Önce bir adam vardı. Sonra kendi insanlarını yarattı. Uzakdoğu'nun en uzak köşesinde, içinde 23 milyon kişinin yaşadığı koskoca bir ev yaptı. Bütün perdeleri kapattı; kendisi herkese yetecek kadar parlaktı. Sonra ağzından kutsal bir ideolojinin ayetleri döküldü. O bir üstün insan, o bir lider, o bir peygamber, o bir yaratıcıydı. Gelmiş geçmiş bütün iyiliklerin, bilgeliklerin, güzelliklerin ve yüceliklerin babasıydı.
Kim'di o.
Evet Kim İl-Sung.
Kuzey Kore'nin efsane adamı. Büyük lider. Ezeli ve ebedi lider.
Başkent Pyongyang'daki en etkileyici eser, Yüce Lider
Kim İl-Sung'un 20 metre boyundaki dev bronz heykeli. Mansu
Tepesi'ndeki heykel 1972 yılında Kim İl-Sung'un 60. doğum günü
münasebetiyle yapılmış. 1994 yılında ölen lider, 8 yıl sonra hem
kafalardaki hem sokaklardaki büyüklüğünden hiçbir şey yitirmemiş.
Yeni evlenen çiftler, saygı duruşunda bulunmak ve çiçek bırakmak
üzere Yüce Lider'in heykelini ziyaret ediyorlar.
Varlığı, sesi ve nefesiyle Kuzey Kore'yi 44 yıl idare eden Kim İl-Sung, 1994'te ölümünden sonra bile sözleriyle, gölgesiyle, onlarca metrelik heykelleri ve anıtmezarındaki mumyalanmış haliyle bugün hâlâ bu ülkeye hükmediyor.
Kuzey Kore sınırlarından içeriye girmeden önce hissetmeye başlamıştık bunu. Kuzey Kore Havayolları'nın, yani Koryo Airlines'ın Pekin'den başkent Pyongyang'a giden uçağında. Herkes göğsünde Kim-İl Sung'un rozetini taşıyordu. Kim İl-Sung'un hava sahasına girmiştik, burası onun ülkesiydi.
Kuzey Kore'de geçirdiğimiz sekiz gün boyunca onun adı en az 800 kere söylendi. Mihmandarımız bütün konuşmaları İngilizceye çevirdiği için 1600 diyebiliriz. Biz de birkaç yüz defa söyledik herhalde soru falan sorarken. Bu kadarla da kalmadı. Koreliler her defasında sadece Kim İl-Sung demiyor, bir de isminin başına 'büyük lider' yaftası yerleştiriyor. Velhasıl bu tek adam tekrarlamalarının kafalarda yarattığı etki, akla gelen hiçbir yüce varlık, büyük adam veya kutsal kişininkiyle kıyaslanmayacak boyutta.
Kim İl-Sung'un ülkesinde, buranın adı sadece Kore. Ötekisine ise Güney Kore deniyor. Tabii Güney Koreliler de kendi ülkelerine Kore, buraya Kuzey Kore demekteler. Yani iki taraf da asıl ülkenin kendi tarafları olduğu fikrinde. Doğrusu her iki tarafın da Kore olduğu ve ikiye bölünmüş tek bir ülkeyle karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği. 1950'de Kore Savaşı'nın patladığı zamandan bu yana iki ayrı devlet, iki ayrı rejim var. Kuzeydekinin resmi adı Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti, güneydekininki Kore Cumhuriyeti.
Her ülkenin her milletin kendine özgü bir hali, yapısı, kokusu, duruşu var elbette. Ama Kuzey Kore bildiğimiz, okuduğumuz, gittiğimiz ülkelerin hiçbirine benzemiyor. Ülkenin dışarıya neredeyse tamamen kapalı olması, buraya gitmenin, girmenin çok zor olması, bizde de baştan bir tedirginlik yaratmıştı. Onunla ilgili bilgilerimiz çok sınırlıydı. Kaynaklar yok denecek kadar azdı ve tabii ki oldukça tarafgir Batılı gözlemciler tarafından yazılmıştı.
Başkent Pyongyang'ın biraz dışındaki havalimanına indiğimizde bu gizli ülkenin ne kadarını görüp tanıyacağımızı bilmiyorduk. Ama bu ülkede kaldığımız süre boyunca gördüklerimiz ve hissettiklerimiz, bazı Batılı kaynaklarda rastladığımız ve neredeyse 'şeytan ülke' noktasına varan yorumların ne kadar saçma olduğunu ortaya koydu.
Başkent Pyongyang, Kore Savaşı sırasında Amerikan bombardımanları
sonucu tamamen yıkılmış. Şehrin yeniden inşası sırasında tarihi yapıların
bir kısmı aslına uygun olarak inşa edilmiş. Büyük Tiyatro ve Kültür Sarayı gibi
yapılar başkentin geleneksel mimarisi hakkında bir fikir veriyor. Bugünkü
Pyongyang ise büyük meydanları
modern binaları ile öne çıkıyor. Yapımına 12-13 sene önce başlanan
105 katlı Rugyong Oteli ise bazı yapısal ve finansal nedenlerden dolayı
tam olarak bitirilememiş
Gümrükten problemsiz geçtik; ama yanımızdaki tüm fotoğraf makinesi, kamera, kayıt cihazı, para, kitap, vesaire envanterini verdik. Deklare edilmeyecekler sınıfına giren pek az kalem vardı; neredeyse her şeyin bildirilmesini istediler.
Kapıda, sekiz gün boyunca birlikte olacağımız iki mihmandarımız bizi bekliyordu. Bu birlikte olmanın anlamının biraz değişik olduğunu hemen anladık. Bay Y ve Bay Y, sekiz gün boyunca biz sadece oteldeki odamızda bulunduğumuz sürece yanımızda değildiler. Adam adama markajı büyük başarıyla, yorulmadan sıkılmadan uygulayan bu baylar, aynı otelde bizimle beraber kaldılar, hatta tuvalete bile bizimle geldiler. Bununla birlikte son derece yardımsever ve sempatik olduklarını söylemeliyim. Bu zor, çeşitli kısıtlamalar ve yasaklarla dolu ülkede bizi memnun etmek için ellerinden geleni yaptılar.
Aslında Kuzey Kore'de Olmayan şey zamandı. Bir yerin veya bir halin fotoğrafını çekmek istediğimizde hep aynı cevapla karşılaşıyorduk: 'Vaktimiz yok.' Evet, vakit sorunu vardı; yoksa ülkede hiçbir şey yasak değildi!
Bu durumların yarattığı ironi bazen öyle aşırı bir doza ulaştı ki, bu müstesna yolculuğu paylaştığım Özcan Yüksek 'Gönül isterdi ki böyle bitmesin' şarkısını belki arka arkaya 20-25 kere söyledi.
Havalimanından otele doğru giderken, içinde bulunduğumuz minibüsten bir hafta boyunca sadece izin verildiği ve programda öngörüldüğü müddetçe inebileceğimizi bilmiyorduk. Hani derler ya insanoğlu her şeye alışır... Kesinlikle doğru. Bırakın bizi, Kuzey Korelilerin nelere alıştıklarını görünce, durumumuza şükrettik.
Hayır, yanlış anlaşılma olmasın! 'Ne alışması canım, adamlar mecbur; sıkıysa başka şey yapsınlar; Kuzey Kore dünyanın belki de tek komünist ve en totaliter rejimi' demeyin hemen. Peşinen söyleyelim, durum böyle değil. Gerçi Kuzey Kore'de bulunduğumuz sürece, seçilmiş kişiler ve özel görevliler dışında halkla pek bir temasımız olmadı ama, bu ülkenin gerçeğini baskı altına alınmış insanlar, arkaik bir komünist yönetim ve muhaliflerin öldürüldüğü Stalinist bir rejim çerçevesine indirgeyemeyiz. Kuzey Kore bu yazıda sözünü edeceğimiz handikaplarına rağmen, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir ülke.
İlk gözümüze çarpan şey, son derece geniş caddeler ve bu yollarda bulunmayan arabalardı. Kuzey Kore'de trafik diye bir şey taşıtlar için söz konusu değil. Sadece ciddi bir yaya trafiği var. İnsanlar kâh yol kenarlarında kâh yollarda yürüyorlar. Herhangi bir arabanın geçmemesine o kadar alışılmış ki, minibüsümüzü kullanan şoförün bir eli sürekli klaksondaydı.
Ülkede özel mülkiyet zaten çok sınırlı olduğundan, özel araba diye bir kavram yok. Sınırlı sayıdaki arabaların ya devlete ya da üst düzey bürokrat veya Kore İşçi Partisi üyelerine ait olduğunu varsayabiliriz. Başkent Pyongyang epey uzun otobüs kuyruklarında bekleyen insan görüntülerine sahne oluyor. Şehirlerarası yolculuk diye bir konu olmadığı için, düzenli şehirlerarası otobüs seferi de bulunmuyor. Şanslı olanlar ve tabii izin belgesi bulunanlar kamyon kasalarında bir noktadan diğerine gidebiliyor.
Ama asıl çarpıcı olanı, bisikletlerin azlığı. Uzakdoğu'nun klasikleşmiş hafif taşıtı bisiklet bile Kuzey Kore'de tek tük. Bu neye yol açıyor? Tabii ki Kuzey Korelilerin dünyanın en sportmen halkı olmasına; çünkü her yere yürüyerek gidiyorlar. ?aka değil; özellikle şehirlerarası yollarda yürüyenleri ve yerleşim yerlerinin birbirine olan mesafesini görünce insan inanamıyor. Günde ortalama 20-25 kilometre yürüdüklerini tahmin ettiğimiz insanlar, yanlarından araba geçerken bakmıyorlar bile. Başka bir âlemdeler, başka bir konsantrasyon içindeler. Belki de biz, yani arabayla onların yanlarından geçenler başka bir âlemdeyiz. Kuzey Kore gerçeği yolda yürüyor.
Bu sahneye şahit olunca neden bu ülkede bırakın şişman insanı, biraz kilolu birini bile görmediğimizi anlıyoruz. Yiyecek sıkıntısı, iktisadi zorluklar ve diğer açmazlardan söz etmeden önce başka bir şey aklıma geliyor. Bu ülke insanının geçmişte ne kadar büyük acılar çektiği ve buna rağmen ayakta kalmayı başardığı. O zaman bu uzun yürüyüşte onların yanında hissediyorum kendimi. O zaman her ülkenin ayrı bir günlük ve tarihsel gerçeği olduğunu, sadece rasyonel tahliller ve artistik izdüşümler kullanılarak oluşturulan tabloların kıymetsizliğini anlıyorum. Türkiye'ye gelen Batılıların kâh bizle ilgili ekonomik verilerden kâh ne kadar da otantik taraflarımız olduğundan bahsetmeleri aklıma geliyor.
İstiyorum ki bir an için yanımızdaki mihmandar bir samimiyet buhranına girsin ve desin ki 'Evet bazı konularda berbat bir durumdayız, açız, dünyanın geri kalanına kapalıyız, ideolojik bir bulut içinde yaşıyoruz, dünyada sadece emperyalistler yok, iyi şeyler de var, ama biz de kendi kişiliğimizi kaybetmeden daha iyi bir noktaya gelmek istiyoruz'.
Mihmandarımız 'Yüce Lider Kim İl-Sung işte bu evde doğdu ve doğar doğmaz onun çok özel bir varlık olduğu anlaşıldı' diyor. Hayatın gerçeklerine dönüyoruz.
Acı gerçekler yakın tarihte yoğunlaşıyor. Dünyanın doğusunda en uzun süren hanedanlık Kore'de yaşanmış. Aslında tarihler Osmanlı İmparatorluğu'yla oldukça benzeşiyor. Kore'deki Çoson hanedanlığı 1392-1910 yılları arasında hüküm sürmüş. Ama benzerlik sadece tarihlerde. Çünkü bu hanedanlık hem çapı, hem Çin'e bağımlılığı, hem de yerel lordların iktidarı üzerine kurulu olması bakımından bizden çok farklı.
Hanedanlığın yıkılmasıyla, daha doğrusu Japon işgaliyle başlayan 20. yüzyıl Kore'ye sadece felaket getirmiş. Japonlar 1945 yılına kadar süren 35 yıllık dönemde Kore'nin iliğini kurutmuşlar. Sadece yönetimi ele geçirip baskıcı bir rejim kurmamışlar, bu ülke ve insanlarını tamamen yok etmeye girişmişler. Ülkede Korece konuşmak, Kore ismi taşımak yasaklanmış. Koreli erkeklerin tamamı Japonya'nın ihtiyaçlarını karşılamak üzere işçi olarak acımasızca çalıştırılmaya başlanmış. Kadınların büyük bir kısmı zorla fahişe yapılmış. Ülkenin bütün ürünleri ve gelirleri Japonya'ya akıtılmış.
İşte Kore'de modern anlamda ilk milliyetçi ve anti-emperyalist hareketlerin ortaya çıkması da bu döneme rastlıyor. Tabii bu hareketler tamamen yeraltında, büyük gizlilik içerisinde yürütülmüş ve esas olarak Çin-Sovyet sınırında yoğunlaşmış. 30'lu yılların sonlarında Japonya'nın Çin'i işgal etmesiyle birlikte Koreli direnişçiler Çin ordusuna katılmış ve Japonya'ya karşı savaşmaya başlamışlar. Sayıları yaklaşık 200 bini bulan bu Koreli savaşçılar arasında biri öne çıkmış ve hem zekâsı hem de karizmasıyla haklı bir liderlik kazanmış. Kim İl-Sung efsanesi işte böyle doğmuş.
Japonların İkinci Dünya Savaşı sonunda teslim olmasıyla birlikte, Kore teorik olarak tekrar özgürlüğünü kazanmış. Fakat bu sefer de ülke içinde iktidar mücadelesi kızışmış. Daha doğrusu ülke ABD ve SSCB arasındaki yeni güç oyununun arenası haline gelmiş. Kore'nin neredeyse tam ortasından geçen 38. Paralel hattı sınır olarak kabul edilmiş ve Sovyetler kuzeyi, Amerikalılar da hattın güneyini kontrol etmeye başlamışlar.
Ülkede istisnasız her yetişkin erkek ve kadın, giysisinin
üzerinde Yüce Lider Kim İl-Sung'un rozetini taşıyor. Bu rozetler
özel olarak yapılıyor, hiçbir yerde satılmıyor ve yabancılar tarafından
takılamıyor. Kimi Koreliler ise Kim İl-Sung ile oğlu şimdiki başkan
Kim Jong-İl'i bir arada gösteren bir rozet takıyorlar.
33 yaşına rağmen büyük bir muharebe tecrübesi olan, Stalingrad savunmasından uçsuz bucaksız Mançurya ovalarına kadar her coğrafyada savaşmış Kim İl-Sung, genç, devrimci ve milliyetçi bir çizgiyi temsil ediyor ve Stalin rejimi tarafından destekleniyordu. Beri tarafta Amerikalıların buldukları isim ise, 70 yaşında Harvard mezunu bir 19. yüzyıl entelektüeli olan Syngman Rhee idi. Aradaki fark barizdi ve dinamizmiyle geniş kitleleri peşinden sürüklemeyi başaran Kim İl-Sung ülkenin kuzeyinde kontrolü ele alırken, sadece taşıma Amerikan suyuyla beslenen Rhee, güneyde patlayan isyanlarla baş etmeye çalışıyordu.
Sonunda olan oldu ve 1950 yılında başlayan Kore Savaşı milyonlarca sivil ve asker Korelinin ölümüyle, evsiz, barksız, ailesiz kalmasıyla sonuçlandı. Üç sene süren savaştan sonra geride kalan tamamen yıkılmış ve ikiye bölünmüş bir ülkeydi.
Japon işgali ve iç savaşı izleyen yıllar iki Kore için de kolay geçmedi. Kuzey ve Güney bu kez senelerce sürecek Soğuk Savaş'ın Uzakdoğu'daki en önemli sahnesinde buldular kendilerini. Bu gerilimli coğrafyadaki yönetimler de kemerleri sıktıkça sıktılar ve birbirlerine yaklaşmak, yeniden tek bir ülke olmak yerine, sözde bir komünizm ve sözde bir demokrasi uğruna parçalanmışlığı beslediler.
80'li yıllara gelindiğinde, görece planlı bir ekonomiyle idare edilen ve hem doğal kaynakları hem de sanayi yatırımları hiç de fena olmayan Kuzey, başta SSCB'yle olmak üzere 'sosyalist ticaret'i de başarıyla yürütüyor, Güney'e fark atmış gözüküyordu. Tek avantajı sadece geniş tarım alanları olan Güney ise hâlâ Amerikan yardımıyla idare eder bir vaziyetteydi.
90'lı yıllarda ise durum tersine dönmekle kalmadı, Kuzey için çok felaketli bir hal aldı. Doğu Bloku çöktü, Kim İl-Sung öldü, birbiri ardına gelen sel felaketleri hem evleri hem zaten kısıtlı olan tarım alanlarını yok etti. Kişi başına düşen yıllık gelir 200 dolar seviyesine düştü. Ve en acısı 94/97 arası tepe noktasına erişen kıtlık ve açlık sonucu Kuzey Korelilere göre 300 bin, Batılı kaynaklara göre 3 milyona yakın, büyük ihtimalle ikisinin arasında bir sayıda insan öldü.
Kuzey'deki düşman kardeş can çekişirken, Güney'de yeni bir Asya kaplanı doğuyordu. Otomotiv, elektronik ve iletişim teknolojisine yatırım yapan Güney Kore yürüdü gitti ve bırakın Kuzey'le kıyaslanmayı, dünya devleriyle aşık atar hale geldi (Bu arada tabii Türkiye'yi de beşe katlayarak kişi başına yıllık gelirini 10 bin doların üzerine çıkardığını da belirtelim).
Kuzey Kore'nin zor zamanları hâlâ devam ediyor. Konuştuğumuz yetkililer de ki zaten yetkililerden başka birisiyle konuşmanın imkânı yok; bunu kabul ediyor: 'Ülkemiz şu an bazı ekonomik zorluklar yaşıyor' diyorlar. Başkent Pyongyang'da ise bunu görmek ve hissetmek pek kolay değil. Tersine, kendinizi gayet iyi planlanmış ve göze gayet iyi gelen bir şehirde buluyorsunuz. Pyongyang 'düzayak şehir' anlamına geliyor. Şehirdeki tek hafif yükselti, Mansu Tepesi denilen yer. Burada da Kim İl-Sung'un 20 metre boyunda bronzdan bir heykeli bulunuyor.
Başkent, Taedong ve Potong nehirleriyle bölünüyor. Şehrin uzaktan görünüşü daha da güzel. Yüksek ve modern binalar, geniş bulvarlar, devasa heykeller... Mükemmel bir siluet.
Bunlara geniş ve yemyeşil park alanlarını, Zürih ve Cenevre dışında büyük kentlerde görmeye alışık olmadığımız inanılmaz temizliği de ekleyin. Şehrin Kore Savaşı sırasında, Amerikan bombardımanlarıyla yerle bir edildiğini düşününce, hakikaten yapılanları takdir ediyorsunuz. Bu şehre düşen bomba sayısını Kuzey Koreliler kesin olarak bildiklerini iddia ediyorlar: 428 bin 748.
Dediğimiz gibi Koreliler trafik problemini radikal olarak çözmüşler. Araba yok. Dolayısıyla hava kirliliği, gürültü ve buna bağlı gelişen stres ve telaşlılık hali de yok. Pyongyang'da kaldığımız süre boyunca, şehrin neredeyse bütün önemli yapılarına ve heykellerine götürüldük. ?ehirde arabanın dışında geçirdiğimiz yegâne zamanlar, buraları dolaşırkenki zamanlardı. Ve tabii bu noktalarda istediğiniz şekilde fotoğraf çekmek serbest.
Kuzey Kore'nin güneyinde, başkent Pyongyang'a 200
kilometre mesafedeki tarihi Kaesong şehri... Burası 10. ve
14. yüzyıllar arası Kore'nin başkentiydi. Kaesong aynı zamanda
ünlü ginseng bitkisinin anayurdu kabul ediliyor.
Yongyang'da Koryo Hotel veya bizim kaldığımız Yanggakdo Hotel gibi beş yıldızlı servis veren birkaç büyük turistik tesis bulunuyor.Tabii bu oteller hem yapı hem servis hem de kalite açısından Batı'daki benzerlerinden farksız. Kaldığımız otelin içinde farklı ülke mutfaklarının restoranları olduğu gibi, kumarhane bile vardı. Bu mekânların sadece yabancılar için olduğunu söylemeye gerek yok. Ama şunu söyleyelim; buralar oldukça pahalı. Bizim kaldığımız otelin içindeki yerel Kore restoranında bile fiyatlar yüksekti. Bu konuda seyahatimizin kritik esprisini de, soyadından beklendiği gibi Özcan Yüksek literatüre kazandırdı. Kore'nin geleneksel ve pahalı bitkisi ginseng'in ruhu ve bedeni 'yüksek tutan' özelliğine nazire yaparak söylediği, 'bu lokantalarda fiyatlar çok ginseng abi' cümlesi hem bizi hem mihmandarlarımızı bir süreliğine de olsa Kuzey Kore gerçeğinden koparttı.
Kore'de 1 Amerikan Doları 2 won olarak belirlenmiş. Tabii piyasa ekonomisinin hiçbir kuralına bağlı olmayan bu durum son derece normal; çünkü ne piyasa ne de ekonomisinin hükmü var. Öyle karar almışlar ve uyguluyorlar. Karaborsa falan gibi bir şeyi düşünmek ise intiharla eşanlamlı.
Pyongyang iki milyonu aşkın nüfusuyla birbirinden etkileyici yapılara sahip bir başkent. Bu yapılara epey para harcandığı aşikâr. Diğer bir şaşırtıcı şey, bu devasa heykellerin ve yapıların inanılmaz kısa sürelerde çalışılarak bitirilmiş olması. Bunların yapımı için gereken işgücü Korelilere göre gönüllüler tarafından sağlanıyor. Bazı Batılı kaynaklar ise özel 'inşaat taburları'nın çalıştırıldığını belirtiyor.
?ehirde neredeyse her şey büyüklük esasına göre inşa edilmiş. Juche Kulesi adını taşıyan ve üzerinde kırmızı bir meşale yanan kule; Paris'tekinin prototipi ve onunla aynı adı taşıyan Zafer Takkı; şehrin girişinde yer alan ve gidişgeliş otoyolu üzerinden kapayan devasa bir Birleşik Kore heykeli; içinde Ruslar tarafından mumyalanan Kim İl-Sung'un bulunduğu Kumsusan Sarayı; 150 bin kişi kapasiteli dev 1 Mayıs Stadyumu... Ve tabii en muazzamı, inşasına 12-13 sene önce başlanmış olmasına rağmen çeşitli yapısal problemler ve finansal sıkıntılar yüzünden bitirilememiş 105 katlı Ryugyong Oteli.
Başkent Pyongyang'da olmayan şey ise canlılık. Bu sadece reklam panolarının, seyyar satıcıların, dükkânların, çeşitli lokanta ve kahvelerin olmayışına bağlı değil. ?ehir sanki insanların içinde yaşaması için dizayn edilmemiş gibi. Bir yabancılık, bir mesafe var insanlarla arasında. Hani her kentte, oranın yerlisi olduğunu hem yürüyüşü, hem oturup kalkışı ve hareketleriyle belli eden insanlar vardır. Pyongyang'da böyle bir yerlilik hissedilmiyor. Bununla birlikte gittiğimiz diğer şehirlerde, Sinchon, Kaesong veya Kaechon'da bu özellikler fazlasıyla görülüyor.
Akşam olduğunda kaldığımız otelin penceresinden şehre bakıyoruz. Yaşanan ekonomik sıkıntı, özellikle enerji sektöründe kendini belli ediyor. Belli başlı bazı yapılar ve apartmanlar haricinde ışıkları yanmayan bir başkent görüyoruz. Gece 12 sularında, uzaktan belli belirsiz bir Kore nağmesi duyuluyor.
Sabah tam 07:00'de korkunç bir siren gürültüsüyle uyanıyoruz. 'Kalk borusu galiba' deyip pencereye yöneldiğimizde, dışarıdaki hayatın çoktan başladığını görüyoruz. Pyongyang'daki ikinci günümüz 1 Mayıs. Büyük törenler, kalabalık yürüyüşler ve süper fotoğraflar hayal ediyoruz. Hiçbiri olmuyor. Neden? 'Çünkü' diyorlar, 'bizim ülkemizde işçiler zaten iktidarda; kimsenin kimseye gösteri yapacak hali yok. Biz 1 Mayıs'larda açık havada kurulan bayram yerlerine, panayır alanlarına gideriz ve çeşitli oyunlar oynar, eğleniriz'.
Biraz hayal kırıklığına uğruyoruz ama, evet, adamların söyledikleri de gayet makul. Hep birlikte şehrin güney kapısındaki bayram yerine doğru yola çıkıyoruz.
1 Mayıs günü gördüğümüz coşku ve neşeye, daha sonraki günlerde ülkenin hiçbir yerinde rastlamadık. Büyük bir piknik alanında sabahtan akşama kadar devam eden eğlence, yarışma ve gösteriler, hakikaten gündelik hayatın çok ötesinde, çok özel bir anlam ifade ediyordu Koreliler için.
'Chima Jo-Gori' denilen ulusal kıyafetlerini giymiş kadınlar, büyük bir neşe içerisinde bizi de dansa kaldırıyorlar. 'Kuzey Koreli kadınlara bırakın dokunmayı, bakmak bile çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir' diye yazan Batılı kaynakları hatırlıyoruz. Tabii alakası yok.
Kaesong sokaklarındaki tek grafik hareketlilik ise yine panolardaki propaganda afişleri.
Koreli kadınların davranışlarındaki zarafet ve yumuşaklık, seyahat boyunca karşılaştığımız tüm kadınlar için geçerliydi. Garson, mihmandar, öğretmen, bürokrat veya otel görevlisi... Bütün kadınlar inanılmaz bir nezaket ve konukseverlikle davranıyor. Yüz ifadeleri ve jestler samimi ve zarif. Bununla birlikte özel görevliler dışında kadınlar makyaj yapmıyor. Ya yasak ya da erkek mihmandarlarımıza göre 'geleneklerde bulunmadığı için tercih edilmiyor'. Aynı şey sigara için de söz konusu. Bunu anlamak daha da zor, çünkü ülkedeki erkeklerin tamamı, sürekli olarak sigara içiyor. Bizim yanımızda getirdiğimiz küçük purolar bile sigara niyetine ilk üç günde tüketildi.
Akşam Kore'nin geleneksel yemeği 'soğuk sulu makarna'yı tadıyorum. Çok ince ve uzun telli bu makarna, içinde bilumum soslar ve sebzeler bulunan geniş tabaklarda sunuluyor. Kore'deki neredeyse bütün yemekler gibi bu makarna da çok acı. Elimizde sürekli bir peçete, her kaşıktan önce gözümüzü, burnumuzu siliyoruz. Bu yemekler ilk iki günden sonra kesinlikle alışkanlık yapıyor ve sürekli acı yemek istiyorsunuz.
Tabii yiyecek bolluğu ve kalitesi, özel ve turistik mekânlar için geçerli; ülkenin genelinde hâlâ yiyecek sıkıntısı çekiliyor.
Seyahatimizin sonraki günlerinde önce ülkenin kuzeyine, daha sonra güneyine gittik. Ülkenin kuzeyine gidişimiz esas olarak Kore Savaşı'yla ilgiliydi (Bu konudaki çok özel fotoğrafları ve bilgileri gelecek sayıda yansıtacağız).
yongyang'ın 169 kilometre kuzeyinde bulunan Myohyang Dağları civarı, Korelilerin bizi en çok götürmek istedikleri yerlerin başında geliyordu. Burası birçok tarihi tapınak ve yapının, müthiş güzellikteki şelaleler, tepeler, kayalıklar ve tabii ormanlarla bütünleştiği 375 kilometrekarelik bir arazi. Etrafta sivil yerleşim neredeyse hiç bulunmadığından mihmandarlarımız rahat bir nefes aldı. Hatta Özcan'a dönüp 'Fotoğraf çok önemli diyordunuz. İşte burada istediğinizi, istediğiniz kadar çekin' dediler.
Bu bölgede gittiğimiz iki yer de ilginçti. İlkinde Kim İl-Sung ve oğlu şimdiki başkan Kim Jong-İl için yaptırılan ve bu liderlere hediye edilen eşyaların sergilendiği sarayları gezdik. Saatlerce süren bu ziyaretlerde hangi ülkeden hangi kıymetli hediyelerin geldiği neredeyse tek tek gösterildi, anlatıldı. Fotoğraf çekmenin yasak olduğu bu 'Uluslararası Dostluk Sergi Sarayları'nda, Türkiye'deki kimi sol örgüt ve partilerden gelen Kapalıçarşı kökenli fincan ve tabaklar da vardı. Dünyanın çeşitli yerlerinden gönderilen pahalı ve gösterişli, el emeği göz nuru hediyeler arasında, doğrusu bizimkiler zayıf kalmıştı.
İkinci durağımız ise Ryongmun adlı bir mağaraydı. İçinde üç saatten fazla zaman geçirdiğimiz bu mağara Kuzey Kore'deki ideolojik şartlanmanın ne boyuta taşındığını göstermesi bakımından ibret vericiydi. Mağaranın içindeki neredeyse her sarkıt ve her oluşum Kim İl-Sung'un hayatındaki bir döneme, bir mekâna, bir olaya benzetiliyordu. İşte Yüce Lider'in doğduğu ev, işte direnişi başlattığı dağ, işte Amerikalıların bozguna uğratıldığı meydan, vesaire. Mağaranın içindeki soğuk kaynak sularına kafamızı sokarak ferahlamaya çalıştık.
Mihmandarların bizi yerüstünde kısıtlayıp, sanra da yeraltında saatlerce tutmaları aramızda hafif bir gerginliğe sebep olduysa da, onların da emir kulu olduğunu hatırlayıp üstelemedik. Korelilerin en büyük korkusu, bizim ülkeleri hakkında kötü şeyler yazmamız, kötü fotoğraflar çekerek bunları düşmanlara satmamızdı. Fobi haline gelmiş bu vaziyet karşısında, tabii söylenen sözlerin hiçbir anlamı kalmıyor. Düşman veya taraf olmadığımızı söylememiz ise ya inandırıcı bulunmuyor ya da inanılsa bile durumda bir iyileşmeye yol açmıyor. Bu korkunun yeterince olumsuz bir sonuca yol açtığını, gündelik hayatı ve insanları yansıtan fotoğraf ve ilk elden bilgilerin olmayışının daha da olumsuz karşılanacağını anlatmamız da pek bir işe yaramadı.
Seyahatin sonlarına doğru bu kez ülkenin güneyine, Kaesong şehri ve civarına yöneldik. 38. Paralel ve Güney Kore sınırında da, yine Kore Savaşı içerisinde bahsedeceğimiz çok özel noktalara gittik. Başkentteki son gün programında ise film stüdyoları vardı. Burasının en önemli özelliği dekorların sabit oluşuydu. Yani her şey üç boyutlu olarak inşa edilmiş; binalar, yapılar, yazılar, eşyalar, hepsi gerçek, hepsi betonarme. Nedeni basit, çünkü bu dekorlar hiç değişmiyor aşağı yukarı hep aynı filmler çekiliyor. Ya eski zamanlarda geçen aşk, intikam ve macera filmleri ya da modern zamanlarda geçen, emperyalistlere karşı verilen mücadeleleri konu alan filmler.
Kuzey Kore'de önceden belirlenmiş ve turistik mekânlar
dışında fotoğraf çekmek söz konusu değil. Hele fotoğraf makinenizin
kadrajına insan unsuru giriyorsa durum daha da zorlaşıyor. Tabii
hiçbir zaman 'yasak' lafı telaffuz edilmiyor. 'İnsanlarımız habersiz
fotoğraflarının çekilmesinden hoşlanmıyor' sık kullanılan gerekçelerden
biri. Başkent Pyongyang'daki bu gündelik hayat görüntüsü, Atlas
ekibinin içinde bulunduğu minibüsten, fark ettirilmeden çekildi.
Peki modern zamanlarda geçen ve içinde savaş olmayan, yani sadece 'sivil' konuları işleyen filmler var mı? Hayır, yok. Ana konusu savaş olmasa da emperyalistler ve onların yaptıkları kötülüklerle ilgili temalar mutlaka bugünkü filmlerin içine sokuluyor. Tabii Korelilere göre bu, özel olarak yapılan bir şey değil. Normali bu zaten. Diğer türlü bir film olabileceği düşünülmüyor bile.
Ülkede tek bir TV kanalı bulunuyor. Otel odasında baktığımız kanalda ya yurttan sesler korosu ya propaganda filmleri veya dizileri ya da çeşitli komiklikler yapan bir maymunun uzun uzun gösterildiği bir program vardı.
Kuzey Korelilerin fırsat buldukça dile getirdikleri en büyük özlemleri bir gün Güney'le birleşmek. Tabii Güney Kore'yi de gördükten sonra, bunun yakın zamanda gerçekleşemeyeceği anlaşılıyor. Kuzey'deki ideolojik yapı, zaten ancak Güney bu yapıyı onaylarsa bir birleşmeye rıza gösterebilecek mahiyette. Bu da söz konusu olamayacağına göre, yakın zamanda en iyi ihtimalle bir federasyon umudundan bahsedilebilir gibi gözüküyor. Ama iş bununla da bitmiyor. Kuzey Kore sosyal handikaplarının yanı sıra iktisadi durumuyla da hiç parlak bir tablo çizmiyor. Eski teknoloji kullanan ağır sanayi kuruluşları ya artık hiç çalışmıyor ya da son derece verimsiz bir halde. Enerji ve akaryakıt sıkıntısı her an hissediliyor. Ülkede gördüğümüz sınırlı sayıdaki aracın neredeyse hepsinin lastikleri kabaktı, hatta daha da kötüydü. Yolda kalmış, arıza veya kaza yapmış araba ve kamyonlar da gördük.
Ülkenin dış borçlarının 25 milyar doları geçtiği ve bunun milli gelirin tamamından fazla olduğu tahmin ediliyor. Dolayısıyla olası bir birleşme halinde Güney Kore acaba bu yükü nasıl kaldırır sorusu gündeme geliyor. Konuştuğumuz bir diplomat, 'Evet Güney Kore büyük bir ekonomik güç elde etti, ama ne Güney Kore bir zamanki Batı Almanya ne de Kuzey Kore bir zamanki Doğu Almanya. Dolayısıyla bir birleşme için ekonomik koşullar bile oluşmuş değil' yorumunda bulundu.
Doğrusu biz Kuzey Kore'de her türlü iktisadi, siyasi sosyal tıkanıklığa rağmen, kendi ayaklarının üzerinde durmaya çalışan, kendi özelliklerini korumak için direnen bir millet gördük. Ama 'kapitalizme teslim olacağımıza ölürüz' diyen insanların komünist yönetim altında da öldüklerini görmeleri, belki de meselenin böyle bir ikilemden çıkarılması gerektiğini kanıtlamıştı diye düşündük.
Tabii her ülkenin, her toplumun 'biz böyle iyi ve huzurluyuz, siz kendi işinize bakın' veya 'Batı'da her şey çok mu mükemmel? Herkesin kendine göre zorlukları var' deme hakkı var.
Yine de Pyongyang'dan Pekin'e döndüğümüzde Kuzey Kore gerçeğinin diğer bir acı tarafıyla karşılaştık. Bazı girişimler olmuş ve bütün elçiliklerin etrafı, iltica etmek isteyen Kuzey Korelileri engellemek için dikenli tellerle çevrilmişti. İşin esprili tarafı ise bu elçiliklerin yoğun olduğu bölgede, sadece Türk sefaretinin etrafında dikenli tel bulunmayışıydı...
YAZI: GÜRSEL GÖNCÜ
FOTOĞRAFLAR: ÖZCAN YÜKSEK
ATLAS
Kim'di o.
Evet Kim İl-Sung.
Kuzey Kore'nin efsane adamı. Büyük lider. Ezeli ve ebedi lider.
Başkent Pyongyang'daki en etkileyici eser, Yüce Lider
Kim İl-Sung'un 20 metre boyundaki dev bronz heykeli. Mansu
Tepesi'ndeki heykel 1972 yılında Kim İl-Sung'un 60. doğum günü
münasebetiyle yapılmış. 1994 yılında ölen lider, 8 yıl sonra hem
kafalardaki hem sokaklardaki büyüklüğünden hiçbir şey yitirmemiş.
Yeni evlenen çiftler, saygı duruşunda bulunmak ve çiçek bırakmak
üzere Yüce Lider'in heykelini ziyaret ediyorlar.
Varlığı, sesi ve nefesiyle Kuzey Kore'yi 44 yıl idare eden Kim İl-Sung, 1994'te ölümünden sonra bile sözleriyle, gölgesiyle, onlarca metrelik heykelleri ve anıtmezarındaki mumyalanmış haliyle bugün hâlâ bu ülkeye hükmediyor.
Kuzey Kore sınırlarından içeriye girmeden önce hissetmeye başlamıştık bunu. Kuzey Kore Havayolları'nın, yani Koryo Airlines'ın Pekin'den başkent Pyongyang'a giden uçağında. Herkes göğsünde Kim-İl Sung'un rozetini taşıyordu. Kim İl-Sung'un hava sahasına girmiştik, burası onun ülkesiydi.
Kuzey Kore'de geçirdiğimiz sekiz gün boyunca onun adı en az 800 kere söylendi. Mihmandarımız bütün konuşmaları İngilizceye çevirdiği için 1600 diyebiliriz. Biz de birkaç yüz defa söyledik herhalde soru falan sorarken. Bu kadarla da kalmadı. Koreliler her defasında sadece Kim İl-Sung demiyor, bir de isminin başına 'büyük lider' yaftası yerleştiriyor. Velhasıl bu tek adam tekrarlamalarının kafalarda yarattığı etki, akla gelen hiçbir yüce varlık, büyük adam veya kutsal kişininkiyle kıyaslanmayacak boyutta.
Kim İl-Sung'un ülkesinde, buranın adı sadece Kore. Ötekisine ise Güney Kore deniyor. Tabii Güney Koreliler de kendi ülkelerine Kore, buraya Kuzey Kore demekteler. Yani iki taraf da asıl ülkenin kendi tarafları olduğu fikrinde. Doğrusu her iki tarafın da Kore olduğu ve ikiye bölünmüş tek bir ülkeyle karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği. 1950'de Kore Savaşı'nın patladığı zamandan bu yana iki ayrı devlet, iki ayrı rejim var. Kuzeydekinin resmi adı Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti, güneydekininki Kore Cumhuriyeti.
Her ülkenin her milletin kendine özgü bir hali, yapısı, kokusu, duruşu var elbette. Ama Kuzey Kore bildiğimiz, okuduğumuz, gittiğimiz ülkelerin hiçbirine benzemiyor. Ülkenin dışarıya neredeyse tamamen kapalı olması, buraya gitmenin, girmenin çok zor olması, bizde de baştan bir tedirginlik yaratmıştı. Onunla ilgili bilgilerimiz çok sınırlıydı. Kaynaklar yok denecek kadar azdı ve tabii ki oldukça tarafgir Batılı gözlemciler tarafından yazılmıştı.
Başkent Pyongyang'ın biraz dışındaki havalimanına indiğimizde bu gizli ülkenin ne kadarını görüp tanıyacağımızı bilmiyorduk. Ama bu ülkede kaldığımız süre boyunca gördüklerimiz ve hissettiklerimiz, bazı Batılı kaynaklarda rastladığımız ve neredeyse 'şeytan ülke' noktasına varan yorumların ne kadar saçma olduğunu ortaya koydu.
Başkent Pyongyang, Kore Savaşı sırasında Amerikan bombardımanları
sonucu tamamen yıkılmış. Şehrin yeniden inşası sırasında tarihi yapıların
bir kısmı aslına uygun olarak inşa edilmiş. Büyük Tiyatro ve Kültür Sarayı gibi
yapılar başkentin geleneksel mimarisi hakkında bir fikir veriyor. Bugünkü
Pyongyang ise büyük meydanları
modern binaları ile öne çıkıyor. Yapımına 12-13 sene önce başlanan
105 katlı Rugyong Oteli ise bazı yapısal ve finansal nedenlerden dolayı
tam olarak bitirilememiş
Gümrükten problemsiz geçtik; ama yanımızdaki tüm fotoğraf makinesi, kamera, kayıt cihazı, para, kitap, vesaire envanterini verdik. Deklare edilmeyecekler sınıfına giren pek az kalem vardı; neredeyse her şeyin bildirilmesini istediler.
Kapıda, sekiz gün boyunca birlikte olacağımız iki mihmandarımız bizi bekliyordu. Bu birlikte olmanın anlamının biraz değişik olduğunu hemen anladık. Bay Y ve Bay Y, sekiz gün boyunca biz sadece oteldeki odamızda bulunduğumuz sürece yanımızda değildiler. Adam adama markajı büyük başarıyla, yorulmadan sıkılmadan uygulayan bu baylar, aynı otelde bizimle beraber kaldılar, hatta tuvalete bile bizimle geldiler. Bununla birlikte son derece yardımsever ve sempatik olduklarını söylemeliyim. Bu zor, çeşitli kısıtlamalar ve yasaklarla dolu ülkede bizi memnun etmek için ellerinden geleni yaptılar.
Aslında Kuzey Kore'de Olmayan şey zamandı. Bir yerin veya bir halin fotoğrafını çekmek istediğimizde hep aynı cevapla karşılaşıyorduk: 'Vaktimiz yok.' Evet, vakit sorunu vardı; yoksa ülkede hiçbir şey yasak değildi!
Bu durumların yarattığı ironi bazen öyle aşırı bir doza ulaştı ki, bu müstesna yolculuğu paylaştığım Özcan Yüksek 'Gönül isterdi ki böyle bitmesin' şarkısını belki arka arkaya 20-25 kere söyledi.
Havalimanından otele doğru giderken, içinde bulunduğumuz minibüsten bir hafta boyunca sadece izin verildiği ve programda öngörüldüğü müddetçe inebileceğimizi bilmiyorduk. Hani derler ya insanoğlu her şeye alışır... Kesinlikle doğru. Bırakın bizi, Kuzey Korelilerin nelere alıştıklarını görünce, durumumuza şükrettik.
Hayır, yanlış anlaşılma olmasın! 'Ne alışması canım, adamlar mecbur; sıkıysa başka şey yapsınlar; Kuzey Kore dünyanın belki de tek komünist ve en totaliter rejimi' demeyin hemen. Peşinen söyleyelim, durum böyle değil. Gerçi Kuzey Kore'de bulunduğumuz sürece, seçilmiş kişiler ve özel görevliler dışında halkla pek bir temasımız olmadı ama, bu ülkenin gerçeğini baskı altına alınmış insanlar, arkaik bir komünist yönetim ve muhaliflerin öldürüldüğü Stalinist bir rejim çerçevesine indirgeyemeyiz. Kuzey Kore bu yazıda sözünü edeceğimiz handikaplarına rağmen, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir ülke.
İlk gözümüze çarpan şey, son derece geniş caddeler ve bu yollarda bulunmayan arabalardı. Kuzey Kore'de trafik diye bir şey taşıtlar için söz konusu değil. Sadece ciddi bir yaya trafiği var. İnsanlar kâh yol kenarlarında kâh yollarda yürüyorlar. Herhangi bir arabanın geçmemesine o kadar alışılmış ki, minibüsümüzü kullanan şoförün bir eli sürekli klaksondaydı.
Ülkede özel mülkiyet zaten çok sınırlı olduğundan, özel araba diye bir kavram yok. Sınırlı sayıdaki arabaların ya devlete ya da üst düzey bürokrat veya Kore İşçi Partisi üyelerine ait olduğunu varsayabiliriz. Başkent Pyongyang epey uzun otobüs kuyruklarında bekleyen insan görüntülerine sahne oluyor. Şehirlerarası yolculuk diye bir konu olmadığı için, düzenli şehirlerarası otobüs seferi de bulunmuyor. Şanslı olanlar ve tabii izin belgesi bulunanlar kamyon kasalarında bir noktadan diğerine gidebiliyor.
Ama asıl çarpıcı olanı, bisikletlerin azlığı. Uzakdoğu'nun klasikleşmiş hafif taşıtı bisiklet bile Kuzey Kore'de tek tük. Bu neye yol açıyor? Tabii ki Kuzey Korelilerin dünyanın en sportmen halkı olmasına; çünkü her yere yürüyerek gidiyorlar. ?aka değil; özellikle şehirlerarası yollarda yürüyenleri ve yerleşim yerlerinin birbirine olan mesafesini görünce insan inanamıyor. Günde ortalama 20-25 kilometre yürüdüklerini tahmin ettiğimiz insanlar, yanlarından araba geçerken bakmıyorlar bile. Başka bir âlemdeler, başka bir konsantrasyon içindeler. Belki de biz, yani arabayla onların yanlarından geçenler başka bir âlemdeyiz. Kuzey Kore gerçeği yolda yürüyor.
Bu sahneye şahit olunca neden bu ülkede bırakın şişman insanı, biraz kilolu birini bile görmediğimizi anlıyoruz. Yiyecek sıkıntısı, iktisadi zorluklar ve diğer açmazlardan söz etmeden önce başka bir şey aklıma geliyor. Bu ülke insanının geçmişte ne kadar büyük acılar çektiği ve buna rağmen ayakta kalmayı başardığı. O zaman bu uzun yürüyüşte onların yanında hissediyorum kendimi. O zaman her ülkenin ayrı bir günlük ve tarihsel gerçeği olduğunu, sadece rasyonel tahliller ve artistik izdüşümler kullanılarak oluşturulan tabloların kıymetsizliğini anlıyorum. Türkiye'ye gelen Batılıların kâh bizle ilgili ekonomik verilerden kâh ne kadar da otantik taraflarımız olduğundan bahsetmeleri aklıma geliyor.
İstiyorum ki bir an için yanımızdaki mihmandar bir samimiyet buhranına girsin ve desin ki 'Evet bazı konularda berbat bir durumdayız, açız, dünyanın geri kalanına kapalıyız, ideolojik bir bulut içinde yaşıyoruz, dünyada sadece emperyalistler yok, iyi şeyler de var, ama biz de kendi kişiliğimizi kaybetmeden daha iyi bir noktaya gelmek istiyoruz'.
Mihmandarımız 'Yüce Lider Kim İl-Sung işte bu evde doğdu ve doğar doğmaz onun çok özel bir varlık olduğu anlaşıldı' diyor. Hayatın gerçeklerine dönüyoruz.
Acı gerçekler yakın tarihte yoğunlaşıyor. Dünyanın doğusunda en uzun süren hanedanlık Kore'de yaşanmış. Aslında tarihler Osmanlı İmparatorluğu'yla oldukça benzeşiyor. Kore'deki Çoson hanedanlığı 1392-1910 yılları arasında hüküm sürmüş. Ama benzerlik sadece tarihlerde. Çünkü bu hanedanlık hem çapı, hem Çin'e bağımlılığı, hem de yerel lordların iktidarı üzerine kurulu olması bakımından bizden çok farklı.
Hanedanlığın yıkılmasıyla, daha doğrusu Japon işgaliyle başlayan 20. yüzyıl Kore'ye sadece felaket getirmiş. Japonlar 1945 yılına kadar süren 35 yıllık dönemde Kore'nin iliğini kurutmuşlar. Sadece yönetimi ele geçirip baskıcı bir rejim kurmamışlar, bu ülke ve insanlarını tamamen yok etmeye girişmişler. Ülkede Korece konuşmak, Kore ismi taşımak yasaklanmış. Koreli erkeklerin tamamı Japonya'nın ihtiyaçlarını karşılamak üzere işçi olarak acımasızca çalıştırılmaya başlanmış. Kadınların büyük bir kısmı zorla fahişe yapılmış. Ülkenin bütün ürünleri ve gelirleri Japonya'ya akıtılmış.
İşte Kore'de modern anlamda ilk milliyetçi ve anti-emperyalist hareketlerin ortaya çıkması da bu döneme rastlıyor. Tabii bu hareketler tamamen yeraltında, büyük gizlilik içerisinde yürütülmüş ve esas olarak Çin-Sovyet sınırında yoğunlaşmış. 30'lu yılların sonlarında Japonya'nın Çin'i işgal etmesiyle birlikte Koreli direnişçiler Çin ordusuna katılmış ve Japonya'ya karşı savaşmaya başlamışlar. Sayıları yaklaşık 200 bini bulan bu Koreli savaşçılar arasında biri öne çıkmış ve hem zekâsı hem de karizmasıyla haklı bir liderlik kazanmış. Kim İl-Sung efsanesi işte böyle doğmuş.
Japonların İkinci Dünya Savaşı sonunda teslim olmasıyla birlikte, Kore teorik olarak tekrar özgürlüğünü kazanmış. Fakat bu sefer de ülke içinde iktidar mücadelesi kızışmış. Daha doğrusu ülke ABD ve SSCB arasındaki yeni güç oyununun arenası haline gelmiş. Kore'nin neredeyse tam ortasından geçen 38. Paralel hattı sınır olarak kabul edilmiş ve Sovyetler kuzeyi, Amerikalılar da hattın güneyini kontrol etmeye başlamışlar.
Ülkede istisnasız her yetişkin erkek ve kadın, giysisinin
üzerinde Yüce Lider Kim İl-Sung'un rozetini taşıyor. Bu rozetler
özel olarak yapılıyor, hiçbir yerde satılmıyor ve yabancılar tarafından
takılamıyor. Kimi Koreliler ise Kim İl-Sung ile oğlu şimdiki başkan
Kim Jong-İl'i bir arada gösteren bir rozet takıyorlar.
33 yaşına rağmen büyük bir muharebe tecrübesi olan, Stalingrad savunmasından uçsuz bucaksız Mançurya ovalarına kadar her coğrafyada savaşmış Kim İl-Sung, genç, devrimci ve milliyetçi bir çizgiyi temsil ediyor ve Stalin rejimi tarafından destekleniyordu. Beri tarafta Amerikalıların buldukları isim ise, 70 yaşında Harvard mezunu bir 19. yüzyıl entelektüeli olan Syngman Rhee idi. Aradaki fark barizdi ve dinamizmiyle geniş kitleleri peşinden sürüklemeyi başaran Kim İl-Sung ülkenin kuzeyinde kontrolü ele alırken, sadece taşıma Amerikan suyuyla beslenen Rhee, güneyde patlayan isyanlarla baş etmeye çalışıyordu.
Sonunda olan oldu ve 1950 yılında başlayan Kore Savaşı milyonlarca sivil ve asker Korelinin ölümüyle, evsiz, barksız, ailesiz kalmasıyla sonuçlandı. Üç sene süren savaştan sonra geride kalan tamamen yıkılmış ve ikiye bölünmüş bir ülkeydi.
Japon işgali ve iç savaşı izleyen yıllar iki Kore için de kolay geçmedi. Kuzey ve Güney bu kez senelerce sürecek Soğuk Savaş'ın Uzakdoğu'daki en önemli sahnesinde buldular kendilerini. Bu gerilimli coğrafyadaki yönetimler de kemerleri sıktıkça sıktılar ve birbirlerine yaklaşmak, yeniden tek bir ülke olmak yerine, sözde bir komünizm ve sözde bir demokrasi uğruna parçalanmışlığı beslediler.
80'li yıllara gelindiğinde, görece planlı bir ekonomiyle idare edilen ve hem doğal kaynakları hem de sanayi yatırımları hiç de fena olmayan Kuzey, başta SSCB'yle olmak üzere 'sosyalist ticaret'i de başarıyla yürütüyor, Güney'e fark atmış gözüküyordu. Tek avantajı sadece geniş tarım alanları olan Güney ise hâlâ Amerikan yardımıyla idare eder bir vaziyetteydi.
90'lı yıllarda ise durum tersine dönmekle kalmadı, Kuzey için çok felaketli bir hal aldı. Doğu Bloku çöktü, Kim İl-Sung öldü, birbiri ardına gelen sel felaketleri hem evleri hem zaten kısıtlı olan tarım alanlarını yok etti. Kişi başına düşen yıllık gelir 200 dolar seviyesine düştü. Ve en acısı 94/97 arası tepe noktasına erişen kıtlık ve açlık sonucu Kuzey Korelilere göre 300 bin, Batılı kaynaklara göre 3 milyona yakın, büyük ihtimalle ikisinin arasında bir sayıda insan öldü.
Kuzey'deki düşman kardeş can çekişirken, Güney'de yeni bir Asya kaplanı doğuyordu. Otomotiv, elektronik ve iletişim teknolojisine yatırım yapan Güney Kore yürüdü gitti ve bırakın Kuzey'le kıyaslanmayı, dünya devleriyle aşık atar hale geldi (Bu arada tabii Türkiye'yi de beşe katlayarak kişi başına yıllık gelirini 10 bin doların üzerine çıkardığını da belirtelim).
Kuzey Kore'nin zor zamanları hâlâ devam ediyor. Konuştuğumuz yetkililer de ki zaten yetkililerden başka birisiyle konuşmanın imkânı yok; bunu kabul ediyor: 'Ülkemiz şu an bazı ekonomik zorluklar yaşıyor' diyorlar. Başkent Pyongyang'da ise bunu görmek ve hissetmek pek kolay değil. Tersine, kendinizi gayet iyi planlanmış ve göze gayet iyi gelen bir şehirde buluyorsunuz. Pyongyang 'düzayak şehir' anlamına geliyor. Şehirdeki tek hafif yükselti, Mansu Tepesi denilen yer. Burada da Kim İl-Sung'un 20 metre boyunda bronzdan bir heykeli bulunuyor.
Başkent, Taedong ve Potong nehirleriyle bölünüyor. Şehrin uzaktan görünüşü daha da güzel. Yüksek ve modern binalar, geniş bulvarlar, devasa heykeller... Mükemmel bir siluet.
Bunlara geniş ve yemyeşil park alanlarını, Zürih ve Cenevre dışında büyük kentlerde görmeye alışık olmadığımız inanılmaz temizliği de ekleyin. Şehrin Kore Savaşı sırasında, Amerikan bombardımanlarıyla yerle bir edildiğini düşününce, hakikaten yapılanları takdir ediyorsunuz. Bu şehre düşen bomba sayısını Kuzey Koreliler kesin olarak bildiklerini iddia ediyorlar: 428 bin 748.
Dediğimiz gibi Koreliler trafik problemini radikal olarak çözmüşler. Araba yok. Dolayısıyla hava kirliliği, gürültü ve buna bağlı gelişen stres ve telaşlılık hali de yok. Pyongyang'da kaldığımız süre boyunca, şehrin neredeyse bütün önemli yapılarına ve heykellerine götürüldük. ?ehirde arabanın dışında geçirdiğimiz yegâne zamanlar, buraları dolaşırkenki zamanlardı. Ve tabii bu noktalarda istediğiniz şekilde fotoğraf çekmek serbest.
Kuzey Kore'nin güneyinde, başkent Pyongyang'a 200
kilometre mesafedeki tarihi Kaesong şehri... Burası 10. ve
14. yüzyıllar arası Kore'nin başkentiydi. Kaesong aynı zamanda
ünlü ginseng bitkisinin anayurdu kabul ediliyor.
Yongyang'da Koryo Hotel veya bizim kaldığımız Yanggakdo Hotel gibi beş yıldızlı servis veren birkaç büyük turistik tesis bulunuyor.Tabii bu oteller hem yapı hem servis hem de kalite açısından Batı'daki benzerlerinden farksız. Kaldığımız otelin içinde farklı ülke mutfaklarının restoranları olduğu gibi, kumarhane bile vardı. Bu mekânların sadece yabancılar için olduğunu söylemeye gerek yok. Ama şunu söyleyelim; buralar oldukça pahalı. Bizim kaldığımız otelin içindeki yerel Kore restoranında bile fiyatlar yüksekti. Bu konuda seyahatimizin kritik esprisini de, soyadından beklendiği gibi Özcan Yüksek literatüre kazandırdı. Kore'nin geleneksel ve pahalı bitkisi ginseng'in ruhu ve bedeni 'yüksek tutan' özelliğine nazire yaparak söylediği, 'bu lokantalarda fiyatlar çok ginseng abi' cümlesi hem bizi hem mihmandarlarımızı bir süreliğine de olsa Kuzey Kore gerçeğinden koparttı.
Kore'de 1 Amerikan Doları 2 won olarak belirlenmiş. Tabii piyasa ekonomisinin hiçbir kuralına bağlı olmayan bu durum son derece normal; çünkü ne piyasa ne de ekonomisinin hükmü var. Öyle karar almışlar ve uyguluyorlar. Karaborsa falan gibi bir şeyi düşünmek ise intiharla eşanlamlı.
Pyongyang iki milyonu aşkın nüfusuyla birbirinden etkileyici yapılara sahip bir başkent. Bu yapılara epey para harcandığı aşikâr. Diğer bir şaşırtıcı şey, bu devasa heykellerin ve yapıların inanılmaz kısa sürelerde çalışılarak bitirilmiş olması. Bunların yapımı için gereken işgücü Korelilere göre gönüllüler tarafından sağlanıyor. Bazı Batılı kaynaklar ise özel 'inşaat taburları'nın çalıştırıldığını belirtiyor.
?ehirde neredeyse her şey büyüklük esasına göre inşa edilmiş. Juche Kulesi adını taşıyan ve üzerinde kırmızı bir meşale yanan kule; Paris'tekinin prototipi ve onunla aynı adı taşıyan Zafer Takkı; şehrin girişinde yer alan ve gidişgeliş otoyolu üzerinden kapayan devasa bir Birleşik Kore heykeli; içinde Ruslar tarafından mumyalanan Kim İl-Sung'un bulunduğu Kumsusan Sarayı; 150 bin kişi kapasiteli dev 1 Mayıs Stadyumu... Ve tabii en muazzamı, inşasına 12-13 sene önce başlanmış olmasına rağmen çeşitli yapısal problemler ve finansal sıkıntılar yüzünden bitirilememiş 105 katlı Ryugyong Oteli.
Başkent Pyongyang'da olmayan şey ise canlılık. Bu sadece reklam panolarının, seyyar satıcıların, dükkânların, çeşitli lokanta ve kahvelerin olmayışına bağlı değil. ?ehir sanki insanların içinde yaşaması için dizayn edilmemiş gibi. Bir yabancılık, bir mesafe var insanlarla arasında. Hani her kentte, oranın yerlisi olduğunu hem yürüyüşü, hem oturup kalkışı ve hareketleriyle belli eden insanlar vardır. Pyongyang'da böyle bir yerlilik hissedilmiyor. Bununla birlikte gittiğimiz diğer şehirlerde, Sinchon, Kaesong veya Kaechon'da bu özellikler fazlasıyla görülüyor.
Akşam olduğunda kaldığımız otelin penceresinden şehre bakıyoruz. Yaşanan ekonomik sıkıntı, özellikle enerji sektöründe kendini belli ediyor. Belli başlı bazı yapılar ve apartmanlar haricinde ışıkları yanmayan bir başkent görüyoruz. Gece 12 sularında, uzaktan belli belirsiz bir Kore nağmesi duyuluyor.
Sabah tam 07:00'de korkunç bir siren gürültüsüyle uyanıyoruz. 'Kalk borusu galiba' deyip pencereye yöneldiğimizde, dışarıdaki hayatın çoktan başladığını görüyoruz. Pyongyang'daki ikinci günümüz 1 Mayıs. Büyük törenler, kalabalık yürüyüşler ve süper fotoğraflar hayal ediyoruz. Hiçbiri olmuyor. Neden? 'Çünkü' diyorlar, 'bizim ülkemizde işçiler zaten iktidarda; kimsenin kimseye gösteri yapacak hali yok. Biz 1 Mayıs'larda açık havada kurulan bayram yerlerine, panayır alanlarına gideriz ve çeşitli oyunlar oynar, eğleniriz'.
Biraz hayal kırıklığına uğruyoruz ama, evet, adamların söyledikleri de gayet makul. Hep birlikte şehrin güney kapısındaki bayram yerine doğru yola çıkıyoruz.
1 Mayıs günü gördüğümüz coşku ve neşeye, daha sonraki günlerde ülkenin hiçbir yerinde rastlamadık. Büyük bir piknik alanında sabahtan akşama kadar devam eden eğlence, yarışma ve gösteriler, hakikaten gündelik hayatın çok ötesinde, çok özel bir anlam ifade ediyordu Koreliler için.
'Chima Jo-Gori' denilen ulusal kıyafetlerini giymiş kadınlar, büyük bir neşe içerisinde bizi de dansa kaldırıyorlar. 'Kuzey Koreli kadınlara bırakın dokunmayı, bakmak bile çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir' diye yazan Batılı kaynakları hatırlıyoruz. Tabii alakası yok.
Kaesong sokaklarındaki tek grafik hareketlilik ise yine panolardaki propaganda afişleri.
Koreli kadınların davranışlarındaki zarafet ve yumuşaklık, seyahat boyunca karşılaştığımız tüm kadınlar için geçerliydi. Garson, mihmandar, öğretmen, bürokrat veya otel görevlisi... Bütün kadınlar inanılmaz bir nezaket ve konukseverlikle davranıyor. Yüz ifadeleri ve jestler samimi ve zarif. Bununla birlikte özel görevliler dışında kadınlar makyaj yapmıyor. Ya yasak ya da erkek mihmandarlarımıza göre 'geleneklerde bulunmadığı için tercih edilmiyor'. Aynı şey sigara için de söz konusu. Bunu anlamak daha da zor, çünkü ülkedeki erkeklerin tamamı, sürekli olarak sigara içiyor. Bizim yanımızda getirdiğimiz küçük purolar bile sigara niyetine ilk üç günde tüketildi.
Akşam Kore'nin geleneksel yemeği 'soğuk sulu makarna'yı tadıyorum. Çok ince ve uzun telli bu makarna, içinde bilumum soslar ve sebzeler bulunan geniş tabaklarda sunuluyor. Kore'deki neredeyse bütün yemekler gibi bu makarna da çok acı. Elimizde sürekli bir peçete, her kaşıktan önce gözümüzü, burnumuzu siliyoruz. Bu yemekler ilk iki günden sonra kesinlikle alışkanlık yapıyor ve sürekli acı yemek istiyorsunuz.
Tabii yiyecek bolluğu ve kalitesi, özel ve turistik mekânlar için geçerli; ülkenin genelinde hâlâ yiyecek sıkıntısı çekiliyor.
Seyahatimizin sonraki günlerinde önce ülkenin kuzeyine, daha sonra güneyine gittik. Ülkenin kuzeyine gidişimiz esas olarak Kore Savaşı'yla ilgiliydi (Bu konudaki çok özel fotoğrafları ve bilgileri gelecek sayıda yansıtacağız).
yongyang'ın 169 kilometre kuzeyinde bulunan Myohyang Dağları civarı, Korelilerin bizi en çok götürmek istedikleri yerlerin başında geliyordu. Burası birçok tarihi tapınak ve yapının, müthiş güzellikteki şelaleler, tepeler, kayalıklar ve tabii ormanlarla bütünleştiği 375 kilometrekarelik bir arazi. Etrafta sivil yerleşim neredeyse hiç bulunmadığından mihmandarlarımız rahat bir nefes aldı. Hatta Özcan'a dönüp 'Fotoğraf çok önemli diyordunuz. İşte burada istediğinizi, istediğiniz kadar çekin' dediler.
Bu bölgede gittiğimiz iki yer de ilginçti. İlkinde Kim İl-Sung ve oğlu şimdiki başkan Kim Jong-İl için yaptırılan ve bu liderlere hediye edilen eşyaların sergilendiği sarayları gezdik. Saatlerce süren bu ziyaretlerde hangi ülkeden hangi kıymetli hediyelerin geldiği neredeyse tek tek gösterildi, anlatıldı. Fotoğraf çekmenin yasak olduğu bu 'Uluslararası Dostluk Sergi Sarayları'nda, Türkiye'deki kimi sol örgüt ve partilerden gelen Kapalıçarşı kökenli fincan ve tabaklar da vardı. Dünyanın çeşitli yerlerinden gönderilen pahalı ve gösterişli, el emeği göz nuru hediyeler arasında, doğrusu bizimkiler zayıf kalmıştı.
İkinci durağımız ise Ryongmun adlı bir mağaraydı. İçinde üç saatten fazla zaman geçirdiğimiz bu mağara Kuzey Kore'deki ideolojik şartlanmanın ne boyuta taşındığını göstermesi bakımından ibret vericiydi. Mağaranın içindeki neredeyse her sarkıt ve her oluşum Kim İl-Sung'un hayatındaki bir döneme, bir mekâna, bir olaya benzetiliyordu. İşte Yüce Lider'in doğduğu ev, işte direnişi başlattığı dağ, işte Amerikalıların bozguna uğratıldığı meydan, vesaire. Mağaranın içindeki soğuk kaynak sularına kafamızı sokarak ferahlamaya çalıştık.
Mihmandarların bizi yerüstünde kısıtlayıp, sanra da yeraltında saatlerce tutmaları aramızda hafif bir gerginliğe sebep olduysa da, onların da emir kulu olduğunu hatırlayıp üstelemedik. Korelilerin en büyük korkusu, bizim ülkeleri hakkında kötü şeyler yazmamız, kötü fotoğraflar çekerek bunları düşmanlara satmamızdı. Fobi haline gelmiş bu vaziyet karşısında, tabii söylenen sözlerin hiçbir anlamı kalmıyor. Düşman veya taraf olmadığımızı söylememiz ise ya inandırıcı bulunmuyor ya da inanılsa bile durumda bir iyileşmeye yol açmıyor. Bu korkunun yeterince olumsuz bir sonuca yol açtığını, gündelik hayatı ve insanları yansıtan fotoğraf ve ilk elden bilgilerin olmayışının daha da olumsuz karşılanacağını anlatmamız da pek bir işe yaramadı.
Seyahatin sonlarına doğru bu kez ülkenin güneyine, Kaesong şehri ve civarına yöneldik. 38. Paralel ve Güney Kore sınırında da, yine Kore Savaşı içerisinde bahsedeceğimiz çok özel noktalara gittik. Başkentteki son gün programında ise film stüdyoları vardı. Burasının en önemli özelliği dekorların sabit oluşuydu. Yani her şey üç boyutlu olarak inşa edilmiş; binalar, yapılar, yazılar, eşyalar, hepsi gerçek, hepsi betonarme. Nedeni basit, çünkü bu dekorlar hiç değişmiyor aşağı yukarı hep aynı filmler çekiliyor. Ya eski zamanlarda geçen aşk, intikam ve macera filmleri ya da modern zamanlarda geçen, emperyalistlere karşı verilen mücadeleleri konu alan filmler.
Kuzey Kore'de önceden belirlenmiş ve turistik mekânlar
dışında fotoğraf çekmek söz konusu değil. Hele fotoğraf makinenizin
kadrajına insan unsuru giriyorsa durum daha da zorlaşıyor. Tabii
hiçbir zaman 'yasak' lafı telaffuz edilmiyor. 'İnsanlarımız habersiz
fotoğraflarının çekilmesinden hoşlanmıyor' sık kullanılan gerekçelerden
biri. Başkent Pyongyang'daki bu gündelik hayat görüntüsü, Atlas
ekibinin içinde bulunduğu minibüsten, fark ettirilmeden çekildi.
Peki modern zamanlarda geçen ve içinde savaş olmayan, yani sadece 'sivil' konuları işleyen filmler var mı? Hayır, yok. Ana konusu savaş olmasa da emperyalistler ve onların yaptıkları kötülüklerle ilgili temalar mutlaka bugünkü filmlerin içine sokuluyor. Tabii Korelilere göre bu, özel olarak yapılan bir şey değil. Normali bu zaten. Diğer türlü bir film olabileceği düşünülmüyor bile.
Ülkede tek bir TV kanalı bulunuyor. Otel odasında baktığımız kanalda ya yurttan sesler korosu ya propaganda filmleri veya dizileri ya da çeşitli komiklikler yapan bir maymunun uzun uzun gösterildiği bir program vardı.
Kuzey Korelilerin fırsat buldukça dile getirdikleri en büyük özlemleri bir gün Güney'le birleşmek. Tabii Güney Kore'yi de gördükten sonra, bunun yakın zamanda gerçekleşemeyeceği anlaşılıyor. Kuzey'deki ideolojik yapı, zaten ancak Güney bu yapıyı onaylarsa bir birleşmeye rıza gösterebilecek mahiyette. Bu da söz konusu olamayacağına göre, yakın zamanda en iyi ihtimalle bir federasyon umudundan bahsedilebilir gibi gözüküyor. Ama iş bununla da bitmiyor. Kuzey Kore sosyal handikaplarının yanı sıra iktisadi durumuyla da hiç parlak bir tablo çizmiyor. Eski teknoloji kullanan ağır sanayi kuruluşları ya artık hiç çalışmıyor ya da son derece verimsiz bir halde. Enerji ve akaryakıt sıkıntısı her an hissediliyor. Ülkede gördüğümüz sınırlı sayıdaki aracın neredeyse hepsinin lastikleri kabaktı, hatta daha da kötüydü. Yolda kalmış, arıza veya kaza yapmış araba ve kamyonlar da gördük.
Ülkenin dış borçlarının 25 milyar doları geçtiği ve bunun milli gelirin tamamından fazla olduğu tahmin ediliyor. Dolayısıyla olası bir birleşme halinde Güney Kore acaba bu yükü nasıl kaldırır sorusu gündeme geliyor. Konuştuğumuz bir diplomat, 'Evet Güney Kore büyük bir ekonomik güç elde etti, ama ne Güney Kore bir zamanki Batı Almanya ne de Kuzey Kore bir zamanki Doğu Almanya. Dolayısıyla bir birleşme için ekonomik koşullar bile oluşmuş değil' yorumunda bulundu.
Doğrusu biz Kuzey Kore'de her türlü iktisadi, siyasi sosyal tıkanıklığa rağmen, kendi ayaklarının üzerinde durmaya çalışan, kendi özelliklerini korumak için direnen bir millet gördük. Ama 'kapitalizme teslim olacağımıza ölürüz' diyen insanların komünist yönetim altında da öldüklerini görmeleri, belki de meselenin böyle bir ikilemden çıkarılması gerektiğini kanıtlamıştı diye düşündük.
Tabii her ülkenin, her toplumun 'biz böyle iyi ve huzurluyuz, siz kendi işinize bakın' veya 'Batı'da her şey çok mu mükemmel? Herkesin kendine göre zorlukları var' deme hakkı var.
Yine de Pyongyang'dan Pekin'e döndüğümüzde Kuzey Kore gerçeğinin diğer bir acı tarafıyla karşılaştık. Bazı girişimler olmuş ve bütün elçiliklerin etrafı, iltica etmek isteyen Kuzey Korelileri engellemek için dikenli tellerle çevrilmişti. İşin esprili tarafı ise bu elçiliklerin yoğun olduğu bölgede, sadece Türk sefaretinin etrafında dikenli tel bulunmayışıydı...
YAZI: GÜRSEL GÖNCÜ
FOTOĞRAFLAR: ÖZCAN YÜKSEK
ATLAS