64general1
New member
- Katılım
- 14 Haz 2007
- Mesajlar
- 1,720
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Bir başıma, bir yerde.
Adı konulmamış bir kıyı kasabasında.
Orada, denizin yanı başında.
Oturup gökyüzüne bakmalıyım saatlerce.
Hiç konuşmadan !..
Bir kitap olmalı elimde.
Şiir kitabı.
Pablo Neruda’nın “sandalcı türküsü sona eriyor”unu okumalıyım, sessizce.
Orada, bir yığın insanın umudundan söz etmeliyim.
Ölümün, aşkın bir başka biçimi olup olmadığını sorgulamalıyım.
Fotoğraflara bakmalıyım…
Van’da, Siverek’te, Diyarbakır’da öldürülen genç kızların öykülerini anımsamalıyım…
G. S. 15, N. K. 16, A. Ş. 18 yaşındaydılar…
Adına “töre” denilen o kanlı vahşet zincirinin halkalarını birer birer çıkarmalıyım.Benim öykülerim vardır yaşamın sayfalarında…
Hüzünlerim, öykülerim, sevinçlerim… Tuzla’da ölen işçiler, faili meçhul cinayetler, askeri darbeler, çeteler…
1 Mayıs’ta Taksim’i emekçilere yasaklayan düşünce, nasıl olur da kendilerini “liberal sol” diye gizleyen Soros’un çocukları tarafından korunup kollanır ? Kimdir bunlar, nereden çıktılar son on beş yılda, bilen var mı ? 70’leri, 80’leri, 90’ları yaşadık…
Kan gölünde beslenenleri tanıdık…
Susurluk çetesi ortaya çıktığında, eli kanlı mahlukları savunanları “Nazlı mı Nazlı” unuttuk !..
16, 17, 18 yaşındaki kızların ölümleri, Baran’ın İzmir’de vurulması, Uğur Kaymaz’ın kanlı gömleği…
Fotoğraflarına bakıyorum birer birer…
Onların yaşamları, hüzünleri…
Ne aşk şiirleri bilirlerdi, ne Pablo Neruda’yı…
Yıllar öncesine gittim…
Lice’ye kar yağıyordu, arkadaşım Çetin Bayrıl’a geldiğimizde…
1976’ydı ve Lice yine kar altındaydı…
32 yıl geçmiş aradan…
15 yaşındayken amcaoğluyla evlendirilen Elif Berivan, yeni yapılmış tek katlı deprem evinin pencere kirişine yatak çarşafını bağlayıp intihar etmişti… Ağa, şeyh, şıh baskısı…
Lice deprem evlerini yapanlar devletin parasıyla zengin olup sonradan holding sahibi olmuşlardı… Deprem evlerinin temeli yoktu, kar yağınca çoğunun çatısı çökmüştü…
Güneydoğu’dan kopan çığlık…
Harran Ovası’nda, 2007 sonbaharında konuştuğum gençler…
Yoksulluk ve yolsuzluk…
Töre cinayetleri!..
Baskı ve zulüm !..
Hepsi bir aradaydı !..
Bir başıma bir yerdeyim işte…
Gökyüzüne bakıyorum saatlerdir…
Pablo Neruda’yı okuyorum:
“ ... Yoruldum işte insan olmaktan. Terzilere, sinemalara gidiyorum işte şaşkınım, kapalıyım, çuhadan bir kuğu gibi sorular, küller denizinde savruluyorum.”
Karanlığın izinde aydınlığı aramaktan yoruldum.
Susmak bana göre değil !..
O zaman ne yapmalıyım !..
Hrant Dink cinayeti, Malatya katliamı !..
Talan edilen doğa !..
Genç ölümler, işkenceler, zindanlar…
Devleti kuşatan “dinci yapılanma”.
Dinci faşizmin ayak sesleri !..
Ne zaman göreceğiz demokrasinin bir yaşam biçimi olduğunu; ne zaman laikliği baş tacı yapacağız; ne zaman özgürlüğün kapısını açacağız ?..
Türkiye çağın neresinde ?..
Nerede akıl ve mantık ?..
Aşka düşman, yaşama düşman, özgürlüğe düşman, laikliğe düşman, demokrasiye, emeğe düşman bir düşünceyi nasıl tekmeleyip atacağız ?.. Haberleri dinliyorum, bir başıma, bir yerde… Denizin hışırtısıyla avunuyorum… Tataristan’da Fethullahçı okullardaki 44 mürit sınır dışı edilmiş… Acaba neden ? Tataristan Özerk Cumhuriyeti savcısı İldar İsmailov, 44 mürit öğretmenin Fethullahçı okullarda “gizli din eğitimi yaptıklarını” öne sürmüş…
Rusya, Fethullahçıları kapı dışarı ediyor, Türkiye ise onları “Türk okulları” diye koruyor…
Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan, Fethullah Gülen’le Nâzım Hikmet’i aynı kefeye koyuyor…
Bir tuhaf oldu Türkiye…
İçimde hüzün, içimde sıkıntı…
Fethullahçılar Güneydoğu’yu kuşatmış, Irak’ın kuzeyinde okullar, hastaneler, kuyumcu dükkânları açmış…
Güneydoğu’nun yoksul insanına ve okula gitmeyen çocuklarına tuzaklar kurulmuş…
Erzak torbaları ve para dağıtıyor şeyhlerin müritleri…
Bir başıma, bir yerde… Adı konulmamış bir kıyı kasabasında…
Pablo Neruda’yla birlikte…
“Sessizce yürüyorum gözlerle, kunduralarla, öfkeyle, unutuluşla, geçiyorum büroların, dükkânların önünden, iplerine çamaşır asılı avlulardan, donlardan, havlulardan, gömleklerden, kirli gözyaşları akıtıyorlar usulca.”
Hikmet ÇETİNKAYA
Adı konulmamış bir kıyı kasabasında.
Orada, denizin yanı başında.
Oturup gökyüzüne bakmalıyım saatlerce.
Hiç konuşmadan !..
Bir kitap olmalı elimde.
Şiir kitabı.
Pablo Neruda’nın “sandalcı türküsü sona eriyor”unu okumalıyım, sessizce.
Orada, bir yığın insanın umudundan söz etmeliyim.
Ölümün, aşkın bir başka biçimi olup olmadığını sorgulamalıyım.
Fotoğraflara bakmalıyım…
Van’da, Siverek’te, Diyarbakır’da öldürülen genç kızların öykülerini anımsamalıyım…
G. S. 15, N. K. 16, A. Ş. 18 yaşındaydılar…
Adına “töre” denilen o kanlı vahşet zincirinin halkalarını birer birer çıkarmalıyım.Benim öykülerim vardır yaşamın sayfalarında…
Hüzünlerim, öykülerim, sevinçlerim… Tuzla’da ölen işçiler, faili meçhul cinayetler, askeri darbeler, çeteler…
1 Mayıs’ta Taksim’i emekçilere yasaklayan düşünce, nasıl olur da kendilerini “liberal sol” diye gizleyen Soros’un çocukları tarafından korunup kollanır ? Kimdir bunlar, nereden çıktılar son on beş yılda, bilen var mı ? 70’leri, 80’leri, 90’ları yaşadık…
Kan gölünde beslenenleri tanıdık…
Susurluk çetesi ortaya çıktığında, eli kanlı mahlukları savunanları “Nazlı mı Nazlı” unuttuk !..
16, 17, 18 yaşındaki kızların ölümleri, Baran’ın İzmir’de vurulması, Uğur Kaymaz’ın kanlı gömleği…
Fotoğraflarına bakıyorum birer birer…
Onların yaşamları, hüzünleri…
Ne aşk şiirleri bilirlerdi, ne Pablo Neruda’yı…
Yıllar öncesine gittim…
Lice’ye kar yağıyordu, arkadaşım Çetin Bayrıl’a geldiğimizde…
1976’ydı ve Lice yine kar altındaydı…
32 yıl geçmiş aradan…
15 yaşındayken amcaoğluyla evlendirilen Elif Berivan, yeni yapılmış tek katlı deprem evinin pencere kirişine yatak çarşafını bağlayıp intihar etmişti… Ağa, şeyh, şıh baskısı…
Lice deprem evlerini yapanlar devletin parasıyla zengin olup sonradan holding sahibi olmuşlardı… Deprem evlerinin temeli yoktu, kar yağınca çoğunun çatısı çökmüştü…
Güneydoğu’dan kopan çığlık…
Harran Ovası’nda, 2007 sonbaharında konuştuğum gençler…
Yoksulluk ve yolsuzluk…
Töre cinayetleri!..
Baskı ve zulüm !..
Hepsi bir aradaydı !..
Bir başıma bir yerdeyim işte…
Gökyüzüne bakıyorum saatlerdir…
Pablo Neruda’yı okuyorum:
“ ... Yoruldum işte insan olmaktan. Terzilere, sinemalara gidiyorum işte şaşkınım, kapalıyım, çuhadan bir kuğu gibi sorular, küller denizinde savruluyorum.”
Karanlığın izinde aydınlığı aramaktan yoruldum.
Susmak bana göre değil !..
O zaman ne yapmalıyım !..
Hrant Dink cinayeti, Malatya katliamı !..
Talan edilen doğa !..
Genç ölümler, işkenceler, zindanlar…
Devleti kuşatan “dinci yapılanma”.
Dinci faşizmin ayak sesleri !..
Ne zaman göreceğiz demokrasinin bir yaşam biçimi olduğunu; ne zaman laikliği baş tacı yapacağız; ne zaman özgürlüğün kapısını açacağız ?..
Türkiye çağın neresinde ?..
Nerede akıl ve mantık ?..
Aşka düşman, yaşama düşman, özgürlüğe düşman, laikliğe düşman, demokrasiye, emeğe düşman bir düşünceyi nasıl tekmeleyip atacağız ?.. Haberleri dinliyorum, bir başıma, bir yerde… Denizin hışırtısıyla avunuyorum… Tataristan’da Fethullahçı okullardaki 44 mürit sınır dışı edilmiş… Acaba neden ? Tataristan Özerk Cumhuriyeti savcısı İldar İsmailov, 44 mürit öğretmenin Fethullahçı okullarda “gizli din eğitimi yaptıklarını” öne sürmüş…
Rusya, Fethullahçıları kapı dışarı ediyor, Türkiye ise onları “Türk okulları” diye koruyor…
Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan, Fethullah Gülen’le Nâzım Hikmet’i aynı kefeye koyuyor…
Bir tuhaf oldu Türkiye…
İçimde hüzün, içimde sıkıntı…
Fethullahçılar Güneydoğu’yu kuşatmış, Irak’ın kuzeyinde okullar, hastaneler, kuyumcu dükkânları açmış…
Güneydoğu’nun yoksul insanına ve okula gitmeyen çocuklarına tuzaklar kurulmuş…
Erzak torbaları ve para dağıtıyor şeyhlerin müritleri…
Bir başıma, bir yerde… Adı konulmamış bir kıyı kasabasında…
Pablo Neruda’yla birlikte…
“Sessizce yürüyorum gözlerle, kunduralarla, öfkeyle, unutuluşla, geçiyorum büroların, dükkânların önünden, iplerine çamaşır asılı avlulardan, donlardan, havlulardan, gömleklerden, kirli gözyaşları akıtıyorlar usulca.”
Hikmet ÇETİNKAYA