava böyle gitmesin...
Kahveci, insaniyetli adam. Şoförün "Gelemem!" diye nazlanmasının yol bozukluğundan ziade niyet bozukluğundan ileri geldiğini, yani bizden fazla para çekmek için bu ağzı kullandığını söylüyor ve böyle bir teklif karşısında sıkı dayanmamızı tavsiye ediyor.
***
Otomobilin durmasıyla istasyona giden yolcuların, yerden biter gibi birdenbire ortaya çıkmaları ve otomobile atlamaları bir oldu. Benim kıdem hakkı yandı; gene açıktayım. Fakat biraz evvel kahvede tanıştığım gençlerden biri büyük bir nezaketle bana yerini verdi.
İstasyondaki kadının iki çocuğu ve bohçasıyla beraber daha yeni bekleme odasından çıktığı görülüyordu. Fakat görmemezlikten geldik. Halbuki biraz evvel şoföre geri dönmesi için yalvarırken kendimizden ziyade o bîçareyi ileri sürmüştük.
***
Evet, İstanbul'un burnunun dibindeki Çatalca'da, bu eski vilâyet merkezinde istasyonla şehir arasında adamakıllı bir yolyok. Yağışlı havalarda arabalar ortadan çekiliyor; halk, muhasarada kalıyor.
Biz, yağmurların ilk başladığı günde bu on dakikalık yolu âdetâ maceralarla geçtik. Bir iki kere devrilecek gibi olduk; küçük bir dereye daldık, çıktık. Sonra, bir tarladan iki üç metre yüksekliğindeki caddeye çıkabilmek için beygirle mania atlama yarışı yapar gibi dört yahut beş defa gerileyip ileri saldırdık. Her defasında tam tepeyi tutacağımız saniyede makine soluya, hırlaya duruyor, sonra geriliyor, şoför bizi kenardeki hendeğe dökmemek için türlü lanevralar yapıyor. Yolcular; "Aman oğlum, biz inelim bari." diyorlar. Şoför; "Araba ağır olursa daha iyi." diye cevap veriyor. Biz, beş yolcu, âdetâ safra vazifesi görüyoruz.
***
Çatalca'da yemek ve gezinti:
Yağmur aşçı dükkânının damından geçerek önümdeki masanın muşambasına damlıyor. Hazır yemekleri gözüm kesmediği için ateşe bir dilim et koydurdum. Tavanları delip geçen yağmurun benim yazlık iskarpinleri ne şekle soktuğunu anlatmaya hacet yok. Potinimin içine kat kat gazete kâğıtları yayarak etin pişmesini bekliyorum. Sonra, artık hiçbir yağmurdan pervam kalmayacak surette ıslanmış olduğum için rast gele çarşıyı, sokakları dolaşıyorum.
***
Bu sefer daha iyi bir otomobille tekrar Çatalca istasyonu...
Doğrusunu söylemek lâzım gelirse bu günkü panayır Çorlu'da değil, Çatalca istasyonunda, biraz sonra da trende kuruluyor.
İstanbul'a işlemeyen bütün otobüslerin müşterisi burada.
Trenin bir saatten fazla rötarı var. Bu zamanı istasyonun arasındaki hıncahınç dolu salaş kahvede, haykıra bağıra konuşma, şakalaşma,kavgalaşma sesleri, gramofon ahengi, tütün, meşin, ıslak çorap ve elbise kokuları içinde geçiriyoruz.
Nihayet geç vakit tren geliyor. Dediğim gibi Çorlu panayırı ve bundan başka bütün otobüs yolcuları burada...
Birinci, ikinci, üçüncü mevki fark kalmamış. Herkes nerde yer bulduysa oturmuş.
Koridorların hali görülecek şey... Yerde, ayak altında yorgunluktan yarı ölü panayırcılar ve eşyaları. Üstlerinde ve aralarında biz sonradan gelenler.
Koridorda büyük bir sinek kâğıdına yapışmış sinekler gibiyiz. Yalnız, ara sıra boynumuzu, omuzlarımızı, ellerimizi oynatabiliyoruz. Biraz sonra Hadımköyü yolcuları da bu kalabalığa katışıyor.
Yanımda hiddetli bir zat var ki durmadan bağırıp çağırıyor. Bu sesten korunmak için başımı iki yana çevirmekten başka bir hareket yapamıyorum ve yapışık kardeşlerin azabını bütün derinliğiyle anlıyorum.
Biraz sonra bu zatın başkanlığı altında bir şikâyet komitesi kuruldu; her istasyonda şimendifer memurları pencerenin önüne çağırılıyor ve tren kalkıncaya kadar münakaşa yapılıyor.

Tez şu: Kumpanya niçin Çorlu panayırını ve otobüslerin işlemediğini göz önüne alarak trene fazla vagon ilâve etmemiş?

Bu komite istasyonlar arasında da boş durmuyor ve ertesi gün kumpanyaya verilmek üzere varak-ı mihr ü vefa projeleri kararlaştırıyor.

Benim şikâyetim; ne bu sıkıntıdan, ne Şark Demir Yolları Kumpanyasından. Ancak ve ancak önümdeki açık pencereden elbiselerime esip işleyen rüzgârla yakı gibi sırtıma yapışan ıslak, hain pardesüden. Bereket versin ceketimin içine daha istasyonda iken bir iki gazete yerleştirmiştim. Ara sıra aleyhlerinde bulunurum amma her sıkıntıda gene o zavallı gazeteler imdadıma yetişiyor.

***

İçerdeki birinci koltuklardan birinde gayet iri vücutlu, halim ve asil yüzlü elli beşlik bir zat oturuyordu. Adamcağıza rahat mı battı, yoksa bîçare göze i geldi nedir? Yerinden kalktı, sırtında deve tüyü rengi bir palto, elinde uzun, şık bir valizle koridora çıkmaya teşebbüs etti.

"Ne yapıyorsunuz?" diyenlere; "İstirham ederim, ineceğim." diyordu. Eh, adamcağızı zorla İstanbul'a götürecek değiliz ya. Çaresiz, daha ziyade sıkıştık ve onu da bağrımıza bastık.

Hiddetli zat;
- Buraya mı iniyorsunuz? Diye sordu.
- Hayır, Yeşilköy'e
- Be birader çıldırdın mı? Daha Ispartakule'deyiz Yeşilköy'e bu gidişle bir yıllık zaman var.
- Evet, amma, ancak hazırlanabilirim. Elim sakattır da.
Şişman zat, yeşil bir eldiven içindeki sol elini bir mazeret olarak havaya kaldırdı ve bu manzara bizi derhal yatıştırdı.
Biraz sonra bu zatla bir kombinezon ve anlaşma yaptım. O, şimdiden yola düşerek adım adım vagonun kapısına ilerleyecek.
İstasyona inince ben valizi pencereden kendisine vereceğim. Adamcağızın daha Ispartakule'ye gelmeden yerinden kalkmakta meğer ne kadar hakkı varmış! Beş dakika, on dakika geçiyor. Bakıyorum. O, daha elimi uzatsam erişeceğim uzaklıkta ahaliye yalvarmak, kendisine yol açmakla meşgul. Bizim için mesele yok. Çünkü Sirkeci'ye varınca bir ucundan bastırılmış bir krem tüpü gibi nasıl olsa öbür ucundan istasyona fırlayacağız. Fakat o, bu gidişle bu üç metrelik yolu belki Yeşilköy'e kadar yetiştiremeyecek.
***
Nihayet Yeşilköy... Aradan o kadar zaman geçti ki ben, deve tüyü paltolu zatı da valizini de unuttum. Meğer o da pencereyi şaşırmış. Tren kalkacağına yakın kulağıma dışardaki kalabalığın arasından "Aman yahu..." diye bir ses geldi. Baktım o iri vücuduyla çocuk gibi vagonların önünde koşuyor. Neyse biz de hep birden bağırdık ve emaneti pencereden teslim ettik.
Bu anlattığım düne ait bir vaka. Bu satırları yazarken daha bu yolculuğun sarsıntıları vücudumdan gitmedi. Fakat gariptir ki ben, onu şimdiden geçmiş günler hatıraları arasına karıştırmaya ve sevmeye başlamış bulunuyorum.

Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre, bir dakikada kaç kelime okuduğunuzu belirleyiniz.

OKUMA HIZI : ......... KELİME / DAKİKA

Şimdi aşağıdaki soruları DOĞRU / YANLIŞ şeklinde cevaplandırınız.

SORULAR :

1. Yazarın bu hatırası Anadolu'ya değil, Rumeli'ye aittir.
2. Yazar bir ilk bahar günü yazlık elbiseleriyle yağmura yakalanmıştır.
3. Çatalca şehri ile Çatalca tren istasyonu birbirine uzaktır.
4. Yağmurlu havalarda istasyondan Çatalca'ya vasıta bulmak güçtür.
5. Yazarın seyahati, bir panayır zamanına rastlamıştır.
6. İstasyondan şehre giderken, çocuklu bir kadına herkes yer vermeye çalışır.
7. Dönüşte tren çok kalabalıktır ama yazar oturacak yer bulur.
8. Tren kumpanyasını şikâyeat için hemen bir komite kurulur.
9. Yazar şikâyet komitesinin başkanı durumundadır.
10. Yeşilköy'de inen yolcunun valizi yazarda kalır.

CEVAP ANAHTARI : 2,6,7,9,10 yanlış; diğerleri doğrudur.

OKUMA PARÇASI

Metni okumaya başlamadan önce aşağıda verilen kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız. Bu kelimeler metin içinde geçecektir.

Kıranta : Ağır başlı Hasebiyle : Dolayısıyla
Kari : Okuyucu Muhtasar : Özetlenmiş
Meziyet : Üstün nitelik Muteber : İtibarlı
İrsal : Gönderme Mekâtip : Mektuplar
Ulema : Alimler Vesika : Belge
Mündericat : İçerik Hülâsa : Özet
Ağuş : Kucak Tûl : Boylam
Arz : Enlem İrtifa : Yükseklik
Akıbet : Sonuç Melâhat : Güzellik, yumuşaklık
Ezkaza : Kazayla Vâlihâne : Şaşkınca
Sükûnet : Sessizlik Nezahet : Ahlâk temizliği
Mütekait : Emekli Şehr-i Şehîr : Meşhur şehir
Râkit : Durgun Sancak tarafı : Sağ tarafı
Mürûr : Geçme, geçiş Muamma-yı fiyat : Fiyat bilmecesi
Manâzır-ı tabiiye: Tabiî manzara Tarîk : Yol
Meftûnâne : Hayranlıkla Darbımesel : Ata sözü
Himmet : Çalışma, gayret Meşakkat : Güçlük, sıkıntı, zorluk
Rüyet : Görme Yadigâr : Anı, hatıra
Pişgâh : Ön, göz önü Vaz etmek : Koymak, konulmak
Lando : Bir çeşit atlı araba Karye : Köy
Refik : Arkadaş Lâtifegû : Lâtife, şaka söyleyen
Seng-i mezar : Mezar taşı İstihmam : Yıkanma
Arâm : Dinlenme Temdit : Uzatma
Tevakkuf : Bekleme, durma Taam emek
Azîmet : Gidiş, gitme Muntazam : Düzgün
Cesîm : Büyük, ulu Cenah-ı bâlâ : Tepe tarafı
Letâfet : Hoşluk, tatlılık Sahil-i bahr : Deniz kenarı
Pişgâh-ı kariîn-i kirâm : Yüce okuyucuların önü
Mücerret : Soyut Mefhum : Kavram

Okuyacağınız bu metinde 1120 kelime vardır. Saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.

BİZDE İLK RESİMLİ ROPÖRTAJ

Kütüphanemi karıştırırken elime "Servet-i Fünun" koleksiyonunun eski bir cildi geçti.

Rast gele açtığım bir yaprağında "İtalya ve Habeş muharebesi hasebiyle Habeş Kralı Menelik Hazretleri" diye enseden sıkma beyaz baş örtülü, top kıranta sakallı bir resim karşıma çıkmasına göre tam otuz dokuz yıl evveline ait bir cilt.

Kitabı bir yerinden daha açtım. Bu sefer "Bursa'dan bir mektup" diye bir makale, makalenin sütunları içinde şimdiki bayram kartları büyüklüğünde yedi fotoğraf.

Makale şöyle bitiyor:
"Ey kari! İşte size Bursa mektubu ki gayet muhtasar, pek sade; âdetâ ufak bir tarif-i seyahat! Lâkin bir büyük meziyeti var ki o da resimli olmasıdır. Taşradan muteber Servet-i Fünuna irsal edilen mekâtip arasında ilk defa olarak resimlisini takdime muvaffak olmakla iftihar eylerim.

Demek ki bu gün gazetelerimizin, mecmualarımızın hemen yarısını dolduran resimli röportaj tarzı o tarihte Servet-i Fünunda başlamış ve bu itibarla bazı ulemamız gibi bana da bir tarihî vesikaya el koymak şerefi nasip olmuş.

Mamafih, hiç aranıp taranmadan, aylarca kütüphanelerde sürünüp nezle, bronşit yakalamadan tesadüfün ayağıma getirdiği bu muvaffakıyet beni fazla meşgul etmedi. Çünkü yine rast gele cildin ortalarına doğru açtığım bir başka yaprak zihnimi büsbütün başka yollara saptırdı.

Bu üçüncü yazı "Yakacağı Ziyaret" isimli yine bir röportaj yazısı idi.

Zavallı Servet-i Fünuncuk! Sahibi sayın Ahmet İhsan TOKGÖZ gibi sempatik, bembeyaz; fakat yine de dimdik bir ihtiyar haline gelmiş olan atılgan ve çok ileri mecmua! Demek resimli gazetecilikte, garp ağzı yeni edebiyatta olduğu gibi bu işte de ön ayak olmuş ve neler becermiş!

***

Tekrar Bursa mektubuna dönüyorum. İlk resimli röportajımızı baştan başa nakle imkân olmadığı için mündericatını hülâsa edivereyim:

1. İstanbul'dan ayrılışta Boğaz'ın tasviri. "birbirinin ağuş-ı muhabbetine atılan iki sahilin teşkil ettikleri vaziyet" karşısında hayranlık.

2. İlk resimli röportaj âleti olan "Poket Kodak", tûlü dokuz buçuk, arzı yedi, irtifaı altı santimetrelik fotoğrafın tasviri.

3. Muharrir, bindiği Bingazi vapurunun resmini almak istiyor. Fakat "o güzelim vapurun manzara-i hariciyesi boyasızlık yüzünden o kadar fena bir şekil almış ki" eli ve vicdanı bunu fotoğrafla tesbite bir türlü yanaşmıyor.

Bu satırlardan anlaşıldığına göre bizim resimli röportajcılığın önü sonuna, evveli âkıbetine benzememiş.

Bu günkü röportajcı iki saat lop yumurta melâhatinde bir asfalt şosede yürüse de üçüncü saatin başında ezkaza ayağı bir hayvan tezeğine dokunuverse derhal yoldaki tezeğin ve ayağındaki kunduranın resmini alır ve "Yollarda diz kapağımıza kadar pislik içinde yüzdüğümüzün resmidir." diye gazetesine gönderir.

Muharrir, biraz aşağıda "güverte" vâlihâne etrafı seyreden iki yolcu görüyor, "Ne de tatlı konuşuyorlar. Bizim küçük makinenin, yani fotoğrafın düğmesine dokundum." diyor.

Gazetecilik o zaman ne sulh ve sükûnet, ne muhabbet ve nezahet mesleği imiş meğer! Bu günkü fotoğraflı muharrirlerimizden biri gazetesine getirdiği tramvay altında ezilmiş mütekait generalin kopuk kafası, Ayazağa'da öldürülen veznedarın, başına gelen belânın ne olduğunu sorar gibi bakan açık gözleri, Patrik Fatyos'un sırmalar, mücevherler içinde koltuğuna kurulmuş hürmetli cenazesi yerine, baş başa muhabbet eden iki dostun resmini getirmeye kalksa baş muharrir, onu boynuna, omuzlarına astığı makineli tüfek gibi karmakarışık âleti ve ve yedek parçalarıyla ya pencereden, ya merdivenden atar.

4. Arkada yavaş yavaş uzaklaşan şehr-i şehîre baka baka Marmara'nın râkit sularını geçiş, Bozburun'u dolanış ve Mudanya iskelesine vapurun sancak tarafından bağlanış.

İskelede iskele parasını tahsile mahsus demir dolaptan mürûr ve uzun yolculuktan sonra gazinoda kahve, sigara...

5. Vapur geldi diye artık katarı hazırlamaya başlamışlar.

Muharrir, gişede gidip gelme şimendifer biletinin yirmi, yalnız gitme biletinin yirmi buçuk kuruş, yani yirmi para fazla olduğunu öğreniyor ve şu muamma-yı fiyatın hallinde zihni pek âciz kalıyor...

Resimli röportajların piri olan bu muharrir, inşaallah hâlâ yaşıyorsa Deniz Yolları İdaresinin geçen kırk sene içinde bu mantıksız yirmi para farkını kaldırmaya muvaffak olduğunu ve yalnız gitme biletleriyle gidip gelme biletleri arasında fark bırakmamış bulunduğunu görmüş olacaktır.

6. Sonra,yine yol, o bitip tükenmez Bursa yolu, "Manâzır-ı tabiiyeye meftûnâne" dalış.

"Lokomotif, dumanını savuruyordu. Zaten resmini seyrediyorsunuz."

(Lokomotifin dumanını savurma hadisesini tesbit eden resim ya bir kazaya uğramış, yahut fazla gelmiş olacak ki gazeteye girememiştir."

7. İstasyon ile şehir arasındaki şose pek fena imiş. İstanbul'daki Çamlıca, tarîkını, yahut Kadıköy çarşısını andırıyormuş!

Kadıköy çarşısı, içinden bu gün tramvay geçmesine rağmen hâlâ bu darbımesel hükmündeki eski şöhretini muhafazaya himmet etmektedir.

8. Bunca meşakkatten sonra nihayet yolun sonuna geldik. Artık şehri tanıyacağız. Birinci gün bazı hususî işlerin rüyeti ve küçük makinemizin yadigârı olarak şekli pişgâhınıza vaz edilen zarif bir lando ile Çekirge karyesine kadar bir gidiş geliş... Hacivat'ın refiki o lâtifegû Karagöz'ün seng-i mezarını görmek ve hayalini bizlere yadigâr bırakmış olan Karagöz'ün ruhuna Fatiha okumak. Kaplıcada istihmam. Hüdavendigâr türbesi bahçesinde biraz ârâm, fakat rüzgâr soğukça estiği için ârâmı temdit kabil olmayınca şehre dönüş. Eh, zaten Bursa'da da görülecek, gösterilecek başka ne kalmıştır?

Eski röportaj usûlü ile yenisi arasında bir fark daha: Eski türbeler ve mezarlar yerine yeni yapıları, merhûm Karagöz yerine büyük memurları, belediye reisini vesaireyi ziyaret, Karagöz'ün ruhuna Fatiha okumak yerine onlara başka şeyler okumak...

9. Dönüş ve dönüşün bir arızası. Şimendifer yolda bir ufacık borusunu kopararak beş dakika kadar tevakkuf eylemişti ki bunu da pek büyük bahtiyarlık saydık.

Bahtiyarlık, burada ne kadar yerinde bir kelime. Muharrir, kırk sene sonra otomobille, kamyonla yapılacak yolculukları, günde bir iki kere patlayacak ufaklı büyüklü boru vesairenin tamiri için lâzım olan pompa, tel, çivi, tutkal gibi âletleri tesadüfen o taraflara yolu düşen başka arabalardan beklemekle geçecek saatleri daha o zamandan keşfetmiş gibi konuşuyor.

Gelelim ikinci röportaja...

Sıkılmazsanız ona da bir göz gezdirelim:

Üç buçuk sütunluk makalenin üçte ikisi Eminönü meydanını geçiş; burasını dolduran "sebzeler ve meyvaların ufacık dağlar gibi teşkil ettikleri yığınlara, esnafa kuşluk taamı yemek üzere ara yerlere yerleşmiş çorba, pilav, zerde, kebap, köfte, kahve, çay, ekmek, peynir, bal satan adamlara" Köprü'ye ve Haydarpaşa iskelesine dair tasvirler; vapur hayatı, keskin düdüklü şimendiferle muharririn biraz evvel Eminönünü doldurduğunu söylediği sebzenin, meyvanın kısmen yetiştiği bostanlar arasından Kartal'a azîmet, nihayet araba ile Kadıköy yollarına nispeten, fevkalâde muntazam bir şoseden ta tepede cesîm dağın cenah-ı bâlâsına yaslanmış olan Yakacığa varış...

Yazının geri kalan bir sütunu köyden yine arkadaki yollara ve Marmara'ya bir bakış: O zaman mebhût kaldım. Ah şair olmalı imiş. Yahut gördüğümü olsun tasvire muvaffak olacak iktidarım bulunmalı imiş. Aman Yarabbi, ne letâfet!

Sonra Ayazma kahvesinde istirahat ve köyde bir cevvelânı "Dedim ya dağ tepesinden Kartal üzerine bakış harikulâde" ve ancak onun tasvirine de muharririn kudret-i şiiriyesi bulunmaması mani. Fakat pişgâh-ı kariin-i kirâma takdim olunacak başka manzara yok. Nihayet tek atlı talika ile yokuştan sahil-i bahre doğru uçar gibi iniş...
***
Bizde yalnız resimli röportajın değil, son senelerde not ismi altında alıp yürüyen seyahat edebiyatının da babaları sayılmak lâzım gelen bu yazılardan şu çıkıyor ki:

Kırk sene evvel Yakacık ile Bursa, İstanbullu için âdetâ birer gurbet sayılıyormuş. Tevekkeli Nasrettin Hoca beşiğin arkası gurbet dememiş.

Cesîm dağın bâlâsına yaslanmış Yakacık derken muharriri âdetâ Toroslar'a, yahut Kop dağına tırmanıyor sanırsınız.

Bursa, o zaman İstanbul'da bir daireye kayırılamamış bazı kimsesiz ve talihsiz memurların; dostları, akrabaları ile helâlleşerek ve denizler, dağlar aşarak gittikleri bir sürgün yeri...

Gazeteci, bunları özene bezene anlatıyor, okuyucular da dünyanın ucu gibi görünen şu karşı sırtarın ardında ne diyarlar, ne dünyalar bulunduğunu hayranlıkla görüyorlar.

Zavallı İstanbullu, neredeyse oturduğu yerde kokacakmış!

***

Masanın üstünde bir başka gazete var. Biraz evvel ona göz gezdirdiğim zaman birbiri ardı sıra üç havadis görmüştüm:

Bir mektebimizin bir kısım talebesi bayram tatilini geçirmek için Romanya'ya gidiyormuş; Van'a şimendifer yapılıyormuş; bir bayan doktorumuz Avrupa'daki tetkik seyahatinden dönmüş.

Kırk sene evvelkine nispetle şimdiki İstanbullu, Evliya Çelebi, yahut Bay Tevfik Rüştü Aras kadar seyyahtır. Yeni hayatımızdaki değişikliklerin en hayırlılarından biri ona memleketini yalnız bir mücerret mefhum olarak değil, aynı zamanda da gezerek ve tanıyarak sevmeyi öğretmesi olmuştur.

Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre, bir dakikada kaç kelime okuduğunuzu belirleyiniz.

OKUMA HIZI : ......... KELİME / DAKİKA

Şimdi aşağıdaki soruları DOĞRU / YANLIŞ şeklinde cevaplandırınız.

SORULAR :

1. Yazar 150 sene öncesine ait dergilerde okuduğu seyahat yazılarından söz eder.
2. Eski muharrirler, yazarın günündekine göre yazılarında çirkinliğe pek yer vermezler.
3. İlk röportaj Kırklareli'ne seyahati anlatır.
4. Yazar yaşadığı gün ile derginin yayımlandığı dönemi çeşitli bakımlardan karşılaştırır.
5. Röportajda geçen vapurun dış cephe boyası çok yeni ve temizdir.
6. Yolculuğa vapurdan sonra trenle devam edilir.
7. Röportajda belirtilmesine rağmen lokomotif resmi konmamıştır.
8. Bursa, Yakacık gibi yerler o gün için âdetâ gurbettir ve çok uzaktadır.
9. Trenin yolda arıza yapması bir bahtiyarlık olarak belirtilmiştir.
10. Yazara göre yeni hayat eskisine göre daha iyidir.

CEVAP ANAHTARI : 1,3,5 yanlış; diğerleri doğrudur.
 

o.baba1

New member
OKUMA PARÇASI

Metni okumaya başlamadan önce aşağıda verilen kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız. Bu kelimeler metin içinde geçecektir.

Halîm, selîm : Yumuşak huylu Cihet : Yön
Alâmet : Belirti, iz Tahkikat : Araştırma
Aşifte : Yosma Tazim : Ululama
Tahkir : Hakaret İktifa etmek : Yetinmek

Okuyacağınız bu metinde 1450 kelime vardır. Saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.

MIZRAKLI DEDE

Bir akşam gazetesinin 21 İlkteşrin 1935 tarihli nüshasında okuduğum bir İzmir havadisi beni otuz senelik bir maziye götürdü.

İzmirdeyiz. Ele avuca sığmaz haşarı bir çocuğum. Evde başa çıkamadıkları zaman beni İzmirli süt ninemizin Dübekbaşı'ndaki evine misafir gönderiyorlar.

Ailece ona İzmirli süt nine deyip gideriz. Fakat kendisi Mora muhacirlerindendir. Yirmi yaşında memleketinden çıkmış, otuz sene İstanbul ve Anadolu'da gezmiş, kocasıyla sayısız çocuklarını öteye beriye gömdükten sonra nihayet bir gelini ve iki torunuyla beraber buraya yerleşmiştir.

Süt ninenin evi, taşları yosun ağlamış bir çıkmaz sokağın dibindeki karanlık bir izbedir. Fakat ben, nedense burasını kendi güneşli ve bahçeli evimizden ziyade severim. O kadar severim ki bazan gece bile beni alıkoymaya mecbur olurlar.

İzmirli süt nine dervişti. Neyin dervişi olduğunu galiba benim gibi kendi de pek bilmezdi.

Süt ninenin evi bir nevi kulüptü. Komşu kadınlar, akşam yemeğinden sonra onun etrafında toplanırlar, geç vakitlere kadar çene çalarlardı. Bir yandan da dikiş dikerler, çorap örerler, hattâ evlerinden tepsilerini, tencerelerini getirerek dolma doldururlardı. Bu gecelerde dinlediğim peygamber, evliya, cin, peri masallarının tadını hiçbir zaman unutamayacağım.

Burada bazan mahalle işlerinin konuşulduğu da olurdu.

Süt ninenin evinde kaldığım gecelerden birinde ortaya gayet ehemmiyetli bir mesele atıldı.

Şehnaze Hanım diye bir komşu vardı. Gümrük kâtibi olan kocası , aptestinde, namazında, halîm, selîm bir adamdı. Sabahleyin erkenden işine gider, akşam üstü elinde dolu mendiliyle evine dönerdi. Bir gün başını önünden kaldırıp bir pencereye baktığını gören yoktu.

İşte bu melek gibi adam, bir sabah ayağına yeni çoraplar, arkasına yeni bir kat elbise giyerek evden çıkmış ve o gece eve dönmemişti.

Yatsı ezanı okunup da onun evine gelmediği anlaşılınca mahallede "Eyvah, herif evlendi!" diye bir yaygaradır kopmuştu.

Mahallede kaç kadının yüreği bu cihetten yanık olduğu için onlar bu gizli evlenmelerin alâmetlerinde hiç yanılmazlardı. El altından yapılan tahkikat bu adamın Damlacık mahallesinde genç bir dul kadınla evlendiğini çabucak meydana çıkarıverdi.

Şehnaze Hanım, o gece bir sünnet çocuğu gibi ortaya alınmıştı.

Gençler, bu adamın nur gibi karısı, altın topu gibi çocukları üstüne bu işi nasıl tuttuğunu bir türlü akıllarına aldıramıyorlardı. İhtiyarlara göre Şehnaze Hanım'ın kocası karı üstüne evlenecek adamlardan değildi. O şıllık, basmış büyüyü, adamcağızın dilini, ağzını bağlamıştı.

Kabahat Şehnaze Hanım'daydı. Her kapısını çalanı anlayıp dinlemeden evine sokar, misafir diye baş köşeye oturturdu. Her halde Damlacıklı tarafından gönderilmiş bir büyücü evin bir yerine gizlice bir büyü sokmuştu.

O geceki toplantıda ehemmiyetli kararlar verildi.

Evlenme kılavuzu Karakaş Hanım Damlacık'taki eve gönderilecekti. Karakaş, kurnaz, girgin bir kadındı. Gelinlik kız sormak bahanesiyle eve girer, hazırlanacak büyüyü usulcacık bir köşeye sokar, dışarı çıkarken de kapıya bir parçacık domuz yağı sürerdi. Hele domuz yağı, tesirinden hiç şüphü edilmeyecek bir ilâçtı. Hangi evin kapısına sürülürse o evin erkeği, karısını domuz gibi görür; bir daha semtine uğrakazdı.

Bizim İmirli süt nine, Anadolu büyülerine pek bel bağlamazdı. Kendisi bu noktada garip bir Rumeli gayreti güder, kendi memleketinden başka yerde iyi büyücü yetişemeyeceğini söylerdi. Süt nine, komşusuna, büyüsünü gene hazırlayadursun, Mızraklı Dede'ye de bir tavuk adamasını söyledi.

Şehnaze Hanım için tavuk bir şey miydi? O, elindekini, avucundakini satıp Mızraklı Dede'ye develer kesmeye hazırdı. Tek, kocası o aşiftenin elinden kurtulsun!

Şehnaze Hanım'ın o gece Mızraklı Dede'ye tavuk adadığı sırada en hafifi "edepsiz" olmak üzere evliya için ağza alınmaz kelimeler sarf ettiğini işittim.

Daha garibi, öteki kadınlar da aynı kelimeleri utana sıkıla tekrar ediyorlardı. Benim birdenbire tüylerim ürperdi. O zamana kadar birçok türbelere girip çıkmıştım. Bu mukaddes yerlere aptest alınmadan ayak atılmaz, içlerinde yavaş yürünür, alçak sesle konuşulurdu. Nasıl oluyordu da her zaman türlü Arapça tazim kelimeleriyle adları anılan bu evliyalardan birine bu Müslüman hanımlar ayıp ayıp şeyler söylüyorlardı? Pek bilemiyoru; bunu ya o gece, ya daha sonra süt nineye sordum. Bana garip bir hikâye anlattı.

Mızraklı Dede, gençliğinde ya hocasına, yahut o zamanlarda pek bol yetişen başka evliyalardan birine nasılsa küfretmiş. Fakat sonradan bütün ömrünce pişmanlık çekmiş; ölürken de"Benim adımı ananlar, bana da öyle küfretsinler ki istediklerini yapayım!" diye vasiyet etmiş. Her halde farip bir dede!

***
İyi hatırlayamıyorum; o sene mi, yoksa ertesi baharda mı Dübekbaşı mahallesinden Mızraklı Dede'ye bir seyahat hazırlandı. Şehnaze Hanım, Karakaş'ın büyüsü ve Dede'nin himmetiyle muradına ermiş, kocasını Damlacıklı aşiftenin pençesinden kurtarmıştı. Bir sabah güneş doğarken kafile Dübekbaşı'ndan yola çıktı. Eski kara çarşaflarının etekleri yıkanıp kesilmekten diz kapaklarına çıkmış kadınlar, kimi kucakta, kimi yerde el ele çocuklar, yiyecek sepetleri, testiler, bohçalar...

Süt nine, eve yalvararak benim için de izin almıştı.

Kafile Namazgâh'tan İkiçeşmelik'e çıktı. Oradan mezarlıklar arasından Bayramyeri'ne, Eşrefpaşa camiine vurdu. Kızılçullu caddesinde bir zaman gittikten sonra sağa, Bozyaka yoluna saptı.

Daha henüz çırçıplak bağlar arasında uzun bir yürüyüşten sonra Kırkçamlar, nihayet Mızraklı Dede... Otura kalka iki saatte mi gittik, üç saatte mi bilemiyorum. Her halde çok uzun bir yol...

Mızraklı Dede'nin günü olduğu için oraya bizden başkaları da gelmişti. Arap deresine ve karşı dağlara doğru çıplak, rüzgârlı bir yamaç... Aklımda kaldığına göre türbe bir kaya kovuğunun içindeydi. Örtüsüz bir sanduka ile birkaç mumdan, bez parçasından ibaret bir dekor... Arapça tazim kelimeleri istemeyen, bilâkis tahkir edilmekten hoşlanan bu garip dede öteki evliyalardan bambaşka bir yol tutmuş bir kalender...

Adak tavukların birkaç damla kanıyla iktifa ediyor, etlerini gene onları getirenlere bırakıyor...

Şehnaze Hanım'ın tavuğunu pişirmek için bir çalı çırpı ateşi yakılmıştı. Hava rüzgârlıydı. Ben, ateşe yaklaştıkça süt nine "Sen bana emanetsin. Geçtim, ateş sıçrar." diye beni uzaklara kovuyordu.

Gazetenin bana bunları hatırlatan 21 İlkteşrin 1935 tarihli havadisi şudur:

"İzmir, 21 Bozyaka'da Mızraklı Dede mevkiinde haftanın salı günlerinde birçok halk toplanarak eğlenceler tertip ederler. Bunların arasında bulunan Bekir kızı 65 yaşlarında Hatice, kestiği bir tavuğu ateşte kızartmak isterken, rüzgârın tesiriyle ateş, elbiselerini sarmış ve kadın, yanmaya başlayarak yetişen halk tarafından güçlükle kurtarılmıştır."

Mızraklı Dede'nin sandukası her halde kalkmış, birkaç mumla bez parçasından ibaret sermayesi dağılmıştır. Fakat himmeti hazır, nazır olsun, kendi galiba dertli kadınlara hâlâ gizli gizli yardım etmekten geri durmuyor.

Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre, bir dakikada kaç kelime okuduğunuzu belirleyiniz.

OKUMA HIZI : ......... KELİME / DAKİKA

Şimdi aşağıdaki soruları DOĞRU / YANLIŞ şeklinde cevaplandırınız.

SORULAR :

1. Yazar hâlâ birtakım evliyalara ve etkilerine kuvvetle inanmaktadır.
2. Yazar kitap okurken, İzmit'te geçen çocukluk günlerini hatırlar.
3. Süt ninenin evi mahallelinin toplandığı, dertlerin halledildiği bir yerdir.
4. Süt nine büyücülükten anlamaz.
5. Kadınlar, daha çok evini terk eden kocalarını geri getirmek için büyü yaptırır, evliyalara adakta bulunurlar.
6. Mızraklı Dede, kendisine küfür edilmesini ister.
7. Mızraklı Dede çocukluğunda çok küfürbaz imiş.
8. Şehnaze Hanım'ın adadığı Kuzuyu kesmek için evde toplanırlar.
9. Şehnaze Hanım'ın kocası sonunda evine dönmüştür.
10. Mızraklı Dede'nin türbesi oldukça geniş ve halılarla kaplıdır.

CEVAP ANAHTARI : 1,2,4,7,8,10 yanlış; diğerleri doğrudur.

OKUMA PARÇASI

Metni okumaya başlamadan önce aşağıda verilen kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız. Bu kelimeler metin içinde geçecektir.

Meczup : Cezbe halinde olan, yarı deli
Tenevvü: Çeşitlenme, çeşitli hale gelme

Okuyacağınız bu metinde 1070 kelime vardır. Saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.

TULûAT TİYATROLARI
I

İstasyonda tek bir araba vardı. Onu da ben gözümü açıncaya kadar başkaları kaptı. Vakit gece yarısı, kasaba uzak olmasa ehemmiyeti yok... Beklerim, yahut daha aklıma eserse bavulu istasyona bırakır, yürüyüveririm. Bereket versin bir makasçı, köşeyi dönmek üzere olan arabaya "Duran Dayı, müşterileri bırak da geri gel... Yolcu var!" diye seslendi, sonra, beni bekleme odasına buyur etti.

Odada benden başka kimse yok. Bavulu bir kanepenin üstüne bıraktım; ara sıra arka kapıdan sokağa çıkarak arabanın çıngırağını bekliyorum.

Bir aralık yanımda yirmi yirmi iki yaşlarında bir delikanlı belirdi. Saçları darmadağın, tıraşı uzamış, kılık kıyafeti son derece perişan... Yırtık kundurasından çıplak ayaklarının parmakları görünüyor. Yalnız, paramparça gömleğinin üstünde kocaman bir kırmızı kıravat var... Bu çocuk, ilk bakışta bana yeri yurdu olmayan bir meczup gibi göründü. Halinden benimle konuşmak istediği anlaşılıyordu. Uzun uzun yüzüme ve kanepenin üzerinde duran bavuluma baktıktan sonra ürkek bir sesle:

- Efendi, sen oyuncu musun? Dedi.

Bu sefer de ben, onun yüzüne baktım.

Anaşılan beni kasabalarda dolaşan tulûat tiyatrolarının geçkince jönprömiyelerinden birine benzetmiş olacaktı. Hayatta yaptığım işler ve vazifelerin tenevvüüne bakılırsa delikanlıya "Hayır!" demeye pek hakkım yoktu. Fakat "Evet!" de demedim.

- Birine mi benzettin oğlum? Diye sordum.

O, sualimi işitmemiş gibi;

- Buraya oyuncular gelir, dedi. Belediye tiyatrosunda oynarlar. Komidya da var, kanto da var, çalgı da var. Hepsi var. Onlar, yarın akşam treniyle gelirler. Geldikleri vakit sen de gel e mi? Komidya da var, kanto da var?..

Telâffuzunda, sesnde, bakışında yeni konuşmaya başlamış bir çocuk masumluğu vardı... Bilmediğimiz dünyasının bulanık fikirlerine boğulmuş, bakmak, dinlemek, anlamak ihtiyacını duymadan kendi kendine söylenip gidiyordu.

İlk tahminimde yanılmamıştım. Bu çocuk bir meczuptu.

Biraz evvel arabacıya seslenen makasçı tekrar göründü,onu,

- Haydi çek arabanı... Beyi rahatsız etme, diye azarlayarak yanımdan kovdu. O, yırtık pabuçlarını sürüye sürüye uzaklaşırken makasçı, bana parmağıyla şakağını göstererek;

- Kaçıktır biraz zavallı, dedi. Size oyuncu musunuz? Diye sordu galiba.
- Evet! Nereden anladınız?
- Herkese onu sorar da ondan...

Makasçı ayak üstü bana gayet basit kelimelerle acı bir dram anlattı.

- Bu zavallı, iyice bir adamın oğluydu. Haline bakmayın, mektepte filân da okumuştur. Güzel yazısı vardır. Allah belâlarını versin, buraya ikide birde tiyatro oyuncuları gelirler; aralarında uygunsuz karılar vardır. Hem memleketin parasını çekerler, hem çoluk çocuğu baştan çıkarırlar... Çoluk çocuk diyorum amma, yaşlı başlı kaç adamın da evini yıktılar... İşte bu fakir oğlancık da bir oyuncu kızına tutuldu, babası sağ olsaydı ona öyle yerlere adım attırmazdı ya... Üstünden baba baskısı kalkan çocuğun hali ne olacak? Anası cahil kadın... Delikanlı oğlana diş geçiremedi. Hasılı oğlan, Nermin diye bir kokmuş kaltağa gönlünü kaptırdı... Karı da para hatırı için buna yüz mü vermiş, yoksa öteki beriki "Bunun da sende gözü var?.." diye alay mı etmiş, nedir? Oralarını pek iyi bilemiyorum. Hasılı oğlan tozuttu. Karı defolup gittikten sonra, konu komşu bir araya toplandılar. Anasına "Çocuk yiyip içmeden kesildi; bu gidişle ya büsbütün çıldıracak, ya ölecek... Şunu tez elden evlendirelim de kantocu karıyı unutsun." dediler. Amca yanında oturan nur gibi bir kimsesiz kız da bulup nişanladılar. Fakat anası mızmız karı, "Dur, tarlanın birazını satayım da düğün parası hazır edeyim; dur, oda takımı düzeyim!" diye işi uzattıkça uzattı. Derken oyuncular bir daha gelmezler mi? Oğlan, bu kere yeniden ateş aldı... "Taranın parasını ver. Kantocuyu kaçıracağım. Vermezsen seni şöyle ederim, böyle ederim!" diye anasına saldırmaya başladı. Ahalinin usluları baktılar ki kan çıkacak... Kaymakama, "İlle bu oyuncuları memleketten çıkar... Sen çıkarmazsan biz kolayına bakacağız." dediler... Neyse bir gece oyuncular dükkânı, tezgâhı toplayıp kasabadan defoldular... Lâkin bu bîçare de ondan sonra onmadı. Anası kahrından öldü. Bu, günden güne işi azıttı. En sonra gördüğünüz hale girdi. Fıkaranın kimseye bir zararı yoktur. Gündüz ya bir yere sokulup uyur, ya sessiz sedasız sokaklarda dolaşır. Fakat akşam oldu mu, derdi teper. Tanrı'nın gecesi böyledir. Tren saatine doğru istasyona gelir, oyuncuları bekler... Önüne gelene "Sen oyuncu musun? Oyuncular geliyor mu?" diye sorar. Allah kimseye vermesin... Akıl eksikliği güç şey...

Demek zavallının paramparça gömleğinin üstündeki kırmızı kıravatın hikmeti bu, belediye tiyatrosunda kanto oynamaya gelecek sevgili ile yarım kalmış senfoniyi devam ettirmek için bir hazırlıkmış!..

***

Makasçı, tulûat tiyatrolarının aleyhinde bulunmakta yalnız değildir. Çok eskiden beri bilirim. Kasabanın ağır başlıları, hacıları, hocaları bu kumpanyalardan daima yaka silkmişler, hele zavallı Türk kadınları onlardan salgın ve yangından korkar gibi korkmuşlardır. Eski zamanları bir göz önüne getirelim. Yeni yetişmiş bir delikanlı, yahut küçük yaşta çoluk çocuğa karışmış genç bir erkek... Gündüzleri kadın diye sokakta görebildikleri şey bol bir çarşaf, sık bir peçe içinde kaybolmuş bir heyulâ... Delikanlı, annesiyle ablasından başka kadın tanımıyor. Evli erkeğe gelince, o da aşağı yukarı aynı vaziyette... Daha yirmisine girmeden iki evlât anası olmuş, "Bizden artık iş geçti. Evlâtlarımıza bakalım!" diye daha çocukken ihtiyar olduğuna inandırılmış ve başına yazma yemenisi bağlanarak dünyasından geçirilmiş görgüsüz, şapşal bir kadından başka kimse görmüyor. Misafir odasının kapısına, evin boş bir gününde, burgu ile açtığı delikten bir iki komşu kızı veya kadını seyredebildiyse ne âlâ...

Bu iki insan, gecenin birinde ellerinde fenerle zifirî karanlık sokaklardan , harlayan, hırlayan, uluyan köpek sürüleri arasından geçerek, bir kalabalığın içine giriyorlar. Biraz sonra keman, zil, davul sesleri içinden karşıdan resimli bir duvar kalkıyor; yüzü, saçları, göğsü, kolları çıplak; öte tarafı sekiz on lâmbanın kamaştırıcı ışığında parıl parıl yanan altın pullarla örtülü kadınlar ortaya atılıyorlar; olgun şeftalilere benzeyen yanaklar üzerinde sürmeli gözleriyle oynamaya, vücudunun her tarafını ayrı ayrı titreterek kırıtmaya başlıyorlar.

Kasabanın en hovardalıkla şöhret almış delikanlılarının, zenginlerinin bile kenar mahallelerde, bağ kulelerinde yaptıkları âlemlerde "Ha jandarma duydu, ha deveciler basacakmış!" diye seksen türlü yürek çarpıntısı içinde oynattıkları kadın bile bunlara nispetle ne kadar sönük, ne kadar sefil...

O erkeklerin bu manzara karşısında çıldırmalarından, kiminin, hikâyesini anlattığım çocuğa dönmesinden, kiminin karısını boşamaya kalkmasından daha tabiî ne olabilir?

Çocukluğumu geçirdiğim kasabalardan birine Treze diye bir aktris gelmişti. Çok tutmuş bir kantosu vardı. Bir aralık sahnenin önüne gelerek kendi kendine bir şeyler çalan kemanı dinler, sonra:

"Karanfil deste gider,
Kokusu dosta gider,
Beni gören yiğitler
Evine hasta gider."

diye bir mani okuyarak sıçramaya başlardı.

Treza, ne doğru söylüyordu. Etrafındaki yiğitlerin tiyatrodan âdetâ hasta çıktıkları gözle görünüyordu. Erkek meclisleri kadar kadın meclislerine de girmeye müsait bir yaşta olduğum için aynı zamanda bu fırtınanın bîçare kadınlar arasında yaptığı sarsıntıyı da gözümle görüyordum. Şerif Dudu'nun mahallede çok sevilen bir alay kâtibi kaynanası ellerini açarak, "Seni gören yiğitler evine hasta gider ha? Yarabbi, sen tez zamanda şu karının canını al da çoluğumuzu, çocuğumuzu bu belâdan kurtar!" diye beddua ettiği hâlâ gözümün önündedir.

***

Tulûat kumpanyalarını bu kadar çekiştirdikten sonra birdenbire ağız değiştirmek tuhaf düşecek amma ben, onların zararından ziyade faydalarına kaniim.

Bu yorgunluktan, açlıktan yılmayan, mihneti kendilerine zevk eden uyanık ve sevimli göçebeler yıllarca Anadolu'ya neşe, hareket ve yaşamak zevki taşımışlardır.

Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre, bir dakikada kaç kelime okuduğunuzu belirleyiniz.

OKUMA HIZI : ......... KELİME / DAKİKA

Şimdi aşağıdaki soruları DOĞRU / YANLIŞ şeklinde cevaplandırınız.

SORULAR :

1. Yazar, istasyonda şeftrenle konuşur.
2. Yazar, herkesten önce davranarak bir araba bulur.
3. Meczup gencin paramparça gömleği üzerinde kırmızı bir kıravat vardır.
4. Meczup genç aslında iyi bir evlilik yapmıştır.
5. Meczup gencin annesi, duldur.
6. Yazar eski hayatımızı kadın erkek ilişkileri bakımından beğenmez.
7. Yazar çocukluğunu geçirdiği kasabada da benzer olayları, tiyatrocuların sebep olduğu felâketleri hatırlar.
8. Yazar sonunda tulûat tiyatrolarını zararlı bulur.
9. Meczup genç, her gece treni karşılar ve oyuncuları bekler.
10. Yazara göre anadolu kadını çok genç yaşta kendisini ihtiyar kabul eder.

CEVAP ANAHTARI : 1,2,4,8 yanlış; diğerleri doğrudur.

OKUMA PARÇASI

Metni okumaya başlamadan önce aşağıda verilen kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız. Bu kelimeler metin içinde geçecektir.

Şehîr : Şöhretli, meşhur, ünlü
Komik-i şehîr : Ünlü Komik
Artist-i şehîre : Ünlü kadın artist
Düetto : İki kişinin sunduğu şarkı
Sefahat : Zevk, eğlence
Darülbedayi : Şehir tiyatroları
Hamiyet : Yurt severlik, yurdunu koruma hissi
Şerait : Şartlar
Muhavere : Konuşma
Encam : Sonuç

Okuyacağınız bu metinde 1070 kelime vardır. Saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.

TULûAT TİYATROLARI
II

Anadolu'de hangi büyücek kasabaya ayak atsanız bu tulûat tiyatrolarından birine rast gelirsiniz. Yahut hiç değilse çarşı duvarlarında kafilenin yakın bir zamanda buraya konup göçmüş olduğunu gösteren yırtık bir ilâna tesadüf edersiniz. Oyunlar, kasabanın bir tiyatrosu varsa orada, yoksa bir gazinoda, hattâ büyücek bir kahvede verilir. Ahali için birkaç peyke, arkalıksız kahve iskemleleri, oyuncular için yerden birkaç karış yüksek bir kerevet, delik deşik iki boyalı perde yeter de artar bile. Elverir ki gönüller şen olsun.

Gönül şenliği meselesinde hiç tasa çekmeyin... Biraz evvel ciğer tavasıyla, fasulye piyazıyla kendilerine bir akşam ziyafeti çekmiş, oyundan sonra başlarını sokacak bir otel, yahut han odası hazırlatmış artistler memnundur. Seyircilerin gençleri memnundur; hattâ kasabanın yüzü gülmez ihtiyarları ile görünüşte bu rezaletle alay etmeye gelmiş mütefekkirleri için için memnundur.

Sokakta her zamankine benzemeyen bir gece hayatı... Kapının önünde fenerler, bayraklar, renkli kâğıtlar üzerinde eleme ökmürü iriliğinde yazılardan bir ilân : (Komik-i şehîr filân tarafından beş perdelik "Sefahatin encamı" nam komedi dram, ayrıca aktris-i şehîre Katina, Marika, Eleni Hanımlar tarafından kantolar, düettolar...)

Yedi sekiz seneden beri bu ilânlar aktris ve aktör resimleriyle daha modern bir şekle sokulmuş. Marikaların, Katinaların yerini de Neclâ, Ayten, Nermin gibi yeni uydurma isimli yerli bayanlar almıştır.

Oyun başlayıncaya kadar sokakta ilânın önünde çalan mızıka etrafa bir şenlik gecesi hareketi dağıtır. Unutmamalı ki Anadolu, bu gün yavaş yavaş kendine mal etmeye çalıştığı alafranga müziği yıllarca evvel ilk defa bunlardan işitmiştir. Amma ne kaba saba, ne iptidaî ve solo şeklinde imiş, ne çıkar?

Fiyatlar her keseye elverişlidir. Kapıda, isteyenler için pazarlık ve tenzilât da yapılır.

Bu kumpanyaların piyeslerini, repertuarlarını da pek hor görmemelidir. Aralarında âdetâ dünya şaheserleri vardır. Gülmeyin, ezbere söylemiyorum. "Arabın Hiddeti", Shakespeare'in "Otello"sudur. "Amerikan Vahşileri" Şato Brian'ın "Atala"sından başka bir şey değildir. "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı" Moliere'in "Jorj Danden"i, "Sefahatin Encamı" Emile Ojiye'nin ismi aklıma gelmeyen bir dramıdır.

Çocukken bir tulûat tiyatrosunda kocasına kızdığı için iki çocuğunu eliyle boğazlayan bir ananın hikâyesini seyretmiştim. Erkeğin karısını "Midya... Midyacığım" diye garip bir isimle çağırması tuhafıma gitmişti. O vakit seyrettiğim komedi dramın Euripides'in meşhir "Mede"si olduğunu senelerce sonra anladım.

Tulûat piyeslerinden hangisinin altı eşelense esaslı bir Avrupa piyesinin temellerine varılacağını çok kuvvetle tahmin ederim.

Birçok kimseler bunları tulûat aktörlerinin kendi uydurmaları zannederler. Yapısında gizli bir teknik, insan ruhunu bilinmez bir tarafından kavrayan esrarlı bir tesiri olmayan bir eserin otuz kırk sene çocuğu, genci, ihtiyarıyla; âlim ve cahiliyle bütün bir cemiyete kendini dinletmesi, zorla kabul ettirmesi akla sığacak şey midir? Memleketin belli başlı kalemlerinden çıkmı, birçok dekor, ışık vesaire hileleriyle allanıp pullanmış eserler Darülbedayi sahnesinde bir hafta güç belâ dayanır ve ancak vatan ve hamiyet adına kendini dinletirken bunların basit görünüşlü bir dikili taş gibi senelerce dayanmalarında elbette bir hikmet vardır.

"Amma tulûatçı dediğimiz bu insanların elinde bu şaheserlerin çarpık bir iskeletinden, sanatsız bir karikatüründen başka nesi kalmış?" diyeceksiniz. Bu noktada ben de sizinle beraberim. Fakat ne yapalım. Bu şerait içinde ellerinden bu kadarı gelmiş, bu kadarını yapmışlar. Ne ektik ki ne biçmeyi ümit edelim?

Maksadım şu ki, onlar gittikleri yere karınca kararınca neşe ve hareket götürdükleri gibi bir sırık hamalı kazancından farklı olmayan kazançlarından devlete vergilerini de veriyorlar. Keşke hepimiz üzerimize aldığımız işleri onlar kadar başarsak...

***

Neşe ve hareketin halk için ne kadar lâzım bir şey olduğunu, durgun ve renksiz bir hayatın kasabaları nasıl öldürdüğünü, zekâları nasıl körelttiğini artık biliyoruz.

Asırlarca memleketin bütün mesuliyetleri gibi sanat mesuliyetini de omuzlarında taşımış İstanbul'un Anadolu kasabalarına gönderebildiği hemen tek ses bu beğenmediğimiz tulûat kumpanyaları olmuştur.

Memleket açık kadın çarşafları gibi onları da hem sever, hem çekemezdi.

Tulûatçılar gecelerce boğaz tokluğuna güldürüp eğlendirdikleri kasabalardan çok kere koğularak çıkarlardı. Hacılar, hocalar onları halkta din bağlarını gevşetmekle, kasabanın ağır başlı okur yazarları ahlâk bozmakla, çoluk çocuğa ayıp lâkırdılar öğretmekle itham ederlerdi. Ayıp lâkırdılar! Evet tulûatçılar yerini getirdikçe halkı güldürmek için ayıp lâkırdılar söylemekten geri durmazlardı. Fakat doğrusu aranırsa bunlar çoluk çocuk için, gençler için pek öyle bilinmedik şeyler değildi. Çocuklar sokakta, gençler kahvelerde her gün o ayıp lâkırdıların bin kat çığ ve iğrençlerini etraflarındakilerden duyuyorlardı.

Ne yapalım, çocuklar nebat değil ki camekânlı kış bahçelerinde saklayalım. Sokakta ne söyleniyorsa zarurî olarak işitecekler.

Artiste âşık olanlar vardı. Fakat ne çare ki artist olmayana âşık olanlar da her zaman her yerde görülüyordu. Adi bir mevzuun, adi bir muhaverenin zekâyı bozması korkusuna gelince, içinde bir parça hayal olan hiçbir şey zekâyı bozamaz.

Bu oyunlar, bilâkis uyuyan zekâların uyanmasına ve kımıldanmasına ardım ederdi.

***

Anadolu'da tulûat tiyatroları pek çabuk arkası alınacak bahislerden değildir.

Söylenecek daha birkaç sözümü bundan sonraki makaleye bırakarak bunu otuz otuz beş sene evvel kasabalardan birinde geçmiş bir vaka ile bitireyim

Deve, koç, horoz güreştirmekten ve çiftliğinde kadın oynatmaktan usanmış bir yerli zengin, bir gece bir tulûat tiyatrosuna gider ve son derece eğlenir.

Oyundan sonra kumpanya direktörünü yanına çağırır; ne kadar zaman kalacağını sorar.

Direktör; "Zamanlar fena. Yer kirasını bile çıkaramıyoruz. Çocuklar aç kalıyor. Yarın gece de bu geceki hazılatı yapıp yol parası toplarsak, niyetim İzmir'e inmek... Bakalım, Ramazanı orada geçirelim!" der.

Bu havadis, yerli zengini hiç memnun etmez.
- Sen Ramazanda da burada kal!.. Yer kirasını ben vereceğim. Başka masraflarını da koruyamazsan tamamlarım.

Böyle sigortalı bir işe girmek direktörün canına minnettir. O geceden itibaren kumpanya, zenginin himaye ve emri altına girer.

Beş on gün neşe içinde çalışır; akşamları artistlere çiftlikten karavanalarla yemek gelir; geceleri oyundan sonra gene hep bir arada çiftliğe gidilir, sahura kadar sazla, sözle vakit geçirilir.

Kumpanyanın kel bir tiranı varmış. Tiran, tiyatro dilinde cinayet ve fena insan rollerini yapan artist demektir.

Bir gece zengin, direktörü yanına çağırır.
- Kumpanyadan çok memnunum, der. Hakikaten güzel oyunlar çıkarıyorsunuz. Yalnız aranızda uygunsuz, geçimsiz bir herif var. Bakıyorum her gece bir münasebetsizlik çıkarıyor; ya birini öldürmeye, ya kızı sevdiğinden ayırmaya kalkıyor. Oyunun tadını kaçırıyor. Gel istersen masrafını verelim de şu mızıkçıyı İzmir'e defediver."

Reşat Nuri GÜNTEKİN
(ANADOLU NOTLARI-I)

Şimdi okuma sürenize göre, bir dakikada kaç kelime okuduğunuzu belirleyiniz.

OKUMA HIZI : ......... KELİME / DAKİKA

Şimdi aşağıdaki soruları DOĞRU / YANLIŞ şeklinde cevaplandırınız.

SORULAR :

1. Anadolu'da her kasabada her an tulûat tuyatrolarının izlerini görmek mümkündür.
2. Tulûat tiyatrolarının oyunlarını sergileyebilmek için düzenli salonlar gerekir.
3. Başlangıçta kadın sanatçılar gayrı Müslim iken son yıllarda Müslüman Türk kadınları da tiyatro oyunculuğuna başlamışlardır.
4. Oyun başlayana kadar sokakta ilân panosu önünde mızıka çalar.
5. Alafranga müzik, tulûat tiyatroları tarafından yayılmıştır.
6. Tulûat tiyatrolarında oynanan eserler, hemen oracıkta uydurulmuş, basit şeylerdir.
7. Tulûatçılar âdetâ boğaz tokluğuna çalışırlar.
8. Tulûatçılar halkın ahlâkı üzerinde zannedildiği kadar kötü bir rol oynamazlar.
9. Kasaba zengini tulûat tiyatrosunu Ramazan boyunca himayesine alır.
10. Kasaba zengini, tiran denen kötü rollerin oyuncusunu ödüllendirir.

CEVAP ANAHTARI : 2,6,10 yanlış; diğerleri doğrudur.


OKUMA PARÇASI

Metni okumaya başlamadan önce aşağıda verilen kelimelerin anlamlarını belirleyerek karşılarına yazınız. Bu kelimeler metin içinde geçecektir.

Mefhum : Kavram
Tahkikat : Araştırmalar
Müessese : Kurum, kuruluş
Mücerret : Soyut
Zaaf : Zayıflık
Vecd : Kendinden geçme
Hülasa : Özet, kısaca


Okuyacağınız bu metinde 910 kelime vardır. Saat tutarak ve anlamaya çalışarak hızlı okuyunuz.

TULûAT TİYATROLARI
III

Çocukken "Rumuz'ül-Edep" te okumuştum. Galiba Adapazarı'nda bir ihtiyar Çerkeze kasabanın nüfusunu soruyorlar. Kendisinden gökteki yıldızların sayısı nevinden abes bir şey sorulmuş gibi alay ederek; "Kim saymış ki bile!" diyor.

Osman Senai de aynı senelerde yazdığı bir makalede belli başlı bir adamın kendisine; "Bizde dört yüz bin top var mı acaba?" diye sorduğunu yazıyordu.

Gene o zamanlarda bir adliyeciden dinlemiştim. Bitlis taraflarında bir eşkiyayı on beş seneye mahkûm etmişler. Eşkiya, kararı dinledikten sonra; "On beş sene kasımı bulur mu ki? Bittiğinde bana haber edersiniz." demiş. Yani bu adamda on beş ve sene mefhumları yokmuş. Osman Senai'nin belli başlı adamında dört yüz bin adedi ve top hakkında bir fikir bulunmadığı gibi.

Çok şükür, bu korkunç hesapsızlık, kitapsızlık senelerinden uzaktayız. Kaç insan, kaç mektep, kaç fabrikamız bulunduğunu, bir yıl içinde memlekete ne kadar mal ve para girip çıktığını aşağı yukarı biliyoruz.

Yalnız, acaba bu gün Anadolu'da kaç göçebe tiyatro ve tiyatro artisti var; bunu öğrenmeyi merak ettik mi? Sualimi gülünç bulanlar; "İş artık buna mı kaldı?" diyecek olanlar çoktur. Fakat ben bu fikirde değilim.

Bu gün Anadolu'da dolaşan tulûat kumpanyalarının sayısı oradaki lise ve orta mekteplerimizin sayısından çok fazladır.

Yealnız tiyatro vergilerini toplayan resmî memurlardan basit bir tahkikat yapsak şaşılacak bir rakam karşısında kalacağımıza hiç şüphe etmemeliyiz.

Evet, Anadolu'daki tulûat tiyatroları orta kültür müesseselerinden çok fazladır. Hem de şu farkla ki mektebin talebesi senelerce aynı, iki yahut üç yüz talebedir, fakat tulûat sahnelerinin seyircileri her gece değişir.

Anadolu'da kaç kitap, kaç mecmua okunuyor? Bunu ne siz sorun; ne Ankara caddesinin kitapçıları söylesin. Fikir terbiyesi vasıtası olarak radyodan istifademiz nedir? Şimdiye kadar hiç. O, şimdilik bizi kelimesiz, fikirsiz bir yeni ahenge alıştırmaya çalışıyor. Bundan sonra dinlenir de halk terbiyesi için faydalı bir şeyler söylerse ne mutlu!

Buna mukabil yüzlerce tulûat sahnesi her gece topladığı birçok bin genç insana durmadan söylüyor. Hem onların söyledikleri saatler ruhların en ziyade açıldığı, duygu ve fikir olarak ne duyarsa plak gibi kapıp zaptettiği saatlerdir. Müzikle, dansla gevşemiş insanların sahnedeki boyalı kadın gibi mücerret fikirlere de vurulmaya müsait bulundukları zaaf saatleri...

Kantolardan sonra başlayan bu oyunların halk üzerinde izi ölünceye kadar silinmeyen çocukluk masalları kadar tesiri vardır.

Onlarda ders ve propaganda kokusu sezilmemesi de tesirlerini artıran sebeplerdendir. Propagandadan şüphe ederlerse yengeç kokusu almış midye gibi sımsıkı kapanırlar. "Sana propaganda yapıyorum." demek, insanlara "Seni kandıracağım." demek gibi bir şey gelir. Söyleyeceğin şey benim esasen kabul ettiğim bir hakikat ise neden propagandaya lüzum görüyorsun?

Bir gece birkaç arkadaş bir tulûat tiyatrosundaydık.
Fedr'e benzeyen bir piyes oynanıyordu. Kadın üvey oğlunu seviyor; ondan yüz bulamayınca, kocasına oğlunun kendisine sataşmak istediği yolunda bir yalan söylüyor. Baba, bağırıp çağırıyor. Şöyle bir şey:

Baba, lâkırdısını bilmeyen, son derece cahil ve iptidaî bir aktördü. Saçını başını yolarak; "Üvey anandan başka kadın bulamadın mı haylaz?" diye bağırınca kendimizi tutamadık; gülmeye başladık.

Biraz ilerimizde oturan ve piyesi vecd içinde dinleyen bir efe hiddetle döndü: "Oldu mu ya? Gülünecek şey mi bu, yahu?" diye söylendi.

Bu, belki tabiî bir zamanında oyundaki üvey oğulun yapmadığını yapacak, üstelik babasını da eli titremeden doğrayabilecek bir adamdı. Fakat tulûatçıların iptidaî sanatı bu saat için onu burnundan yakalamış, bütün ahlâk ve insanlık duygularını harekete getirmişti.

Fırsat düşerse çocukken masalını dinlediğiniz "Tahir ile Zühre" yi bir de tulûatçılardan seyredin.

Kızı Zühre'yi evlâtlığı Tahir'le evelendirmek isteyen babanın sarığına birtakım münafıklar büyü sokarlar. Adamcağız birdenbire değişerek; "Olmaz, olmaz!" diye bağırmaya başlar ve Tahir'i yaka paça sokağa, yahut hapse attırır.

Tahir, o esnada Zühre'ye manzum bazı lâkırdılar söyler. Şiirin o kadar sırası değildir ve tulûat Tahir'leri bu beyitleri o kadar kötü ve gülünç bir ahenkle okurlar ki, kendinizi tutamayıp gülersiniz. Rüyasından uyandırdığınız halktan derhal bir şikâyet sesi yükselir. "Yahu, herifler ayrılıyorlar... Bu, gülünecek şey değil, ağlanacak şey..."

Hülâsa, seyirciler bu piyesler karşısında öyle bir çocuk inanışıyla kendilerinden geçerler, kısa bir zaman için öyle temiz ve doğru ruhlu olurlar ki, aralarından sahnedeki câniye silâh çekenler bile çıkar.

Bu tiyatrolara biraz emek ve ehemmiyet verilmiş olsaydı, halka ne güzel şeyler telkin etmek mümkün olurdu.

***

Evvelki yazılarımda da söylediğim gibi zavallıların bu düşkün vaziyetlerinde yaptıkları hizmet de gene bir şeydir.

Dilleri bozuktur, konuşmaları bayağıdır. Fakat seyircilerin çoğunun dışarda işittikleri de bundan daha düzgün ve yüksek bir şey değildir.

Bazı nükteleri müstehcendir. Fakat daha yüksek edebiyatımız da müstehcenden hangi tarihte kendini kurtardı? Fazla olarak bu oyunlar, ananevî ahlâka hemen daima sadık kalmışlardır. Onlarda iyi ile fena birbirinden kalın çizgilerle ayrılır. Vakalar, halkın daima iyilerle beraber yürüyeceği şekilde tertip edilmiştir. Piyesin sonunda cinayet ve haksızlık hakikî dünyamızdakinden daha büyük bir isabetle cezasını görür.

Kumpanyanın ruhu demek olan komik, ahlâklı ve sempatik bir adamdır; oyun esnasında bazan sapıtacak bile olsa, sonunda mutlaka haklının tarafına geçer.

Tulûat piyesleri derebeylik yadigârı olduğu gibi onlarda polise, hâkime hemen hiç tesadüf edilmez.

Fenalar, iyilerin eliyle cezalarını bulurlar. Bazan tabiatın adaleti denen şeyin müdahalesi de görülür. Meselâ katile yıldırım çarpar. Çok kere hakikati meydana çıkarmak ve câninin cezasını vermek işini kumpanyanın komiği üzerine alır, fakat gene doğrudan doğruya kan dökmek suretiyle kendini cellât vaziyetine düşürmez. Meselâ câninin suratına uzun fesini atar; o da korkudan yüreğine inerek titreye titreye ölür.

***

Fazla uzatmayayım. Anadolu'da yüzlerce tulûat kumpanyası vardır. Birçok bin insan her gece dişinden tırnağından artırdığı para ile bunları seve seve dinliyor.

Sanat tiyatrosu denilen şeyi yakın bir istikbalde bunların yerine koymamıza imkân yoktur.

Bence yapılacak şey bu tiyatroların çok eskimiş piyeslerini asıllarındaki tadı ve keyfi bozmadan yenileştirmek ve yeni hayata uydurmaktır.
 

HTML

Üst