MozoLe Miяach
Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
- Katılım
- 25 Eki 2006
- Mesajlar
- 12,862
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 121
1956-57 sezon sonuydu. Federasyon Kupası Şampiyonluğu için mücadele veren Beşiktaşımız, tarihe virgüller atıyordu... Bu Federasyon Kupası o sene Beşiktaşımızın, ülkemizi Şampiyon Kulüpler Kupasında temsil etmesini sağlıyordu...
Zamanının adı "Küçük" ama oyunu büyük topçusu, Ahmet Özaçar'ın sesine kulak veriyoruz;
Cumartesi ve Pazar günü üst üste Galatasaray ile final maçı oynadık ve bu maçların ikisini de 1-0 kazanarak, federasyon kupası şampiyonu olduk.
Galatasaray ile yaptığımız bu maçlar da unutulmazlar arasındadır, hele ikinci maçta hakemlerin idaresindeki başarı bütün seyircilerin ayakta alkışlanmasına sebep olmuştu.
Sağ açıktan yapılan orta kalemize şandel şeklinde gelmişti; herkes kafa vurmak için yükseldi, bütün kafaların üstünde bir el topa vurdu ve gol oldu.
Hakem santraya koşmaya başladı. Yalnız yan hakem yerinden kıpırdamadı ve vaziyette orta hakem ona doğru koştu, aralarında konuştular.
Orta hakem hatasını yardımcısının ikazı ile düzeltmiş ve Entbol’ ün atılmasını söylediği zaman bütün seyirciler ayakta hakemleri alkışlamıştı. (Bunlar yabancı hakemdiler)
Kuralar çekildiği zaman gazetelerde Beşiktaş’ın İspanya’nın Real Madrid takımı ile eşleştiğini okuduk ve o senelerde bu takımın üst üste beş defa Avrupa Klüpler şampiyonluğu vardı. Bu takımın bize rakip olarak çıkması şansızlık olarak yorumlanırken büyük hezimetle maçların bitme olasılığı düşünülmekteydi.
Bütün yıldız futbolcuları bünyesinde bulunduran bu büyük klüple karşılaşmanın benim açımdan çok değerli olacağını düşünmekteydim. İlk maçımızı İspanya’da Madrid’te yapmak üzere uçağımıza binerken bizlere kurbanlık koyunların yüzüne bakıldığı gibi bakanlar çoğunluktaydı.
Madrid’te otelimize yerleştik, öğleden sonra maçın yapılacağı sahada antreman yaptık. Saha halı gibiydi; çim sahayı bulunca çok zevklenirdim, top oynamaya bayılırdım, yerlerde yuvarlanır takla atardım, çünkü Türkiye’de sahalarımız maalesef çim değildi. (Şimdi bile çim denemez zavallı futbolcularımız tarla gibi çukurlu sahalarda top koşturuyorlar).
Bernabeau Stadı’nın o yemyeşil çimenlerinde çok zevkli bir antrenman yaptıktan sonra Madrid’in görülmesi gereken yerlerini gezdirdiler. Gezerken İspanyolların bizlere beş, altı, yedi atacaklarını ellerini açarak göstermeleri bizleri bayağı kızdırmaktaydı, bir yandan da rakibimizin çok kuvvetli olduğunu düşününce birbirimize arkadaşlarla çekindiğimizi belli etmemeye çalışırdık.
Maç günü ve saati gelmişti.Yüz bin kişilik olan Bernabeau, dolmuş ve kapılar kapanmıştı. Bizler soyunma odasında son hazırlıklarımızı tamamlayarak koridorda Real Madrid’li futbolcularla beraber saha kenarına geldik. Hakemler önümüzde beraberce çıkışımız ve muazzam bir gürültü ile ilk defa yüz bin kişinin önüne çıkıp futbol oynamak beni çok heyecanlandırmıştı.
Işıklar altında ve yüzbin insanın oley çekişini düşünün ve de bütün dünyanın tanıdığı şöhretler; Distefano Puşkaş, Cento Santamariya hepsi büyük futbolcular, işimiz zor. Antrenörümüz iyi ki kaleye Varol’u koymuş.
Maça fırtına gibi başladılar, sağdan soldan ortalar geliyor, bomba misali şutlar atılıyor, Varol bunların hepsini önlemek için bir yay gibi oradan oraya uçuyor, kalemize atılan her şutu kurtarmaya çalışıyordu.
Bir ara Distefano kale ağzında şöyle beş metreden çok sert bir topa kafa vurdu, Varol onu da yumrukla kornere çıkardı, hızını alamayan Distefano da ağlara takılı kaldı. Gol atamıyorlardı ve yüz bin seyirci çılgın gibi bağırırken sahadaki ünlü futbolcular gol atamadıkça İspanya’nın meşhur boğaları gibi azmıştılar.
Birinci devre golsüz olarak biterken iki defa rakip kaleye gittiğimizi hatırlıyorum. Adeta tek kale bir futbol maçı yapılmaktaydı. Açık oynamamıza imkan yoktu, en iyi hücum müdafaadır taktiği ile oynuyorduk. İkinci devre başlamış ve yine kalemiz abluka altına alınmıştı. Gol olmuyordu çünkü Varol yine sahnedeydi, kalede aslan kesilmiş geçit vermiyordu.
Ortalığın karıştığı an geldi çattı; soldan kale içine bir orta daha yaptılar, Varol uçarak topu tutup yere düştü, elini tekmeleyerek topu kalemize attılar. Hakem önce faul verdi. Real Madrid’li futbolcular bu sefer hakeme boğa gibi saldırmaya iteklemeye çekiştirmeye başladılar. Zavallı hakem geri geri adeta kaçıyordu.
Derken ilk kararından vazgeçip santrayı gösterdi. Bu sefer de bizimkiler haklı olarak sardı etrafını. Bizi engellemeye çalışan Distefano'ya sağ bekimiz Münir karşı koydu, Münir’i itip yere düşürdü. O anda bu maçı bütün Türkiye’ ye radyodan anlatan Rahmetli Sülhi Garan çok heyecanlanmış, başlamış çocukları dövüyorlar diye. Saha karıştı diye anlatmaya başlayınca ona sonradan üç maç anlatmama cezası verdiler.
Hakem Distefano'yla bizim Münir’i oyundan attı, onar kişi olarak devam ettik. 1-0 mağlup oynuyoruz; sinirlerimiz iyice bozulmuş, haksız bir gol oyun tempomuzu bozmuştu. Kalecimiz Varol da eline yediği tekmeden sakatlanmış, oyunu terk etmişti. Kaleye geçen Sofyadis de şaşılacak kurtarışlar yapıyordu. Oyunun sonlarına yaklaşırken kalemizde bir gol daha gördük. Maç 2-0 bitmişti. Çanakkale geçilmez misali kalemizi müdafaa eden Varol dahil hepimiz vazifesini yapmanın huzuru içerisinde sahayı terk etmiştik. O gece Real Madrid Klubü bizlere güzel bir ziyafet verdi. Kalecimiz Varol’u çok beğendiklerini ifade ettiler, hatta transfer etmeyi düşündüklerini söylediler, fakat Varol’un askerliği bu transferi engelliyordu. Bizlere Real Madrid armalı bir kol saati armağan ettiler, evimdeki küçük müzemde değerli hatıra olarak muhafaza etmekteyim.
O günden sonra İstanbul’da iki sıfırın rövanşını oynamak üzere İspanya’dan ayrıldık. Türkiye’de bizleri galip gelmişiz gibi binlerce taraftar hava alanında karşıladığı zaman gözlerim yaşarmıştı. Benim için en büyük mutluluk siyah beyaza gönül verenleri sevindirmekti. Maçlara kendimi hazırlarken yapmış olduğum fedakarlıkların sonunda galip gelmişsek ve ben güzel oynamışsam dünyanın en mutlu insanı olurdum. Bir sporcunun başlıca prensibi bu olmalıdır.
Rövanş günü yaklaşıyordu. Real Madrid İstanbul’a maçtan bir gün evvel gelmişti. Biletler karaborsaya düşmüştü. Her zaman arzu etmişimdir; İstanbul’da mutlaka yüz bin kişilik stadyum olmalıydı. Yetkililer acaba niçin yüz bin seyirci alacak stad yapmazlar merak eder dururum. Real Madrid Klubü İstanbul’a gelirken kendi sahalarında oyundan atılan büyük yıldız Distefano’yu getirmemişlerdi. Seyirciler bu yıldızı seyredemeyeceklerdi ama takımda o kadar çok futbolcu vardı ki fazla üzülmelerine lüzum yoktu. Her horoz kendi çöplüğünde öter sözü bizleri ümitlendiriyordu, 2-0'lık farkı acaba kapatabilir miydik? Rakibimizin dış sahalarda çok başarılı olduğunu biliyorduk ama her şeye rağmen ümitliydik ve azimliydik..
Maç günü gelmişti. Bizim toprak zeminli sahamızın da o gün yağan yağmurla iyice ağırlaşmış olmasının onların oyununu etkileyeceğini düşünerek maça başladık. Rakibimiz temkinli oynuyor daha çok müdafaa ehemmiyeti veriyorlardı. Biz o gün oyuna çok güzel başladık. Abluka altına almış devamlı bastırıyorduk. Herkes bizden gol beklerken bir kontra atakla gol atmazlar mı, işimiz zorlaşmıştı elemek hayal olmuştu. Çok tecrübeli olmaları dış sahalardaki temasları onları üstün kılıyordu. Kaya Köstepen’in kaçırdığı bir gol vardı ve hemen sonra attığı golle beraberliği yakalamıştık. Kendi sahamızda ve kendi seyircimizin önünde Real Madrid gibi dünya çapında olan bir takımla berabere kalarak elenmemiz bizleri çok üzmemişti. Rakibimizi içtenlikle tebrik ederek sahadan ayrılmıştık..
Maçtan sonraki gece biz de onlara güzel bir ziyafet verdik, armağanlarımızı da vermeyi unutmadık.
Tekrar lig maçlarımıza dönmüştük. Takımımızda düşüş vardı. Sene sonuna kadar yaptığımız maçlarda başarı grafiğimiz düşüyordu. Bunu şöyle yorumlayabiliriz; yaşları ilerlemiş ağabeylerim bu çöküntünün başlıca sebepleriydi. Futbol genç işidir, bunu bugün daha iyi anlıyorum. Ben on dokuz yaşındaydım takımda benimle yaşıt olan arkadaşlarım Varol, Berk, Münir, Kaya ekseriyeti yaşları otuza yaklaşmış ve geçmiş olan çok sevdiğim ağabeylerim vardı.
Maçlar bitmiş kongre sonunda yönetim değişmişti. İsveç’te özel maçlar yapmak üzere bir seyahat düzenlenmişti. Orada yapmış olduğumuz maçlar bana çok şeyler kazandırmıştı. İsveç’te altı şehirde yapmış olduğumuz maçlarda edindiğim tecrübeyi inkar edemem. 1957-1958 sezonunda takımımızdaki çöküntü kendisini bir sene öncekinden daha çok göstermişti. 1959-1960 sezonunda benim Beşiktaş’ımda ikinci bir nesille oynamaya başladığım yıl olmuştur.
Tekrar değişen yönetime gelen idareciler takımda büyük değişiklik yapma cesaretini göstermişlerdir. Mevcut kadroda beş futbolcu bırakmışlardır. Kalan arkadaşlar şunlardı; Ben, Nazmi Bilge, Necmi Mutlu, Kaya Köstepen, Münir Atalay. Yeni transferler şöyleydi; Birol Peker, Şenol Birol, Arif Özataç, Sabahattin Kuroğlu, Bahattin İlhan Tuncay görüldüğü gibi Baba Recep, Eşref, Ali İhsan, Nusret gibi isimler gitmiş yepyeni bir takım kurulmuştu. Bu takımın ne yapacağı merak ediliyordu hatta Galatasaray’ın kaptanı Turgay Şeren’in gazetelerde toplama bir kolej takımına benzetmesi bizleri sinirlendirmişti. İdarecilerin Etiler’de tutmuş oldukları bir villada bekar futbolcuların devamlı kalmaları ve eski arkadaşların da maça iki gün kala kampa iştirak etmeleri arkadaş bağlarının kuvvetlenmesine neden olmuştu.
O seneki yönetimde bulunan Rahmetli Fevzi Umman, Gazi Akınel ve başkanımız Baba Hakkı Yeten’e gösterdikleri büyük idari başarılarına sonsuz sevgiler sunarım. Bir de tonton, baba antrenör rahmetli Macar Kutik getirilmişti ki böyle bir topluluğun aralarında kurmuş oldukları sevgi bağları elbette meyvalarını verecekti; verdi de. Kaptanımız Nazmi Bilge’den söz etmek isterim. Karadeniz’in yağız delikanlısı tam bir ağabey gibi birbirimize olan sevgiyi aşılayan insandı. Bu takım başarıya nasıl gitmez ki, önce arkadaşlık birbirine sevgi dolu gayesine inanmış bir ekip. İşte yeni sezona böyle başladık. O yılları ve bizim o maçlarımızı seyredenler tribünleri dolduran binlerce seyircimiz, Şenol Birol Gol diye bağırırken stadı inletirdi.
Takımımız ilk maçta şu on birle dizilmişti: Kalede Necmi, Bahattin, Münir, Tuncay, Sabahattin, Kaya, Arif, Nazmi, Şenol, Birol ve Ben Küçük Ahmet. Şimşek gibi başladık. rakip VEFA, goller arka arkaya Şenol’dan Birol’dan. Nazmi, Arif, 4-0 galibiz, rakibimizin bir gol atmasına müsaade ediyoruz ve böylece Şenol- Birol başlamış oluyor.
Her maçımız hasılat rekorları kırıyor, galibiyetler birbirini kovalıyor, Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı yeniyoruz. Kolej takımına benzetenler sözlerini geri alıyorlar. Unutulmaz maçlarımız içinde o sene Fenerbahçe’ye Arif’in kale ağzından topu göbeği ile atması, bu golün resmini foto muhabirlerinin gazetelerde basarak altına da göbekle atılan gol yazması herhalde değerli rakibimizi düşündürmüştür. Ve böylece tarihe ve anılarımıza göbekle atılan gol tatlı bir hatıra olarak geçmiştir.
İlk devre maçları bittiği zaman namağlup ve lider olarak bitirmenin mutluluğu içinde ama bu maratonun daha bitmediğinin mesuliyetini hisseden insanlar olarak daha temkinli ve daha çok çalışarak şampiyonluk ipini göğüslemek arzusu içindeydik. İkinci devre başladıktan bir müddet sonra on altı maçımızı 1-0 kazandığımızı gördük, hatta gazeteler bir gol iki puan taktiği ile yazmışlardı. Hiç yenilmeden ligi götürmek ve her maçta yenilmezliği korumak rakiplerin namağlup takımı yenmek için gösterdikleri üstün gayret her maçın final havasında geçmesini sağlamaktaydı.
İşte böyle bir durumda İzmir’deyiz, İzmirspor ile yapacağımız maç bizleri biraz daha şampiyonluğa götürecek. Alsancak Stad’ının zeminini anlatmak isterim; toprak ama jilet gibi, düştüğünüz zaman vay halinize. Kalçalarımda hala izleri vardır. İzmirspor o sene çok kuvvetli bir ekip, bilhassa forvetleri Güven Önüt çok güçlü bir eleman. Zaten kendisini bu maçtan sonra transfer ettik. Çünkü o maçta bize harika bir oyun çıkardı ve attığı üç golle ilk defa bize mağlubiyeti tattırdı. Namağlup ünvanımız silinmişti. Bu bizim için bir dezavantajdı. İzmir’den uçakla dönerken kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Mağlup olmuştuk ama hala liderdik. Şampiyonluğa ulaşabilmenin pek kolay bir şey olduğunu zannedenlerden değildik. Etiler'deki kampımızda arkadaşlarla şampiyon olmak için ant içtik.
Bir takımda arkadaşlar arasında birlik ve beraberlik olduğu takdirde bütün engelleri aşması kolaylaşacaktır. Klubümüze yazılan şiirdeki gibi (Remzin Kartallar gibi manileri yen aş, layıktır bu vasıflar sana ey şanlı Beşiktaş.) Biz de öyle yaptık… O mağlubiyetten mutlu sona geldik. Ne güzel bir olay, huzur içerisindesiniz, mutlusunuz etrafınızdaki insanlar sizleri tebrik ediyor, gazetelerde övgü dolu yazıları okurken vazifelerini yapmış insanların huzurunu duyuyorsunuz..
Kaynak: "Küçük" Ahmet Özaçar Büyük Beşiktaş'ta 17 yıl ve Milliyet Arşivi
Derleyen: Mehmet YücegönüL..
Zamanının adı "Küçük" ama oyunu büyük topçusu, Ahmet Özaçar'ın sesine kulak veriyoruz;
Cumartesi ve Pazar günü üst üste Galatasaray ile final maçı oynadık ve bu maçların ikisini de 1-0 kazanarak, federasyon kupası şampiyonu olduk.
Galatasaray ile yaptığımız bu maçlar da unutulmazlar arasındadır, hele ikinci maçta hakemlerin idaresindeki başarı bütün seyircilerin ayakta alkışlanmasına sebep olmuştu.
Sağ açıktan yapılan orta kalemize şandel şeklinde gelmişti; herkes kafa vurmak için yükseldi, bütün kafaların üstünde bir el topa vurdu ve gol oldu.
Hakem santraya koşmaya başladı. Yalnız yan hakem yerinden kıpırdamadı ve vaziyette orta hakem ona doğru koştu, aralarında konuştular.
Orta hakem hatasını yardımcısının ikazı ile düzeltmiş ve Entbol’ ün atılmasını söylediği zaman bütün seyirciler ayakta hakemleri alkışlamıştı. (Bunlar yabancı hakemdiler)
Kuralar çekildiği zaman gazetelerde Beşiktaş’ın İspanya’nın Real Madrid takımı ile eşleştiğini okuduk ve o senelerde bu takımın üst üste beş defa Avrupa Klüpler şampiyonluğu vardı. Bu takımın bize rakip olarak çıkması şansızlık olarak yorumlanırken büyük hezimetle maçların bitme olasılığı düşünülmekteydi.
Bütün yıldız futbolcuları bünyesinde bulunduran bu büyük klüple karşılaşmanın benim açımdan çok değerli olacağını düşünmekteydim. İlk maçımızı İspanya’da Madrid’te yapmak üzere uçağımıza binerken bizlere kurbanlık koyunların yüzüne bakıldığı gibi bakanlar çoğunluktaydı.
Madrid’te otelimize yerleştik, öğleden sonra maçın yapılacağı sahada antreman yaptık. Saha halı gibiydi; çim sahayı bulunca çok zevklenirdim, top oynamaya bayılırdım, yerlerde yuvarlanır takla atardım, çünkü Türkiye’de sahalarımız maalesef çim değildi. (Şimdi bile çim denemez zavallı futbolcularımız tarla gibi çukurlu sahalarda top koşturuyorlar).
Bernabeau Stadı’nın o yemyeşil çimenlerinde çok zevkli bir antrenman yaptıktan sonra Madrid’in görülmesi gereken yerlerini gezdirdiler. Gezerken İspanyolların bizlere beş, altı, yedi atacaklarını ellerini açarak göstermeleri bizleri bayağı kızdırmaktaydı, bir yandan da rakibimizin çok kuvvetli olduğunu düşününce birbirimize arkadaşlarla çekindiğimizi belli etmemeye çalışırdık.
Maç günü ve saati gelmişti.Yüz bin kişilik olan Bernabeau, dolmuş ve kapılar kapanmıştı. Bizler soyunma odasında son hazırlıklarımızı tamamlayarak koridorda Real Madrid’li futbolcularla beraber saha kenarına geldik. Hakemler önümüzde beraberce çıkışımız ve muazzam bir gürültü ile ilk defa yüz bin kişinin önüne çıkıp futbol oynamak beni çok heyecanlandırmıştı.
Işıklar altında ve yüzbin insanın oley çekişini düşünün ve de bütün dünyanın tanıdığı şöhretler; Distefano Puşkaş, Cento Santamariya hepsi büyük futbolcular, işimiz zor. Antrenörümüz iyi ki kaleye Varol’u koymuş.
Maça fırtına gibi başladılar, sağdan soldan ortalar geliyor, bomba misali şutlar atılıyor, Varol bunların hepsini önlemek için bir yay gibi oradan oraya uçuyor, kalemize atılan her şutu kurtarmaya çalışıyordu.
Bir ara Distefano kale ağzında şöyle beş metreden çok sert bir topa kafa vurdu, Varol onu da yumrukla kornere çıkardı, hızını alamayan Distefano da ağlara takılı kaldı. Gol atamıyorlardı ve yüz bin seyirci çılgın gibi bağırırken sahadaki ünlü futbolcular gol atamadıkça İspanya’nın meşhur boğaları gibi azmıştılar.
Birinci devre golsüz olarak biterken iki defa rakip kaleye gittiğimizi hatırlıyorum. Adeta tek kale bir futbol maçı yapılmaktaydı. Açık oynamamıza imkan yoktu, en iyi hücum müdafaadır taktiği ile oynuyorduk. İkinci devre başlamış ve yine kalemiz abluka altına alınmıştı. Gol olmuyordu çünkü Varol yine sahnedeydi, kalede aslan kesilmiş geçit vermiyordu.
Ortalığın karıştığı an geldi çattı; soldan kale içine bir orta daha yaptılar, Varol uçarak topu tutup yere düştü, elini tekmeleyerek topu kalemize attılar. Hakem önce faul verdi. Real Madrid’li futbolcular bu sefer hakeme boğa gibi saldırmaya iteklemeye çekiştirmeye başladılar. Zavallı hakem geri geri adeta kaçıyordu.
Derken ilk kararından vazgeçip santrayı gösterdi. Bu sefer de bizimkiler haklı olarak sardı etrafını. Bizi engellemeye çalışan Distefano'ya sağ bekimiz Münir karşı koydu, Münir’i itip yere düşürdü. O anda bu maçı bütün Türkiye’ ye radyodan anlatan Rahmetli Sülhi Garan çok heyecanlanmış, başlamış çocukları dövüyorlar diye. Saha karıştı diye anlatmaya başlayınca ona sonradan üç maç anlatmama cezası verdiler.
Hakem Distefano'yla bizim Münir’i oyundan attı, onar kişi olarak devam ettik. 1-0 mağlup oynuyoruz; sinirlerimiz iyice bozulmuş, haksız bir gol oyun tempomuzu bozmuştu. Kalecimiz Varol da eline yediği tekmeden sakatlanmış, oyunu terk etmişti. Kaleye geçen Sofyadis de şaşılacak kurtarışlar yapıyordu. Oyunun sonlarına yaklaşırken kalemizde bir gol daha gördük. Maç 2-0 bitmişti. Çanakkale geçilmez misali kalemizi müdafaa eden Varol dahil hepimiz vazifesini yapmanın huzuru içerisinde sahayı terk etmiştik. O gece Real Madrid Klubü bizlere güzel bir ziyafet verdi. Kalecimiz Varol’u çok beğendiklerini ifade ettiler, hatta transfer etmeyi düşündüklerini söylediler, fakat Varol’un askerliği bu transferi engelliyordu. Bizlere Real Madrid armalı bir kol saati armağan ettiler, evimdeki küçük müzemde değerli hatıra olarak muhafaza etmekteyim.
O günden sonra İstanbul’da iki sıfırın rövanşını oynamak üzere İspanya’dan ayrıldık. Türkiye’de bizleri galip gelmişiz gibi binlerce taraftar hava alanında karşıladığı zaman gözlerim yaşarmıştı. Benim için en büyük mutluluk siyah beyaza gönül verenleri sevindirmekti. Maçlara kendimi hazırlarken yapmış olduğum fedakarlıkların sonunda galip gelmişsek ve ben güzel oynamışsam dünyanın en mutlu insanı olurdum. Bir sporcunun başlıca prensibi bu olmalıdır.
Rövanş günü yaklaşıyordu. Real Madrid İstanbul’a maçtan bir gün evvel gelmişti. Biletler karaborsaya düşmüştü. Her zaman arzu etmişimdir; İstanbul’da mutlaka yüz bin kişilik stadyum olmalıydı. Yetkililer acaba niçin yüz bin seyirci alacak stad yapmazlar merak eder dururum. Real Madrid Klubü İstanbul’a gelirken kendi sahalarında oyundan atılan büyük yıldız Distefano’yu getirmemişlerdi. Seyirciler bu yıldızı seyredemeyeceklerdi ama takımda o kadar çok futbolcu vardı ki fazla üzülmelerine lüzum yoktu. Her horoz kendi çöplüğünde öter sözü bizleri ümitlendiriyordu, 2-0'lık farkı acaba kapatabilir miydik? Rakibimizin dış sahalarda çok başarılı olduğunu biliyorduk ama her şeye rağmen ümitliydik ve azimliydik..
Maç günü gelmişti. Bizim toprak zeminli sahamızın da o gün yağan yağmurla iyice ağırlaşmış olmasının onların oyununu etkileyeceğini düşünerek maça başladık. Rakibimiz temkinli oynuyor daha çok müdafaa ehemmiyeti veriyorlardı. Biz o gün oyuna çok güzel başladık. Abluka altına almış devamlı bastırıyorduk. Herkes bizden gol beklerken bir kontra atakla gol atmazlar mı, işimiz zorlaşmıştı elemek hayal olmuştu. Çok tecrübeli olmaları dış sahalardaki temasları onları üstün kılıyordu. Kaya Köstepen’in kaçırdığı bir gol vardı ve hemen sonra attığı golle beraberliği yakalamıştık. Kendi sahamızda ve kendi seyircimizin önünde Real Madrid gibi dünya çapında olan bir takımla berabere kalarak elenmemiz bizleri çok üzmemişti. Rakibimizi içtenlikle tebrik ederek sahadan ayrılmıştık..
Maçtan sonraki gece biz de onlara güzel bir ziyafet verdik, armağanlarımızı da vermeyi unutmadık.
Tekrar lig maçlarımıza dönmüştük. Takımımızda düşüş vardı. Sene sonuna kadar yaptığımız maçlarda başarı grafiğimiz düşüyordu. Bunu şöyle yorumlayabiliriz; yaşları ilerlemiş ağabeylerim bu çöküntünün başlıca sebepleriydi. Futbol genç işidir, bunu bugün daha iyi anlıyorum. Ben on dokuz yaşındaydım takımda benimle yaşıt olan arkadaşlarım Varol, Berk, Münir, Kaya ekseriyeti yaşları otuza yaklaşmış ve geçmiş olan çok sevdiğim ağabeylerim vardı.
Maçlar bitmiş kongre sonunda yönetim değişmişti. İsveç’te özel maçlar yapmak üzere bir seyahat düzenlenmişti. Orada yapmış olduğumuz maçlar bana çok şeyler kazandırmıştı. İsveç’te altı şehirde yapmış olduğumuz maçlarda edindiğim tecrübeyi inkar edemem. 1957-1958 sezonunda takımımızdaki çöküntü kendisini bir sene öncekinden daha çok göstermişti. 1959-1960 sezonunda benim Beşiktaş’ımda ikinci bir nesille oynamaya başladığım yıl olmuştur.
Tekrar değişen yönetime gelen idareciler takımda büyük değişiklik yapma cesaretini göstermişlerdir. Mevcut kadroda beş futbolcu bırakmışlardır. Kalan arkadaşlar şunlardı; Ben, Nazmi Bilge, Necmi Mutlu, Kaya Köstepen, Münir Atalay. Yeni transferler şöyleydi; Birol Peker, Şenol Birol, Arif Özataç, Sabahattin Kuroğlu, Bahattin İlhan Tuncay görüldüğü gibi Baba Recep, Eşref, Ali İhsan, Nusret gibi isimler gitmiş yepyeni bir takım kurulmuştu. Bu takımın ne yapacağı merak ediliyordu hatta Galatasaray’ın kaptanı Turgay Şeren’in gazetelerde toplama bir kolej takımına benzetmesi bizleri sinirlendirmişti. İdarecilerin Etiler’de tutmuş oldukları bir villada bekar futbolcuların devamlı kalmaları ve eski arkadaşların da maça iki gün kala kampa iştirak etmeleri arkadaş bağlarının kuvvetlenmesine neden olmuştu.
O seneki yönetimde bulunan Rahmetli Fevzi Umman, Gazi Akınel ve başkanımız Baba Hakkı Yeten’e gösterdikleri büyük idari başarılarına sonsuz sevgiler sunarım. Bir de tonton, baba antrenör rahmetli Macar Kutik getirilmişti ki böyle bir topluluğun aralarında kurmuş oldukları sevgi bağları elbette meyvalarını verecekti; verdi de. Kaptanımız Nazmi Bilge’den söz etmek isterim. Karadeniz’in yağız delikanlısı tam bir ağabey gibi birbirimize olan sevgiyi aşılayan insandı. Bu takım başarıya nasıl gitmez ki, önce arkadaşlık birbirine sevgi dolu gayesine inanmış bir ekip. İşte yeni sezona böyle başladık. O yılları ve bizim o maçlarımızı seyredenler tribünleri dolduran binlerce seyircimiz, Şenol Birol Gol diye bağırırken stadı inletirdi.
Takımımız ilk maçta şu on birle dizilmişti: Kalede Necmi, Bahattin, Münir, Tuncay, Sabahattin, Kaya, Arif, Nazmi, Şenol, Birol ve Ben Küçük Ahmet. Şimşek gibi başladık. rakip VEFA, goller arka arkaya Şenol’dan Birol’dan. Nazmi, Arif, 4-0 galibiz, rakibimizin bir gol atmasına müsaade ediyoruz ve böylece Şenol- Birol başlamış oluyor.
Her maçımız hasılat rekorları kırıyor, galibiyetler birbirini kovalıyor, Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı yeniyoruz. Kolej takımına benzetenler sözlerini geri alıyorlar. Unutulmaz maçlarımız içinde o sene Fenerbahçe’ye Arif’in kale ağzından topu göbeği ile atması, bu golün resmini foto muhabirlerinin gazetelerde basarak altına da göbekle atılan gol yazması herhalde değerli rakibimizi düşündürmüştür. Ve böylece tarihe ve anılarımıza göbekle atılan gol tatlı bir hatıra olarak geçmiştir.
İlk devre maçları bittiği zaman namağlup ve lider olarak bitirmenin mutluluğu içinde ama bu maratonun daha bitmediğinin mesuliyetini hisseden insanlar olarak daha temkinli ve daha çok çalışarak şampiyonluk ipini göğüslemek arzusu içindeydik. İkinci devre başladıktan bir müddet sonra on altı maçımızı 1-0 kazandığımızı gördük, hatta gazeteler bir gol iki puan taktiği ile yazmışlardı. Hiç yenilmeden ligi götürmek ve her maçta yenilmezliği korumak rakiplerin namağlup takımı yenmek için gösterdikleri üstün gayret her maçın final havasında geçmesini sağlamaktaydı.
İşte böyle bir durumda İzmir’deyiz, İzmirspor ile yapacağımız maç bizleri biraz daha şampiyonluğa götürecek. Alsancak Stad’ının zeminini anlatmak isterim; toprak ama jilet gibi, düştüğünüz zaman vay halinize. Kalçalarımda hala izleri vardır. İzmirspor o sene çok kuvvetli bir ekip, bilhassa forvetleri Güven Önüt çok güçlü bir eleman. Zaten kendisini bu maçtan sonra transfer ettik. Çünkü o maçta bize harika bir oyun çıkardı ve attığı üç golle ilk defa bize mağlubiyeti tattırdı. Namağlup ünvanımız silinmişti. Bu bizim için bir dezavantajdı. İzmir’den uçakla dönerken kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Mağlup olmuştuk ama hala liderdik. Şampiyonluğa ulaşabilmenin pek kolay bir şey olduğunu zannedenlerden değildik. Etiler'deki kampımızda arkadaşlarla şampiyon olmak için ant içtik.
Bir takımda arkadaşlar arasında birlik ve beraberlik olduğu takdirde bütün engelleri aşması kolaylaşacaktır. Klubümüze yazılan şiirdeki gibi (Remzin Kartallar gibi manileri yen aş, layıktır bu vasıflar sana ey şanlı Beşiktaş.) Biz de öyle yaptık… O mağlubiyetten mutlu sona geldik. Ne güzel bir olay, huzur içerisindesiniz, mutlusunuz etrafınızdaki insanlar sizleri tebrik ediyor, gazetelerde övgü dolu yazıları okurken vazifelerini yapmış insanların huzurunu duyuyorsunuz..
Kaynak: "Küçük" Ahmet Özaçar Büyük Beşiktaş'ta 17 yıl ve Milliyet Arşivi
Derleyen: Mehmet YücegönüL..