snıper
New member
- Katılım
- 17 Ocak 2006
- Mesajlar
- 2,345
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
GÖNÜLDEN GÖNÜLE
Kapısı var kolu yok, kilidi var anahtarı yok.. Gir girebilirsen, çık çıkabilirsen.
Tekerleme gibi bir başlangıç oldu ama korkarım ki şekerleme tadında sürmeyecek bir yazı olacak.
Geleceğiniz hayalleriniz kadar renklidir. Geçmişiniz hatırladıklarınız kadar uzundur. Yaşam ise gönlünüzün derinliği kadar anlamlıdır.
Gönlümüze, yüreğimize neler neler sığdırırız. Hani Mısır Piramitlerinin sırrı çözülür de gönül kapısının anahtarı bulunmaz, gönlün genişliği anlaşılmaz. Geçmişimiz, geleceğimiz, şimdimiz; dostlarımız, akrabalarımız, yakınlarımız, sevdiğimiz her şey sığıverir oraya. Dedim ya kapının kolu yok, içerden açılır o kapı. Kimse giremez bizden izinsiz. İstemediğimiz kimse de kalamaz orada. Atıveririz dışarıya, nasılsa anahtarı yok, biz istemeden dönemeyecektir. Sevmediklerimiz, hoşlanmadıklarımız, unutmak istediklerimiz için de genişçe bir yer vardır yüreğimizde, gönlümüzün derinliğinde.. ama onlar kapı dışarı edilip dış kapının mandalı olmuştur çoktan. Onlardan geriye boşlukları kalır. Belki zamanla daha çok açarız kapımızı, o boşlukları başkalarına kiralarız, ya da kalıcı olarak alırız. Yine de dolmaz o boşluklar. Onların da yeri olmalı, biliriz.
Kapımızın kolu içerde, peki kapı ne zaman açılır? Tabii ki ne zaman zil çalarsa.. Zilse hem içerde mevcut hem dışarıda. Önce dışarıdakine bakalım. Eğer kapımıza gelen, ortak özelliklerimizin çok olduğu, sevebileceğimizi düşündüğümüz, ona da bir yer vereyim dediğimiz biriyse açarız kapıyı, bekletmeyiz dışarıda. İçimiz sevinçle dolar. Misafirperver bir tavırla, yeni gelene gönlümüzün en güzel köşesini açarız. Ama ne zaman ki zil içerden çalar, giren çıkmak niyetindedir, işte o zaman canımız yanar. Gözümüz buğulanır, yüreğimiz efkarlanır, o kişi iki zil hakkını da kullandığından geri gelemeyecektir.
Bazen vazgeçemeyiz. İçerdeki ne kadar ısrarla bassa da zile açmayız kapıyı inatla. Hala sevgiyle bakarız ona. Tüm hatalarını sinemize çekeriz. Düzelir umudumuz vardır. İzin vermeyiz de ne olur? O çıkamayınca başlar gönlümüzü kazımaya. Ne çok canımız yanar, içten içe kanar da kanar. Yine de açılmaz kapı. Ayrılmak istemeyiz
Gönlümüzün içine sadece insanları değil, denizleri, gökyüzünü de sığdırırız. Ya onlar can yakmaz mı? Hem de nasıl.. şimşek çakar, yıldırım düşer, yangın çıkar. Fırtına kopar denizde, hayallerimiz boğulur gider. Bazense dinginleşir. Al bir çay geç karşısına.. gir de çıkma o kapıdan.
Peki ya hiç kapısı çalmazsa insanın? Gelenler bir bir gittiyse veya hiç gelen olmadıysa.. boşluk, boşluk, boşluk.. Eksik bir şey mi vardır? Elinizde çay ama ne deniz, ne gökyüzü.. Hiçbir şey yok. Çayı yalnız içersiniz. Ne efkar! Çalsa kapılarımız arada bir.. Telaşlansak, çay suyu koysak koca bir demlik. Boşluklarımız dolsa. Bazen yoklar, varlardan daha çok oluverir. Aslında yok ne ağır ne hacimlidir, biz ancak yoklukta fark ederiz. Öyleyse neden yokturlar? Demek ki anahtarımız kayıp onu bulmaya aramaya çalışmalıyız. Neden çalmaz kapısı insanın? Nerde hata yapıyoruz, düşünmeliyiz.
Madem ki gönlün anahtarı yok, madem ki kapı içerden açılıyor, gönüller nasıl fethedilir. Cevabı çok basit; gönlümüzün fatihi sadece dışarıdan zile basar, açmak bize kalmıştır.. Bir gönle giren başka gönüllere de girebilir elbet, deniz herkesin denizi, gökyüzünün hepimizin başında yeri var. Fakat bir gönlü yıkan Yunus Emrenin deyişiyle namazı bile namaz olmaz, samimiyeti bile samimiyetsizleşiverir. Girdiği gönlü çoktan harap etmiştir.
Gönül diyoruz.. gönül. Nedir bu gönül? Kalp mi, ruh mu? Yoksa bambaşka bir şey mi? İskender Pala gönlün bir tanımı olmadığını, onu tanımlayabilecek kişilerinse bunu yapamayacak kadar alçak gönüllü olduğunu, onların açıklamaktan çok yaşadıklarını söyler. Şunu da belirtir; Gönül ki Allahın evidir, elbette kendisine ateş değmeden de yanar ve o yanıştan kâinata nur üstüne nur saçılır.
Kapısı var kolu yok, kilidi var anahtarı yok.. Gir girebilirsen, çık çıkabilirsen.
Tekerleme gibi bir başlangıç oldu ama korkarım ki şekerleme tadında sürmeyecek bir yazı olacak.
Geleceğiniz hayalleriniz kadar renklidir. Geçmişiniz hatırladıklarınız kadar uzundur. Yaşam ise gönlünüzün derinliği kadar anlamlıdır.
Gönlümüze, yüreğimize neler neler sığdırırız. Hani Mısır Piramitlerinin sırrı çözülür de gönül kapısının anahtarı bulunmaz, gönlün genişliği anlaşılmaz. Geçmişimiz, geleceğimiz, şimdimiz; dostlarımız, akrabalarımız, yakınlarımız, sevdiğimiz her şey sığıverir oraya. Dedim ya kapının kolu yok, içerden açılır o kapı. Kimse giremez bizden izinsiz. İstemediğimiz kimse de kalamaz orada. Atıveririz dışarıya, nasılsa anahtarı yok, biz istemeden dönemeyecektir. Sevmediklerimiz, hoşlanmadıklarımız, unutmak istediklerimiz için de genişçe bir yer vardır yüreğimizde, gönlümüzün derinliğinde.. ama onlar kapı dışarı edilip dış kapının mandalı olmuştur çoktan. Onlardan geriye boşlukları kalır. Belki zamanla daha çok açarız kapımızı, o boşlukları başkalarına kiralarız, ya da kalıcı olarak alırız. Yine de dolmaz o boşluklar. Onların da yeri olmalı, biliriz.
Kapımızın kolu içerde, peki kapı ne zaman açılır? Tabii ki ne zaman zil çalarsa.. Zilse hem içerde mevcut hem dışarıda. Önce dışarıdakine bakalım. Eğer kapımıza gelen, ortak özelliklerimizin çok olduğu, sevebileceğimizi düşündüğümüz, ona da bir yer vereyim dediğimiz biriyse açarız kapıyı, bekletmeyiz dışarıda. İçimiz sevinçle dolar. Misafirperver bir tavırla, yeni gelene gönlümüzün en güzel köşesini açarız. Ama ne zaman ki zil içerden çalar, giren çıkmak niyetindedir, işte o zaman canımız yanar. Gözümüz buğulanır, yüreğimiz efkarlanır, o kişi iki zil hakkını da kullandığından geri gelemeyecektir.
Bazen vazgeçemeyiz. İçerdeki ne kadar ısrarla bassa da zile açmayız kapıyı inatla. Hala sevgiyle bakarız ona. Tüm hatalarını sinemize çekeriz. Düzelir umudumuz vardır. İzin vermeyiz de ne olur? O çıkamayınca başlar gönlümüzü kazımaya. Ne çok canımız yanar, içten içe kanar da kanar. Yine de açılmaz kapı. Ayrılmak istemeyiz
Gönlümüzün içine sadece insanları değil, denizleri, gökyüzünü de sığdırırız. Ya onlar can yakmaz mı? Hem de nasıl.. şimşek çakar, yıldırım düşer, yangın çıkar. Fırtına kopar denizde, hayallerimiz boğulur gider. Bazense dinginleşir. Al bir çay geç karşısına.. gir de çıkma o kapıdan.
Peki ya hiç kapısı çalmazsa insanın? Gelenler bir bir gittiyse veya hiç gelen olmadıysa.. boşluk, boşluk, boşluk.. Eksik bir şey mi vardır? Elinizde çay ama ne deniz, ne gökyüzü.. Hiçbir şey yok. Çayı yalnız içersiniz. Ne efkar! Çalsa kapılarımız arada bir.. Telaşlansak, çay suyu koysak koca bir demlik. Boşluklarımız dolsa. Bazen yoklar, varlardan daha çok oluverir. Aslında yok ne ağır ne hacimlidir, biz ancak yoklukta fark ederiz. Öyleyse neden yokturlar? Demek ki anahtarımız kayıp onu bulmaya aramaya çalışmalıyız. Neden çalmaz kapısı insanın? Nerde hata yapıyoruz, düşünmeliyiz.
Madem ki gönlün anahtarı yok, madem ki kapı içerden açılıyor, gönüller nasıl fethedilir. Cevabı çok basit; gönlümüzün fatihi sadece dışarıdan zile basar, açmak bize kalmıştır.. Bir gönle giren başka gönüllere de girebilir elbet, deniz herkesin denizi, gökyüzünün hepimizin başında yeri var. Fakat bir gönlü yıkan Yunus Emrenin deyişiyle namazı bile namaz olmaz, samimiyeti bile samimiyetsizleşiverir. Girdiği gönlü çoktan harap etmiştir.
Gönül diyoruz.. gönül. Nedir bu gönül? Kalp mi, ruh mu? Yoksa bambaşka bir şey mi? İskender Pala gönlün bir tanımı olmadığını, onu tanımlayabilecek kişilerinse bunu yapamayacak kadar alçak gönüllü olduğunu, onların açıklamaktan çok yaşadıklarını söyler. Şunu da belirtir; Gönül ki Allahın evidir, elbette kendisine ateş değmeden de yanar ve o yanıştan kâinata nur üstüne nur saçılır.