ςคﻮคtคא_кђคภร khans
New member
BEJAN MATUR] - Gerçek Kürtler ve vicdan
Kısa süren Arapça öğrenme hevesimin ilk derslerinden birinde Arapça hocam, ‘vecede’ kelimesinin kökeninin ‘olan’, ‘var olan’ manasına geldiğini söylemişti. Mevcut, vecd ve vicdan kelimeleri de aynı kökten geliyormuş.
Ne kadar doğru bilmiyorum ama bu etimolojik veriyi şöyle yorumlamıştım; Vicdanın kök anlamı ‘olmak’ anlamını içeriyorsa insan, vicdanı yoksa ‘yok’ sayılmalıydı. Yani insan vicdanı ölçüsünde insandı. Vicdanı olmayan eksik, vicdanı tam olan ‘gerçek insan’ olmalıydı... Sonrasında vicdan üzerine düşünür buldum kendimi. Vicdanı, suçluluk duygusuyla açıklayan Hıristiyan öğretisinin aksine varoluşla ilişkilendiren kadim dünyanın bilgisine hayret ve huşu duyarak. Üstelik bu bilgi bize, kendini vecd haline bırakan insanın varlığının sınırlarını aşabileceğini söylüyordu. Vecd halinin varlığa eşlik ettiğini, vecdin eksik olması halinde varlığın eksik kaldığını vesaire...
Geçtiğimiz günlerde Ertuğrul Özkök’ün, ‘Eğer siz gerçek Kürt’seniz’ başlıklı bir yazısını okurken tüm bunları yeniden düşündüm. Özkök yazısında son derece üstten bir dille Türkiye’de yaşayan Kürtlere bir çağrı yaptı. Son dönemde yaşanan terör olaylarını, sahil kentlerinde patlayan bombaları hatırlatarak, ‘Eğer siz hâlâ gerçek Kürt’seniz, eğer mertlik hâlâ bozulmadıysa ve alçaklığın Kürtlere yakı şmadığını düşünüyorsanız olaylara sebep olan Kürdistan Özgürlük Şahinleri’ni deşifre edin, kınayın’ diyordu. Yazıda, ‘gerçek Kürt’ vurgusuna takıldım ben. Kürtlere hitap ederken ‘gerçek’ sıfatına neden gerek duymuştu acaba?’ ‘Gerçek’ kelimesi diyelim ki Özkök’ün dilinde belli bazı Kürt değerlerine işaret ediyor idiyse bu dönemde o değerlerden ne umuyordu? Bir Kürt kendini gerçek Kürt hissediyorsa ne olacaktı?
Özkök-kimlik ve temel yanılgılar...
Özkök, Kürtlerin aşırı milliyetçi tutumunun yarattığı sorunlara, yine Kürt milliyetçiliğini besleyen ulusal değerlerden çare arıyor gibi geldi bana. Gelinen aşamada hepimizi çaresiz bırakan bu acıların daha fazla yaşanmaması için ‘mertlik’ gibi milliyetçi tınısı yüksek bir değere sığınıyordu çünkü. Mertlik vurgusunu okurken şunu da düşündüm; Kimlik tuhaf bir şey. Kimliğimizi oluşturan gerçekliği tam olarak nelerin belirlediğini, hangi hassasiyetleri, hangi durumlarda göstereceğinizi öngöremiyorsunuz. Ben Kürt milliyetçisi değilim, hiçbir zaman olmadım. Kürtlere, o halkın kültürüne olan sevgim gençliğimde romantik eğilimler gösterdiyse de bu romantizmin milliyetçiliği besleyen süslü bir yatak olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Kendimle mücadele etmem gerekti tabii. Kürt kelimesinin ağızlardan küfür gibi çıktığı bir ülkede insanın karşı reflekslerini kontrol etmesi her durumda kolay olmuyor. Ama milliyetçiliğin yıkıcı yanlarını, insana karşı yanlarını hayatında bir kez olsun yaşamış, hissetmiş herkes gibi bir içgörü kazanmaya zorladım kendimi. Böylece milliyetçi refleks verdiğim zamanları bu içgörü sayesinde fark eder oldum. Bu durumun keyifli bir yanı da yok değil. Ara sıra karşılaştığım bazı durumlarda milliyetçilik sınavını başarıyla geçip geçmediğimi test ederim. Sadece Kürt olduğu için bir insanı sevmek, sadece Kürtlere ait olduğu için bir şehirden romantik haz duymak… Bunlar hoş, zararsız görünen, ama derine inildiğinde insanın gerçeklik duygusunu zedeleyen duygular.
Küçük bir örnek vereyim. İki ay önce Halep’te Kürt bir ressamla tanıştırıldım. Sanatını Paris’te icra eden ve epeyce şöhret kazanmış olan ressam bana, Halep’teki Kürt mahallesi Eşrefiye’yi görüp görmediğimi sordu. Görmemiştim. Halep’te kaldığım otelin bulunduğu eski Ermeni mahallesinden öyle büyülenmiştim ki, başka bir keşif o günler için ilgimi çekmiyordu. Ama sitayişle söz ettiği Kürt mahallesini de merak etmiştim. Eşrefiye Mahallesi’ni gezdirebileceğini söyleyince davetini kabul ettim. Kürtlerin yaşadığı bölgeye doğru yola koyulduğumuzda kafamdaki imajdan çok, ressamın heyecanı ilgimi çekiyordu. Fazlasıyla vaatkâr ve heyecanlıydı. ‘Kürtler’ derken gözleri parlıyordu. İnanılmaz bir kültürel doku ve mimariyle karşılaşmayı bekliyordum. Doğrusu Halep gibi binlerce yıllık tarihin korunduğu muhteşem bir şehirde kenar semtlerin de kendine has bir dokusunun olması gerektiğini ümit ediyor insan. Neticede Eşrefiye Mahallesi’ne vardığımızda Kürt ressam elini uzatarak ‘işte Kürtler!’ dedi. Önümde bir antik kentin kapıları açılacakmış gibi epik bir tonda söylenen ‘işte Kürtler!’ ifadesini duyduğumda şaşkınlıkla işaret ettiği yere değil işaret parmağına bakakalmıştım. Nereyi işaret ettiğini anlayamadığım için. Çünkü gösterdiği mahalle sıradan beton blokların, basit küçük dükkanların, bir iki internet cafenin olduğu son derece sıradan bir yerdi. Ne yoksuldu, ne de özel. Hali vakti yerinde Kürtlerin yaşadığı yüksek beton bloklar ve blue jean mağazalarından oluşan bir semtti görünen. Üstelik ressamın ısrarla Kürtler, Kürt halkı, Kürt kadınları diye gösterdiği insanlar herhangi bir Diyarbakırlıdan, Gaziantepliden, Bağdatlıdan farklı değildi. Görmeye değer hiçbir özel yan yoktu, ne geleneksel giysiler, ne de özelde Kürtlüğe ait bir durum... Arap alfabesiyle yazılmış Kürtçe tabelaları birlikte okumayı önerdi. Okuduk: Mizgin, rojda, robin adlı pastaneler, internet cafeler vs.
Eşrefiye’de geçirdiğim toplam 40 dakika mimari ve kültürel açıdan verimsiz geçse de milliyetçi, romantik duyguların bozduğu gerçeklik duygusu hakkında çok şey öğretti bana. Kürt ressamımız o an kendini bir Mezopotamya sarayında hissediyordu belli ki. Kürtler, Kürt kadınları derken kafasındaki kurguyla öyle meşguldü ki Ortadoğu’nun herhangi bir kenar semtinde rastlanabilecek bu mahalleye yüklediği kurgusal anlamla neleri kaçırdığının farkında bile değildi. Kim bilir o mahallede yaşayan Kürt yaşlılarının, gelinlerinin ne hikâyeleri vardı. Ama ressamımız o insanların dünyasıyla ilişki kuracak enstrümanlarını milliyetçi romantik duyguları sayesinde çoktan kaybetmişti. Ne yoksulluk...
Ama dedim ya kimlik tuhaf bir şey. Birileri çıkıp bir milletin mertliğinden söz edince, ne kadar milliyetçi duygular taşımasanız da o kimliğe ait olmakla bir yerinden yakalanıyorsunuz. Özkök’ün yazısını okuduğumda şunları düşündüm: Neticede ben de bu ülkede yaşayan çoğu Kürt gibi kendimi bu ülkeye ait hissediyorum. Bu hissimi gölgeleyecek herhangi bir politik rüzgâra kapılmaya da hiç niyetim yok. Ayrıca patlayan bombalara, acılı şehit cenazelerine bakıp olanlara rıza gösterecek Kürtlerin sayısının, hiç ayrım yapmadan Kürtlerin yok edilmesi gerektiğini düşünen Türklerden daha fazla olacağına ihtimal vermiyorum. Hem Kürtler hem de Türkler açısından bu kesimlerin sayısının marjinal kalacağından eminim.
Vicdanın milliyetçi reflekslerdeki yeri
Bu nedenle yazının başında söz ettiğim temel meseleye döneceğim, yani vicdana. Ertuğrul Özkök’ün yazısında şeref, mertlik bolca vurgulanırken vicdan unutulmuştu. Kimliği belirleyen öğelerle en fazla bağlantısı olan vicdan yoktu işaret ettikleri arasında. Halbuki vicdandan hareketle yapılması gerekirdi o çağrının. Mertlik, alçaklık vurgusu milliyetçi refleksleri harekete geçirmek dışında sonuç yaratmıyor çünkü. Neticede iyi niyetli olduğunu düşündüğüm tüm bu çabalar, Türkiye’nin bir numaralı sorunu olarak şerh düşülen Kürt sorununda acil muhatap arayışıyla sonuçlanıyor. Ama korkarım geç kalındı. Kürtlere el uzatmada fazlasıyla geç kalındı. Ve korkarım muhatap arayışındaki Türk demokratların eli epeyce bir süre daha havada kalacak. Çünkü bundan en az 20 sene önce yapmaları gereken, ‘bakın milliyetçiliğe gidiyor bu iş’ uyarısını yapmak bir yana, sorun yok sayıldı. Üstelik karşılıklı vicdanları zedeleyen her şey sineye çekildi. Böyle olunca aradan geçen 20 yılda Kürtler milliyetçilik heveslerini derinleştirip tüm uluslaşma projelerindeki gibi beklentilerini büyüttüler. Kürtlerin siyasi beklentilerini kabul edin ya da etmeyin milliyetçilik belirliyor artık.
Son olarak Özkök’ün yazısında haklı bulduğum bir imaya değinmek istiyorum: Gelinen noktada Kürt sorununda asıl muhatap Kürtlerdir. Türkler değil. Ancak Kürtlerin itirazı onlar adına yola çıkanların niyetlerini deşifre etmeye yarar. Türkler ne kadar konuşursa konuşsun, Kürtlerden yoğun şiddet karşıtı kampanyalar, itirazlar yükselmediği sürece şiddet devam edecek. Bu nedenle ‘şiddeti durdurun’ çağrılarına cevap vermeyecek, bu dileklere katılmayacak Kürt’ün Kürtlüğünde bir eksiklik, insani bir yetersizlik aramak öncelikle Kürtlerin hassasiyet göstermesi gereken bir durum. Vicdanımız bize bunu hatırlatıyor çünkü. Vicdanı olmayan Kürt’ün Türk’e hayrı olmadığı gibi kendi Kürt’üne de hayır getirmeyeceğini bildiğimizden belki de…
Kısa süren Arapça öğrenme hevesimin ilk derslerinden birinde Arapça hocam, ‘vecede’ kelimesinin kökeninin ‘olan’, ‘var olan’ manasına geldiğini söylemişti. Mevcut, vecd ve vicdan kelimeleri de aynı kökten geliyormuş.
Ne kadar doğru bilmiyorum ama bu etimolojik veriyi şöyle yorumlamıştım; Vicdanın kök anlamı ‘olmak’ anlamını içeriyorsa insan, vicdanı yoksa ‘yok’ sayılmalıydı. Yani insan vicdanı ölçüsünde insandı. Vicdanı olmayan eksik, vicdanı tam olan ‘gerçek insan’ olmalıydı... Sonrasında vicdan üzerine düşünür buldum kendimi. Vicdanı, suçluluk duygusuyla açıklayan Hıristiyan öğretisinin aksine varoluşla ilişkilendiren kadim dünyanın bilgisine hayret ve huşu duyarak. Üstelik bu bilgi bize, kendini vecd haline bırakan insanın varlığının sınırlarını aşabileceğini söylüyordu. Vecd halinin varlığa eşlik ettiğini, vecdin eksik olması halinde varlığın eksik kaldığını vesaire...
Geçtiğimiz günlerde Ertuğrul Özkök’ün, ‘Eğer siz gerçek Kürt’seniz’ başlıklı bir yazısını okurken tüm bunları yeniden düşündüm. Özkök yazısında son derece üstten bir dille Türkiye’de yaşayan Kürtlere bir çağrı yaptı. Son dönemde yaşanan terör olaylarını, sahil kentlerinde patlayan bombaları hatırlatarak, ‘Eğer siz hâlâ gerçek Kürt’seniz, eğer mertlik hâlâ bozulmadıysa ve alçaklığın Kürtlere yakı şmadığını düşünüyorsanız olaylara sebep olan Kürdistan Özgürlük Şahinleri’ni deşifre edin, kınayın’ diyordu. Yazıda, ‘gerçek Kürt’ vurgusuna takıldım ben. Kürtlere hitap ederken ‘gerçek’ sıfatına neden gerek duymuştu acaba?’ ‘Gerçek’ kelimesi diyelim ki Özkök’ün dilinde belli bazı Kürt değerlerine işaret ediyor idiyse bu dönemde o değerlerden ne umuyordu? Bir Kürt kendini gerçek Kürt hissediyorsa ne olacaktı?
Özkök-kimlik ve temel yanılgılar...
Özkök, Kürtlerin aşırı milliyetçi tutumunun yarattığı sorunlara, yine Kürt milliyetçiliğini besleyen ulusal değerlerden çare arıyor gibi geldi bana. Gelinen aşamada hepimizi çaresiz bırakan bu acıların daha fazla yaşanmaması için ‘mertlik’ gibi milliyetçi tınısı yüksek bir değere sığınıyordu çünkü. Mertlik vurgusunu okurken şunu da düşündüm; Kimlik tuhaf bir şey. Kimliğimizi oluşturan gerçekliği tam olarak nelerin belirlediğini, hangi hassasiyetleri, hangi durumlarda göstereceğinizi öngöremiyorsunuz. Ben Kürt milliyetçisi değilim, hiçbir zaman olmadım. Kürtlere, o halkın kültürüne olan sevgim gençliğimde romantik eğilimler gösterdiyse de bu romantizmin milliyetçiliği besleyen süslü bir yatak olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Kendimle mücadele etmem gerekti tabii. Kürt kelimesinin ağızlardan küfür gibi çıktığı bir ülkede insanın karşı reflekslerini kontrol etmesi her durumda kolay olmuyor. Ama milliyetçiliğin yıkıcı yanlarını, insana karşı yanlarını hayatında bir kez olsun yaşamış, hissetmiş herkes gibi bir içgörü kazanmaya zorladım kendimi. Böylece milliyetçi refleks verdiğim zamanları bu içgörü sayesinde fark eder oldum. Bu durumun keyifli bir yanı da yok değil. Ara sıra karşılaştığım bazı durumlarda milliyetçilik sınavını başarıyla geçip geçmediğimi test ederim. Sadece Kürt olduğu için bir insanı sevmek, sadece Kürtlere ait olduğu için bir şehirden romantik haz duymak… Bunlar hoş, zararsız görünen, ama derine inildiğinde insanın gerçeklik duygusunu zedeleyen duygular.
Küçük bir örnek vereyim. İki ay önce Halep’te Kürt bir ressamla tanıştırıldım. Sanatını Paris’te icra eden ve epeyce şöhret kazanmış olan ressam bana, Halep’teki Kürt mahallesi Eşrefiye’yi görüp görmediğimi sordu. Görmemiştim. Halep’te kaldığım otelin bulunduğu eski Ermeni mahallesinden öyle büyülenmiştim ki, başka bir keşif o günler için ilgimi çekmiyordu. Ama sitayişle söz ettiği Kürt mahallesini de merak etmiştim. Eşrefiye Mahallesi’ni gezdirebileceğini söyleyince davetini kabul ettim. Kürtlerin yaşadığı bölgeye doğru yola koyulduğumuzda kafamdaki imajdan çok, ressamın heyecanı ilgimi çekiyordu. Fazlasıyla vaatkâr ve heyecanlıydı. ‘Kürtler’ derken gözleri parlıyordu. İnanılmaz bir kültürel doku ve mimariyle karşılaşmayı bekliyordum. Doğrusu Halep gibi binlerce yıllık tarihin korunduğu muhteşem bir şehirde kenar semtlerin de kendine has bir dokusunun olması gerektiğini ümit ediyor insan. Neticede Eşrefiye Mahallesi’ne vardığımızda Kürt ressam elini uzatarak ‘işte Kürtler!’ dedi. Önümde bir antik kentin kapıları açılacakmış gibi epik bir tonda söylenen ‘işte Kürtler!’ ifadesini duyduğumda şaşkınlıkla işaret ettiği yere değil işaret parmağına bakakalmıştım. Nereyi işaret ettiğini anlayamadığım için. Çünkü gösterdiği mahalle sıradan beton blokların, basit küçük dükkanların, bir iki internet cafenin olduğu son derece sıradan bir yerdi. Ne yoksuldu, ne de özel. Hali vakti yerinde Kürtlerin yaşadığı yüksek beton bloklar ve blue jean mağazalarından oluşan bir semtti görünen. Üstelik ressamın ısrarla Kürtler, Kürt halkı, Kürt kadınları diye gösterdiği insanlar herhangi bir Diyarbakırlıdan, Gaziantepliden, Bağdatlıdan farklı değildi. Görmeye değer hiçbir özel yan yoktu, ne geleneksel giysiler, ne de özelde Kürtlüğe ait bir durum... Arap alfabesiyle yazılmış Kürtçe tabelaları birlikte okumayı önerdi. Okuduk: Mizgin, rojda, robin adlı pastaneler, internet cafeler vs.
Eşrefiye’de geçirdiğim toplam 40 dakika mimari ve kültürel açıdan verimsiz geçse de milliyetçi, romantik duyguların bozduğu gerçeklik duygusu hakkında çok şey öğretti bana. Kürt ressamımız o an kendini bir Mezopotamya sarayında hissediyordu belli ki. Kürtler, Kürt kadınları derken kafasındaki kurguyla öyle meşguldü ki Ortadoğu’nun herhangi bir kenar semtinde rastlanabilecek bu mahalleye yüklediği kurgusal anlamla neleri kaçırdığının farkında bile değildi. Kim bilir o mahallede yaşayan Kürt yaşlılarının, gelinlerinin ne hikâyeleri vardı. Ama ressamımız o insanların dünyasıyla ilişki kuracak enstrümanlarını milliyetçi romantik duyguları sayesinde çoktan kaybetmişti. Ne yoksulluk...
Ama dedim ya kimlik tuhaf bir şey. Birileri çıkıp bir milletin mertliğinden söz edince, ne kadar milliyetçi duygular taşımasanız da o kimliğe ait olmakla bir yerinden yakalanıyorsunuz. Özkök’ün yazısını okuduğumda şunları düşündüm: Neticede ben de bu ülkede yaşayan çoğu Kürt gibi kendimi bu ülkeye ait hissediyorum. Bu hissimi gölgeleyecek herhangi bir politik rüzgâra kapılmaya da hiç niyetim yok. Ayrıca patlayan bombalara, acılı şehit cenazelerine bakıp olanlara rıza gösterecek Kürtlerin sayısının, hiç ayrım yapmadan Kürtlerin yok edilmesi gerektiğini düşünen Türklerden daha fazla olacağına ihtimal vermiyorum. Hem Kürtler hem de Türkler açısından bu kesimlerin sayısının marjinal kalacağından eminim.
Vicdanın milliyetçi reflekslerdeki yeri
Bu nedenle yazının başında söz ettiğim temel meseleye döneceğim, yani vicdana. Ertuğrul Özkök’ün yazısında şeref, mertlik bolca vurgulanırken vicdan unutulmuştu. Kimliği belirleyen öğelerle en fazla bağlantısı olan vicdan yoktu işaret ettikleri arasında. Halbuki vicdandan hareketle yapılması gerekirdi o çağrının. Mertlik, alçaklık vurgusu milliyetçi refleksleri harekete geçirmek dışında sonuç yaratmıyor çünkü. Neticede iyi niyetli olduğunu düşündüğüm tüm bu çabalar, Türkiye’nin bir numaralı sorunu olarak şerh düşülen Kürt sorununda acil muhatap arayışıyla sonuçlanıyor. Ama korkarım geç kalındı. Kürtlere el uzatmada fazlasıyla geç kalındı. Ve korkarım muhatap arayışındaki Türk demokratların eli epeyce bir süre daha havada kalacak. Çünkü bundan en az 20 sene önce yapmaları gereken, ‘bakın milliyetçiliğe gidiyor bu iş’ uyarısını yapmak bir yana, sorun yok sayıldı. Üstelik karşılıklı vicdanları zedeleyen her şey sineye çekildi. Böyle olunca aradan geçen 20 yılda Kürtler milliyetçilik heveslerini derinleştirip tüm uluslaşma projelerindeki gibi beklentilerini büyüttüler. Kürtlerin siyasi beklentilerini kabul edin ya da etmeyin milliyetçilik belirliyor artık.
Son olarak Özkök’ün yazısında haklı bulduğum bir imaya değinmek istiyorum: Gelinen noktada Kürt sorununda asıl muhatap Kürtlerdir. Türkler değil. Ancak Kürtlerin itirazı onlar adına yola çıkanların niyetlerini deşifre etmeye yarar. Türkler ne kadar konuşursa konuşsun, Kürtlerden yoğun şiddet karşıtı kampanyalar, itirazlar yükselmediği sürece şiddet devam edecek. Bu nedenle ‘şiddeti durdurun’ çağrılarına cevap vermeyecek, bu dileklere katılmayacak Kürt’ün Kürtlüğünde bir eksiklik, insani bir yetersizlik aramak öncelikle Kürtlerin hassasiyet göstermesi gereken bir durum. Vicdanımız bize bunu hatırlatıyor çünkü. Vicdanı olmayan Kürt’ün Türk’e hayrı olmadığı gibi kendi Kürt’üne de hayır getirmeyeceğini bildiğimizden belki de…