Gözü Açılmış Bir Türk

didardidar

New member
Katılım
15 Eyl 2007
Mesajlar
18
Reaction score
0
Puanları
0
Gözü Açılmış Bir Türk
Mailime geldi paylaşayım dedim. lütfen Baştan Sona kadar dikkatle okuyun

Başlama 07-05-2007 23:50 /Bitiş 17-09-2007 06:40 -Sevgili dostum Sami, Fransız'caya hâkimiyetinize hayranım. Bakın ben yıllarca Türkiye'de kaldım da, hâlâ Türkçe'yi doğru dürüst öğrenemedim. Neyse ki, sizin gibi kıymetli dostlar yardımcı oldu da, rahat ettim.
-Ne demek Pier, benim için zevkti. Asıl biz sana teşekkür etmeliyiz, sadece öğrencilerine Fransızca öğretmekle kalmadın, bizim de pratik yapmamıza katkın oldu.
-Yok yok, o başarı sizi ve sizin gibi niceleri yetiştiren yabancı dil eğitmenlerinizindir. Ben üniversitede dil eğitimi verirken, inanın epey yetişmiş, ilerlemiş öğrencileri buldum karşımda. Tabi, Türk gençlerinin bu yabancı dil öğrenme isteği, azmi, başarıyı getiren en önemli unsur .
Pier, Sarkozy'nin Cumhurbaşkanı seçilmesini kutlayan salondaki kalabalığa bir göz gezdirdikten sonra, ilerde fark ettiği birini işaret etti;
-Gelin Sami bey. Şu ilerde, çevresindekilere ateşli konuşmalar yapan dostum Jack ile tanıştırayım sizi. Uluslar arası bir kabiliyet, diyebilirim. Türkiye'de de benden çok fazla kaldığını duymuştum. Ortak konular bulacağınıza eminim.
Sami, uzun ve arkada atkuyruğu şeklinde bağlanmış saçlarının, omuzlarına dağılmış kısmını eliyle sırtına doğru attı. İçki kadehini kenara bırakıp, papyonunu da düzeltti. Sonra; "-Hadi gidelim." dedi. Pier arkadaşını dikkatlice süzdü;
-İnanır mısın, görünüşün tam bir Fransız. Bıyıksız, uzun saçlı bu görüntün ve harika Fransızcan ile Türk olduğunu düşünmek bile zor.
-Teşekkür ederim.
-Yoo, yoo iltifat değil, gerçek. Hatta bu güzel Fransızca'nız ile, başka ülkede uzun süre kalmış, bir Fransız olduğunuzu sananlar çıkabilir.
-Beni şımartıyorsunuz.
-Bir deneme yapmaya var mısınız?
-Anlamadım, ne gibi bir deneme?
-Şu ilerde, çevresindekilerin dikkatle kendisini dinlediği, heyecanla konuşan Jack var ya.
-Evet.
-Yıllarca Türkiye'de bulunmuş demiştim ya, inanın ne görünüşünüzden, konuşunuzdan o bile Türk olduğunuzu anlayamayacaktır.
-Hımm, tamam, deneyelim.
-Hadi gelin, ben sizi tanıştırayım.
-Gruba yaklaştıklarında Jack, bir cümlesini tamamlıyordu;
-...Cezayir'e bakın, Fas'a bakın Fransız etkisini göreceksiniz. Ama antiparantez, diğer ülkelerde İngilizlerin bizden önde olduğunu kabul etmek lazım. Oooo... kimi görüyorum, Pier !
-Merhaba Jack. Nasılsın? Ha.. tanıştırayım, bu da senin çeşitli ülkelerde çalışmış, en son Kanada'dan gelen arkadaşım Frank.
O anda, Pier'in telefonu çalmaya başladı. Pier numaraya baktıktan sonra;
-Kusura bakmayın, önemli bir görüşme yapmam gerekiyor.
Pier müsaade isteyip uzaklaşırken, Sami merhabalaşıp, Jack'ın çevresindeki kalabalığa karışıp, bir köşeye geçti. Bakışlar kendisine dönünce, Jack konuşmaya devam etti;
-Zaten modern ülkelerin, ilkel ülkelere karşı sömürgecilik şekli artık çok değişti. Ne gerek var canım, her sömürgeye askerini götürüp, nöbetçi gibi dikeceksin. Hem masrafı çok, hem askerlerimiz için tehlikeli. Ele geçirdiğin ülkede, sana taraftar olan, menfaatlerini kollayacak birilerini bırakıp gizlice de destekleyeceksin. Dostluk mesajları vere vere askerlerini geri çekeceksin, o kadar.
Sami konuyu anlamaya çalışıyordu;
-Kültürel gelişmelerine de destek olmak gerekmez mi?
-Ah!.. dostum, kültürel gelişme nedir ki! Tabi, siz konuşmanın başını kaçırdınız. Şöyle belirteyim, bir Fas'lının, bir Cezayir'linin hatta Ruanda'lının kültürel gelişmesi bizim için ne kadar önemlidir ki .
-Önemsiz mi?
-Hayır, tamamıyla önemsiz değil. Ama önemi onlara değil, bize faydası kadar önemlidir. Onlara olacak kültürel katkımız, bizlere faydalı olmaları için, yapacakları hizmetlerin kalitesini yükseltmek içinse önemli.
-Afedersiniz ama pek anlayamadım.
-Onlara kendi yazarlarımızı, kendi dilimizi sunacağız tabi ama bunu onlar için değil, kendimiz için yapmalıyız, yapıyoruz. Onlarla herhangi bir irtibatımızda, ekonomik, turistik ilişkilerimizde niçin onların dilini öğrenmek zorunda kalalım ki. Veya yanımızda tercüman götürmek zahmetine, masrafına girelim ki.
Sami içinde kabaran rahatsızlığı belli etmemeye çalıştı;
-Yani geri kalmış ülkelerin Fransızca öğrenmesi, İngilizce öğrenmesi kendileri için değil, gelişmiş ülkeler için faydalı.
-Azizim, sınırları kesin çizmek mümkün müdür. Onların da için de bizim dilimizi, bilim öğrenmek için kullanan vardır. Ben çoğunlukla gerçekleşen durum için söylüyorum. Ekonomik sömürgecilik kadar, kültürel sömürgecilik de vardır. Büyük devletler savaş yok denilen anda bile birbirleriyle kültürel sömürgecilik konusunda savaşa devam eder. Biz de büyük bir ülke olarak bu konuda Amerika ile İngiltere ile rekabet halindeyiz. Fas, Cezayir, Senegal, Ruanda bizim başarılı birer kültürel sömürgemiz değil midir sizce.
-Ya Türkiye ?
-Oh! Türkiye. Doğrusu orda bir Fransız'ın işlerine yardımcı olacak kişiler bulması, turistik geziler için rehber bulması sorunu zor da olsa halledilebilir halde. Fakat orayı asıl ele geçiren kültürel sömürgecilik İngilizce konusundadır. Siz de Türkiye'de bulunduğunuza göre görmüşsünüzdür, öylesine ileri gitmiş halde ki, Türkçe dükkan ismine rastlamak bile zor. Üstelik ' Noluyoruz!' diye uyanacakları yerde, bunu iyi bir şeymiş gibi sunan insanlar çok .
Dikkatini toplar gibi Sami'ye baktı:
-Siz niçin özellikle Türkiye'yi sordunuz?
-En çok bulunduğum ülkelerdendir Türkiye ve orada dostlarım var.
Sami, intikam almak ister gibi, sözlerinin etkisini tartmak ister gibi Jack'ın gözlerine bakarak, içinde kabaran hırsla konuştu;
-Tabi o ülkeye her gidişimde, Fransız kuvvetlerini nasıl kovdukları aklıma geliyor.
Sami'nin hafifçe gülümsediğini fark etmediler. Jack gülümseyerek cevap verdi;
-Yoksa Türklerin 'Sütçü İmam' dedikleri adamı mı duydun?
-Evet, Fransız askerleri bir Türk kadınının (Bu sözleri söylememesi gerekiyormuş gibi bir an durakladıktan sonra devam etti) başörtüsüne uzanıp, zorla çıkarmaya kalkınca Sütçü İmam'ın başlattığı isyan.
-Kusura bakmayın, sayın Frank, siz Türkiye'de bulunmuş olabilirsiniz ama ben o ülke hakkında uzman sayılırım. Sütçü İmam'ı da Antep'li Şahin'i de bilirim. Durumu Türklerin şu atasözüyle açıklayım, belki duymuşsunuzdur; " Son gülen, iyi güler"
-Yani
-Türklerin başını artık biz açmıyoruz. Bizim gibi medeni olmak adına, bilim hariç herşeyimizi uyguluyorlar. Bizim gibi olmak için başörtülerini de kendileri çıkarıyorlar, hatta çıkarmayana zorla çıkarttırıyorlar.
Sami, içinde bir sızının dolaştığını hissetti. Daha çok kısa zaman önce katıldığı "Çankaya'da eşi başörtülü birini görmek istemiyoruz " dalgasıyla başlayan mitingler aklına geldi. O düşünürken Jack da aynı konuyu açtı;
-Öyle saf insanlar vardır ki o memlekette, " Başörtülüleri yüksek makamlarda görmek istemiyoruz" diye başlayan mitingler vardı, duydunuz mu?
-Evet, kısa süre önce yine Türkiye'deydim.
-Tv'leri seyrederken ne göreyim, kendisine karşı yapılan bir mitingi desteklemeye başörtülü biri de gelmişti. Ekranda görünce şaştım kaldım .
-Şey... hatırladığım kadarıyla onlar laiklik için yürümüştü.
-Bırakın bunları, cahiller gibi konuşmayın. Amerika'da , " Beyaz sarayda siyahi istemiyoruz" diye bir yürüyüş olsa , sonradan ismi ne kadar değiştirilmeye çalışılırsa çalışılsın hiç bir siyahi destek vermez, (gülerek) aksi halde bu tam kara mizah olur.
-Aynı şey mi sizce ?
-İnsanların bir kısmını seçip, bir yerlere gelmesini yasaklı hale getiriyosunuz. Başına hangi bahaneyi eklersen ekle, aynı şeydir. Her ikisi de demokrasiden uzaklaşmadır.
Jack, ilerleyip tamamen Sami'nin karşısına geçti;
-Bakın, ben de kısa süre önce Türkiye'deydim ve yine gideceğim. Türkleri çok iyi bilirim, çabuk ateşlenir, öfkelenir ve kolay hata yaparlar. Yani çoğu kez mantıkları tatile çıkar.
Önemli bir şey söyleyeceğini belli eder halde, çok kısa sustu. Sonra;
-Yıllarca demokrasiden, insan haklarından bahsedenler bile, başörtülülere binlerce yasak koymayı demokrasiyle bağdaştırmak için çabalayıp duruyor. Ne olacak biliyor musunuz (küçük bir kahkaka atıp) birisi bu yaptıklarının demokrasiyle en ufak ilgisinin olmadığını göstermek için ortaya fırlayıp 'Kral Çıplak' diye bağıracak sonunda.
Sami zoraki gülümsedi;
-Ben de Türkiye'yi iyi bilirim. Orda yobazlar, gericiler vardır. İktidarı ele geçirirlerse kendileri gibi düşünmeyenlerin haklarını kısıtlarlar.
Frank, Sami'nin yüzüne dikkatlice baktı;
-Öyle konuşanlara, çıkarıp bir ayna vereceksiniz, ve sonra da ; " Güç elinde olunca, başkalarının haklarını kısıtlayanlar gerçekten var, aynaya bak göreceksin" diyeceksin. Türkiye'nin böyle olmasından, bir Hıristiyan olarak çok mutluyum ama bir Türk olsaydım, sanırım bu kadar kör olmazdım. Siz de Türklerin arasında kala kala etkilendiğiniz belli oluyor. Olaylara içinden bakmak bazen yanıltır, yukardan bakın ve geneli görün.
Sami huzursuzca;
-Nasıl yani?
-Düşünsenize, özgürlük için bağrışanlar, özgürlüğü sadece kendi gibi düşünen, kendi gibi yaşayanlara istiyor. Böyle bir ülkede ne birlik beraberlik olur ne de gerçek özgürlük gelir. Avrupa'ya, hatta biz Fransızlara kızdıklarını söyleyenler, Fransızlara benzemeye çalışıyor. Hatta öylesine ileri gidiyor ki, bizim yıllarca önce başlarından zorla çıkartmaya çalıştığımız örtüyü, kendileri zorla çıkarıyor, çıkarmayana hayatı zindan ediyorlar. (Kahkaha atmamak için kendini tutar gibi gülümsedi) Özgürlüğü kısıtlamanın adına da demokrasi, laiklik filan diyorlar. Ama kızmıyorum çünkü bizler Müslümanlara yasaklar getirirken Türkiye'yi Tunus'u, Fas'ı örnek gösteriyoruz, 'Orda bile bizden daha katı kurallar var' diye.
-Bennn, bennn... Türkler'den pek ümitsiz değilim.
-Bırak yahu bırak, Türk gibi konuşma, Avrupalı gözüyle bak.
-Bu düşüncelerinizi öğrenseler, sanırım Türkler Fransızlara pek iyi gözle bakmazlar.
-Bırakın mönşör, Türkler gözünü açsa Fransızlardan önce düşünmeleri gereken çok konu var.
-Ne gibi.
-Yahu siz gerçekten nerde yaşadınız, uzaydan filan mı geldiniz. Türkiye'yi tanıdığınız söylemiştiniz oysa. Tekrar düşünün ve Türkiye'nin dostlarına bakın, ABD dostu denir, ama teröristlere yardım eder, Türkiye askerleriyle Irak'ta teröristlerin yuvasına operasyon yapmasın diye uğraşır, arada izin verdiğinde ise Türkiye boş dağları bombalar geri döner. Niye çünkü dostu teröristlere haber verip, yer değiştirtmiştir. Çünkü o teröristler İran'a karşı ABD'nin müttefikidir. Sonra İsrail'le savunma anlaşması yapar, " Uçakları İsrail'e modernize ettiriyoruz, karşılığındaki ücreti tahıl veya su ihracıyla ödeyeceğiz " der. Anlaşma bittikten sonra, İsrail çıkar; "Ben ürün almaktan vazgeçtim parayı nakit verin" der, lobilerden korkudan susup, öderler. Epey sonra tartışmalar çıkar, modernize edilen uçak ve helikopterlerin İsrail ve ABD hedeflerine kitlendiği anda atış mekanizmalarının da kitlendiğine,kullanılamayacağına dair. Yani sadece İran, Suriye gibi ülkelere karşı kullanılabilecek haldedir. Kimse resmi bir açıklamayla buna itirazda bulunmaz.
-Türkiye'nin düşmanı çok, Fransa'ya sıra gelmez mi diyorsunuz .
-Türkiye'nin 1. düşmanı Türkiye'dir. Yumruğunu masaya vurmadıkça, başına vurup lokmasını alan çok çıkar. Turgut Özal diye bir liderleri vardı, sanırım bilirsiniz .
-Evet.
-Doğrusu da, yanlışı da çoktur.
-Evet, ilk 3 yıldan sonra ailesinin etkisine girip, ülke yönetimini kötüye götürdü.
-Onları bırak magazinciler düşünsün, daha önemlileri var .
-Nedir ?
-1984'e kadar PKK diye bir sorun var mıydı ?
-Yeni yeni ismi duyuluyordu.
-Niçin diye düşündünüz mü?
-Öcalan diye biri çıktı.
-Off.. off... Azizim Türkiye konusunda cahilsiniz dersem lütfen darılmayınız, çünkü bu bir gerçek.
Sami darılmayı filan düşünecek halde değildi. Yüzündeki sıkıntılı hali cahillikten öte duygular içeriyordu;
-Anlatınız monşör.
-Özal, özellikle ilk yıllarında büyük hedefler içindeydi, ülkeye çağ atlatmak niyetinde olduğunu söylerdi. Bu hedefinin ilk adımlarını GAP projesiyle gösterdi. Batı ülkeleri zayıf bir Türkiye'yi dost görebilir. Güçlü bir Türkiye, kendi sorunlarını aşarsa, dostlarını da düşünmeye başlar, dostluklarını genişletir, lider ülke olur ki bunu istemeyiz. Kendi sorunlarıyla uğraşan bir Türkiye ise burnunun dibinde olanlarda bile başını kuma gömer .
-Irak'taki gibi.
-Tabi, Irak'ta, Filistin'de, Azerbaycan'da, Afganistan'da. Biz Osmanlı'nın devamı diye Ermeni isyanları nedeniyle zorunlu göç yapılmasında imkansızlıklardan yaşanan ölümleri abartıp Türkiye'den hesap sorarız; siz Osmanlı'nın devamısınız, bedelini ödeyin" deriz ama onlardan biri çıkıp da " Madem biz Osmanlı'nın devamıyız, öyleyse biz de eski Osmanlı topraklarındaki zulümlere karşı çıkarız " derse...
-...derse itiraz edersiniz.
Jack güldü;
-Aslında biz itiraz etme hazırlığındayken, Türkiye'den birileri çıkar " Faşistler size ne oralardan!" filan diyerek, Türkiye'yi küçük düşünmeye, kabuğuna çekilmeye zorlar. Türkler çok farklı insanlardır. Kendi kahramanlarına düşmandırlar ama İngilizlerin kahramanı sayılan ama 1. dünya savaşında Türklere biyolojik bomba atılmasını öneren, hatta karşı çıkıp da " Uluslar arası anlaşmalara göre insanlara karşı biyolojik bomba atılması yasaklandı " diyenlere, "Türkler insan sayılmaz ki! "diyen İngiliz siyasetçi Churchill'i överler, onu kahraman gösteren belgeselleri Tv'lerinde yayınlarlar.
-Hımmm...
-Neyse Özal'ı anlatıyorduk. Özal'ın GAP projesine karşı çeşitli şeyler denendi, sol-sağ çatışmasının askeri darbeden sonra pek işe yaramayacağı görüldü, Alevi-Sünni çatışması denendi. Kısa süre ama başarılı olarak Bulgaristan'dan zorunlu göç olayıyla Türkiye uğraşmak zorunda bırakıldı, maddi zayıflatıldı. Sonra Kürt-Türk kavgası için zemin oluşturuldu.
-Zemin ?
-Özal zamanına kadar Türkiye'nin Kürt-Türk sorunu var mıydı ! Ne zaman Özal, GAP projesine başladı, ABD PKK denen örgütü kurdurup, Armstrong vasıtasıyla Güneydoğunun haritasını çıkarmaya, teröristlere mühimmat sığınakları yapmaya başladı.
-Bu ciddi bir iddia.
-Öyle mi! 80'li yılları araştırın bakalım, "-Nuh'un gemisini arıyorum !" bahanesiyle Cudi dağında dolaşmadık yer bırakmayan, yanına jandarma verilmek istenince karşı çıkan Armstrong adlı ABD'liyi.
-Mutlaka bakacağım.
-Ve Özal'ın son hatası, Batılı ülkelerden sonra Rusya'yı da karşısına almak oldu. Gerçi bu kendi ülkesi için iyiydi ama batılılar ve Rusya için pek de iyi değildi.
-Neydi bu hata?
-Türki cumhuriyetlerle ilişkileri geliştirmeye kalkmak. Bu Rusya'nın emperyalizm bölgesine müdahale demektir. Türki cumhuriyetlerde hala Rusya'dan korkanlar veya Rusya için çalışanlar vardı. Öğrendiğim kadarıyla Özal'ın yemekleri kontrol edildiğinden, tabaklarına zehir sürülüyormuş ve bir seferde ölüp de sorun olmaması için azar azar.
-Aman Allah'ım !
Sami'nin şaşkınlıkla söylediği bu söz Jack'ın gözünü açtı. Sami durumu anlayıp, aynı şaşkınlık sözünü Fransızca ve İngilizce'de söyledi.
-O sözünüzü söyleyiş tarzınız bir an Türk olduğunuzu düşündürdü.
Sami sadece gülümsedi. Oysa içi yanıyordu.
-Pek, bunları Türkiye'dekiler anlamıyor, bilmiyor mu?
-Bilenler, anlayanlar var tabi ama bir şekilde ya ön plana çıkmaları ya da ciddiye alınmaları engelleniyor. Bir sürü yazar var da böyle konulara değinenlerden şu ikisinin ismi aklımda kalmış, Fehmi Koru, İbrahim Karagül okudunuz mu hiç.
Sami salon kapısında girmekte olan Pier'i fark etti.
-Okumadım ama okuyacağım. Gerçekten benim için aydınlatıcı oldu. Hatta gözümü açtınız diyebilirim.
-Ne oldu gidiyor gibisiniz.
-Bir randevun aklıma geldi, hemen çıkmam gerek.
Sami kapıya doğru giderken, yanlarına yaklaşan Pier gülümseyerek sesleniyordu;
-Jack, nasıl buldun Sami beyin Fransızcasını.
Sami, Pier'in elini aceleyle sıkıp kapıya yöneldiğinde, Jack'ın sesini duydu;
-Sami mi, o da kim ?


Başlama 07-05-2007 23:50 /Bitiş 17-09-2007 06:40
Ahmet Ünal ÇAM
 
Sacmalık resmen basortusunun propagandası yapılıyo....
Ne yanı sadece ıktıdara gelebılmek ıcın butur dıs guzlerle ısbırlıgı yapan sankı baska bır partıymısde laf ıste....

Dogruları soluyosunuzda bu ısbırlıkcıler malesef dını kullananlar Turbanı bu ulke ıcın sorun halınde tutup oylarına oy katanlar ....Hey yarabbım ne kadar acemıce bır yazıydı bu bole
 
Maşşallah maşallah yazan edebiyat bölümünde okuyo herhalde...Güzel yazmış türklerin sorunlarını.Amainsan propaganda olup olmadığını düşünmeden de edemiyor.Daha doğrusu düşünüyor...
 
Valla,ekip çok iyi çalışıyor. Fehmi Koru, İbrahim Karagül diyede adres verimiş yani Yeni Şafak ekibi.Nazlı Ilıcak falan eksik kalmış
 
bu adam bir de internetteki isimleri , marketlerdeki markaları görseydi,,,,,,,,,,,,,
Bu konular derin konular pek çok kişinin boyunu aşar.

Bu yazarlardan kim çağrılmıştı adı BİLDENBERG miydi adı her neyse, o talimatların dağıtıldığı söylenen toplantıya.
 
Gözü Açılmış Bir Türk - 2

2 - Gözü Açılmış Bir Türk - 2

Sami, Jack'ten öğrendiklerini kolay okunur bir öykü formatına sokup gazetesindeki köşesinde yayınlamıştı. Şimdi, biraz da endişeyle tepkileri bekliyordu. Sabahın erken saati olduğu halde fazla beklemedi, kapıdan asık bir suratla yazı işleri müdürü girdi;

-Sami bey aslında ben sizinle konuşmak istiyordum ama yazınızın etkisi sanırım beni de aşacak ki, patron doğrudan aradı ve sizinle konuşmak istiyor. Benim odamdan arayın.

Sami, yazdıklarının arkasında da olsa, başını epey ağrıtacak bir aşamanın başlayacağını biliyordu. Ayağa kalktı;

-Şimdi burdan ararım müdür bey.

-Anlamadınız sanırım, benim odamdan ve dinlemeye karşı parazit korumalı olduğundan kırmızı telefonla aramanız gerekiyor.

Sami, olur manasında başını salladı. Odadan çıkmadan masasına 'veda eder gibi' baktı. Koridor boyunca, yazı işleri müdürü kırgın/kızıgın bir sesle konuştu durdu. Dalgın olan Sami bazı sözleri duyabiliyordu;

-Sami bey, sizden böyle bir yazı beklemezdim. Neresini eleştireceğimi şaşırdım. Sizin gibi aydın birinden hiç beklemediğim şeyler. Açıkcası, size güvendiğim ve yazılarınızı denetim dışı tuttuğum için kendimi suçlu hissediyorum. Fransız kolejlerinde yetişmiş, Üniversitede Fransızca öğretmeni olmuş, aydın biri olarak gördüğüm siz..., siz...

-Sami, cevap vermesinin boş olduğunu düşündü. Çünkü müdürün sözlerinden net bir eleştiri yoktu. İçi boş cümlelere cevap vermek, uzun süredir kendisine ağır geliyordu. Hem, patron aradığına göre, patronla görüşmesi gazetedeki konumunu netleştirecekti zaten.

Müdürün, yazılanları yorumlamak/eleştirmekten çok, kendi görevinin sallantıda olmasından, hatta işinden olmaktan korktuğunu anlıyordu. Müdür söylenerek telefonun başına geçti, numarayı çevirdi.

-Evet efendim, yanımda şu anda. Tamam efendim.

Endişeli bakışlarla telefonu uzattı "Özür dile, düzelteceğiz de"

-Buyrun Aydın bey.

-Sami bey, sizin yazılarınız bizim için guru kaynağıydı, gazetemizin batıya bakan yüzünü temsil ediyordu.

Sami, lafın nereye gideceğini anladığı halde "-Teşekkür ederim." dedi. Patron, ses tonunu sertleştirerek devam etti;

-Fakat bu son yazınız, herşeyi yıktı.

-Ben, yanlış bir şey yazdığımı sanmıyorum.

-Sami bey, biz ticari bir kuruluşuz, unutmayınız. Bu son yazdığınız yazı, bize reklam veren kuruluşların çoğunun hoşuna gidecek bir yazı değil, bu 1. Ayrıca, özellikle Avrupa ülkelerinin ve ABD'nin aleyhine yazdığınız noktalar bizi sıkıntıya sokacaktır 2, başörtüsü gericilerin simgesiyken, hatta siz de bu konuda modern, Avrupai yorumlar yazmışken, birden bire "Kurtuluş Savaşında'ki başörülüler' , 'Sütçü İmam' filan demeniz kendi silahımızla, kendimize ateş açmaktır 3.

-Yazdıklarımda doğru olmayan nedir ?

-Bakın, sizi sevdiğim için bir kalemde silip atmıyorum, eleştirilere gögüz germek, bir dahaki yazılarınızda ortamı yumuşatacağınıza inanmak istiyorum ki, bu nedenle bu sorunuza cevap vereyim; İngilizlerin meşhur bir sözü vardır; "İngiltere'nin dostları değil, menfaatleri vardır" demişler. Bizim de haklılık aramamız yeterli değil. Güçlü olanlar var ve onların beğenmediği söylemleri savunursak, ne olduğumuzu anlamadan kendimizi bir sürü suçlamayla mahkemelerde buluruz.

-Aydın bey, sizin için ticaret önce gelebilir ama ben böyle düşünmek zorunda değilim. Öğretmen ve gazeteci kimliğimle, inandıklarımı yazmamdır benim için önemli olan.

-Biz de vatan haini değiliz herhalde Sami bey ama günümüz şartlarında aklımızdan her geçeni söylemek yetkimiz de yok. Unutmayın ki artık dünya global bir köy haline geldi. Bizim gibi çok satan bir gazetenin atacağı bir yanlış adım da, ülkemizi Fransa ile, ABD ile ters düşürebilir. Açıkcası bu konuda beni arayıp, 'yazınızı düzeltin' diye şimdilik kibarca uyarılar gelmeye başladı. Ben de, yarınki gazetemizde düzelteceğimize dair güvence verdim.

-Aydın bey, inanın ki bu yazı bir anlık öfkeyle yazdığım bir yazı değil. Her ne kadar olanlar yaşanmış olsa da, daha önce üstün kör baktığım konuları tekrar ve ayrıntılarıyla inceledim. ABD'nin terör örgütlerini desteklediğini filan yazdım diye çekiniyorsanız, çekinmeyin çünkü doğru, Fransa'dan çekiniyorsanız, çekinmeyin çünkü onlar da bize Ermeni katliamı yalanınıyla baskı yaparken, Cezayir'de, Ruanda'da yaptıkları katliamları kanı hala ellerinde. Bize düşman olurlar diye çekiniyorsanız, merak etmeyin zaten düşmanlar. Yıllardır Avrupa Birliği mücadelemizde ne kadar dost olduklarını gördük.

Sami'nin heyacanlı konuşurken, artık öfkeli, bağırır gibi konuşması, yazı işleri müdürü Hakan beyi telaşlandırmıştı. Karşısına geçmiş, sakin olmasını işaret edip duruyordu.

Aydın, ses tonunu değiştirdi. Yorgun bir sesle;

-Sami bey, yazdıklarınızın hangi mecralara uzanacağını yeterince hesaplayamıyorsunuz sanırım. Bu ülkede oturmuş bir düzen var ve resmi/gayri resmi bazı kuruluşlar var. Bu ülkede gazeteci ölümleri var.

-Bu bir tehdit mi ?

-Evet, bu bir tehdit ama kesinlikle benden değil Sami bey. Telefonumuz dinlenemediği için samimi söylüyorum, bana değişik yerlerden uyarılar geldi ve bazı uyarılar beni gazetem için olduğu kadar sizin için de endişeye sevketti.

-Gazeteciler tehditle yazı yazacaksa...(hafif bir sesle de olsa, Aydın beyin acı acı güldüğünü duydu) niçin güldünüz ?

-Tehditle dediniz, oysa tamamen ısmarlama yazan 'BÜYÜK' yazarlarımız var.

-??

-Neyse Sami bey, beni arayan bazı önemli kişiler, takma isminiz yerine gerçek isminizi de istedi. Ben, medyadaki gücümü kullanarak, size ulaşmalarını geçici olarak engelledim, süre istedim. Önce sizinle konuşmak için vakit kazanmaya çalıştım. Sonuçta sizinle görüşmek isteyenler vardı. Ve sizin için akşama bir toplantı ayarladım. Güvenliğinizden emin olmak için ben de katılacağımı söyledim, biraz nazlansalar da sorun çıkarmadılar. Sanırım şimdilik bir araştırma niyetindeler sadece.

Sami, böyle birşeyi bekliyormuş gibi 'Olur' dedi sadece. Aydın, biraz da koruma iç güdüsüyle;

-Öldürülen gazeteciler mevzunu aklından çıkarma, pek sivrilme. Şu anda birşey yapmasalar da, başka bir konuyla ilgili görünmesini sağlayacak, hedef saptıracak bir ortam bulduklarında...

-Uğur Mumcu gibi mi !

-... gerçekten araştırmalara başlamışsın sanırım.

-Siz daha iyi bilirsiniz eminim ama gördüğüm kadarıyla Uğur Mumcu, dinciler tarafından değil de, terör örgütlerinin ticari bağlantılarını araştırırken, güçlü kişilere ulaştığını keşfedince, hatta bağlantıların taa....

-Yeterli Sami bey, telefonumuz dinlenmiyor diyorum ama teknolojisi bizden iyi olup, bizim tedbirlerimizi aşanlar olabilir. Ben ise yaşlı ve huzur arayan bir insanım, kahraman değil.

-Herkes kendi huzurunu ararsa, birlik içinde güç olunmazsa, Arap ülkelerine dönmez miyiz ?

-Yani ?

-Arapları küçük ülkeler bölüp, kimisini yokluğa mahkum ettiklerini, kimi küçücük devletleri de daha kolay sömürmek için zengin petrol kuyularına yerleştirdiklerini biliyorsunuzdur. Onları bekçi gibi kullanan -zengi bekçi- yapan batılılar da, korkunç petrol anlaşmalarıyla sömürmeye devam edip duruyorlar.

- !!

-Zenginliğiyle meşhur Brunei sultanı, bir Suudi Arabistan kralı bağımsız olduklarını söyleseler kaç yazar ki !

Aydın beyin yorgun bir sesle;

-Akşam görüşürüz Sami bey.

-Tamam, görüşürüz.

Sami telefonu kapatırken, alnı ter içinde, ezik bir halde koltuğuna gömülmüş yazı işleri müdürü Hakan beye baktı, gülümsedi;

-Müsadenizle, yarın ki yazımı yetiştirmem lazım.

Yazısını akşam, geç saatte telim ediyordu ama Hakan beyi yüzünde beliren korku hoşuna gitmişti.

*** ***

Hava kararmaya başlamıştı, kapı çalınınca, taslağını hazırladığı köşe yazısını kaydedip, bilgisayar ekrarnını kapattı. Gelen Hakan beydi;

-Sizi almak için gelen araba aşağıdaymış.

Sami, "-Hemen iniyorum" deyip, küçük bir dosya elinde, kapıya yöneldi. Hakan beyin, umut verici, yatıştırıcı bir cümle beklediğini görmemezlikten geldi. Asansörden inip, dışarı çıktığında, siyah camlarından içi görünmeyen arabayı gördü. Kapıcı, çekinerek sordu; "-Patron ilk defa gazeteye geliyor ve sizi almaya geliyor Sami bey. Hayırdır ?" Sami sadece gülümsedi, yürüdü. Patronla karşılaşacağını sandığı araba boştu. Şöföre sormaya gerek duymadı, anlaşılan patron arabayı göndermiş, kendisi toplantı yerinde bekliyordu.

Şöför yol boyu ne konuşmuş, ne bir çift laf etmişti. Sami, şöförle aralarındaki cam perdeyi inceliyordu, "Ne kadar sağlam görünüyor!" diye mırıldandı. Camın sağlamlığını incelerken, araba birden ana yoldan orman yoluna sapınca içine bir korkunun yayıldığını hissetti. Daha önce bu tür arabaları duymuştu, arka tarafta içerden kapıları açamayan, tenha bir yere götürülüp tek kurşunla susturulan adamları. Sakinliğini korumaya çalıştı, hemen yolu inceledi. İlerdeki dönemeçe umutla baktı, içinden düşündü, "Tık sesi gelmedi, şöför arka kapıları kitlemeyi unutmuş olabilir. Dönemeçte hızı azalınca atlamam gerek". Eli kapının kolunda, yüzüne sakin bir ifade vermeye çalışarak uygun zamanı beklemeye başladı. "Patron uyarmıştı oysa, bir de akıllı geçiniyorum".

Araba dönemeçe yaklaştığında yavaşladı, kapıyı hızla açtı ama dönemeçte gördükleri onu duraklattı. "Beni öldürmeyi planlasalar, patron burda olmazdı".

Hareket halindeyken, arka kapının açılma sesini duyan şöför, acı bir fren yaptı; "Ne yapıyorsunuz, henüz araba durmadı ki ! " . Sami; "Özür dilerim, dalmışım" deyip arabadan indi.

Patronunun yanında, gizli teşkilatların göstergesi siyah giysili, ciddi adamlar bekliyordu. üstelik bunların, çelik gibi pazulu, tabanca, bıçak gibi ölümcül silahlarla hazır olmasını bekliyordu. Gülümsedi, bu gülümsemesinin sebebinin , beklediği tipte adamlar olmaması mı, yoksa babacan bakışlarla kendisine gülümseyen, sevimli, orta yaşlı adam mı olduğuna karar veremedi. Elini sıktı.

-Hoşgeldiniz Sami bey.

Patronu ciddiyetini koruyordu. Ormanın içindeki villaya doğru yürüdüler. Patronun 'hoşgeldin' demyişi de, sevimli amcanın kendisini tanıtmayışı da, huzursuzluğunun geçmesine engel oluyordu.

İçeri geçtikten sonra, konuya nasıl girildiğini bile anlamadan kendisii bir tür sorgunun içinde buluvermişti Sami. Patronunun, "Beyfendi, devletten" sözüne daha açıklayıcı bir cevap isteyecekti, vazgeçti. Sonuçta çok gizli bir şey bilmiyor, elinde önemli bilgiler saklamıyordu. Köşe yazılarıma eklemekten çekinmeyeceğim bir bilgiyi, burda paylaşmamamın da bir sakıncası olamaz" diye kendini rahatlattı.

-Sami bey, ben Hulisi. Yazınızı okuduk.

Sami, "Hah.. tamam Hulisi Kentmen diye aklımda kalır" diye düşündü, ciddiyetini korumaya çalıştı. Adam devam ediyordu;

-... bazı konularda sizinle sohbet etmek istiyoruz.

-Sorgulama değil yani.

Patronunun kaşlarının çatıldığını yan gözle farketti. Diğer adam sevimliliğni bırakmak niyetinde değildi;

-Hayır Sami bey, (gülümsedi) işkence aşamasına henüz var. Neyse, öncelikli şunu sorayım, bunları gerçekten yaşadınız mı?

-Evet ama çoğu gizli bilgi değilmiş zaten.

-Gizli değil ama ön plana çıkarılmayan, gündeme getirilmeyen/getirtilmeyen konuları işlemişsiniz yazınızda.

-Öykümde

-Sırf öykü olarak görülse, fazla ses getirmezdi ama güncel konulara değinmişsiniz ve bunu az satan gazetelerde yazılsaydı yine ses getirmezdi, oysa sizin gazeteniz, Aydın beyin gazetesi tirajı da, etkisi de yüksek bir gazete.

-Yani az satan bir gazetede çıksa bu kadar sorun olmaz mıydı !

-Kesinlikle. Duydunuz mu bilmem, ‘Her doğru her yerde söylenmez’ derler. Bir sözün söylenmesi için, doğru olması yetmez, sonuçları önemlidir.

-Bunun sonucu kötü mü?

-Kötü olmasını engellemeye çalışacağız. Şunu bilmenizi isteriz ki, en azından ben yazdıklarınızın çoğunun doğruluğunu biliyorum, saygı duyuyorum. Ama bazı görünmez güç ilişkileri ve görünmez mücadeleler var ülkemizde. Hatta bazı ülkeler, kendi aralarındaki çatışmaları bile ülkemizde yapacak kadar pervasız.

-İran’lı bilim adamının İstanbul’da kaybolması gibi mi.

-Onun gibi, İsrail’in ülkemiz üzerinden Suriye’ye saldırmaya kalkması gibi, hatta İran’ın nükleer tesislerini vurmayı palnlaması gibi.

-Şaka yapıyorsunuz sanırım.

-Maalesef ciddiyim. Bu kadar büyük planların yapıldığı bir ortamda, ne biz sizi koruyabiliriz ne de ölümünüze aldıran olur.

-Bu bilgileri niçin benle paylaşıyorsunuz.

-Birincisi, konuyla ilgili herkes bunları biliyor, hatta bazı gazeteciler köşe yazılarında değindiler. İkincisi büyük devletlerin desteklediği terör örgütlerinin gözünü kan bürüdü, sivilleri de kapsayan büyük eylemlere hazırlanıyor.

-Bana düşeni anlamadım.

-Siz de suç unsuru olmadığına, sizi tutuklayarak engeleyemeyeceğimize göre, açıklamamız gereken şu ki; Yazacaklarınız terör örgütlerini veya onu kullanan dış güçleri tetikleyebilir.

-Bil ve sus.

-Çok güzel özetlediniz.

-Madem bilmem faydalı olacak, anlatmaya devam edin.

-Neyi merak ediyorsunuz?

Sami odada bir köşede ilgisiz gibi oturan iki elemana göz ucuyla baktıktan sonra;

-Mesela, nükleer savaş ihtimali bana pek inandırıcı gelmedi.

-Evet bazı şeyler başta inandırıcı gelmez. İşgalinden de önce bir gazeteci Irak'ın üçe bölünmek istendiğini yazmıştı, kimse ciddiye almamıştı ama gidişat ortada. Neyse gelelim nükleer sava ihtimaline, 6-Eylül-2007'de İsrail uçaklarının bizim sınırlarımıza uçak yakıt tankı düşürmesi, yani hava sahamızı işgalinin ortaya çıkması ve buna savunma yapmaya bile tenezzül etmemesi, basamaklardan sadece biriydi. İsrail, havada yakıt nakli yoluyla uçaklarını uzun menzilli kullanma denemesi yapıyordu. (http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=7164&y=IbrahimKaragul) Suriye’de birkaç eylemden sonra İran’a karşı uygulamaya karar verilecekti. Bu eylemde Türkiye’nin desteği olmaması, Suriye’ye dostane açıklamalar etkisini gösterdi (Aydın beye sitemli bir bakış atarak) gazetelerimizde yer almasa da Suriye yönetimi Yıllardır iyi ilişkiler içinde olduğu Yunanistan’ın tepkisine rağmen,KKTC ile feribot seferleri başlattı. Neyse KKTC için çok önemli olsa da asıl konumuz başka, 6-Eylül’de israil’in hava sahamızı işgal ettiği gün, ABD’de ağır silahlarla bir B-52 uçağı havalanmaya hazırlanıyordu, üstelik asıl yükü nükleer bir bombaydı.

-Bunu nerden bilebilirsiniz ki ?

-Öncelikle Aydın beyden bize müsade etmesini istiyorum. Aslında çok gizli bilgilere değinmesek de, bu toplantıda olduğunun bilinmesi kayıt altına alınabilir, Sami beyi takip eden birimlerin raporuna ismi girebilir.

Aydın bey, ayağa kalkarken sordu;

-Kimler kayıt altına alacak ki ?

-İstihbarat birimlerinde 'doruluğu bir kaç yoldan teyit ettirme' vardır. Yani bana soracakları soruları, ayrıntıları, benimle birlikte bulunan elemanlara da teyit ettiriler. Konuşmanın başında odadan ayrıldığınızı arkadaşların görmesi, sizin için daha hayırlı olur. Merak etmeyin, Sami beye dönüş bir araç temin edeceğim.

Aydın bey, odadan çıkarken Sami'ye dönerek devam etti;

-ABD farklı bir devlettir, bazen kimseye duyurmadan büyük harekatlar yaparlar, bazen de bir B-52’nin havalanması gazetecilere ulaşıp, engellenir. Yani ABD gazetelerine bu bilgi sızınca, belki de emrivakiyle başlatılacak bir nükleer savaş durmuş oldu.

-Bu devride bir nükleer savaşa kim cesaret edebilir ki !

-Savaş ABD’de veya Avrupa’da olmayacaktı ki ses getirsin. İsrail’le İran arasında gibi gösterilip, savaş alanı olarak da ortadoğu, kısmen de Türkiye seçilmiş olacaktı.

-Nükleer savaş ihtimali bile korkutuyor ama öncelikle şunu sorayım, İsrail’in yakıt tankı Türkiye’ye düşmüştü ama uçağın Suriye topraklarına bomba attığını okumuştum. Suriye niçin tepki vermedi.

-Beklenen buydu zaten, Suriye’nin İsrail’e saldırması. Bu Lübnan’da da denendi olmadı, şimdi de İsrail uçağının bomba atmasıyla denendi. ABD askeri gücünün Suriye’ye karşı kullanılması için haklı sebep/en azından kendi kamuoyunu susturacak bir sebep arıyor. Suriye yönetimi de, bu tuzağı farkedip, çaresiz sustu.

-Bu arada Türkiye’yi hesaba katan yok.

-Türkiye’den aykırı ses yükselirse diye her zaman tedbirleri vardır. 'Emniyet güçlerimiz c3 ve c4’ ler ele geçirdi' diye bir haber gözünüze takıldı mı bilmem.

-Görmüş ve sevinmiştim.

-İşte bizim, sizin kadar sevinememizin sebebi de şu, " Biz bombaların hepsini yakalayabildik mi! Yoksa günü geldiğinde Türkiye'yi cezalandırmak için bir yerde depolanmış mı ? " . ABD ısrarla bizi terör örgütüyle anlaşma yapmaya, af çıkarmaya zorluyor. Bunu bizi veya onları sevdiğinden çok, İran’a karşı kullanacağı teröristlere destek için istiyor. Biliyorsunuz, batı için kötü terörist vardır, bir de işlerine yarayan cici terörist vardır. Yani, bizi yola getirmek için birkaç Irak’ta kaybolan ve Türkiye’ye sokulduğu düşünülen bombaların, Türkiye’nin kalabalık şehirlerinde ortaya çıkarılmasından korkuyoruz. Ortaya çıktığında, bunları ABD ve İsrail’in Irak üzerinden Türkiye’ye getirdiğini de bilsek de ispatlayamayız, taşeronlar var.

-Bunlar oldukça ciddi konular ama daha çok emniyet güçlerini ilgilendirir. Ben başka bir konuda da sormak istiyorum. Ülke olarak bize karşı yapılan suçlamalara, engellemelere veya terörü destekleyen ülkelere niye yeterli cevabı vermiyoruz? Eminim bilginiz vardır.

-Hangi konuda, terör mü öncelikli soruyorsunuz ?

-Teröristleri İran'a karşı kullanmak için bizi önemsemediklerini söylemiştiniz. Ermeni tasarıları konusunda da ciddi bir adım göremedim.

-Aslında ele aldığınız konularda ve ilgili ülkelerle ilginç bir bağlantı var. Bizim hayrımız dokunan her ülke, her millet şimdi bize çelme takıyor.

-Nasıl ? Anlayamadım.

-Ermenilerle tarihten gelen bir dostluğumuz vardı. En rahat, huzurlu, güvenli tarih süreçlerini Türk ülkelerinde gerçekten dostane yşadılar. Hatta Osmanlı da onlara 'Emin' payesi verilmişti. Sanatta, doktorlukta önde geliyorlardı. Ta ki, Rusya ve İngilterenin kışkırtmasıyla, silah vermesiyle çeteler oluşturup, batıda savaş halindeki Osman'lıyı doğuda, zayıf noktalarında vurmaya kalkmalarına kadar sürdü bu güzel ilişkiler. Eğer Ermeniler kışkırtmalara kapılmasaydı, Türk köylerine saldırılar yapmasalardı, hala en güvenilir dostumuz olarak anacaktık. Maalesef olmadı ki, halâ batının kışkırtmlarıyla, zorunlu göç olayını, soykırım diye göstermeye çalışıyorla.

-Evet, başka hangi dostlarımız çelme takmaya başladı.

-Atalarını İspanya'da katliamdan kurtardığımız İsrail, şimdi bizim aleyhimize işler çeviriyor. Saddam'ın katliamından kurtardığımız Peşmergeler, askerlerimize tuzak kuruyor. Kore'de, Çin askerlerinin kuşattığı, imha edilmek üzere olan ABD ordusunu da, Türk birlikleri mucizevi bir başarıyla kurtarmıştı. ABD ordu komutanı en büyük kahramanlık nişanlarını Türk birliğine vermiş, teşekkür etmişti. Şimdi bizim insanlarımızı öldüren teröristlerde ABD silahları çıkıyor.

- Bir şairin dediği gibi " Kime hayrım olduysa, gördüm ihanetini "

Hulusi bey, bir an dalgınca öne egdi, arka tarafta oturan adamın farketmemesine çalışarak fısıldadı;

-Başka tarafa bak, 05??6874712 bir sokak telefonundan bunu ara.

Sonra konuşmaya kaldığı yerden devam ediyormuş gibi;

-Sami bey, olayların ciddiyetini anladınız sanırım. Evet sizden ricamız, ülkemiz aleyhine dönebilecek böyle önemli konularda yazmamanız. Herşey bir kelebek etkisiyle çoğalabilir.

-Benim önemsiz, dikkat çekmeyen yazılarım bile bir şeyleri tetikleyebilir.

Hulusi beyin dudaklarında acı bir gülümseme dolaştı, yine kimseye belli etmemeye çalışarak fısıldadı;

-Merak etme, bizim aydınlarımız kolay uyanmaz.

-Teşekkür ediyorum uyarılarınız için, dikkat edeceğim.

- Arkadaşlar sizi istediğiniz yere kadar bırakacaklar.

Vedalaştıktan sonra Sami çıkınca,Hulusi bey rapor vermek için cep telefonundan bir numarayı çevirdi.

-Görev tamamlandı, yazar Sami ile iribat kuruldu ve yönlendirme yapıldı.

-Yönlendirme en son ihtimaldi. Niçin öncelik verdiniz ?

-Kendisi vatansever birisi, öldürmek gerekmeyebileceği gibi, bizim basında gündeme gelmesini istediğimiz konuları da aktardım. Tabi kuşkulanmaması için, yazmamasını da rica ederek. Vatanseverliği ağır basıp yazacağına eminim.

-Bir şekilde ölüm emrini vermişsin zaten. Sadece öldüren bizimkiler olmayacak.

-Koruma vermemiz gerekecek sanırım.

-Hayır, senden sonra başka gelişmeler oldu. Devreye başkaları girdi, üstelik öfkeli ve gözü kararmış halde. Bizim Kuzey Irak'ta yakalanan, Guantomo'ya götürülen üç ajanımızın teslimi için Sami'yi teslim etmemizi şart koştular.

Hulusi bey, telaşlandı;

-Umarım reddetmişsinizdir.

-Reddetme imkanımız yoktu. İyi niyet göstergesi olarak, casuslarımızı yakaladıklarını bile açıklamamışlar, gizlice bize iletmişlerdi hatırlarsan.

-Bir vatanseverin teslim edilmesine izin veremem.

-Bunu bize sormuyorlar bile, emir geldi. Yabancı ülkeler bastırmasa bile, Türkiye'de de onu seven pek yok, iç siyaset konusunda yazdıkları da bazı güçlü kişileri kızdırmış. Bir kaybımız olmayacak zaten, sadece ölümünü süslememiz gerek.

Hulusi bey, cevabı tahmin ettiği halde, sıkıntılıca sordu;

-Nasıl ?

-Hedef saptırmak için birşeyler yapmamız gerekecek sadece. Mesela onun adına bir yazı yayınlatalım, bir örgüt aleyhine filan cümleler olsun, sonra bir tenhada öldürüp, o örgüte aitmiş gibi bildiri yayınlatalım.

Hulusi bey, yorgunca "Tamam" dedi. karşıdan soru geldi;

-Bu operasyondaki adın Hulusi miydi ?

-Evet...

-Yardımcının adı da Şevket !

-Evet.

-Şevket'i telefona verir misin?

Hulusi bey, telefonu arkadaşına uztıp, biraz uzaklaştı. Konuşulanları duymasına gerek yoktu. Bu tür olayları daha önce de yaşamıştı. Eğer kararsız kalırsa veya emredilecek zamanda Sami'yi vurmaktan vazgeçerse, arkadaşı yedek olacak ve Sami'yi öldürecekti.

***

Hulusi bey, raporlarını verdikten sonra arabasıyla eve doğru yola çıkmıştı. Bir süre önce başkası adına aldığı ve kullanmadığı telefonu açtı. Bir kaç dakika sonra telefon çalmaya başladı. Parlak ay ışığında caddeden kenara doğru süzüldü, arabayı, bir ağacın loş gölgesine çekti. Arabadan inip telefonu açtı;

-Alo!

-Ben Sami.

-Merhaba Sami bey, nasılsınız?

-Teşekkür ederim, buyrun.

-Sami bey, biliyorsunuz ki, istihbarat kuruluşları bile tek görüşteki insanlardan oluşmaz.

-Hımm ?

-Bizde de, size karşı farklı görüşler, yaptırımlar...

-Cezalar...

-Kullanmak istemediğim kelime o değildi, maalesef daha da kötüsü. Anladığınız gibi size yönelen bir tehdit var. Zamanı hemen değil, önce...

-Yine soruyorum niçin bana anlatıyorsunuz, bu da önceki konuşmanız gibi bir yönlendirme mi?

-Öncekinin yönlendirme lduğunu anladınız demek.

-Hiç bir insan durup dururken, 'baksana birşey söyleyeceğim, kimseye söyleme' demez. Bu günkü konuşmalarımızda bir, Milli duyguları kışkırtma farkettim.

-Doğru tahmin etmişsiniz. Bizim basında konuşulmasını istedğimiz bazı konuları da sizin sayenizde gündeme getirmek istiyorduk. Bunun için bazı yazarlarla anlaşmalarımız da oluyor ama zamanla farkedildiği için ve/veya farkedilme korkusuyla istediğimiz gibi keskin yazamıyorlardı. Siz ise hem son yazınızla gündem oluşturdunuz, hem de ana yönlendirmeye gerek kalmadan, zaten öfkeli bir Milli duygu ile vatanın, milletin aleyhine gördüklerinizi yazacak kıvamdaydınız.

-Şimdi bunları söylemeniz beni yeni kuşkulara itiyor. Net soruyorum; Neden ?

-İstihbarat teşkilatlarında karmaşık bir yapı vardır. Yukarlardan gelen emirleri fala kaşıyamazsınız, emri ilk verene ulaşamazsınız.

-Evet.

-Yani beni de aşan yeni bir emir var.

-Zamanı hemen değil demiştiniz.

-Önce hedef saptırmak isteyecekler. Birşeyler yazmanızı bekleyecek, yönlendirecek o da olmazsa sizin adınıza kendileri yazacaklar.

Sami, huzursuzca sordu;

-Beni koruyamaz mısınız ?

-İlişkiler çok karışık, benim yanımda çalışan arkadaşıma dahi benim aleyhime emir gitti. Görevi tamamlamazsam...

-Beni öldürmezseniz !

-... o tamamlayacak.

-Birşeyler yapamaz mıyım?

-Gazete büyük bir güç ve patronlarınıza emir gitti, yazdıklarınız engellenmeyecek.

-Tabi, sizin bu günkü dolduruşlarınıza, yönlendirmelerinize göre yazacağım tahmin edildiği için.

-Evet ama siz yazarlık gücünüze göre bir çözüm bulabilir misiniz bilmem. Neyse size bazı kaynak bilgileri faxlamak istiyordum. hemen bir fax numarası verir misiniz?

-Tabi, şu anda bulunduğum yerde bir dükkan var. Bir dakika bekleyin.

Sami, dükkanın fax numarasını Hulusi beye iletti. O da başka bir dükkandan faxladı, sonra arabasının yanına geldi.

-Aldınız sanırım faxları?

-Evet aldım.

-Gönderdiğim belgelerde işinize yarayabilir noktalar var. Bizde ABD aleyhine yazı yazmak kolay değildir ama bilginiz olsun. ( http://www.haber10.com/makale/9004/ ) . ABD'nin Irak'ta uygulamaya çalıştığı, petrol bölgelerini küçük ülkelere böl ve kolayca yönet(sömür) politikasının yeni olmadığını gösteriyor. Amerika'nın petrol zenginliğine sahip bölgelere egemen olma politikasının çizgileri daha yüzyılın ilk çeyreğinde belirlenmiş. Biz Ermenileri bize karşı Rusya,İngiltere ve fransa kışkırttı sanıyorduk. Fakat İngiliz arşivleri açılmaya başlayınca gördük ki, dost görünen ABD'de o zamanlardan başlamış kuyumuzu kazmaya. Türkçe'ye i "İngiliz Belgeleriyle Türkiye" diye çevrilecek bir kitapta, I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Amerikalılar'ca nasıl desteklenip kışkırtıldıklarını gösteren belgeleri yayınlamışlar.

Bir sessizlik oldu. Sami;

-Aloo... alo !..

Bir fısıltı geldi;

-Bir dakika, arabama alıcı yerleştirilmiş sanırım.

-Tamam, bekliyorum.

Kısa bir sessizlikten sonra bir patlama sesi ve derin sessizlik.

*** *** *** *** ***

Sami, Hulusi beyle son konuşmasından beri kalabalık yerlerde dolaşıyor ve sürekli bir kuşku içinde çevresine bakıyordu. Hulusi beyin bile öldürülmesi, ne kadar tehlikede olduğunu gösteriyordu. İnternet kafelerde köşe yazsını yazıp, gazeteye de baskıya yakın zamanda gidiyordu. İlk iki gün suya sabuna dokunmayan yazılar yazdı, eski yazılarından derlemeler, önceden gelen okuyucu yorumlarına cevaplar yazdı ama peşinde dolaşan, baktığında saklanmaya çalışan adamlardan bir türlü kurtulamadı.

Kendi ülkesinde, kendi ülkesi lehinde yazılar yazıp takip edilmek, korunmamak zoruna gidiyordu. Dalgınlıkla bir sokağa girdi. Yaptığı hatayı çabuk farketti, peşinden hemen bir adam girmişti. Geri dönme imkanı yoktu. Önce adımlarını hızlandırmayı düşündü ama vazgeçti. o hızlanmaya çalışırken adam mesafeyi kafatabilirdi. Hiç vakit kaybetmeden koşmaya başladı.

Ne kadar koştuğunu bilmiyordu ama kurtulmuştu, en azından şimdilik.

*** *** *** *** ***

Birden kararını verdi, "Ölüm gelecekse boşa gelmesin!" Gazeteye vardı, bitkin hali yaz işleri müdürünün dikkatini çekmişti ama onu görünce hemen uzaklaştı. "O da emir almış" diye düşündü. "Madem ki, beni öldürmek için bir yazımı bekliyorlar, yazalım o zaman." Yazıyı teslim etmesine az vakit kalmıştı. Bilgisayarını açtı ve yazmaya başladı;



" Yıl 2007, Türkiye'nin sahte dostlarının maskeleri bir bir iniyor. Rusya'nın zayıflamasından sonra ABD Türkiye'yi dostu, ön cephesi olarak görmekten vazgeçmişti. Petrol bölgelerini ele geçirmek üzere için yeni müttefiki olarak seçtiği Peşmergeleri kullanmaya başlamıştı artık."




Şair-Yazar Ahmet Ünal ÇAM
 
Baştan sona saçmalıklarla yalan dolanlarla dolu tamamen uydurma bazı kişilerin cıkarları için yazılmış inandırıcılığı hiç olmayan bir yazı.
 
elbette kurmaca gibi ama gerçekliği de tartışılabilir. Olmayacak şeyler değil bunlar...
 
3 - Gözü Açılmış Bir Türk - 3

3 - Gözü Açılmış Bir Türk - 3


29-Ekim kutlamaları, son terör saldırılarının etkisiyle, şehit olan askerlerin ruhlardaki acısıyla daha bir farklı, daha bir duygulu kutlanıyordu bu sene. Terörün amaçladığının aksine, millet daha bir dayanışma, daha bir birlik-bütünlük içine girmeye başlamıştı. Fakat bu hassasiyet bazen, “Ben senden daha çok ülkemi seviyorum” gösterisine de dönüşüyor. Bu gösteri şekli akıl-mantık-anlayış-hoşgörü gibi güzellikler dahilinde olduğunda, bir gülümseme cevap oluyordu. Fakat bu güzelliklerin dışına çıkıldığında, bir bağnazlık şekline dönüştüğünde nahoş durumlar da ortaya çıkıyordu. Tıpkı, asansördeki yaşlı adamın öfkesinde olduğu gibi. Yaşlı adam elindeki bayrağı, başörtülü genç kadına doğru sallayan başı açık kıza öfkeyle söylendi ;

-Sen bayrağımızı bize doğru sallayarak ne demek istiyorsun. Biz bayrağımızı vatanımızı senden az mı seviyoruz zannediyorsun ?

Yaşlı adam bunları söylerken, biraz da öfkeyle, göğsündeki madalyayı da kıza işaret ediyordu. Bayrağı sallayan genç kız, yanındaki arkadaşlarına bir baktıktan sonra cevap verdi;

-Sana doğru sallamadım amca. (Başörtülü kızı göz ucuyla işaret ederek) Bayrağı salladıklarım kendini bilir.

Göğsünde madalyası ve Türk bayrağı rozeti olan yaşlı adamın kendisine destek olacağını ummuştu. Aksine adam daha da öfkelendi, başörtülü genç kadına seslendi;

-Çıkar kızım övünç madalyasını.

Gözleri çoktan nemlenmiş, ağlamamak için dudaklarını ısıran genç kadın, “-Gerek yok” diye itiraz edecekti ama yaşlı adamın öfkeli halini görünce ısrar etmedi. Çantasından bir plaket üzerine yerleştirilmiş, övünç madalyasını çıkardı.

Bayrağı sallayan kız, “Şehit ailesine” ibaresini okuyunca durakladı. Yaşlı adam, zemin kata gelen asansörden inerken konuşmaya devam ediyordu. Şehidimizin, öksüz kalan torunlarımın acısıyla içimiz yanarken, gelinime söylediği söze bak. Sen dans pistinde tepinirken…

Asansörde sessizce duran başı açık başka bir genç kız, yaşlı adamın koluna girdi;

-Tamam babacığım, fazla heyecanlanıyorsun.

Yaşlı adam, diğer koluna giren gelinine baktı. Sonra da geride kalan genç kızın bükülü boynuna, ağlayan gözlerine, sonra daha alçak bir sesle; “Şuna bak yahu, bizi bize düşman ediyorlar. Tuzağa düşenlere yazıklar olsun!”

Kalabalık asansörden en son inen Sami idi. Dudağında tanık olduğu olayın acısından kalmış buruk bir gülüş olduğu halde yürüdü.

Kızılay'ın işlek caddelerinde kararsızca yürüyordu. Kalabalıkta kendisine zarar verilme ihtimalini daha düşük görüyordu ama yakalanma ihtimali de tersine artıyordu. Telaşlıcşını belli etmemeye çalışarak bir kafeye girdi. Yiyecek bir şeyler aldı, loş köşeye oturdu. Akşam'ın karanlığı caddelere çökmeye başlamıştı ama Kızılay'da kimsenin eve gitmek için acelesi yok gibiydi. Kafede yemek yiyen, çay-kahve içenlere şöyle bir göz attı. Kimisi sohbet ediyor, kimi haberleri seyrediyordu.

Kulağına bir ara kendi ismi çalındı. "Tanıyan mı çıktı"diye heyacanla döndü. Sohbet eden bir grup orta yaşlı adamı gördü. Birisi elindeki gazeteyi göstererek bir şeyler söylüyordu ;

-İşte Mahmut ağa, işte senin beğendiğin yazar, bize Fehmi Koru'yu okuyun demiş.

-Yahu demiştir ney yapayım.

-Az önce ne söyledi kanal7 ekranında görmedin mi Fehmi Koru, 'Özal Talabani - Barzani ile ilişkileri geliştirmiş, sonraki hükümetler bunun önemini anlamamış.'

-Ona da kızma canım.

-Ona kızma buna kızma. Tamam Fehmi KORU, çok yeri araştırıyor, çok kaynağı okuyor ama yorumlarken yanlış yapıyor. Görüyon işte, Barzani'nin kıymetini bilmemişler demek istiyor. Yahu bu Barzani denen adamın geçmişi ben biliyorum da Koru mu bilmiyor. Taaa... 1950'lerde İsrail kurulurken, bu Irak'In kuzeyindeki Barzani kürtlerinin 120 000 kadarını önce Bağdat'ta toplayıp sonra İsrail'e göç ettirmişti.

-Hoop, ikide bir de Kürtler deyip durma.

-Sen hiç konuşma, benim de damadım Kürt, torunum da Kürtlük var. Ben Kürte laf söylemiyorum.

-Tamam tamam devam et.

-Her neyse bu Kürtler müslüman değil, Museviymiş.

-Yahu bu söylenti dediler.

-Yalan mı söylüyoz, araştır göreceksin, Allah Allah ! İsrail niye Barzani grubunu destekliyor sanıyorsun.

-Tamam yine menfaati var da, sebep Kürt Yahudiler var diye değil. İran'a , Suriye'ye karşı kullanacağı insanlardan bir ara bölge istiyor.

-O da doğru, benim dediğimde doğru.

-Mahmut ağa, Süleyman ağanın söylediği doğru. Ben de akşam haberlerinde gördüm. 13 yıl önce de İsrail'e Yahudi Kürtler götürülmüş. Hatta bunlardan bir kadını çıkardılar, "İbraniceyi pek bilmiyoruz, geldik ama pişmanım' diyordu.

Sami, yemeği bittikten sonra, eline çayını aldı, şöyle bir sakallarını kontrol etti. "Beni tanımaları imkansız" diye düşündükten sonra kalkıp kulak misafiri olduğu adamların olduğu masaya geçti.

-Selamünaleyküm, sohbetinizi katılabilir miyim ?

Adamlar zaten seslerini alçaltmadan konuşuyordu;

-Aleykümselam, gel.

-Bölmeyim, lütfen devam edin, yeni yeni şeyler öğreniyorum da. = o ns = "urn:schemas-microsoft-com:eek:ffice:eek:ffice" />

Başlarıyla kısa bir selamlaştılar, sonra devam ettiler

-Barzani dün elimizi öpmeye gelirken, şimdi niye ötmeye çalışıyor sanıyorsun. ABD, İsrail himayesinde dayılanıp duracak aklı sıra.

-Bak Sami ne yazmış, " Kime hayrım olduysa, gördüm ihanetini ",

-Ne diyor yani

-Devamında açıklamış, 500 yıl önce Yahudileri İspanya'dan kurtarmışız, Kore'de ABD'li askerleri Çinlilerden kurtarmışız, Peşmergeleri de Saddam'dan kurtarmışız.

-Şimdi hepsi birleşip, "Türk'lere borcumuzu nasıl ödeyeceğiz" diye mi düşünüyorlarmış.

Hepsi de, içinde acının olduğunu belli eden, buruk bir gülüşle güldüler.

Diğerlerine göre daha genç olanı;

-Yahu amca bırak, nankörlüğü kim yaparsa yapsın, yazıklar olsun, haram olsun. Daha bir kaçgün önce Vakko'nun sahibi Cem Hakko'nun haberini internette görmediniz mi?

-İnternetten filan biz ne anlarız, sen anlatta öğrenelim.

-Adam içip içip, Türkler hakkında söylemediğini bırakmamış. "Biz museviler patronuz, siz Türk'ler işçisiniz, sinirlendirmeyin reklam paralarını keserim." demiş.

-Allah Allah, biz niye duymadık. Haberlere niye çıkmadı ki ?

-Haberin aslını alele acele internetten kaldırdılar. Yerine sadece "Cem Hakko haberin doğru olmadığını açıkladı" gibi bir yazı koydular.

-Allah sonumuzu hayretsin. İçten-dıştan karıştırıyorlar. Bir de bizi Türk-Kürt diye birbirimize düşürmeyi başarırlarsa, işte o zaman yandık.

-Biz bayrağımızı elimize alıp, teröristleri protesto ederken, bazıları ya cahilliğinden, ya sinsiliğinden Kürt'lere de kötü söz söylemeye kalkıyor. Bir tanesinin karşısına geçtim, een büyük bayrak da benim elimde "-Sen ne dediğini sanıyorsun, ben Kürdüm, bu ülkeyi bölmeye kalkanın alnını karışlarım. Benim askerde de şehidim var, terörristlerin baskınında köyümde de kadınlarımızdan, bebelerimizden şehidimiz de var" dedim. Valla ne yalan söyleyim, bir an durakladı, "Özür dilerim" deyip, elimi öptü gitti.

-Ben onu bunu bilmem gardaş, millet uyanık olmak zorunda. Ne demişler, "Çivi olma çekiç ol, Sen çiviyim dersen, kafana vuran çok olur" derler. Sen saf görünürsen, kullanırlar, karıştırırlar.

Birisi Sami'ye döndü. "Delikanlı, sen hiç konuşmuyorsun.Bu devirde, bu kadar olay olurken yok mu bir-iki lafın ?"

-Ben, daha çok dinleyip, konuşmalarınızdan yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorum.

-Canım, en azından birşeyler okuyorsundur. Mesela şu Smai denen yazar, hep Fransız sanatı, Fransız edebiyatı filan yazar dururdu.

-Evet rastladım yazılarına. Yeni yeni siyasi yazılar yazmaya başlamış.

-Evet ama araştırmacı yazarları örnek gösterirken Uğur Mumcu'yu bile yazmamış.

-Canım belki son yazdığı konuyla ilgili olduğu için o yazarları yazmıştır. Durun bakalım, siyasi yazıları yeni başladı.

Konuşmayı dinleyen birisi;

-Önceden Mine G. Kırıkkanat gibi Fransızları, Avrupalıları öven, Türkleri yeren yazılar mı yazıyordu, demiştiniz.

Sami;

-O kadar da değil canım, o Türkleri basbayağı hakaretler etmemiş miydi, kıllı bacakalı yaratıklar mı ne demişti. Sami'yi onla nasıl bir görürsünüz, tamam Fransız edebiyatı filan çok yazdı ama Türkleri kötülemedi ki.

-Övmeye de dili varmadı, aynı şey değil mi !

-Ben o yazarı çok takip ettim. Uzmanlık konusu Fransa ve Fransızcaydı onun.

Onlar böyle konuşurken, Sami'nin sıkıştığı anlardan birinde, konuşmalar boyunca sessiz kalmış ama son anlarda Samiyi süzüp duran adam yerinde şöyle bir kıpırdadı. Birşey söyleyeceği belii olunca, genel birsessizlik oldu sanki. Her haliyle bakımlı, şık giyimli adam yavaşça başını kaldırdı;

-Madem öyle, herkes bildiğini söyleyip, diğerlerinin dağarcığını genişletiyor. Benim de bir-iki lafım var.

Önemli birşeyler söyleyeceğini belli eder halde, çevresindekilerde kısa bir süre gözlerini gezdirdi;

-ABD'nin dostluğunu ilk defa Kuzey Irak'ta test etmiyoruz ki. Ben emekli bahriyeliyim, arkadaşlarımın acısı hala içimde olduğundan Muavenet Muhribi'ni anlatayım (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=meralguventurk&CId=83828) . Bize dost görünen ABD, yıllardır kendisine bağımlı kalmamız için ne gerekirse yapıyor. Askeri gemilerimizi kendisinden değil de Almanya'dan almaya kalkınca kazayla(!) Muavenet Muhribi'mizi vuruyor. Bu öyle bir kaza ki, muhribimizi vuran, 5 arkadaşımızı şehit eden ataşlemenin gerçekleşmesi için Saratoga uçak gemisinde 4 tane salağın, aynı anda salaklık yapıp bize atış etmesi gerek. Üstelik bize gönderilen SeaSparrow füzesinden kazayla 1 değil 2 tane gönderiliyor.

-Kuzey Irak'ta çekiç güçün başımıza bela olduğu yıllardı değil mi?

-Evet, 1994'te. Zaten o zamanlarda dostumuz ABD peşpeşe kazalar(!) ile gemimizi, helikopterimizi vurmuştu. "Terörün kökünü kazıyacağım" diye doğya gitmeye kalkan Eşref Bitlis paşan'nın uçağıda, buzlanmanın imkansız olduğu söylenen şartlarda sebep olarak buzlanma gösterilerek düşmüştü.

-Sizce buzlanma değil miydi?

Acı acı güldü;

-Olay büyümesin diye çağrılan iki uzman bir türlü buzlanma raporu vermeye yanaşmamıştı; "Bu şartlarda buzlanma verilmez" diye.

-Nedir sebep?

-Sebep anlaşılamadı ama zamanla her duyduğum okuduğum haber, benim için eksik parçaları tamamlamaya başladı. Mesela, NewYork'taki ikiz kulelere saldırının, uçakların uzaktan otomatik pilota müdahale ile yapıldığı söylentisi benim içimi huzursuz etti. "Böyle bir teknoloji var mı" diye her haberi okumaya başladım. Yorumlarda böyle yüksek teknolojiye ABD, İsrail gibi ülkelerin sahip olabileceği, suçlanan Arapların böyle bir teknolojinin yakınına bile yaklaşamadığı yazıldı. ABD'de sivri bir belgeselci 11-Eylül belgeseli yapıp, hükümetin diğer ülkelere saldırı için destek arayışında olduğunu söyledi, bazıları da "ABD ekonomisi göçmek üzere, Ortadoğuda petrollere konmak için herşeyi yapabilir" yazmıştı. Bunlardan taşların çoğu yerine oturmaya başlamıştı ama ben daha önce olmuş ama epey süre gizli kalmış bir bilgiyi öğrenince gerçeği kabullendim.

Meraklı bakışlar dha bir dikkatle bakmaya başladı;

-Yugoslavya'nın bölünmesi sırasında, Sırbistan'ın katliamlarını durdurmak için görev alan Nato birliklerine Türkiye'de katılmıştı ama Türk uçaklarına çok sınırlı bir alanda uçuş izni verilmişti. Bir gün iki uçağımız kendilerine rota dışına çıkınca, ekranları karartılmış ve bir ABD savaş uçağından mesaj gelmiş "Size ayrılan rota sınırları dışına çıktınız, ekranlarınızı kararttık. Dönmezseniz motorlarınızı da durduracağız."

-Bu doğru mu gerçekten.

-Bunun doğruluğunu, o zamanlar Nato birliğyle bağlantılı görevleri olan ve şu anda Türkiye'nin en önemli mevkilerinde bulunan iki kişi çok iyi biliyor. Niçin Kuzey Irak harekatını hızlıca yapıp, üç-beş çapulcuyu tepeleyip geçmiyorlar sanıyorsunuz.

-Düşmanımızdan değil, dostumuzdan çekindiklerinden ha !..

-Evet.

İhtiyarın biri güldü;

-Bir söz var ya "Allah'ım beni dostlarımdan koru, düşmanlarımla ben başa çıkarım" diye.

-Aynen dururmumuz öyle. Şu anda dışarı bilgi verilmiyor gibi görünse de çok tartışılıyor, çapulcular saldırırken iki ihanet olmuş diye.

-ABD mi yine.

-1.si burdan bir kısım hain, nankör bizim askerlerin konumunu bildirip, "Şu anda savunmasız birlik var, gelin" diye haber verdi, deniyor. 2.si ise, Türk askerleri saldırıyı haber verememiş, çünkü üstün teknolojiye sahip birirleri(!) o bölgede iletişimi uydudan karartmış.

-NAto'daki uçaklarımıza yaptıkları gibi ha !...

-Hemen hemen diyelim.

Herkesin başı öne eğildi. Yedi düvele karşı savaşmak da ölmek de zoruma gitmez de, bu nankörlükler, bu sinsilikler canımı yakıyor.

Herkes derin sessizliğe gömülmek üzereyken, birisi alaycı alaycı;

-Sami'nin köşesindeki son yazıya bak, aklı sıra şiir yazmış.

Sami dikkatle baktı;

-Ne yazmış?

- " Düşerse başın dara, Hulusi'yi ara " böyle ciddi bir yazının sonuna konacak şiir mi bu.

Sami'nin gözlerinde bir ümit ışığı parladı "Hulusi amca yaşıyor demek ki" diye düşündü. Ayağa kalktı,

-Acele bir yere yetişmem gerek. Çok güzel bir sohbetti, istifade ettim, sağ olun.

Sami hızla kafeden çıkarken, peşinden süzülen gölgeyi fark etmemişti.





Şair-Yazar : Ahmet Ünal ÇAM
 
4 - Gözü Açılmış Bir Türk - 4

Özet/Hatırlatma :
….
Herkes derin sessizliğe gömülmek üzereyken, birisi alaycı alaycı;
-Sami'nin köşesindeki son yazıya bak, aklı sıra şiir yazmış.
Sami dikkatle baktı;
-Ne yazmış?
- " Düşerse başın dara, Hulusi'yi ara " böyle ciddi bir yazının sonuna konacak şiir mi bu.
Sami'nin gözlerinde bir ümit ışığı parladı "Hulusi amca yaşıyor demek ki" diye düşündü. Ayağa kalktı,
-Acele bir yere yetişmem gerek. Çok güzel bir sohbetti, istifade ettim, sağolun.
Sami hızla kafeden çıkarken, peşinden süzülen gölgeyi farketmemişti.


4 - Gözü Açılmış Bir Türk - 4

Sami, Hulusi beyin yaşadığını ve yazısının sonuna eklediği dizeyle, kendisini araması için mesaj gönderdiğini düşünüyordu. Bu düşünceler içinde, yine de tedbirli olmaya çalışarak telefon kulübesi aramaya başladı. ‘Yakalanırım’ endişesiyle, ortalıktaki telefon kulübelerini kullanmak istemiyordu. Sonunda biraz kutuda kalan ve loş bir ışık altındaki dar sokaktaki telefon kulübesine yürüdü. Beş-on saniye sonra takip eden gölge de aynı sokağa girdi.

Takip edildiğini anlayan Sami, köşeye saklanmış ve birden gölgenin üzerine atlamıştı ama ummadığı bir karşılık gördü. Sırtına atlamaya çalıştığı iri adam, daha ilk hareketinde biraz yana kaymış, onu tek kolundan yakaladığı gibi yere doğru savurmuştu. Kafasının taşlara çarpacağını görünce gözlerini kapattı. Ama beklediği olmadı, kendisini savuran adam ensesine elini koymuş ve kafasını korumuştu. Merakla baktı;

-Siz !

-Hayırdır Sami bey, bu ne şiddet.

Sami adamı tanımıştı, kafede sohbet ettiği gruptaki emekli denizciydi.

-Beni tanıyorsunuz.

-Daha neler, bir sakal bıraktınız diye sizi tanıyamayacaksak.

-Sami üstünü çırparak kalktı.

-Ne istemişsiniz.

-Gizlenmeye çalışan halinizi fark edince kafede sormak istemedim, sanırım bir şeylerden kaçıyorsunuz,.

-Evet, son yazılarımdan sonra bazı tehdit mesajları aldım.

-Bu kadar kolay pes etmeyin. Vural Savaş’ın beğendiğim bir sözü vardı, tam hatırlayamasam da; “Bu ülkenin ileri gitmesi için, iyiler de, kötüler kadar cesur olmak zorundadır” gibi bir şeydi.

-Yok, pes etmiş değilim ama tedbirli olmam gerekiyor.

Bir an denizcinin yüzüne baktı, sonra güvenebilirim gibi bir edayla ;

-Aslında tehdidin boyutu yüksek. Bazı istihbarat birimlerinin hedefi olduğunu sanıyorum.

-Yardım edeceğim bir şey olursa, elimden geleni yaparım.

-Niçin tehlikeyi göze alıyorsunuz ?

-Son yazılarınızın milli davalara hizmeti beni ziyadesiyle mutlu etti. Bu konularla hiç ilgilenmeyen bir kısım insanları yazılarınız bilgilendiriyor.

Sami, bazı şeyleri ilk öğrendiğindeki durumunu hatırladı, mırıldandı ;

-‘Gözünü açıyor ’ da diyebiliriz.

-Evet.

-Teşekkür ederim. Takibinizin tek sebebi bu muydu.

-Hayır, sohbette bahsettiğim konuyu köşenizde yazmanızın faydalı olacağını umuyorum ve biraz daha detay vermek istiyorum.

Sami, telefon kulübesine baktı, aramayı erteledi;

-Peki.

Sakarya’da çayhanelerinden birine gittiler, bir köşeye oturdular. Emekli denizci ismini söylememişti, Sami de sormadı. Direk konuya girdi;

-Ciddi, ön yargısız bir araştırma yaptıysanız siz de fark etmişsinizdir ki, terör örgütü artık uluslar arası taşeron bir örgüt haline geldi. . Kandil'e giden İngiliz Sunday Times Gazetesi muhabiri Hala Jaber'in şu gözlemi her şeyi anlatmaya yetiyor: 'Kandil’de teröristler arasında İngilizler, Ruslar, Almanlar, Yunanlılar, İranlılar ve Araplar var.' Bu demek oluyor ki, Türkiye üç-beş çapulcu diyerek gaflete düşebilir. Ülkesini seven insanlar olarak teröristlere önem verilmesini, muhatap alınmasını istemiyoruz ama bilmek zorundayız ki, çeşitli ortamlarda elimizi sıkan dost ülkeler de bunlara destek oluyor.

-Hımmm

-Geleceğim konu, daha önce anlattığım, uçaklarımızı, haberleşmemizi kilitleyebilmeleri konusu mutlaka yazılmalı. Biz belli ülkelerden silah, gemi, uçak aldığımızdan ve o ülkeler gün gelip teröristlere destek olmaya kalktıklarında bize büyük zarar verebileceklerini bilmek ve tedbir almak zorundayız. Mesela ABD birlikleri bir bölgeden geçerken, çevrede uzaktan kumandalı mayınların sinyal gönderilerek patlatılmasını engelleyebiliyorlardı ama bize bu konuda destek olmadılar. Sadece uzaktan patlatılan mayınlarla verdiğimiz şehitler bile yürek dağlayıcı sayıda.

-Bizim istihbaratımız bilmiyor mu bu konuları?

-Biliyorlar ve bazı çok zeki mühendisleri, bu mekanizmalara karşı mekanizma geliştirmeye yönelik araştırmalarda görevlendirmişlerdi.

Sami gülümsedi;

-Güzel, umut besleyebiliriz yani.

-Aselsan’da bu konularda görevlendirilmiş üç mühendis peş peşe şüpheli bir şekilde intihar etti.

-Bu ne demek ya, üçü de mi.

-Evet çalıştıkları konular arasında öncelikli olan, dost ülkelerce(!) uçaklarımızın, helikopterlerimizin mekanizmalarına müdahale edilmesinin, kilitlenmesinin önüne geçebilecek bir sistemdi.

Sami’nin başı öne eğildi.

-Her şeyi dışardan alırsak olacağı bu dur. On tane alacağımıza, aynı parayla iki tane bizim olanı yapsak, bağımsız olsak ne olurdu sanki. Biz 2 tane yapmaya başlasaydık, ABD, Rusya, Çin,Fransa gibi ülkelere güvenmeyen, onlara aşırı bağımlı olmak istemeyen ülkeler de bizden silah almaya başlardı.

-İşte Sami bey, tehlikeli sulara şimdi geldiniz; Savunma sanayinde bağımsızlık !

-Şimdi anlıyorum, Devrim denen ilk Türk otomobilinin niçin telaşla kötülenip, ortadan kaldırılmaya çalışıldığını.

-Atatürk zamanında iki otomobil yapılmış ve kasıtlı mı, unutularak mı, hala emin olmadığım şekilde, Devrim otomobiline benzin konulmamış. Tabi otomobil yürümeyince, bağımsız otomobil sanayimiz doğarken ölmüş.

-Çok acı.

-Çok acı ama az bilinen bir acımız daha var. Özellikle havacı arkadaşlar anlatır bunu.

-Nedir?

-Vecihi Hürkuş adını hiç duydunuz mu? (http://www.tayyareci.com/hvtarihi/vecihihurkus)

-Hımm, düşünüyorum hiç duymadım.

-Üzülmeyin çoğu kişi duymadı. Bu ülke için çalışan isimsiz kahramanların çoğunun adı duyulmaz zaten.

-Şimdi saygıyla anılan, son yıllarında Erzurum’lu Nene hatun’un açlıktan ölmemek için torunuyla zar zor geçinmeye çalıştığı gibi. Mermiler ıslanmasın diye, beşikteki bebesinin örtüsünü alıp, mermilerin üstüne örten Çankırı’lı Kara Fatma’nın hatırlanmaması gibi.

-İçim yeterince dolu Sami bey, onları daha müsait bir zamanda konuşalım.

Sami, denizcinin dayanamayıp gözlerini sildiğini gördü.

-

-Bu ülkenin nice gizli kahramanı var ki, ülke için savaşıp, sonra da bir köşeye atılan, aç kalsa bile gururdan el açmayan. Off of, anlatmakla bitmez.

-Haklısınız. Vecihi beyi merak ettim, dinleyelim o zaman.

-Vecihi bey, Kafkas cephesinde savaştığı günlerde bir Rus uçağını vurur ve bir ilke imza atar. Ancak bir başka hava savaşında tayyaresi isabet alır, sağ salim yere inmeyi başarır, düşman eline geçmesin diye uçağı yakar. Ruslar onu esir alır Hazar Denizi’ndeki Nargin adasına kapatırlar. Buradan Azerilerin yardımı ile kurtulur. Daha sonra Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’da bırakılmak zorunda kalınmış harap Yunan uçaklarının parçalarından marangoz Şaban Efendi ile birlikte kendisine “Vecihi K VI” ismini verdiği bir uçak yapmıştı.Bazen bombayı uçaktan beline kadar sarkıp, düşmanın üzerine eliyle attığı halen anlatılır.

-Helal olsun.

-Maalesef, sonraki yılları o kadar parlak değil. Yerli uçak sanayi oluşsun diye yıllarca çabaladı, gerekli desteği görmedi, iflaslarla uğraşıp durdu.Yunanlıların kaçarken bıraktıkları motorları kullanarak “Vecihi K VI”yı yaptı, demiştim ya. Yapar ama havalanmak için müsaade alamaz. Uçağın kusursuz olduğunu göstermek için marşa basar, ancak ödül yerine ceza gelir, o da istifasını sunar. Hava kuvvetlerinden kopar, Türk Tayyare Cemiyeti’nde (TTC) çalışmaya başlar.Bu arada Almanya’ya gider Junkers ve Rohrbach fabrikalarında sektörün nabzını tutar. Ju A-20 tayyarelerinde bazı noksanlıklar bulup düzeltince Almanlar hayran olurlar.

İşte tam o esnada Milli Savunma Bakanlığı Kayseri’de Tayyare ve Motor Anonim Şirketi (Tomtaş) adında bir fabrika kurmak için teşebbüse geçince Hürkuş’a gün doğar. 1926’da telgrafla memlekete çağrılır Vecihi Bey.Vecihi Bey Tomtaş malı Ju A-35’leri geliştirir, kanatların içini benzin deposuna çevirerek menzili uzatır. Düşünün Ankara’dan Tahran’a direkt uçar, Acemleri büyüler, İran’da büyük bir pazar yakalar. Eğer bu satış gerçekleşirse Tomtaş kabuğunu kırar, uluslar arası arenaya çıkar. Ancak firma o günlerde THK’nın eline geçer ve kurumun kurmayları Tomtaş’ı batırabilmek için ne gerekiyorsa onu yaparlar.

-Anlattıklarınız uzun ama öyle ilginç ki, merakla bekliyorum Vecihi beyin maceralarını.

-THK'nun yaptıklarına rağmen Vecihi Bey yerli uçak sevdasından kopmaz, çizimler maketler arasına dalar. Nitekim ücretsiz izin alır ve Şaban Efendi ile birlikte 3 ay içinde Vecihi K-XIV uçağını ve uçak motorlu sürat teknesini (Vecihi SK) yaparlar.(1930).İlk uçuşunu 16 Eylül 1930’da Kadıköy Fikirtepe’de büyük bir kalabalık önünde gerçekleştiren Vecihi bey Ankara semalarında da yürek hoplatmaya başlar. Başvekil İsmet İnönü tebriklerini sunsa da ona bağlı birimler (mesela İktisat Bakanlığı) bir türlü “uçabilir” izni vermez, sertifika istendiğinde “tesis yok, malzeme yok, uzman yok” gibi bahanelere sığınırlar.

Neyse velhasıl öyle engellerle karşılaşır ki, Almanya'ya gider 4 yıllık Mühendislik Mektebini 2 yılda bitirir gelir, Bayındırlık Bakanlığı “iki yılda ihtisas mı olur” der ve ona “Tayyare Mühendisi" belgesi de vermez. Vecihi bey inat hakkı olan bu belgeyi bile davalar açıp, masraflar yapıp alır.

Sami sinirle ayağa kalkar ;

-Bunlardan bir tanesi bile isyan ettirir yahu. Demek ki, yabancıların söylediği, "Türklerin ilerlemesinde birinci engel yine Türklerdir" sözü doğru.

-Velhasıl engellemeleri aşamaz, sonra kaçınılmaz ekonomik çöküş başlar. Destek olması gereken bürokratlar onu ve onun gibileri engellemeyi başarır.

Sami acı acı söylenir;

-Tıpkı, ilk Türk arabasındaki gibi.

-Maalesef öyle. Onda da çıraklar benzini az koyunca araba durmuş, herkes Türk mühendislerini suçlamış. Oysa yıllar sonra bile o arabalar çalışmıştı.

-Fakat iş işten geçmişti tabi ki, yabancı araba üreticileri, yerli sanayiyi engellemişti bile.

-Evet, böylece kendi üretimimiz olan sanayi ürünlerine yatırım yapmak yerine, asıl zor günlerde yararlanamayacağımız hazır ürünleri almayla karşı karşıya kaldık. Sami bey vaktinizi aldım ama bir arkadaştan duyduğum, kulaktan kulağa geldiği için doğruluğuna yüzde yüz emin olamadığım bir olayı da size anlatmak isterim. Belki siz araştırabilirsiniz.

-Buyurun, dinliyorum.

-Kıbrıs harekatı esnasında, sözde müttefikimiz ABD bize ambargo uygulamıştı. Her yönüyle tek ülkeye bağlı kalmamazın büyük zararı önümüze engel olmuştu. Bazı uçakların motor kısmında bir kutu 2-3 senede bir ABD'ye gönderiliyor ve ayrıntısını bilmediğimiz bir işlemden sonra geri gönderiliyordu.

-O parça olmazsa ne sorun oluyordu?

-O günlerdeki ABD kökenli savaş uçaklarımızın pilot kabinindeki elektronik mekanizma çalışmıyordu.

-Hımm..

-Velhasıl, çoğu uçağın bu parçasının ABD'ye gönderilme zamanı geldiğinden, sorun olmuştu ve ABD ambargo yüzünden bu işlemi durdurmuştu. Sonunda elektronikçi bir astsubay arkadaş bu parçalardan birinin mührünü söküp açtı, bir de ne görsün !

-???

-İçinde normal arabalarda kullanılana benzer bir akü var.

-Yani sadece bir akü doldurma işlemi için mi ABD'ye gönderiliyormuş o parçalar?

-Evet, bu basit işlem için bile bir sürü masrafa giriyorduk.

-Astsubay arkadaş iyi bir ödülü hak etmiş.

-Sanırım kendisi de böyle ummuştur.

-Ummuştur mu ? Böyle olmadı mı ?

-Hayır, ABD bunu öğrenmiş ve utanacağı yerde, "Uçaklar için aramızdaki anlaşmaya göre bu kutuyu açma yetkiniz yoktu" diye tazminat istemiş, astsubay da ceza almış diye duydum.

-Ört ki ölem... Anladık yüzü astarlı, ABD utanmazlığa devam ediyor da astsubayımızın başına gelen içimi derin yaraladı.

-Umarım ki yanlış bir bilgidir ama soruşturma yetkisinde değilim, öğrenemedim.

-Merak etme, bazı "Bir yetkiliden alınan bilgiye göre" diye yazan bazı gazeteciler gibi konuyu açarım ben de.

Sami'nin gülümseyişi karşılıksız kaldı. Karşısındakinin bu konuda da epey dertli olduğunu gören Sami devam etti;

-Elimden geleni yapacağım, merak etmeyin. ...tabi bu arada gazetede yazmam engellenmezse..

-Engellenmezse mi? Sizin hassas konulara değindiğinizi biliyorum ama gizli servislerce korunduğunuzu düşünüyordum.

-Korunmak mı ! Tam aksi. Neyse bilgileriniz için teşekkür ediyorum.

-Sandığım kadar rahat değilsiniz anlaşılan. Buyurun kartımı, korunma, gizlenme veya başka ihtiyacınız olduğunda arayabilirsiniz.

-Teşekkür ederim.

Samimiyetle el sıkıştılar. Sami, bir vatanseverle tanışmanın huzuruyla arkasından gülümsedi. Sonra da telefon kulübesine doğru yürüdü.


- 4. Bölüm Sonu -



--- ÖNCESİ / DEVAMI VAR ---
Şair-Yazar : Ahmet Ünal ÇAM
 
Gözü Açılmış bir Türk- 5

Sami, telefonun ucunda Hulusi beyin sesini duyunca bir huzur hissetti.

-Hulusi bey, sesinizi duyana kadar yaşadığınıza inanamadım doğrusu.

-Merak etme delikanlı, biz eski toprağız.

-Fakat, bir patlama sesi duymuştum, telefon konuşmamız kesilmeden hemen önce.

-Arabaya dikkatlice bakmak için yanaşmıştım. Yanıp sönen ışığı farketmemle, kendimi geriye atmam bir oldu ama telefonu düşürmüşüm.

-Geçmiş olsun. Gazetelere hiç bir haber yansımadı.

-Bir sonuç elde etme durumumuz/ihtimalimiz yokken kendimi deşifre ettirecek bir habere izin verir miyiz sanıyorsun. Gerekli tedbirleri aldık. Neyse..., sen köşe yazılarına devam ettin bu arada.

-Evet, yakalanma ihtimaline karşılık, bir kaç arkadaşı organize ettim, ona mail at, o diğerine fakslasın filan derken şu ana kadar atlattık. Yine de köşe yazılarımın kapatılmamasına şaşırdım.

-Merak etme , bundan sonra da kapatılmayacak.

-Hayırdır, ölüm emri var diye köşe bucak kaçarken ne değişti.

-Birincisi, senin hakkındaki emri araştırttım, hiç bir aşamadaki yetkili emri sahiplenmedi. Bizi kullanmaya çalışan bir köstebek sistem oluşturulmuş. Sonra senin hakkında güvence verdim üstlerime + yazılarını ilettim. Vatan hainliği ile uzaktan yakından ilgin olmadığını, yabancı güçlerin sana karşı olduğunu söyledim. Önce nazlandılar, "Bakarız" dediler ama bölgedeki son gelişmeler üzerine, senin yazdıklarının da kendi fikirleriyle örtüştüğünü ve korunmam gerektiğini bizzat bana ilettiler.

-Ciddi misiniz ?

-Kesinlikle.

-Yani yazılarımda özgür müyüm ?

-Özgürlüğün, korunma sınırları içinde.

-Yani ?

-Bizim teşkilat açısından sorun ortadan kalktı ama yazdıklarının rahatsız ettiği çevreler var. Korumamız altındayken daha dikkatli olacaklardır ama dikkatli olman şart. Ve en önemlisi, her ne kadar biz senin yazmanı istesek de, kendi can güvenliğin için yazmak zorunda değilsin.

-Benim yazmada ki tek şartım...

-Can güvenliği mi ?

-Onu da isterim elbet ama asıl şartım vatan için iyi olanı, doğru olanı yazabilmek. Kimsenin oyuncağı olmamak, şahsi menfaatler için yazmaya zorlanmamak.

-Tamam Sami, biz destek olacağız ama ön plana çıkamayız. Yani, yazılarınla ilgili medyada bir tartışma çıkarsa, biz taraf görünme şansına sahip değiliz ama güvenliğine sonuna kadar destek oluruz.

-Ve bilgi desteği.

-Amirlerimin izin verdiği kadar bilgi desteği.

-Onlar da kendi yazdırmak istediği bilgileri verirler.

-Ben senin süzme yeteneğine güveniyorum. Zehirden şifayı çekip alırsın.

-İnşallah.

-Nerdesin ?

-Sibirya...

-???

-Şaka canım, Ankara'dayım.

-Aldırayım mı seni?

-Merak etme, tebdili kıyafet dolaşmaya alıştım, gelirim. Gerçi yeterince başarılı değilim ama sizin teşkilat peşimde olmadıktan sonra gelirim İstanbul'a.

-Gelince bu numaradan ararsın, görüşmek üzere.

***** ****** ****** ****** ******

Sami, "Bu kez gerçekten kuş gibiyim" diye mırıldandı. Bir gazete alıp, acilen İstanbul'a doğru yola çıkmak için AŞTİ dolmuşuna bindi. gazeteyi açtı, okumaya başladığında rahatlamış yüz hatları tekrar kasıldı; 'Teröristlerin saldırısında 12 askerimiz şehit oldu". Ağlayan analar gözünde canlandı, ve Irak'ta, Kandil dağında çöreklenmiş bir karayılanın gülüşü iliklerini dondurdu. Hırsla düşündü, "Piyonlar çok güçlü, biz niye böyleyiz, ülkemizi bölmeye çalışanlara karşı niye sessiz kalıyoruz." AŞTİ'ye vardığında Hulusi beyi tekrar aradı;

Hulusi bey bu kadar çabuk bir telefon görüşmesi beklemediğinden şaşırmıştı. Sami hemen açıkladı.

-Kendi derdimden gazete bile okuyamamıştım bu gün. Az önce okuduğum gazetede kötü haberi öğrendim. Geldiğimde bana Güneyimizde neler döndüğü hakkında bilgi vermen mümkün mü ?

Hulusi bey bir an sustu;

-Evlat, tehlikeli konulara yelken açıyorsun.

-Yıllardır sakin limanlardaydım ama eğitimli cahildim. Fırtınaya dalmazsam gerçekleri görme şansım yok ki.

-Gel evlat, gel konuşalım.

***** ****** ****** ****** ******

Sami otobüste hüzünlenmişti, şehit olan eski bir tanıdığı aklına geldi. Tanıdıkları olduğu halde, torpil işleyip işlemeyeceğini denememiş, "Ben ordumuzda böyle bir torpil olduğuna inanmam, eğer varsa da ben istemem. Şerefimle giderim, öleceksem de şerefimle ölürüm". O zamanlar ona gülümseyip geçmiş, şehit olduğunu öğrendiğinde bile onun duygularını yeterince anlayamamıştı. İçinden geçen düşünce gözlerinde iki damla yaş oldu; "Senin gibiler sayesinde ben rahatmışım meğerse, senin gibiler sayesinde balkonumda kitap okuyabiliyor, sinemaya gidebiliyormuşum meğerse. Affet beni".

***** ****** ****** ****** ******



Akşamüstü İstanbul'a vardı. İneceği saati yaklaşık olarak haber verdiği Hulusi bey onu bekliyordu. Önceki karşılaşmalarına göre daha samimi olarak sarıldılar. Birbirlerine güvenen iki vatansever olarak, bir an durup birbirlerini süzdüler.

Yola çıktıktan sonra, kısaca başlarından geçenleri birbirlerine anlattılar. Sami, Hulusi beyin hem kurtulmasına sevinmiş, hem de kendisi hakkındaki emrin kaynağını örgüt içinde arayıp, kaynaksız/sızma bir emir olduğunu öğrenmesi konusundaki gayretlerine minnettar kalmıştı.

Hulusi bey, yan gözle baktı;

-Yorgun musun ?

-Hayır, aranmadığımı öğrenince stresim geçmiş, otobüste sıkı bir uyku çektim.

-Bu akşam seni bir dostuma götüreceğim ama bazı şartlarım olacak.

-Hayırdır, "konuştuklarımız aramızda kalmalı" mı diyeceksin

-Hayır, tanıştıracağım arkadaş da saklanan biri. Sadece duyduklarını yazılarında kullanırsan, onun bulunmasına yol açmaya özen göster.

-Tabi ki. Kimdir, necidir.

- Bir İngiliz casusu.

-Oooo, çevrem casuslarla çevrilmeye başladı.

Sami'nin gülümsemesine, Hulusi bey de hafifçe gülümseyerek cevap verip, konuya döndü.

-Kendisi, İngiliz haber almanın Orta Doğu masasında görevliydi. Ülkesine yıllarca hizmet verdi. Bu işlerde bazen tesadüfler yakanıza yapışıyor. Onunla, Rusya'nın dağılması esnasında Türk Cumhuriyetlerindeki görevlerimde tanıştım. Her ikimiz de Rus'lara karşı bilgi topladığımızdan, bir tür ortak gibi davrandık, sınırlı/kontrollü de olsa ufak bir bilgi alışverişimiz oldu.

- Ajan'ın ajanla dost olabilmesi kolay değildir sanırım.

-Yok, güven aşamasını kolay geçmedik. Güven aşamasından sonra da, "İhanete girer" diye, ülkelerimizin zararına olabilecek bilgi paylaşmadık. Fakat insan bazen karşısındakinin duygusallığını, insancıllığını fark edebiliyor. Ülkesinin yaptıklarını yanında konuştuğumuzda asla rahat olmuyordu. Bardak içinde taşmıştı ama sanki duyguları akacak bir dere, bir nehir yatağı arıyordu.

-Bir İngiliz casusundan bahsediyoruz değil mi ! Hani şu insan haklarına verdikleri önemle anılmak istene ülke.

-Evet, eski başbakanları Blair, kamu oyu önünde öyle bir çizgi çizmeyi seviyordu ama maalesef gerçekte yaşananlar, menfaatlerin insani değerlerin önüne geçtiğini gösteriyor.

-Sanırım size önemli şeyler anlattı.

-Elbette ama söylediğim gibi bu kaynak tamamen gizli.

-Teşkilatınızdan da mı gizli.

-Teşkilattan da gizli. Onun sözleri teşkilatı hedeflerine hizmet etmez, aksine onun bizle bağlantılı olduğu veya bizde saklandığı duyulursa ülkemiz büyük ama gizli baskılara, oyunlara, güçsüzleştirmelere maruz kalır.

-Niçin ?

-Bazı dokunulmazlar vardır -içime sindiremesem de - Türkler veya Müslümanlar hakkında istediğin iftirayı atabilirsin uluslararası sahada gerçekmiş gibi davranılıp senden savunma yapmanı isterler ama bazı ülkelerin gerçek işkencelerinden bahsetsen sen dışlanırsın.

-Örneğin ?

-Son örnekleri Ecevit'in başbakanlığında yaşamıştık. Sanırım hatırlarsın, İsrail'in Filistinlileri öldürmesi hakkında "soykırım" ifadesini kullandı diye ülkemiz üzerine çok büyük bir baskı oluşturuldu.

-Hatırlıyorum, "Borsa, ekonomi çökmek üzere, maaşlar ödenemeyebilir" gibi haberlerin ardı arkası kesilmiyordu.

-Ecevit'in "sözlerim yanlış anlaşıldı" demek zorunda kalmıştı. Neyse geldik, işte şurdaki evde kalıyor misafirimiz.

Bir köy kenarındaki eve yaklaşmışlardı. Arabayı görünce kıyafetinden Türk köylüsü sanılacak birisi evden çıktı. Sami arabadan inerken usulca sordu;

-İsmi ne ?

-Biz ona Türkçe bir isim taktık ama köylüler gerçek ismi sandığı için ve Balkanlardan göç etmiş bir Türk sandığından sorun yaşamıyoruz. Sen o ismi de öğrenme, yabancı kimse yokken Oswald diyelim.

-Yabancı biri olursa ?

-İsim kullanma, taktığımız ismi duyarsan da unut. Onun güvenliği kolay değil.

-Ben Rusya'nın casuslarını yok ettiğini duymuştum.

-Evet diğerleri kolay duyulmaz zaten. Unutma ki haber ajansları sadece haber vermez, yönlendirme de yapar. Güneydoğumuzdaki terör olaylarını, çocukların, kadınların öldürülmesini nasıl haber verirler Avrupa'ya bilir misin ?

- ???

- En sert olanı bile "Gerillalar, Türkiye'ye saldırdı." şeklinde verir. Onlar için Türk'ün, Kürt'ün, çoluk çocuğun ölmesinin önemi yoktur.

Hulusi'nin Oswald dediği adam köylü kıyafetleriyle yaklaştı, bozuk Türkçesiyle "Hoş geldiniz" dedi. Telefonla önceden haber verdiğinden, Sami'ye karşı rahat davranıyordu. Araba'yı evin yanına park etmiş, eve girmişlerdi bile.

Kısa bir tanışma faslından sonra Hulusi bey;

-Sami bey uzak yoldan geldi. Seni dinlemek, ufkunu genişletmek istediğini söyledi. Senin için de uygunsa Oswald.

Oswald, şöyle bir dalgıca durdu. Bunu yanlış anlayan Sami;

-O kadar acil değil. Başka zaman müsaitseniz de olabilir.

Oswald;

-Bir sürü takma ismim oldu. Bunlardan biri de Oswald. Bunu niçin seçtim biliyor musunuz ! Oswald, "Tanrının kanunu" demektir. Bu kanun benim için de işlemeye başladı. İngiliz haber alma eninde sonunda beni bulacak ama önemli olan doğruyu yapmak değil midir ?

Hulusi bir şeyler söylemek istedi, vazgeçti. Oswald devam etti;

-O kadar işkence çekmiş, zavallı insanlar gördüm ki. Onların gözündeki acı beni uyutmuyor.

-İngiltere'de mi ?

-Hayır, gönderildiğim ülkelerde. En son Özbekistan'da.

-Yine mi Müslüman bir ülkeyi suçlayacaksınız?

-Müslüman mı ! O ülkenin hapishaneleri işkence yapılan Müslümanlarla dolu.

-Hadi canım.

-Hulusi bey kısaca sizden bahsetmişti.

Sami gülümsedi;

-Umarım kötü bir şey söylememiştir.

-Hayır, benim gençliğim gibi, körü körüne batı hayranı olduğunuzu söyledi.

-???

- Türkler barbardır, Müslümanlar barbardır. Uygar batı için bu barbarlar kontrol altında tutulmalı, gerektiğinde acımasız davranmalıdır.

-Ben bu şekilde hiç düşünmedim.

-Bu benim gençliğimde, bizlere öğretilenlerdi. Siz de ise nedeyse körü körüne batı hayranlığı öğretilmedi mi ?

Sami yine acıyla TV'deki doktoru hatırladı; " Kanserin ilacını sen mi bulacaksın. Bir ilacı olsaydı Avrupa'da ABD'de bulunurdu. Onlar bulamamıştı da sen mi bulacaksın". Vücudunun acıyla titrediğini hissetti.

-Bu konular beni de yaralıyor, İsrail tankları altında ezilen Rachel Corrie'nin yüzü gözümde canlanıyor.

Oswald kendini toparlamaya çalışarak ;

-Ne diyorduk, Kuzey Irak'ta neler olduğunu, neler döndüğünü merak ettiğini söylemişti Hulusi bey.

-Evet ama sizin kendi ülkenizden böyle soğumanıza, saklanmanıza sebep olan olayları da merak ediyorum.

-Pekala, önce o konuya değineyim. Bu bir birikim aslında. Ama her karşılaşmamda gözlerimi yumduğum, ülkemi özgürlükler ülkesi olarak görmeye devam etmeye çabaladığım bir birikimler yumağı. Ben sadece son görev aldığım ülkede yaşadıklarımdan bahsedeceğim.

Özbekistan'dan.

-Özbekistan'da ısrar ediyorsunuz.

-İsterseniz Fas'tan, Cezayir'den, Somali'den, Afganistan'dan, Pakistan'dan bahsedeyim.

-Hayır, karışmıyorum.

Sami'nin zoraki gülümsemeye çalışırak söylediği sözlerden sonra Oswald anlatmaya başladı.

-Aslında anlatacaklarım uzun değil ama Rachel Corrie'nin yarası zaten içimdeyken, Özbekistan'da da hiç ummadığım makamda birisi daha kendini , tankların olmasa da, kurtların önüne atarak tüm kariyerini, birikimini belki de hayatını riske atınca dayanamadım, kendimden utandım.

Özbekistan'da da çoğu ülkede olduğu gibi Müslümanlara baskı yapan iktidar, batıdan destek görüyordu. Bu ülkede Muhalefet yok, özgür medya yok, din ve ifade hürriyeti yok. Sadece ülkeden çıkmak için değil, bir şehirden diğerine gitmek için bile vizenin olduğu bir ülke burası. Baskı iktidarıyla varlığını devam ettiren Kerimov, batı desteğine ihtiyaç duydu, ABD ve diğer batı ülkelerini arkasına almak istedi. 2001'de ABD'ye üs kurma izni verince, yaptığı haksızlıklar, baskılar, işkenceler tamamen göz ardı edilir oldu. Mart 2002'deki Bush-Kerimov görüşmesiyle “Stratejik ortak” ilan edildi. Bundan sonra bizim başbakanımız, İngiltere başbakanı Tony Blair, 2003 başlarında Özbekistan'a silah ithalatı için açık çek verdi. Kerimov'a "Benden istediğin her silahı alabilirsin" dedi.

-ABD ve İngiltere Kerimov'un suçlarına gözlerini kapatıyor. Bunlar da demokrasiye önem veren özgürlükleri savunan ülkeler.

Oswald acı acı gülümsedi;

-Sadece bu iki ülke değil ki.

Hulusi bey üzüntüyle fısıldadı;

-Türkiye'den aldığı silahlarla Mayıs 2005'te Andican'daki o korkunç katliamı yaptı. İşkencelere göz yummalarına rağmen, kendi iktidarına yeterli destek vermediğine inandığı batı'dan kopup Rusya ve Çin'le işbirliğine yöneldiği o günlerde ortaya çıktı.

Oswald;

-Çoğu silahsız olan sivillerin katledildiği olaylarla ilgi birleşmiş milletler raporunda Andican olayları için bir görgü tanığının söylediği şöyleymiş; "Sokaklarda kan ve yağmur birbirine karışmıştı. Yağmur ve kan içindeydik."

Başını çaresizce iki yana salladı;

-Neyse biz bu katliam öncesinden bahsediyorduk.Kerimov politika oyunlarıyla istediklerini almaya başlamıştı. ABD'nin üs açmasına izin verince çok yüksek oranda dış yardım aldı ve bunun çoğunu da işkenceleriyle ünlü güvenlik kuvvetlerine aktardı.

-ABD ve İngiltere'de en azından basın özgür değil mi, bunlara baskı yapmıyor mu ?

-İşte burda, Filistin'liler için İsrail tanklarının önüne dikilen ve öldürülen Rachel Corrie'den sonra beni etkileyen kişi devreye giriyor. ingiltere özbekistan büyük elçisi Craig Morray. Ona çeşitli işkence haberleri ulaşıyor ve vicdanını yaralıyormuş zaten. 2002'nin ekim ayında uluslararası bir açılışta beklenmeyen bir konuşma yapmış. Müttefiki ABD büyük elçisinin renginin attığı söylenen o konuşmasında, Özbekistan'daki işkencelerden bahsetmiş ve gidişatın demokrasi yönde olmadığını söylemiş. O açılışta Murray, herkesin önünde, canlı canlı haşlanan tutuklulardan, politik ve dini nedenlerle hapsedilen binlerce insandan bahsetmiş. Bu söyledikleri İngiliz basınında destek görünce Blair onu görevden almaya cesaret edememişti. Emekli olduktan sonra ise yazdığı kitapta öğrendiği acı olaylara değiniyor.

Elindeki sayfası açık kitabı Sami'ye uzattı;

-Lütfen, işaretlediğim kısmı sesli okur musun;

Sami;

- Yaşlı adam korkudan titriyordu. Suçlananlardan biri torunuydu. Polis sorgulamasında torunu aleyhine verdiği ifade yüzüne okundu. Torununun Usame Bin Ladin'e vermek için soygun yaptığını ve Afganistan'a gidip El Kaide lideriyle buluştuğunu söylemişti.”

“Bu senin ifaden mi, diye sordu savcı. Yaşlı adam: Ama bu doğru değil. Bunu söylemem için bana işkence yaptılar, dedi. Torunuma gözlerimin önünde işkence yaptılar. Elektrik verdiler, testislerine vurdular, maske giydirip nefes alamaz hale getirdiler. Sonra kız kardeşini getirip tecavüz etmekle tehdit ettiler. Bizler iyi Müslümanlarız ama Bin Ladin hakkında ne bilebiliriz ki..”

“Dilubar Huderbigaynova. O, göstermelik yargılama kurbanlarından birinin kız kardeşi. Gözyaşlarına boğulmuştu. Kardeşi birazdan idam edilecekti. Nefretle doluydum. 'Üzülme, elimden gelen yardımı yapacağım' demeye çalıştım. Ama ne yapabilirdim ki… Peki bir şey yapamayacaksam burada işim neydi ?

Sami, buğulanan gözleriyle kitabı geri uzattı.

-Somali, Afganistan, Küba'daki hapishaneler... Bu özgürlük savunucusu ülkelerin yaptıklarına, zalim diktatörlere desteklerine dayanamayacağım.

Oswald, bir ızdırabını boşaltır gibi derin iç çekişten sonra;

-Madem öyle, bu konuda son söyleyeceklerim olarak, Birleşmiş Milletler işkence raportörü Theo van Boven, 2002 yılında Caşlık'ı ziyaret ettikten sonra, "sistematik işkence yapıldığı"nı raporuna geçirmesi, bizimle birlikte o ziyarette bulunan Reuters muhabiri Dimitri Solovyov'un gazetesinde de yayınladığı; Akram İkromov adlı 29 yaşındaki bir mahkûmun, "Blair ve Bush'a söyle, Bosna, Afganistan ve Irak'ta yaptıklarının hesabını, Çeçenistan ve Özbekistan'da Müslümanların öldürülmesine destek olmalarının hesabını soracağız!." diye bağırması benim içimdeki yaraları büyüttü ve Craig'in bu cesur konuşmasıyla birlikte gerçekleri daha fazla görmemekten gelemeyeceğimi anladım. İstifa ederken biraz öfkeliydim. Aleyhlerine çalışacağımı düşünüp öldürülmeme ve suçun da Kerimov'a jest olsun diye Müslüman isyancılara atılmasına karar verilmiş. Eşyalarımı, evraklarımı toparlamak için gideceğim Özbekistan'a gidecekken, bir dostun bana haber ulaştırmasıyla, yolculuğun ortasında izimi kaybettirdim. Sonunda eski dostum Hulusi'ye ulaştım ve halâ yaşıyorum.

Hulusi bey, konuşmamaya katılmamak için gayret etmiş ama zaman zaman nemlenen gözlerini gizlemek için pencere kenarına gitmişti. Dışarıda rüzgar, kuru yaprakları oradan oraya savuruyordu.

Zor duyulan bir sesle;

-Gelelim Kuzey Irak'a ve olayların perde arkasına.

Dışarda rüzğarın uğultusu gittikçe artıyor, alaca karanlık tepelerden koşar adım iniyordu sanki.
 
Gözü Açılmış bir Türk-6

Gözü Açılmış bir Türk-6



Oswald, Hulusi beye baktı.

-Sizinle de bu konularda pek konuşmamıştık ama tecrübelerinizle çoğundan haberdar olduğunuz veya tahminde bulunduğunuzdan eminim.

-Sanırım öyle. Ama bilgi kaynaklarımız farklı, yeni şeyler öğreneceğimi düşünüyorum.

-Anlatacaklarım bir Kürt olarak sizi üzmez umarım.

-Ben Kürt'üm, arkadaşlarım da Çerkez, Boşnak, Azeri, Kafkas olabilir ama hepimiz birer Selçukluyduk, Osmanlıydık, şimdi de Türk'üz. Dedelerimiz bu ülke için omuz omuza savaştı, öldü cephe cephe. Biz asla hain olmadık, biz asla bebek katillerine, uyuşturucu kaçaklarına maşa kanıp da ülkemizin askerine, polisine silah çekmedik, hain olmadık. Hatta bu ülkeye sadık olduktan sonra Ermeni, Rum, Yahudi vatandaşlarımız da bizden biridir. Sofrasına otururuz, soframıza çağırırız, aynı filmde ağlarız, aynı milli takım için sokaklara dökülürüz.

-Kızmana gerek yok Hulusi. Kısa süre öncesine kadar bu ülkede senden başka tanıdığım yoktu biliyorsun. Dışarıda duyduklarımın ise çoğunun yanlış, çoğunun yönlendirmeli olduğunu ise senden öğrendim.

Hulusi bey, Özbekistan'daki Müslümanların çektiklerini duydukça zaten dolmuştu. Oswald'ın belki de iyi niyetle söyledikleri içini kabartmıştı.

-Kızgınlığım aslında sana değil. Bu ülkenin ekmeğini yiyip, bu ülkenin şehitlerine nankörlük yapanlara. Benim de dedelerim bu insanlar için yıllarca savaştı. Çanakkale'den başlamayacağım, Yemen'de de esir düşüp bir daha ülkesine dönemeyenler oldu, Çanakkale zaten bizim savaşımızdı. Kurtuluş savaşında beraberdik, şimdi ne oluyor da üç-beş çapulcu diye diye büyüttüğümüz çeteler bizi bu hale getirebiliyor.

Oswald'a baktı;

-Bahsettiğim savaşlar için kızmadın umarım ?

-Çanakkale filan mı ? Yok canım, İngiltere'nin tarihi savaşlarla dolu. Şimdiki dostlarımızla da, örneğin Fransızlarla da yıllarca savaşmışız.

Sami'ye döndü;

-Siz de Kürt müsünüz ?

-Kafkas göçmeni Türk'müşüz.

Oswald, kendine bir sandalye aldı, Sami'nin daha yakınına gelip oturdu.

-Kuzey Irak konusunda, istihbarat birimimiz ve Avrupa basını aracılığıyla az çok bilgi sahibiydim. fakat Hulusi beyle tanıştıktan sonra detaylı bilgi sahibi olmak için gayret ettim, araştırma yaptım. Türkiye'de kaldığım sürede ise bu ülke insanının bakış açısını yakalamaya çalıştım.

Sizlerin bakış açısına şimdilik geçmeyim. Öncelikle ulaşabildiğim bazı gizli yazışmalarda öne sürülen fikirlere göre dışardan nasıl bakıldığına değineceğim. Şu bir gerçek ki, hiç bir batı ülkesi ülkenize nasıl diyorsunuz, eee kara kaşı-kara gözü için iyi davranmaz, yardımda bulunmaz. En azından bir karşılığı mutlaka bekler. Bu normal diye kafanızı sallıyorsunuz ama insanlarınızın çoğu, eskiden yapılan her hangi bir iyiliğin ömür boyu hatırlanacağı ve artık yeni olaylarda 'karşılıksız iyilik' diye bir şeyin devam edeceğini sanıyor, buna samimiyetle inanıyor. Oysa Avrupa için her ticaret kendi şartlarını doğurur, geçmişten kalan birşeye karşı vefa gerekli görülmez.

Bunu anlamaya başlamış olmanız gerekiyor ama bir türlü rayına oturmuyor gördüğüm kadarıyla.

Hulusi bey biraz da üzüntüyle, geçmişteki bir dostu anar gibi;

-Bu bizim sevdiğimiz bir özelliktir, adına da 'VEFA' deriz.

Sami; " İstanbul'da bir semt imiş Vefa, Kan dolarmış gönüle, göz eski dostları aradıkça, Tekrar aldanırmış gönüller, tekrar tekrar aldandıkça, yanarmış eskide kalmış dostlukları andıkça"

Hulusi bey şiiri dinlerken başını öne eğdi yavaşça.

Oswald; " Sizin anlamanız gerektiğini söylediğimde, hemen mart tezkeresini söylemenizi bekledim. Ben de hayır daha öncesinde var diyecektim ve Kore savaşlarında ki yardımlarınıza, 1974'deki ambargoyla karşılık verdiklerini unutmayın" diyecektim. Ama siz Türk'ler, iyilikleri kolay hatırlıyor, kötülükleri ya az hatırlıyor, ya da çabuk affediyorsunuz.

Hulusi bey cevap verecekmiş gibi hafifçe doğruldu ama sonra vageçti, geri yaslandı, iddiasız, yavaş bir ses tonuyla Sami'ye doğru;

-Herşeye itiraz etmek maalesef doğruları savunmak olmuyor bazen. İtiraz etsem ne olacak ki, söyledikleri gerçek.

Oswald, bir an sessizce ikisine baktıktan sonra;

-İngiliz belgelerinde bulduğum ve önem vermediğim bir yazıyı hatırladım.

Hulusi beye döndü;

-Size de bahsetmedim, sizin güneydoğu sınırlarınızda terör olayları artınca hatırladım.

Sami ve Hulusi bey daha bir dikkatle baktılar. Oswald;

-1983 yılında bazı İngiliz Petrol şirketleri sizin Güneydoğunuzda, birkaç yerde araştırma yapmışlar. Kayıtlarda özellikle Cudi dağı ve Gabar arası not edilmiş.

-Eveeet ?

-Orda petrol bulmuşlar.

-??? Terör örgütünün kurulduğu seneler...

Oswald, lafı teörö örgütüne getirmeden devam etti.

-Fakat petrol buldukları, küçük araştırma kuyularını betonla doldurup, gitmişler.

Sami;

-Haydaa... bunlar zaten petrol bulma amaçlı gelmişlerse, niye buldukları petrol kuyusunu kapatsınlar ?

Hulusi;

-Kimbilir, sonuçta petrol şirketi, belki çok petrol bulunması, fiyatları düşürü, kar azalır demişlerdir. Türkiye'nin dış şirketlere daha fazla yetkiyle arama vereceği günü beklemeye başlamış da olabilirler.

Hulusi'nin son cümlesine onay ister gibi bakmasına rağmen, Oswald duymamış gibi kendi bildiklerini anlatmaya devam etti;

-İşler bazı müttefik ülkeler arasında, çok da gizli yüremediği oluyor. Sizdeki petrol bulunuşunu ABD şirketleri, dolayısıyla hükümeti de duyuyor ve...

Sami;

-Ve... "Ortak olalım!" mı diyor ?

-Az önce Hulusi beyin de söylediği gibi, Türk kanunlarının yabancıyı fazla kısıtlaması petrol şirketlerini zorluyordu. Bu nedenle ABD'den gelen öneriyi hemen kabul ettiler ve petrol kuyularının üzerini betonla kapattılar.

-Neymiş gelen öneri ?

-Güneydoğudaki petroller için Türkiye ile anlaşmayın, Orta doğu planı içinde biz Irak'ın işgaliyle birlikte, o bölgede sömürebileceğimiz, her dediğimiz yapacak bir kukla Peşmerge devleti kuracağız. Anlaşmaların kurallarını da biz belirleyeceğiz.

-Ta.. o zamandan planladılar yani !

Oswald gülümsedi;

-Sizde sevdiğim özelliklerden biri de bu zaten uzun vadeli plan yapmıyor, gündemdekine göre tepki veriyorsunuz.

Hulusi, rahatsız kıpırdadı;

-Oswald, alay etmeyi bırak da esasa gel.

-Alay etmek için değil di aslında ama bu özelliğiniz kişisel bazda güzel, ülkeyi ilgilendiren meselelerde ise aynı tarza devam etmeniz felaketinizi hazırlıyor. Petrol konusunda da uzun vadeli düşündüler ve sizin Güneydoğunuzdan topraklar vermenizi sağlamak için bir teörö örgütü kurdurttular. ABD'nin söylediği gibi ülkenizi bölmek ve petrol bölgelerini daha kolay yönetebilecekleri kişilerde bırakma planı başladı. Sizler ise hem teröristlere kzıyordunuz, hem de onları koruyan, besleyen Çekiç Güç'e göz yumdunuz.

Çekiç güçteki bir yabancı askerin, Türk kaymakamına attığı tokadı hatırlayan Hulusi beyin rahatsızlığı iyice belli oluyor, sürekli ayak değiştiriyor, dışarılara bakıyordu. Sonunda sözün o kısmına birşeyler eklemesi gerektiğini düşündü;

-Musul'u kolayca ele geçirttiler peşmergelere, Kerkük'e de aynısını yapacaklardı ama tehditler,korkutup, baskı uygulayıp şehirden kaçırmaya çalışmaları ve yer yer ABD askerleri güvencesinde Türkleri öldürmeleri, yeterli olmadı. Nufüs ve Tapu dairelerini ele geçirip, Türklerin çokluğunu gösteren belgelerin çoğunu yaksalar da, dünyanın tepkisini almamak için Türkler'e yaptıkları baskıları, faili meçhul cinayetleri frenlemek zorunda kaldılar. Tabi bu arada öldürülenler devam etse de büyük çapta bir katliama cesaret edemediler.

Oswald, acı acı gülümsedi;

-Oysa İsrail'liler aynı planı çabucak uygulamıştı Filistinlilere karşı.

Hulusi bey;

-Büyük katliam engellense de, tek tük Türklerin evinin yakılmasını, kaçırılmalarını, öldürülmelerini önemsem.yor değiliz. Sadece olanları yukarıya anlatmakta zorlandık, gerkli desteği alamadık.

Oswald,

-Sizin iyi niyetinizi Barzani de, Talabani de oldukça kötüye kullandı. Fakat hata yine sizde, ABD'nin de isteğiyle olmuş olabilir, ayrıntısını bilmiyorum ama Barzani ile Talabani'nin size karşı birleşmesini siz sağladınız.

Hulusi bey -Maalesef doğru!" diye başıyla onaylarken, Sami şaşkınlık içindeydi;

-Saddam'ın ordusunda kaçarken, öldürülmesin, katliam olmasın diye sınırlarımızı peşmergelere açmamızı, hayatlarınızı kurtarmamızı mı kastediyorsunuz ? Tabi sonuçta vefa yerine kalleşlik gördük.

Bu kez her ikisi birden Sami'ye baktı. Oswald ;

-Onlar daha yeni. Talabani ve barzani'nin aşiretleri yıllardır savaşıyorlardı. 1997 yılında Talabani kuvvetleri üstünlük sağladı, Barzani'yi ezip geçme konumuna gelmişti ki, Türkiye Barzani'ye yardımcı olup Talabani kuvvetlerini püskürttürdü.

Sami; " Sonra ? "

Hulusi bey; " Sonra da her ikisini defalarca Ankara'da bir araya getirip aralarını buldu, barıştırdı, birlikte hareket etmelerini sağladı."

Sami içi burkularak; " Onlarda birlikte Musul'da,Süleymaniye'de Kerkük'teki Türklere karşı katliamlara, ev kundaklamalara başladı."

Hulusi bey de hüzünle; " Sonuçta Ankara'daki "Barışın, birlikte çalışın" telkinleri etkili oldu. "

Oswald; " Artık, birbirlerine karşı güç kullanmaları gerekmeyince, ortak davranışlara geçip Türkiye'ye karşı çalışmaya başladılar. Irak'taki Türklere saldırmaya başlamadan daha önce Türkiye'deki hain örgüte, 'bize dokunma da istediğini yap', dediler. Örgütten kaçanları, gün gelip Türkiye'ye karşı kullanırız diye, kendi içine alıp ZAVİTA kampında özel olarak koruyup yetiştirdiler.

Sami; "Bu olaylar karşısında 2. Abdülhamit'in büyüklüğünü bir kez daha kabul ediyorum."

Oswald merakla bakınca, ona hitap ederek devam etti;

-Kusura bakma, belki sen kızacaksın ama Bulgar ve Yunan Hristiyanları konusunda bir sorundan bahsedeceğim.

-Hayır, kızmam, tarihte olmuş bitmiş olaylar kızmaktan çok ders almak içindir. Ayrıca onlarla mezhebimiz farklı ve bizde mezhep farklılıkları sizdekinden daha derin ayrımlara yol açar. Az önce bahsettiğim Fransızlarla savaşlarımız da hep mezhep farklılıklarına dayanır.

Sami; " Tarihe merakımın arttığı bu günlerde, bulduğum her fırsatta okuyabilmek için tarih dergileri taşıyordum çantamda. Onlardan okuduklarımdan birinde okuduklarım şöyle; Osmanlı imparatorluğunun en zayıf dönemlerinde başa geçen Abdülhamit, yıkılması beklenen İmparatorluğu 33 yıl ayakta tutmayı başarmış ve sonunda yine içteki hainlerin ihanetiyle kaybetmiş. Hainlerin kışkırttığı halka ve kendisine karşı ayaklananlara karşı ordusuyla zafer alabileceğini de biliyormuş ama 'Kardeş kanı dökülmesine razı olamam" deyip, isyancılara teslim olmuş. Onun zekasını, yönetim dahiliğini anlayamayan isyancılar, yönetimi ele geçirince art arda hatalara başlamış. Birinde hapisteki Abdülhamit'e gelip;

'Senin zamanında yıllardır halledilemeyen sorunu hallettik' diye hava atmışlar. Abdülhamit, 'Hangi sorunu hallettiniz?'şaşkın sorunca da, 'Bulgar ve Yunan kiliseleri arasındaki sorunu çözdük' deyince, Abdülhamit 'Eyvah ! ' diye bağırmış. Haberi verip, hava atmaya çalışan subaya acı acı bakmış ve 'Biz Bulgar ve Yunanlıların bir araya gelememesi sayesinde Balkanları elde tutuyorduk. Eyvah ki eyvah, gitti Balkanlar'.... Onun bu sözlerinden birkaç ay sonra Bulgar ve Yunanlılar birleşip Osmanlıyı Balkanlardan atmaya başlamışlar.

Oswald; " Anladım, Barzani ve Talabani arasındaki sorunları hallederek, size karşı haince birleşmelerini sağlamanız da benzer bir hata yani.

Hulusi; " Türk düşmanları ve içimizdeki cahiller Abdülhamit'e boşuna mı kızıl sultan diyorlar"

Sami; " Abdülhamit'e düpediz haksızlık, vefasızlık yapılmış. Tamam Türk düşmanları ona da düşman olmakta haklı ama cahil Türklerin düşmanlığını kabul edemiyorum. "

Oswald; "İlk defa onun zamanında ülkeniz ve orta doğu için petrol haritaları yapılmıştı sanırım.Ama sonrakilerin ciddi bir faaliyeti olmadı."

Hulusi ve Sami, başlarıyla onayladı.

Hulusi bey; "Diyarbakırdan Batman'a, Zaho'dan Felluce'ye 65 nokta için petrol haritası çıkarttırmıştı"

Sami çantasından bir dergi çıkardı;

-33 yıl Osmanlıyı ayakta tutarken sanatta, bilimde, halka hizmette de çok güzel şeyler yapmış.

Dergiden bir sayfayı açtı

- En güvenilir tarihçiler, bakın ne yazmış onun için; "Belki de Prof.Dr.Yılmaz Öztuna’nın dediği gibi ;“Milletimiz bu hükümdarın dehasına çok şey borçludur” Prof.Dr.İlber Ortaylı da şöyle diyor ;“Osmanlının son hükümdarı,son evrensel imparator II.Abdülhamid’dir”



--- 6. Bölümün sonu ---

Yazan (Araştıran) : Ahmet Ünal ÇAM
 
7 - Gözü Açılmış Bir Türk - 7



Sami;

-Ben yeni yeni okuyorum tarihi kaynakları, yeni yeni ilgileniyorum ama bu Kızıl Sultan diyenler neye dayanarak diyor.

Hulusi bey, tartışmalardan yorulmuş bir halde;

-Koltuklarına dayanarak. Şaka bir yana, Abdülhamit’e ülke menfaatlerini koruduğu için dış güçler bu ismi verdi.

-En zor günlerde çok yüksek paralar teklif edildiği halde Filistin topraklarını satmadı diye Yahudilerden biri, değil mi !

-Çok kişi öyle zannediyor ama değil. Doğu illerinden bir kısmını almak isteyen Ermeni diasporası çabalayıp durmaya çok önceden başlamıştı. Fransa vatandaşı bir Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal’ın “Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan” sıfatını takmıştır.

-Hımm, niçin ?

-Bildiklerimi özetleyim. Abdülaziz'i tahtan indirip, bileklerini keserek öldüren Jön Türkler denen bir grup, V. Murat'ı padişah yaptılar. V. Murat'ın hastalanınca yerine, 1876 yılında II.Abdülhamit’i tahta çıkardılar. Yani Abdülhamit tahta çıkarıldığında, Jön Türkler denen grup bir padişahı indirip öldürmüş, ülkeyi kaosa sürüklemişti.

-Abdülaziz’i ne cesaretle öldürebildiler.

-Açıktan öldüremediler tabi, ‘intihar etti’ dediler ama güçlü, güreşçi padişah olan Abdülaziz öldürmekte o kadar telaşlı dikkatsizdiler ki, intihar görüntüsü için tek bileğini kesmek yerine ikisini de kestiler. Oysa hiçbir insan bir bileğinin şah damarı kesilmişken, onunla bir aleti tutup diğer bileğini kesemez.

-Günümüzde hala onun intihar ettiğini söyleyenler var. Ben de duyuyorum zaman zaman ama onlar böyle bir mantıksızlığı savunuyorlarsa eğer ya cahildir ya da yalancı.

- Kasıtlı söylüyorlar diyorsun.

- Maalesef, Osmanlıyı sevmek, takdir etmek suçmuş gibi düşünen, düşündürülen cahil beyinler var. Osmanlı tarihte güzel sayfalar açmış ama artık tarihe mal olmuş bir devlettir. En azından Osmanlıyı adil öğrenmek de bizim görevimizdir. Yahudilerin de, Ermenilerin bir kısmı da sevmez Osmanlıyı ama…

-Bir kısmı mı ! Sevenler de var mı ?

-İspanya katliamından kaçtıklarında Osmanlının kucak açtığını unutmayan Yahudiler olduğu gibi, Osmanlının kendilerine “Sadık Millet” dediğini ve yönetimlerde önemli görevler verdiğini gören Ermeniler de var. Bunların en önemli savunması da, “Biz Osmanlı ülkesindeki huzuru bir daha asla bulamadık” düşüncesini seslendirmelerinden anlaşılır.

-Evet.

-Nerde kalmıştık, Bazı faşist Ermeniler, doğuda katliamlar yapıp, bir Ermenistan kurmak için çok çabalıyor ve Rusya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerden silah, para alarak çeteler kurup, eylemler yapıyordu. Abdülhamit han, Hamidiye alaylarını kurup, bu çeteleri dağıttı.

-Hamidiye alaylarını duymuştum. Abdülhamit han tahttan indirilince ayaklanan Kürtlerle ilgili bir yazı da.

-Evet, Hamidiye alayları, Ermen çetelerinin köylerimize baskınlarına karşı bölge Kürtlerinden toplanan insanlardan kurulmuştu. Hamidiye alayları Ermeni çetelerini yenip de, Ermenilerin devlet hayallerini o zaman için durdurunca, Fransa vatandaşı bir Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal’ın “Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan” sıfatını takmıştır.

-Şimdi anlaşıldı. Peki bizim ülke insanımız bunu bilmiyor mu da nankörlük yapıyor.

-Düşman düşmanlığını, hain hainliğini, nankör nankörlüğünü daima yapar ama halkımızdan da ‘Kızıl Sultan’ diyenler oluyor ya…

-Evet, onlar niye diyor ?

-Tek sebep cahillikleri. Abdülhamit, yıkılmakta olan, her tarafta toprak kaybeden bir ülkenin başına geçmişti, üstelik normal bir şekilde değil, kendisinden önceki padişahların nasıl indirildiklerini, hatta Abdülaziz’in öldürülüş zamanlarını yaşayarak gelmişti. Değil diğer devletlere karşı ülkeyi korumak, yönetmek, Jön Türkleri aşıp, İstanbul’a hakim olmak bile çok zordu. İşte cahilleri kandırdıkları yerlerden biri bu ayrıntı. Hani şimdikiler bazı hükümetlere der ya ‘Hükümet oldun ama iktidar olamazsın’ diye, Abdülhamit’in durumu da başta böyleydi. O başa geçtiğinde, dozerler enkazı uçurumdan iteklemeye başlamıştı, Osmanlı’nın parçaları uçurumdan aşağı düşüyordu. O 33 yıl boyunca, enkazdan pay almak için bekleyen ülkeler arasında ve uçurumun kenarındayken didişen evin içindeki kör düşmanlarla, hatta içte gizlenmiş düşmanlarla mücadele ede ede 33 yıl hüküm sürdü.

-33 yıl, insana önce sıradan geliyor ama 5 yıl için seçilen hükümetlerin 3-4 yıl anca dayandığını, seçim baskılarının arttığını, kargaşalıkların çıktığını düşününce önemi anca anlaşılıyor.

Oswald; -Onun sırrı da bu işte, Uçurumunun kenarındaki bu enkazdan pay almak isteyenleri, öyle bir idare ediyor ki, ‘Yıkıldı, hasta adam bitti’ diye iştahla bekleyenlere rağmen, 33 yıl daha Osmanlı’yı idare ediyor.

Hulusi; “-Sonunda yine düşmana değil, Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmalarından çekindiği, içteki hainlere pes ediyor”

-Pes mi ?

- Jön Türkler, Tanzimatçılar İstanbul içindeki askerleri birliklere hakim olmuşlardı. Abdülhamit’in emriyle ordular şehre girse, kendi ordumuzun iki kısmı birbiriyle çarpışacaktı. Vatan, Millet aşkıyla yanan biri olarak bunun ihtimaline bile dayanamadı.



Sami;

-Bu günlerde fırsat buldukça, yolculuklarda bile tarihi kitap okuyorum. Bakın, Abdülhamit’in kızı ne demiş ki; “Babam milletini çok severdi, yanında Ahmetçik, Mehmetçik sözü geçince, öz evladından söz ediliyor gibi heyecanlanırdı. Balkan savaşında askerlerimiz için kumaşlar getirtip, sarayda bile gecelikler, sargılar hazırlatırdı. Kızı olarak bizler de dikiş makineleri başında uyuklayana kadar çalışırdık. Arada yanımıza gelir ve bizi teşvik eder, konuşurdu. En çok da ‘Vatan! Vatan !’ diyerek adeta inlerdi.

Hulusi bey; “Öyle biri olduğu için kendisini almaya gelen hainlere teslim olu. Kardeş kanı dökülmesin diye direnmeden teslim oldu.

Sami; “Onu tahttan indirenlerin hainliği zaten başlı başına bir konu, tahttan indirilirken gelenler Ermeni, Yahudi, Arnavut ve Gürcü’den oluşan 4 kişilik bir grupmuş. Zaten o grubun maşası olan ihtilalci Jön Türklerden, atak, cesur ama cahil Milliyetçi denen Enver Paşa, Beylerbeyi Sarayı’nda hapis olan sultanı ziyaretten dönerken Talat Paşa’ya ağlaya ağlaya şu itirafta bulunur: “Başımıza ne geldiyse bu adama yaptıklarımızdan geldi ve daha ne gelecekse o yüzden gelecek.” demiş.

Enver paşa hain değildi ama cahil bir milliyetçi olarak çok zarar verdi bu ülkeye. Abdülhamit’in yıkılmasını sağlayan Jön Türklerin de arasındaydı, Alman ordusu hayranlığı nedeniyle, Rusya sınırlarını bombalayan zırhlıların alınmasında da sorumluydu, Sarıkamış’ta perişan olan 90 bin şehit gencimizin ölümünden de sorumluydu. Belki çok cesur, çok ataktı ama Abdülhamit’in siyasi zekasının birazı bile onda yoktu. Sarıkamış’ın dondurucu soğuğuna, Yemen cephesinden, Trablusgarb cephesinden gelen, yani kıyafetleri yazlık olan askerlerimizi bile sürdü. Rus ordusu da sanırım bunu haber aldı, tek kurşun atmadan, sadece ordumuzun önünden kaçar gibi numaralarla savaşmadan, soğuktan ölmelerini sağladı. Soğuk, yıkanamamaktan elbiselerine düşen bit ve yine Ermeni çete artıklarının engellemeleriyle kendilerine yiyecek ulaştırılamamasından kaynaklanan açlık…

-Hepsi çok acı ama son cümleniz yine dikkatimi çekti, Ermeni çetelerini Hamidiye alayları yenmemiş miydi ?

-Bunlar düzenli ordu değil ki, yenip geçilsin. Ülke güçlüyken gizlenen, zayıflığında hainlik yapan çeteler. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın bunlara yardım yaptığı, silah ve para gönderip, ayaklanma için kışkırttığına dair belgeler ele geçmişti.

-Haa… Fransa’nın Ermenilerin bu kadar yanında görünme sebebi bu.

-Elbette, “Siz Osmanlı içinde barış içinde, güvenlik, huzur içinde yaşarken biz isyana zorladık. Bir sürü cephede savaşırken, askeri açlıktan kırılırken, Osmanlı mecbur kalıp, sizi Suriye’ye göç ettirmeye kalkmasının mantıklı bir izahı olabilir miydi !” diyecek değil herhalde.

-Yok, Fransa bu kadar uzun cümle kurmaz.

Tüm acılara rağmen, Sami’nin bu kara mizahı dudaklarında bir acı gülüşe yol açtı.

Sami; “-Yani Ermeni katliamı diye bir şey olmadı”

Hulusi; “Bu isyanlar nedeniyle mecburi göç ve imkansızlıklar arasındaki göçün sebep olduğu yolculuktaki ölümler söz konusu. Eğer bir katliam olsaydı, Ermeniler bu ülkede kalmak için bu kadar çabalar mıydı ! Onların da yaşlıları biliyor gerçekleri, Türk köylerinde kadın, çocuk demeden yapılan asıl katliamları da biliyorlar. Fakat ülkemizden toprak koparmak için de bu bahaneyi bırakmak istemiyorlar.”

-Katliam olmasa da, göç olsa da çok fazla Ermeni ölmüş deniyor.

-Osmanlının düzenli kayıtlarında Ermeni nüfusuna bakanlar, iftiranın büyüklüğünü anlarlar. Sürekli artırdıkları rakamlara göre, en son 3,5 milyon Ermeninin öldürüldüğü uydurulmuştu. Ermenilerle iç bir sorun olmadığı zamanlardan tutulan kayıtlardan, son Osmanlı kayıtlarına kadar incelenmiş. Çıkarılan sonuca göre, değil göç ettirilen Ermeniler, tüm Osmanlı topraklarında bile yaşayan Ermeni nüfusu 750 binin altındaymış.

-Yani tamamen uydurma. Niçin böyle bir şey uydursunlar ki ?

-Ermenilerden bir kısım aşırı uçlar, tarih boyu devlet olmak için uğraşıp duruyor. Osmanlı’ya vefa gibi düşünceleri filan yok. Bunlar dışarıdaki Ermenilere milliyetçilik aşılamak ve bir arada, bir amaç yönünde tutabilmek için Ermeni Katliamı gibi bir yalanı kullanıyorlar.

-Oysa şimdi, Ermeni Katliamı denince Hocalı, Karabağ gibi yerlerde Azerilere yaptıkları katliamlar akla geliyor.

-Gerçekleri bilse de, kimse Türk’e adaletli davranmak istemiyor. İstesek de istemesek de, biz sadece Türk değil, Müslüman olarak da görülüyoruz ve dünyanın güçlü Hristiyan devletleri, otomatikman karşımızda gizli veya açık cepheleşiyor.

-Irak’a saldırılarına destek arayan Bush’un, yanlışlıkla söylemiş gibi davrandığı “Bu bir haçlı seferidir” söz aslında gerçeği yansıtıyor o zaman.

-Kesinlikle…

Sami, yazılarını ve bazı dökümanları sakladığı iş çantasının kapağını açtı, birkaç kağıt çıkardı.

Oswald; -“Bunlar nedir ?”

Sami; “ – Hakir görülen ama Japonya’ya kadar Ertuğrul gemisini gönderecek kadar ufku açık II. Abdülhamit’in yaptığı işler hakkında doküman bulmuştum. Sonra bakarım, diye çantaya koymuştum ama hazır konu açılmışken, sizin yanınızda okumak isterim.

Oswald’da Hulusi bey de, Sami’nin yakınındaki koltuklara oturdu. Sami okumaya başladı;

-Abdülhamit zamanında gerçekleşen ilkler;

• ilk defa elektriği,gazı getiren,ilk modern eczanemizi açtıran,
• ilk otomobili getiren , 5 bin km kara yolunu yaptırtan,
• Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve elektrikli tramvaylar kuran,
• Kudüs-Yafa,Ankara-istanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran ,
• istanbul’un binlerce fotoğrafını çektiren,Arkeoloji müzeciliğini başlatan,
• Chicago’daki turizm fuarına ülkemizi ilk kez sokan,
• Kuduz aşısının bulunmasından sonra ülkemizin ilk Kuduz Hastanesini (ist.Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtıran,
• Okullara(Hıristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde Türkçe’nin iyi öğretilmesini isteyen ,Azerbaycan okullarında Türkçe yasağını kaldıran , Paris’te islam Külliyesi kuran !
• Savaş sırasında saraylı hanımlara askerler için çamaşır diktiren , hastaneleri ziyaret edip hastaların ihtiyaçlarını soran , sarayın bahçesinde bile hastalara hizmet ettirten !
• Midilli adasını eşi Fatma Pesend Hanım’ın şahsi mülkünden ısrarla verdiği para ile Fransızlardan geri alan !
• Israrla yerli kumaş giyen , Hereke bez fabrikası ve Feshaneyi kuran,
• Ticaret , Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran,
• Yıldız çini fabrikasını , Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını yaptıran,
• Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderen ,
• Mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap gönderen,
• Yoksul halkına kendi cebinden ödeyerek kömür dağıtan,
• Doğudaki Ermeni çetelere rağmen, diğerlerine kin tutmayan ve Ermeni vatandaşı Onnik’in istek mektubu üzerine kendi parasından takma bacak yaptırtan,
• Modern matbaa makinelerini Türkiye ye getirten , ücretsiz kitap dağıttıran , 6 bin kitabın çevrilmesini sağlayan , Beyazıt kütüphanesini kurup 30 bin kitap bağışlayan (10 bini el yazmasıdır),
• Yabancı bilim adamı ve yazarlara Nişanlar veren,
• Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren,
• Bizim Hekimbaşı çöplüğü dediğimiz yerde gül yetiştiriciliği yaptıran (Isparta’daki gül yetiştiriciliği de O’nun öncülüğünde başlamıştır),
• Türkiye’nin bir çok yerinde saat kuleleri yaptıranda (izmir,Dolmabahçe..),
O dur!
• Hindistan,Java,Afganistan,çin,Malezya,Endonezya,Aç e,Zengibar,Orta Asya ve Japonya ya elçiler ve din adamları gönderen,
• Latin Amerika ülkeleri ile diplomasiyi başlatan,
• Yalova Termal kaplıcalarını kurduran , Terkos’un sularını istanbul’a taşıtan , Bursa’nın bir köyünde bile çeşme yaptırabilen O dur , (Sadece istanbul’a 40 çeşme yaptırmıştır),
• Kendi elleri ile yaptığı marangozluk eşyalarını hediye etmeyi seven,
• Kendisine yapılan bombalı suikast de 26 kişinin ölmesine,58 kişinin yaralanmasına rağmen Ermeni katili affedip Avrupa da hafiyelik yapmaya gönderen de O dur.
• Doğu Türkistan’a gönderdiği askeri yardım ile çinlilere karşı onları örgütleyen,çinin göbeği Pekin’de Hamidiye üniversitesini kurdurtan da,
• Beş vakit namazını aksatmadan kılan,hiçbir evrakı abdestsiz imzalamayan( hatta yere bile basmayan [yatağının dibinde teyemmüm tuğlası bulunduruyordu] ) ,
• Yeni gemiler , toplar , tüfekler (çanakkale harbinde kullanılan) getiren de!
• Telefonu Avrupa’dan 5 yıl sonra ülkemize getiren de O dur !
• Kiliselere , sinagoglara yardım eden (hatta Vatikan da kilise yapılmasına bile yardım eden),
• Peygamberimize , dinimize veya Osmanlıya hakaret içeren oyunları kaldırtan (Fransa-ingiltere-Roma-ABD) ,
• ABD’nin Erzurum’da konsolosluk açmasını reddeden,izmir limanına izinsiz giremeye kalkan ABD savaş gemisini top ateşine tutturan,
• istanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M.köprüsünün bulunduğu mevkidedir),
• Darülaceze yaptırıp içine sinagog,kilise ve cami koyduran,
• çocuk hastanesi (şişli Etfal Hastanesi) açtıran,
• Posta ve Telgraf teşkilatını kurduran(Sirkeci Büyük Postane binası..),
• Abdülhamit ve Abdülmecid (dünyanın ilk torpido atan denizaltısı) adında denizaltılarımızı Taşkızak tersanesinde yaptırtan da (üstelik kendi cebinden..), O !
• ilkokulu zorunlu tutan (kız ve erkeklere) , ilk kız okullarını açtıran ,
• öğretmen yetiştirmek için okullar yaptıran (32 tane) ,
• Cami yaptırdığı her köyde birde ilkokul yaptıran ,
• Orta okul (Rüşdiye) sayısını 619’a çıkaran ,
• Lise eğitimi için idadiler açan (109 tane) , (istanbul Erkek-Kabataş Lisesi..)
• istanbul’da Darülfünün(üniversite)açan,Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran,
• Ayrıca Deniz Mühendis Okulu,Askeri Tıp Okulu , Kuleli Askeri okulu , Mekteb-i Harbiyeler , Askeri Baytar Okulu , Kurmay Okulu , Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fak.) , Mekteb-i Tıbbıye-i(Marmara ünv.Tıp Fak.) , Mekteb-i Hukuk , Ziraat ve Baytar Mektebi , Hendese-i Mülkiye (Yüksek Mühendis okulu) , Darül Muallim-i Adliye (Yüksek Adalet Okulu) , Maliye-i Mekteb-i Ali (Yüksek Ticaret Okulu) , Ticaret-i Bahriye (Deniz Ticaret Okulu) , Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel sanatlar fak.) , Hamidiye Ticaret Mektebi (iktisadi ve Ticari ilimler akademisi) , Aşiret Mektebi (Osmanlılık fikrini yaymak için) , Bursa’da ipekböcekçiliği okulu , Dilsiz ve Âmâ Okulu , Bağcılık ve Aşıcılık Okulu , Orman ve Madencilik Okulu , Polis Okulu , Ankara’da Çaban Okulu da onun tarafından kurulmuştur.



Görülen o ki; Abdülhamit gerçekten suçluydu. Çünkü Osmanlı topraklarında petrol araması yaptırıp 65 yerde petrol buldurdu. Bunun üzerine Musul topraklarını şahsi parasıyla alıp sömürgecilerin eline geçmesine mani oldu. En zor zamanlardaki 5 milyon altın teklifine rağmen Yahudilerin Filistine yerleşmelerine izin vermedi. Japonya’ya gönderdiği Ertuğrul gemisinin yol boyu Müslüman devletlere uğrayarak, gittikçe güçlenen sömürgeci devletlere karşı, Müslüman birliğinin temelini attığı için de suçluydu. Bunlar dünyayı sömüren ülkelerin affedeceği bir suçlar değildi tabi. Prof.Dr.Yılmaz Öztuna’nın dediği gibi ; “Milletimiz bu hükümdarın dehasına çok şey borçludur”







Yazan – Araştıran : Ahmet Ünal ÇAM [email protected]
 
Geri
Üst