Ey insan, en mütena yerin neresi?

ASİL_1

New member

Dücane Cündioğlu

Sonradan görmelerin hâli, kısa zamanda ve süratle yediği yemekleri hazmedemeyen şişkin kimselerin hâline benzer. Önlerindeki yiyecekleri kısa zamanda ve süratle midelerine tıkıştırdıkları için, böyleleri uzaktan şişmanları andırsalar da gerçekte şişman değillerdir; sadece şişkindirler. Az veya çok, bir süre sonra şişleri veya şişkinlikleri yok olur; üstelik gürültülü bir biçimde yok olur.

Kimse bir anda veya kısa bir zaman içerisinde şişmanlayamaz; şişmanlamak süre ister; tabiatıyla şişmanların zayıflamaları da bir anda olmaz. O da süre ister.

Peki ya şişkinlik?

Şişkinlik, şişmanlığın tam da aksine, bir hazımsızlık sonucunda ortaya çıkar. Çünkü şişkinlik bir sindirim sorunudur. Kişi gereğinden fazla yiyeceği çok çabuk ve çok kısa zamanda yiyip mideye indirirse, doğal olarak, yedikleri gaz yapar, onları kolayca sindiremez. Şişer de şişer.

Şişkinlerin yakınları, böylesi şişkinliklerin kısa bir süre içinde oluştuğunu ve kısa bir süre içinde de yok olacaklarını görürler, duyarlar, hatta kokusunu bile alırlar.

Şişmanlar sevimlidir; çünkü uzun bir sürede, belki yıllar içerisinde hazmedilmiş bir hacimdir onlarınki. Yağ kütleleri çoktur, gaz kütlelerine nisbetle.

Şişkinlerden ise uzak durmak en iyisidir. Çünkü şişkinlikten başları öyle dönmüştür ki kısa zamanda sahip olduklarını eşe dosta göstermeyi isteyeceklerdir. Sofralarından nimetlenenlerin bu kadarcık bir gösteriye katlanmaları sadece kendi menfaatleri icabı değildir, aynı zamanda yeteneklerinin bir gereğidir de.

Şişmanlar önceden görme, şişkinler ise sonradan görmedir.

Bir de “şişme adamlar” var ki zannedildiğinin aksine onlar şişmanları değil, şişkinleri taklid ederler. Kısacası şişmeler şişkinlere, şişkinler ise şişmanlara özenirler.

***

Hiç düşündünüz mü, “sonradan görme” terkibi acaba niçin “sonradan görmek” (olayı) mânâsında değil de “sonradan gören” (kişi) mânâsında kullanılıyor?

Bir kere şu hususa açıklık getirmeli: 'görmek' masdar, 'görme' ise ism-i masdardır.

Görme'yi görmek'ten ayıran taraf, hiç kuşkusuz ki eylem ve zaman-dışı olmasıdır. İsimler eyleme/harekete delâlet etmedikleri gibi, herhangi bir zamana da delâlet etmezler. Bu yönleriyle de süreklilik bildirirler.

Bu bakımdan “sonradan görme” alelâde bir vasıf ve sıfat değildir; bir sıfat-ı kâşifedir, yani “karakteristik özellik”tir. Süreklilik bildirmesinin bir sebebi de budur.

Görme'nin 'sonradan'lığı, gerçekte eylemciyi, yani göreni veya gören kişiyi değil, eylemi (görme'yi) nitelediği hâlde, bu terkib Türkçe'de şahıslara atfen kullanılır, meselâ “filan kişi sonradan görmedir” denir. Ne garip değil mi, bizzat olgunun 'ad'landırılması için ister istemez şöyle denilecektir: “sonradan görmelik.”

***

Sonradan görme, sahip olmayı arzuladığı şeye binbir uğraştan sonra sahip olan veya ulaşmayı istediği bir makama/ünvana çalışıp çabalayıp yıllar sonra ulaşan kişi değildir.

Sonradan görmelik, görülen/sahip olunan/ulaşılan/nâil olunan şeye — her ne ise o!— bir çırpıda, üstelik alın teri dökülmeden, çalışıp çabalanmadan, hak edilmeden sahip veya nâil olunmasıdır.

Türkçe'de sonradan görmelik için kullanılan bir tabir de görgüsüzlüktür (görmemişlik dahî denir).

Hem sonradan görme, hem görgüsüz veya görmemiş, nasıl oluyor bu?

Şöyle: Görgüsüz veya görmemiş, hiç görmeyen değil, bilâkis görmesi/görüşü/nâil oluşu üzerinden uzun bir zaman geçmemiş, gördüğünü hazmedememiş kimse demektir. Görgüsüz, gördüğünü uzun bir süredir görmediği için o şeyle münasebetini tayin edemez, o şeyi veya ünvanı nasıl taşıyacağını bilemez. Görmemiş değildir, az görmüştür; öyle ki âdeta hiç görmemiş gibidir. (Görmemişin oğlu olmuş...)

Sonradan görmeler şımarık ve gösterişçi olurlar; zira sahip oldukları şey ya da makam veya ünvan —her ne ise o— uzun süreden beri ellerinde bulunmadığından, belki uzun bir süre de ellerinde kalmayacağından, nâil oldukları şeyin mülkiyetini abartılı/gürültülü bir biçimde başkalarına duyurmaktan kendilerini alamazlar. Teşhirden, gösterişten hoşlanmaları bir zaaf değil, başlıbaşına bir illettir.

Sonradan görmelik, insanın “en mütena yanı” (Shakespeare'in deyişiyle: “the immortal part of myself”) değil, aksine en süflî, en bayağı yanıdır (what remains is bestial). Çünkü görülen, nâil olunan şeyler en nihayet zerzevat kabilinden olup bunların manevî boyutu yoktur, tümden maddîdir. Dolayısıyla kalıcı değil geçicidir; bâki değil fânidir.

O hâlde ey tâlib, sen önce midene değil gönlüne, bedenine değil ruhuna îtina eyle!
 

HTML

Üst