Arjantin'in güneyine indikçe hava soğudu, deniz sertleşti. 'Kükreyen Kırklar', 'Çığlık Atan Elliler' gibi sinir bozucu adlar alan enlemleri, fırtınaların saltanat sürdüğü bölgeleri bir bir geçti Hakan.
Yeni yılı, çocukluğunda hayranlık duyduğu Jules Verne'in Dünyanın Ucundaki Fener romanında anlatılan Estados Adası'nda selamladı. Tehlikeli bir kanalda sudan surları aşıp dünyanın güney ucundan döndü. Büyük Okyanus onu bekliyordu.
Mar del Plata'da günler birbirini kovaladı. Zamanı alışveriş yapmak, tekneyi zor ve tehlikeli olabilecek seyirlere hazırlamakla geçirdik.
İlk önce teknenin ısınma problemini çözmem gerekti. Arjantin'de güney yarımkürenin yazındaydık. Buna rağmen Antarktika'nın yakınlarına kadar ineceğimiz için hava iyice soğuyacaktı. Mardek sıcak ortamlarda seyir yapmaya göre tasarlandığından herhangi bir ısınma sistemini koyabilecek yer düşünülmemişti. Bulabildiğim her sistem karışık baca ya da egzoz donanımlarını içeriyordu. Ama teknede bunları geçirebileceğim bir yer yoktu. Isınma sistemini kurmak için mecburen çok daha küçük ve pratik bir şey aramaya başladım.
Önce ufak tüpgaz ısıtıcıları gözüme pratik göründü. Fakat gaz kaçağının neden olabileceği kazalar yüzünden vazgeçtim. Sonra teknenin ocağı üzerine bir briket ya da saksı koyarak yapılan basit ısınma sistemlerini denedim. Hiçbiri yeterli sonuç vermedi. ?ehirde moralim bozuk dolaşırken bir nalburda, vitrinin arkalarında bir sürü ıvır zıvır arasına sıkışmış toz içinde minik bir soba ilişti gözüme. Hemen içeri girip sordum. Satıcı bunun bir gazyağı sobası olduğunu, fakat çok demode olduğundan kimsenin almadığını, yıllardır vitrinde durduğunu söyledi. Sobanın boyutları tam istediğim gibiydi. Hiç tereddüt etmeden 36 Arjantin Pezosu'na yani aşağı yukarı 15 ABD Doları gibi komik sayılabilecek kadar ucuz bir fiyata sobayı koltuğumun arasına sıkıştırarak tekneye dönüp denedim. Biraz koku yapsa da mükemmel işliyordu.
İlk önemli problem hallolmuştu. Şimdi çok daha önemli fırtına yelkeni problemini halletmem gerekiyordu. Bu zamana kadar sert havalarda teknenin ön yelkenini sarıp küçülterek fırtınaları atlatmıştım. Fakat önümüzdeki 1200 mil boyunca hava şartları o zamana kadar karşılaşmadığım derece sert olabilir, rüzgârla boğuşmam mümkün olmayabilirdi. Bu yüzden yedekte sakladığım ikinci ön yelkenimi bir yelken imalatçısına teslim ettim. Koca yelken üç gün sonra minicik şekilde geri geldi. Adam bulunduğu bölgenin denizlerini bildiğinden makasına acımamış, yelkeni tam bir mendil boyutuna indirmişti.
Sobaydı, yelkendi, haritaydı, halattı derken günler birbirini kovaladı. Sonunda her gün internete girerek aldığım hava raporlarından, önümdeki üç dört gün havanın uygun olduğunun müjdesi çıktı. Rapora göre büyük bir yüksek basınç sistemi birkaç gün boyunca orta şiddette kuzey rüzgârının esmesini sağlayacaktı.
Bulunduğumuz bölge ilk defa yelkenli bir tekneyle Macellan tarafından 1520 yılında geçildi. Son derece güçlü esen rüzgârlar ve ardı ardına patlayan fırtınalar yüzünden 40. Paralel ile 50. Paralel arasına 'Kükreyen Kırklar' (Roaring Fourties), 50. Paralel'den güneye ise 'Çığlık Atan Elliler' (Screaming Fifties) adı verildi. Mardek'in rotası 55. Paralel'e kadar indiğinden bu efsanevi bölgelerin hepsinden geçecektik. Bu sinir bozucu adlar göz önüne alındığında, meteorolojik raporun öngördüğü hava kaçırılacak gibi değildi.
Uzayıp giden eksikler listesindekileri tamamlayamadan bu uygun rüzgârları kaçırmamak için 10 Aralık 2005 günü rüzgârın kuzeye dönmesiyle birlikte hiç vakit kaybetmeden, akşama doğru Mar del Plata'dan ayrıldık.
Bu kükreyen, çığlık atan, ortalığı birbirine katan coğrafyadaki ilk seyir gece başladı. Sinirlerim bu zamansız hareketten dolayı iyice gerilmiş halde, saçlarım dimdik, GPS'te her geçen mili saymaya başladım. Rüzgâr sanki bana nispet yaparcasına akşamın ilerleyen saatlerinde arttıkça arttı ve gece yarısına doğru fırtına kuvvetinde esmeye başladı. Ana yelkene iki camadan basmış, önde yeni yaptırdığım fırtına yelkeniyle dalgaları yandan alarak ilerliyorduk. Neyse ki bu azgın rüzgâr fazla uzun sürmedi. Sabahın ilk ışıklarıyla hızını alarak meteorolojinin öngördüğü biçimde esmeye başladı.
Seyrin sonraki günlerinde rüzgâr kayda değer bir sıçrama yapmadan kuzeyden, yani arkadan esti durdu. Sonunda 14 Aralık sabahı Valdes Yarımadası'nın güneyindeki Nuevo Koyu'nun dev girişi önümüzde açıldı. Hava raporunun son haline göre o gün öğleden sonra rüzgârın güneye dönmesi ve fırtına halinde esmesi gerekiyordu. Nitekim, koya girdikten kısa süre sonra rüzgâr önce tamamen durdu, ardından da usul usul güneyden esmeye başladı.
Arkamızdan beş tekne daha gelip demir attı. Fransız bayraklı Wapiti ve Astarte, Danimarka bayraklı Dana, Alman bayraklı Breakpoint ve İsviçre bayraklı Olimir. Bu teknelerin hepsini Mar del Plata'da görmüş, arada bir selamlaşma dışında hiçbir alışverişim olmamıştı. Bizim ardımızdan hemen hemen aynı zamanlarda yola çıkmışlar ve hava raporunu izlediklerinden aynı noktaya demir atmışlardı. Tesadüf eseri bir araya geldiğimiz bu teknelerle önümüzdeki haftalarda kader birliğinde bulunacak ve bu tehlikeli, ıssız sularda bir arada seyir yapacaktık.
Fırtına altında geçirdiğimiz birinci gecede telsiz aracılığıyla ilk temaslar başladı. Önce her teknenin adı ve ekipleri tek tek öğrenildi. Tekneler genel olarak ikiye ayrılmış gibiydi. Dana ve Breakpoint İngilizce konuşuyor, diğer üçü ise Fransızca diyalog kuruyordu. Biz ise iki grup arasında zaman zaman tercümanlık yapıyorduk. İlk önce çok sıkıcı gibi görünen bu telsiz sohbetleri bir süre sonra keyifli bir hal aldı. Sophie ile ses tonlarına göre insanların dedikodularını yaparak epey eğlenceli zaman geçirdik.
Telsizi kullanma şekilleri ve ciddiyetleri ülkeler için söylenen genel çizgilere inanılmaz biçimde uyuyordu. Alman teknesi Breakpoint en ciddi ve nizami olarak kuralları uygulayandı. Ciddiyet ve disiplin her kelimede kendisini belli ediyordu. Telsizden yemek tarifi alırken bile sanki uçağını iniş pistine yaklaştıran bir pilot gibi konuşuyorlardı. Fransız tekneleri ise aynen karşılıklı konuşuyorlarmış gibi hiçbir kural tanımadan kullanıyorlardı telsizi. İsviçreli, Danimarkalı ve Türk tekneleri ikisinin arasında bir yerlerdeydi. Kuralları biliyorlar, fakat zaman zaman kullanıyorlardı.
Fransızlarınkiler dışında her teknenin bir şekilde hava durumu raporlarına ulaşma olanağı vardı. Bu sayede üç farklı kaynaktan sürekli hava raporlarını izlemeye, bilgileri değiş tokuş etmeye başladık. Sonunda hep birlikte karar verip havanın uygunluğuna hükmettik ve bir gün sonra Nuevo Koyu'nu terk ettik.
Amaç, Arjantin kıyılarının en korunaklı limanı Caleta Horno'ya ulaşmaktı. Fakat bölgenin istikrarsız havası kendini göstermekte gecikmedi. Altı üstü 40 deniz mili mesafedeki Bahia Janssen açıklarında rüzgâr aniden güneyden sert esmeye başladı. Güvenli bir koyun çok yakınlarında olduğumuz için hiç tereddüt etmeden dümeni kırarak fırtınayı burada geçirmeye karar verdim.
Bu koy Latin Amerika'nın en büyük penguen kolonisine ev sahipliği yapıyor. Kolonide yaklaşık bir milyon penguenin yaşadığı sanılıyor. Tabii böylesine kalabalık bir ortamda demir atınca teknenin etrafı bir anda meraklı penguenlerle doldu. Su üzerinde daha çok siyah bir ördeğe benzeyen bu sukuşları bağıra çağıra epeyce etrafımızda dolanıp durdular. Sonunda bizden bir zarar ya da daha iyimser tahminle, bir yiyecek gelmediğini görünce bir anda ortalıktan kayboldular.
Bölge koruma sahası içinde olduğundan karaya çıkmak kesinlikle yasaktı. Bu yüzden dalış elbiselerimi giyerek bu şirin hayvanlarla yüzmeye kalkıştım. Fakat haddime mi düşmüş! Su sıcaklığının 11 santigrat derecelerde seyrettiği bu denizler sıcak Akdeniz sularına göre yapılmış dalış elbiseme biraz soğuk geldi. Suda beş dakika kalabildikten sonra mecburen tekneye döndüm.
Rüzgâr birkaç saat içinde tekrar değişerek bu sefer kuzeyden esmeye başladı. Koy kuzeye tamamen açık olduğu için daha dinlenmeye vakit kalmadan tekrar demir almak zorunda kaldım. Yorgunluktan bitap olmamıza rağmen yapacak bir şey yoktu, bir şekilde daha güvenli bir demir yerine ulaşmak zorundaydık.
Gece zifiri karanlıkta rüzgârı arkamıza almış ilerlerken tekne bir anda duruverdi. Bir şok hissetmemiştim. Karaya oturmuş olamazdık. Fenerle suya bakınca bir yosun adasına girdiğimizi dehşet içinde fark ettim. Soğuk suların tehlikelerinden biri de kelp adını alan bu yosunlar. Boyları 50 metreye kadar ulaşabilen bu yosunlar adacıklar yapıp küçük tekneler için ciddi problem yaratıyorlar. Tekneyi sarıp sarmalamış yosunlardan paçayı sıyırabilmek için yarım saat uğraştım. Sonunda riski göze alıp motoru çalıştırdım ve tornistanla kurtulabildim.
Yol boyunca kayda değer başka olay olmadı. 17 Aralık günü saat 16:00'da Arjantin kıyılarının en korunaklı koyu Caleta Horno'ya ulaştık. İnanılır gibi değildi, koyda üç tekne bağlı duruyordu. Normalde çok az yelkenlinin geldiği bu bölge için ciddi bir rakam. Sanırım herkesin güneye indiği sezonun başında bulunmamızdan kaynaklanıyordu bu kalabalık.
Bizimle birlikte Fransız tekne Wapiti de koya giriş yaptı. Yoldaşımız diğer tekneler önceki iki koyda durmayı ve bizim koya daha sonra gelmeyi tercih ettiler.
Havaların istikrarsızlığı ve art arda patlayan fırtınalar yüzünden etrafında kıraç düzlükler ve denizden başka hiçbir şeyin bulunmadığı bu ıssız koyda tam dokuz gün kaldık. Puerto Deseado bir günlük seyir mesafesinde olmasına rağmen bir türlü ulaşamıyorduk. Mar del Plata'yı terk ederken Puerto Deseado'ya kadar yolun en fazla bir hafta süreceğini hesaplayarak toplam iki hafta yetecek erzak almıştık tekneye. Fakat bu hesapta olmayan beklemelerle erzak tükenmeye başladı. Ciddi biçimde içecek su ve taze meyve, sebze sıkıntısıyla karşılaştık.
Dünyanın bu ücra köşelerine gelen tekneler genellikle oldukça büyük. Bu sayede hem kötü havayla daha güvenli mücadele edebiliyor, hem de yeterli yiyecek, içecek stoku yapabiliyorlar. Yolda karşılaştığımız diğer teknelerin en küçüğü bile Mardek'ten iki kat daha büyüktü.
Bundan cesaret aldım ve bizden sonra koya gelmiş Danimarkalı Dana'dan 20 litre su rica ettim. Hiç problem olmadığını, teknelerindeki tatlı su üreten cihaz sayesinde istediğimiz kadar verebileceklerini söylediler. Yiyecek istemeye yüzüm varmamıştı. Uygun bir anda Puerto Deseado'ya gitmeyi planlıyordum.
Fakat bu sefer bir sürpriz bekliyordu bizi. Fransız Astarte ve İsviçreli Olimir, Noel'in hemen öncesinde koya giriverdiler. Amaçları o günü birlikte geçirmekti. Bulundukları koyda yalnız kalmak istememişlerdi. Orada rastladıkları insanların yardımıyla da bir köye gidip erzak tedarik etmişlerdi. Caleta Horno'daki tekne sayısını bildiklerinden her tekne için hatırı sayılır miktarda taze sebze ve meyve alışverişi yapmışlardı. Koya gelip teknelerinden Noel Baba gibi erzakı çıkarmaya başladıklarında üzerimden oldukça büyük bir yük kalktı. Artık sadece erzak tedariki için girişi oldukça problemli liman Puerto Deseado'ya gitmek zorunda değildik.
Bu hoş sürprizin ardından hava da birden düzelmeye başladı. Aldığımız raporlar, bizi buraya kadar getiren sisteme benzer bir açıklığı müjdeliyordu. Tahminlere göre dört beş gün boyunca bir fırtına beklenmiyordu. Bu bölge için tam bir nimetti. Hiç vakit kaybetmeye gelmezdi. Hemen yola çıkmak gerekiyordu.
Hep birlikte 26 Aralık sabahı demir alıp koyu her zamanki ıssızlığına terk ederek okyanusun dev dalgaları arasında yol almaya başladık. Saatler saatleri, günler günleri kovalamaya başladı. Hava, tahminler doğrultusunda gayet iyi gidiyordu. Rüzgâr kuzeyden 20-25 deniz mili hızla esiyordu.
Fakat bu mutedil rüzgâr bile büyük dalga kaldırıyordu. Tropik kuşakta ancak iki metre dalga oluşturacak rüzgâr burada dört beş metrelik muazzam su duvarları meydana getiriyor, minik Mardek de bu duvarlar boyunca inanılmaz sörf yapıyordu.
Telsiz irtibatını tüm yol boyunca hiç aksatmadan sürdürdük. Önemli bir şey olmasa da, arada bir herkes birbirinin hatırını soruyor, yemek tarifleri tekneden tekneye aktarılıyordu. Isınmak bu seyrin en büyük zorluğuydu. Hava 50. Paralel'i geçmemizle birlikte çok soğudu. Tekne fazla yalpa yaptığı için gazyağı sobasını yakamıyor, yaklaşık 10 santigrat derecelerde seyretmeye başlayan nemli havada kat kat giyinerek yaşamaya çalışıyorduk.
Fakat bu güç ortamı yaşanır kılan çok önemli bir unsur vardı: Gündüz saatleri. Hava artık 23:00 civarında kararmaya, 4:00 gibi tekrar aydınlanmaya başlamıştı. Yani 18-19 saat boyunca aydınlıktaydık. Vücudumuz uyku aşamasına çok kısa süreliğine geçiyor ve bu sayede de fazla üşümeden yola devam edebiliyorduk.
Haraket noktamız Caleta Horno'ya 590 deniz mili uzaklıkta bulunan Estados Adası'na yoğun sisli 30 Aralık 2005 günü akşam 22:00'de ulaşmayı başardık. Adaya ulaşmıştık ulaşmasına ama kararmaya başlayan havayla birlikte yedi metre civarında eni olan çok tehlikeli bir boğazdan geçerek demir yerine varmamız gerekiyordu. Haritaya defalarca bakarak, radar, GPS, derinlikölçer, bilgisayar, ne varsa çalıştırıp ağır ağır boğaza doğru ilerlemeye başladım. Yoğun sis ve kararmaya başlamış hava yüzünden kara hayal meyal seçiliyordu.
Geçmemiz gereken boğazı ancak birkaç yüz metre yakınına gelince seçebildim. Nefesimi tutarak sadece üç metre derinlikteki boğazdan geçer geçmez teknenin sancağında bir karaltı dikkatimi çekti. Bir tekneye benziyordu. Biraz dikkat edince bunun Fransız tekne Astarte olduğunu fark ettim. Teknenin kıçı tamamen sudan çıkmış, burnu suyun içinde hareketsiz duruyordu. Ne olduğunu sormak için telsize gitmem olanaksızdı. Önce tekneyi güvene almam gerekiyordu.
Beklediğimiz fırtınaya karşı tekneyi oldukça sağlam biçimde ufak bir adayla kara arasına bağladıktan sonra bota atlayıp Astarte'nin yanına gittik. Jean François bizi neşeyle karşıladı yan yatmış teknesinde. 'Nerede kaldınız yahu, bunu görmenizi çok istiyordum. Bu hale gelmiş bir tekneyi her yerde bulamazsınız…' Başından oldukça olay geçmiş tecrübeli denizci Jean François herkesin umutsuzluğa kapılabileceği bir durumu son derece soğukkanlı bir şekilde karşılamış gibiydi. 'Haritaya yeterince bakmamışım işte…' dedi. 'Ama olur böyle şeyler. Altı üstü bir kaya bloğunun üzerinde tekne. Fakat tekne çelik, korkum yok. Gelgitle sular yükselince tekrar yüzmeye başlar nasıl olsa.'
Gerçekten de ertesi sabah uyandığımızda Astarte'yi yanı başımıza bağlanmış bulduk. Sabah 5:00 gibi tekne suların yükselmesiyle yüzmeye başlamış.
Sonradan İsviçreli Olimir ve Fransız Wapiti'nin de gelmesiyle toplam dört tekne bu muazzam koyda yeni yıla birlikte girdik.
Ne yılbaşı ama! Tekneyi dünya turuna hazırlamaya başladığım andan itibaren, yani yaklaşık üç yıldır yılbaşında olmak istediğim yerdeydim. Küçüklüğümde hayran olduğum, Jules Verne'in hemen her kitabını bir solukta okurdum. Onun Dünyanın Ucundaki Fener romanının geçtiği 'dünyanın ucundaki' adanın Estados Adası olduğunu anladığımdan beri buraya gelmek ve özel bir an geçirmek istiyordum. Yılbaşı böyle bir an için biçilmiş kaftandı doğrusu.
Fakat bu düşümü bir ara korkuyla değiştirdiğim rotam nedeniyle az kalsın ertelemek zorunda kalacaktım. Bu rotanın riskleri, ilk defa okyanusa çıkmam yüzünden gözümde fazla büyümüş, beni Panama rotasına girmeye zorlamıştı. Fakat bu istek o kadar güçlü, tropik sular o kadar monotondu ki, sonunda Trinidad'da rotayı tekrar güneye çevirmiş, bu zamansız rota değişimi yüzünden çok zor seyirler yapmıştım. Yine de tam da olmak istediğim yere öyle ya da böyle ulaşmayı başarmıştım sonunda.
Jean François'nın buz gibi sulara dalarak çıkardığı iri yengeçlerin kaynatıldığı çok güzel, çok sıcak bir yılbaşı geçirdik bir arada. Bu sularda seyir yapmayı göze almış denizciler birbirinden tatlı, hoşsohbet insanlardı. Dünya yıkılsa umurlarında değildi. Aldıkları risklerin bilincinde, hayattan zevk almaya odaklanmış, dostlukları çok keyifli insanlardı. Sanırım onlarla irtibatı uzun yıllar kaybetmeden sürdüreceğiz.
Hiç insanın yaşamadığı, tüm kayaların üzeri sünger gibi kalın ve yumuşak yosun tabakasıyla kaplı, rüzgârın, soğuğun, buzun ve karın hüküm sürdüğü bu yalnız adayı yeni yılın üçüncü sabahı terk ettik. Koca kıtayı güneyden dönmemizle aramızda kalan son engel Maire Boğazı'nı geçmemiz gerekiyordu. Estados Adası ve anakara arasındaki 10 deniz mili genişliğinde ve 30 deniz mili uzunluğundaki bu boğaz yolun belki de en riskli bölgesiydi.
Boğazda dört deniz mili hızla akan gelgit akıntısı karşı yönden esen sert bir rüzgârla karşılaşırsa 10 metreye ulaşan ve her biri kırılan dalgalar oluşturabiliyordu. Değil Mardek boyutlarında, çok daha büyük tekneler için bile ciddi tehlike yaratabilecek bu boğazdan akıntı ve rüzgârı çok iyi hesaplayarak, kusursuz bir zamanlamayla geçmek gerekiyordu.
Yaptığımız hesaplarla boğazı hiç güçlük çekmeden, akıntının da yardımıyla dört saat gibi kısa bir sürede geçerek kıtanın güney ucunu saat 14:00'te dönmeyi başardık. Maire Boğazı'nı badiresiz atlattık diye sevinirken burnu dönmemizle birlikte bir anda müthiş bir fırtına başladı.
Rüzgâr kuzeyden, yani karadan esmesine rağmen korkunç deniz kaldırdı. Ortalama 50, sağanaklarda 60 deniz mili hızla esen rüzgârla baş edebilmek için ana yelkene üçüncü camadanı vurdum, cenovayı mendil boyutuna indirdim. Bu sırada dalgalar defalarca üzerimde kırıldı. Deniz suyunun sekiz, havanın da 10 santigrat derecede olduğu bu bölgede iç açıcı bir durum değildi doğrusu.
Korkunç rüzgâr yüzünden daha fazla ilerleyemeyeceğimize kanaat getirince hemen bir sığınak aramaya başladım. Sonunda yol üzerinde, iyi bir korunak sağlayan Bahia Aguirre'e kapağı attık. Koya girer girmez denizler kırıldı, rüzgâr azaldı.
Havanın düzelmesini iki gün bekledik bu koyda. Sonunda 5 Ocak 2006 günü yola çıkarak Beagle Kanalı'na giriş yaptık. Artık Patagonya'nın azgın denizlerden koruma sağlayan labirent gibi kanallarına girmeyi başarmıştık. Bu kanalın üzerinde yer alan, 'dünyanın en güneyindeki kent' unvanını taşıyan Arjantin'in bir zamanların ıssız, terk edilmiş, soğuk, fakat bugünün turistik, zengin, kalabalık ve gürültülü kenti Ushuaia'ya ayın 8'inde giriş yaptık. Burada tekneyi en az iki ay insan yüzü görmeden yapacağımız uzun Patagonya kanalları seyrine hazırlayacaktık.
Yeni yılı, çocukluğunda hayranlık duyduğu Jules Verne'in Dünyanın Ucundaki Fener romanında anlatılan Estados Adası'nda selamladı. Tehlikeli bir kanalda sudan surları aşıp dünyanın güney ucundan döndü. Büyük Okyanus onu bekliyordu.
Mar del Plata'da günler birbirini kovaladı. Zamanı alışveriş yapmak, tekneyi zor ve tehlikeli olabilecek seyirlere hazırlamakla geçirdik.
İlk önce teknenin ısınma problemini çözmem gerekti. Arjantin'de güney yarımkürenin yazındaydık. Buna rağmen Antarktika'nın yakınlarına kadar ineceğimiz için hava iyice soğuyacaktı. Mardek sıcak ortamlarda seyir yapmaya göre tasarlandığından herhangi bir ısınma sistemini koyabilecek yer düşünülmemişti. Bulabildiğim her sistem karışık baca ya da egzoz donanımlarını içeriyordu. Ama teknede bunları geçirebileceğim bir yer yoktu. Isınma sistemini kurmak için mecburen çok daha küçük ve pratik bir şey aramaya başladım.
Önce ufak tüpgaz ısıtıcıları gözüme pratik göründü. Fakat gaz kaçağının neden olabileceği kazalar yüzünden vazgeçtim. Sonra teknenin ocağı üzerine bir briket ya da saksı koyarak yapılan basit ısınma sistemlerini denedim. Hiçbiri yeterli sonuç vermedi. ?ehirde moralim bozuk dolaşırken bir nalburda, vitrinin arkalarında bir sürü ıvır zıvır arasına sıkışmış toz içinde minik bir soba ilişti gözüme. Hemen içeri girip sordum. Satıcı bunun bir gazyağı sobası olduğunu, fakat çok demode olduğundan kimsenin almadığını, yıllardır vitrinde durduğunu söyledi. Sobanın boyutları tam istediğim gibiydi. Hiç tereddüt etmeden 36 Arjantin Pezosu'na yani aşağı yukarı 15 ABD Doları gibi komik sayılabilecek kadar ucuz bir fiyata sobayı koltuğumun arasına sıkıştırarak tekneye dönüp denedim. Biraz koku yapsa da mükemmel işliyordu.
Sobaydı, yelkendi, haritaydı, halattı derken günler birbirini kovaladı. Sonunda her gün internete girerek aldığım hava raporlarından, önümdeki üç dört gün havanın uygun olduğunun müjdesi çıktı. Rapora göre büyük bir yüksek basınç sistemi birkaç gün boyunca orta şiddette kuzey rüzgârının esmesini sağlayacaktı.
Bulunduğumuz bölge ilk defa yelkenli bir tekneyle Macellan tarafından 1520 yılında geçildi. Son derece güçlü esen rüzgârlar ve ardı ardına patlayan fırtınalar yüzünden 40. Paralel ile 50. Paralel arasına 'Kükreyen Kırklar' (Roaring Fourties), 50. Paralel'den güneye ise 'Çığlık Atan Elliler' (Screaming Fifties) adı verildi. Mardek'in rotası 55. Paralel'e kadar indiğinden bu efsanevi bölgelerin hepsinden geçecektik. Bu sinir bozucu adlar göz önüne alındığında, meteorolojik raporun öngördüğü hava kaçırılacak gibi değildi.
Bu kükreyen, çığlık atan, ortalığı birbirine katan coğrafyadaki ilk seyir gece başladı. Sinirlerim bu zamansız hareketten dolayı iyice gerilmiş halde, saçlarım dimdik, GPS'te her geçen mili saymaya başladım. Rüzgâr sanki bana nispet yaparcasına akşamın ilerleyen saatlerinde arttıkça arttı ve gece yarısına doğru fırtına kuvvetinde esmeye başladı. Ana yelkene iki camadan basmış, önde yeni yaptırdığım fırtına yelkeniyle dalgaları yandan alarak ilerliyorduk. Neyse ki bu azgın rüzgâr fazla uzun sürmedi. Sabahın ilk ışıklarıyla hızını alarak meteorolojinin öngördüğü biçimde esmeye başladı.
Seyrin sonraki günlerinde rüzgâr kayda değer bir sıçrama yapmadan kuzeyden, yani arkadan esti durdu. Sonunda 14 Aralık sabahı Valdes Yarımadası'nın güneyindeki Nuevo Koyu'nun dev girişi önümüzde açıldı. Hava raporunun son haline göre o gün öğleden sonra rüzgârın güneye dönmesi ve fırtına halinde esmesi gerekiyordu. Nitekim, koya girdikten kısa süre sonra rüzgâr önce tamamen durdu, ardından da usul usul güneyden esmeye başladı.
Arkamızdan beş tekne daha gelip demir attı. Fransız bayraklı Wapiti ve Astarte, Danimarka bayraklı Dana, Alman bayraklı Breakpoint ve İsviçre bayraklı Olimir. Bu teknelerin hepsini Mar del Plata'da görmüş, arada bir selamlaşma dışında hiçbir alışverişim olmamıştı. Bizim ardımızdan hemen hemen aynı zamanlarda yola çıkmışlar ve hava raporunu izlediklerinden aynı noktaya demir atmışlardı. Tesadüf eseri bir araya geldiğimiz bu teknelerle önümüzdeki haftalarda kader birliğinde bulunacak ve bu tehlikeli, ıssız sularda bir arada seyir yapacaktık.
Telsizi kullanma şekilleri ve ciddiyetleri ülkeler için söylenen genel çizgilere inanılmaz biçimde uyuyordu. Alman teknesi Breakpoint en ciddi ve nizami olarak kuralları uygulayandı. Ciddiyet ve disiplin her kelimede kendisini belli ediyordu. Telsizden yemek tarifi alırken bile sanki uçağını iniş pistine yaklaştıran bir pilot gibi konuşuyorlardı. Fransız tekneleri ise aynen karşılıklı konuşuyorlarmış gibi hiçbir kural tanımadan kullanıyorlardı telsizi. İsviçreli, Danimarkalı ve Türk tekneleri ikisinin arasında bir yerlerdeydi. Kuralları biliyorlar, fakat zaman zaman kullanıyorlardı.
Fransızlarınkiler dışında her teknenin bir şekilde hava durumu raporlarına ulaşma olanağı vardı. Bu sayede üç farklı kaynaktan sürekli hava raporlarını izlemeye, bilgileri değiş tokuş etmeye başladık. Sonunda hep birlikte karar verip havanın uygunluğuna hükmettik ve bir gün sonra Nuevo Koyu'nu terk ettik.
Amaç, Arjantin kıyılarının en korunaklı limanı Caleta Horno'ya ulaşmaktı. Fakat bölgenin istikrarsız havası kendini göstermekte gecikmedi. Altı üstü 40 deniz mili mesafedeki Bahia Janssen açıklarında rüzgâr aniden güneyden sert esmeye başladı. Güvenli bir koyun çok yakınlarında olduğumuz için hiç tereddüt etmeden dümeni kırarak fırtınayı burada geçirmeye karar verdim.
Bölge koruma sahası içinde olduğundan karaya çıkmak kesinlikle yasaktı. Bu yüzden dalış elbiselerimi giyerek bu şirin hayvanlarla yüzmeye kalkıştım. Fakat haddime mi düşmüş! Su sıcaklığının 11 santigrat derecelerde seyrettiği bu denizler sıcak Akdeniz sularına göre yapılmış dalış elbiseme biraz soğuk geldi. Suda beş dakika kalabildikten sonra mecburen tekneye döndüm.
Rüzgâr birkaç saat içinde tekrar değişerek bu sefer kuzeyden esmeye başladı. Koy kuzeye tamamen açık olduğu için daha dinlenmeye vakit kalmadan tekrar demir almak zorunda kaldım. Yorgunluktan bitap olmamıza rağmen yapacak bir şey yoktu, bir şekilde daha güvenli bir demir yerine ulaşmak zorundaydık.
Gece zifiri karanlıkta rüzgârı arkamıza almış ilerlerken tekne bir anda duruverdi. Bir şok hissetmemiştim. Karaya oturmuş olamazdık. Fenerle suya bakınca bir yosun adasına girdiğimizi dehşet içinde fark ettim. Soğuk suların tehlikelerinden biri de kelp adını alan bu yosunlar. Boyları 50 metreye kadar ulaşabilen bu yosunlar adacıklar yapıp küçük tekneler için ciddi problem yaratıyorlar. Tekneyi sarıp sarmalamış yosunlardan paçayı sıyırabilmek için yarım saat uğraştım. Sonunda riski göze alıp motoru çalıştırdım ve tornistanla kurtulabildim.
Yol boyunca kayda değer başka olay olmadı. 17 Aralık günü saat 16:00'da Arjantin kıyılarının en korunaklı koyu Caleta Horno'ya ulaştık. İnanılır gibi değildi, koyda üç tekne bağlı duruyordu. Normalde çok az yelkenlinin geldiği bu bölge için ciddi bir rakam. Sanırım herkesin güneye indiği sezonun başında bulunmamızdan kaynaklanıyordu bu kalabalık.
Bizimle birlikte Fransız tekne Wapiti de koya giriş yaptı. Yoldaşımız diğer tekneler önceki iki koyda durmayı ve bizim koya daha sonra gelmeyi tercih ettiler.
Dünyanın bu ücra köşelerine gelen tekneler genellikle oldukça büyük. Bu sayede hem kötü havayla daha güvenli mücadele edebiliyor, hem de yeterli yiyecek, içecek stoku yapabiliyorlar. Yolda karşılaştığımız diğer teknelerin en küçüğü bile Mardek'ten iki kat daha büyüktü.
Bundan cesaret aldım ve bizden sonra koya gelmiş Danimarkalı Dana'dan 20 litre su rica ettim. Hiç problem olmadığını, teknelerindeki tatlı su üreten cihaz sayesinde istediğimiz kadar verebileceklerini söylediler. Yiyecek istemeye yüzüm varmamıştı. Uygun bir anda Puerto Deseado'ya gitmeyi planlıyordum.
Fakat bu sefer bir sürpriz bekliyordu bizi. Fransız Astarte ve İsviçreli Olimir, Noel'in hemen öncesinde koya giriverdiler. Amaçları o günü birlikte geçirmekti. Bulundukları koyda yalnız kalmak istememişlerdi. Orada rastladıkları insanların yardımıyla da bir köye gidip erzak tedarik etmişlerdi. Caleta Horno'daki tekne sayısını bildiklerinden her tekne için hatırı sayılır miktarda taze sebze ve meyve alışverişi yapmışlardı. Koya gelip teknelerinden Noel Baba gibi erzakı çıkarmaya başladıklarında üzerimden oldukça büyük bir yük kalktı. Artık sadece erzak tedariki için girişi oldukça problemli liman Puerto Deseado'ya gitmek zorunda değildik.
Bu hoş sürprizin ardından hava da birden düzelmeye başladı. Aldığımız raporlar, bizi buraya kadar getiren sisteme benzer bir açıklığı müjdeliyordu. Tahminlere göre dört beş gün boyunca bir fırtına beklenmiyordu. Bu bölge için tam bir nimetti. Hiç vakit kaybetmeye gelmezdi. Hemen yola çıkmak gerekiyordu.
Hep birlikte 26 Aralık sabahı demir alıp koyu her zamanki ıssızlığına terk ederek okyanusun dev dalgaları arasında yol almaya başladık. Saatler saatleri, günler günleri kovalamaya başladı. Hava, tahminler doğrultusunda gayet iyi gidiyordu. Rüzgâr kuzeyden 20-25 deniz mili hızla esiyordu.
Fakat bu mutedil rüzgâr bile büyük dalga kaldırıyordu. Tropik kuşakta ancak iki metre dalga oluşturacak rüzgâr burada dört beş metrelik muazzam su duvarları meydana getiriyor, minik Mardek de bu duvarlar boyunca inanılmaz sörf yapıyordu.
Telsiz irtibatını tüm yol boyunca hiç aksatmadan sürdürdük. Önemli bir şey olmasa da, arada bir herkes birbirinin hatırını soruyor, yemek tarifleri tekneden tekneye aktarılıyordu. Isınmak bu seyrin en büyük zorluğuydu. Hava 50. Paralel'i geçmemizle birlikte çok soğudu. Tekne fazla yalpa yaptığı için gazyağı sobasını yakamıyor, yaklaşık 10 santigrat derecelerde seyretmeye başlayan nemli havada kat kat giyinerek yaşamaya çalışıyorduk.
Fakat bu güç ortamı yaşanır kılan çok önemli bir unsur vardı: Gündüz saatleri. Hava artık 23:00 civarında kararmaya, 4:00 gibi tekrar aydınlanmaya başlamıştı. Yani 18-19 saat boyunca aydınlıktaydık. Vücudumuz uyku aşamasına çok kısa süreliğine geçiyor ve bu sayede de fazla üşümeden yola devam edebiliyorduk.
Haraket noktamız Caleta Horno'ya 590 deniz mili uzaklıkta bulunan Estados Adası'na yoğun sisli 30 Aralık 2005 günü akşam 22:00'de ulaşmayı başardık. Adaya ulaşmıştık ulaşmasına ama kararmaya başlayan havayla birlikte yedi metre civarında eni olan çok tehlikeli bir boğazdan geçerek demir yerine varmamız gerekiyordu. Haritaya defalarca bakarak, radar, GPS, derinlikölçer, bilgisayar, ne varsa çalıştırıp ağır ağır boğaza doğru ilerlemeye başladım. Yoğun sis ve kararmaya başlamış hava yüzünden kara hayal meyal seçiliyordu.
Geçmemiz gereken boğazı ancak birkaç yüz metre yakınına gelince seçebildim. Nefesimi tutarak sadece üç metre derinlikteki boğazdan geçer geçmez teknenin sancağında bir karaltı dikkatimi çekti. Bir tekneye benziyordu. Biraz dikkat edince bunun Fransız tekne Astarte olduğunu fark ettim. Teknenin kıçı tamamen sudan çıkmış, burnu suyun içinde hareketsiz duruyordu. Ne olduğunu sormak için telsize gitmem olanaksızdı. Önce tekneyi güvene almam gerekiyordu.
Beklediğimiz fırtınaya karşı tekneyi oldukça sağlam biçimde ufak bir adayla kara arasına bağladıktan sonra bota atlayıp Astarte'nin yanına gittik. Jean François bizi neşeyle karşıladı yan yatmış teknesinde. 'Nerede kaldınız yahu, bunu görmenizi çok istiyordum. Bu hale gelmiş bir tekneyi her yerde bulamazsınız…' Başından oldukça olay geçmiş tecrübeli denizci Jean François herkesin umutsuzluğa kapılabileceği bir durumu son derece soğukkanlı bir şekilde karşılamış gibiydi. 'Haritaya yeterince bakmamışım işte…' dedi. 'Ama olur böyle şeyler. Altı üstü bir kaya bloğunun üzerinde tekne. Fakat tekne çelik, korkum yok. Gelgitle sular yükselince tekrar yüzmeye başlar nasıl olsa.'
Gerçekten de ertesi sabah uyandığımızda Astarte'yi yanı başımıza bağlanmış bulduk. Sabah 5:00 gibi tekne suların yükselmesiyle yüzmeye başlamış.
Sonradan İsviçreli Olimir ve Fransız Wapiti'nin de gelmesiyle toplam dört tekne bu muazzam koyda yeni yıla birlikte girdik.
Ne yılbaşı ama! Tekneyi dünya turuna hazırlamaya başladığım andan itibaren, yani yaklaşık üç yıldır yılbaşında olmak istediğim yerdeydim. Küçüklüğümde hayran olduğum, Jules Verne'in hemen her kitabını bir solukta okurdum. Onun Dünyanın Ucundaki Fener romanının geçtiği 'dünyanın ucundaki' adanın Estados Adası olduğunu anladığımdan beri buraya gelmek ve özel bir an geçirmek istiyordum. Yılbaşı böyle bir an için biçilmiş kaftandı doğrusu.
Fakat bu düşümü bir ara korkuyla değiştirdiğim rotam nedeniyle az kalsın ertelemek zorunda kalacaktım. Bu rotanın riskleri, ilk defa okyanusa çıkmam yüzünden gözümde fazla büyümüş, beni Panama rotasına girmeye zorlamıştı. Fakat bu istek o kadar güçlü, tropik sular o kadar monotondu ki, sonunda Trinidad'da rotayı tekrar güneye çevirmiş, bu zamansız rota değişimi yüzünden çok zor seyirler yapmıştım. Yine de tam da olmak istediğim yere öyle ya da böyle ulaşmayı başarmıştım sonunda.
Jean François'nın buz gibi sulara dalarak çıkardığı iri yengeçlerin kaynatıldığı çok güzel, çok sıcak bir yılbaşı geçirdik bir arada. Bu sularda seyir yapmayı göze almış denizciler birbirinden tatlı, hoşsohbet insanlardı. Dünya yıkılsa umurlarında değildi. Aldıkları risklerin bilincinde, hayattan zevk almaya odaklanmış, dostlukları çok keyifli insanlardı. Sanırım onlarla irtibatı uzun yıllar kaybetmeden sürdüreceğiz.
Hiç insanın yaşamadığı, tüm kayaların üzeri sünger gibi kalın ve yumuşak yosun tabakasıyla kaplı, rüzgârın, soğuğun, buzun ve karın hüküm sürdüğü bu yalnız adayı yeni yılın üçüncü sabahı terk ettik. Koca kıtayı güneyden dönmemizle aramızda kalan son engel Maire Boğazı'nı geçmemiz gerekiyordu. Estados Adası ve anakara arasındaki 10 deniz mili genişliğinde ve 30 deniz mili uzunluğundaki bu boğaz yolun belki de en riskli bölgesiydi.
Boğazda dört deniz mili hızla akan gelgit akıntısı karşı yönden esen sert bir rüzgârla karşılaşırsa 10 metreye ulaşan ve her biri kırılan dalgalar oluşturabiliyordu. Değil Mardek boyutlarında, çok daha büyük tekneler için bile ciddi tehlike yaratabilecek bu boğazdan akıntı ve rüzgârı çok iyi hesaplayarak, kusursuz bir zamanlamayla geçmek gerekiyordu.
Yaptığımız hesaplarla boğazı hiç güçlük çekmeden, akıntının da yardımıyla dört saat gibi kısa bir sürede geçerek kıtanın güney ucunu saat 14:00'te dönmeyi başardık. Maire Boğazı'nı badiresiz atlattık diye sevinirken burnu dönmemizle birlikte bir anda müthiş bir fırtına başladı.
Rüzgâr kuzeyden, yani karadan esmesine rağmen korkunç deniz kaldırdı. Ortalama 50, sağanaklarda 60 deniz mili hızla esen rüzgârla baş edebilmek için ana yelkene üçüncü camadanı vurdum, cenovayı mendil boyutuna indirdim. Bu sırada dalgalar defalarca üzerimde kırıldı. Deniz suyunun sekiz, havanın da 10 santigrat derecede olduğu bu bölgede iç açıcı bir durum değildi doğrusu.
Korkunç rüzgâr yüzünden daha fazla ilerleyemeyeceğimize kanaat getirince hemen bir sığınak aramaya başladım. Sonunda yol üzerinde, iyi bir korunak sağlayan Bahia Aguirre'e kapağı attık. Koya girer girmez denizler kırıldı, rüzgâr azaldı.
Havanın düzelmesini iki gün bekledik bu koyda. Sonunda 5 Ocak 2006 günü yola çıkarak Beagle Kanalı'na giriş yaptık. Artık Patagonya'nın azgın denizlerden koruma sağlayan labirent gibi kanallarına girmeyi başarmıştık. Bu kanalın üzerinde yer alan, 'dünyanın en güneyindeki kent' unvanını taşıyan Arjantin'in bir zamanların ıssız, terk edilmiş, soğuk, fakat bugünün turistik, zengin, kalabalık ve gürültülü kenti Ushuaia'ya ayın 8'inde giriş yaptık. Burada tekneyi en az iki ay insan yüzü görmeden yapacağımız uzun Patagonya kanalları seyrine hazırlayacaktık.
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: HAKAN ÖGE ~ ATLAS