1001Design
330i ///M3 Design
Vaktiyle İspanya'dan göç eden dedelerinin müziğini İstanbul şarkılarıyla harmanlayan Sefarad, 'Evvel Zaman'da unutulmuş şarkılara yer vermiş. Dario Moreno bile var bu albümde...
İSTANBUL - 'Sefarad' diye bir müzik ekibi varmış. Haberim yoktu açıkçası,
o kadar çoklar ki bu ekipler çünkü. Lakin, tesadüfen 'Evvel Zaman' adlı yeni albümlerini dinleyince pek eğlendim. Gerçekten de, bu kadar genç olunur da, bu kadar eski şarkılar mı söylenir? Unuttuğumuz şarkılar, Dario Moreno, kantolar, bir de vokallerde Aslı Demirer, Sedef Pala filan; çok eğlenceli çok...
'Derhal gidip bu adamları buluver' dedim gari. Araştırmak lazım bu konuyu. Kendileriyle Kadıköy'ün evvel zaman içinden bu yana kalabilmiş en hoş mekânlarından biri olan 'Pilmen Restoran'da konuştuk. Mekân nostaljik, arkadaşlar da aynı kafada. Sordum, "Nesiniz, kimsiniz?"
Cem Stamati anlatıyor: "İstanbul, 2010 yılı Avrupa kültür başkenti seçildi. Biz de bu albümü hazırlarken buna dikkat çekmek istedik. Kültür Bakanlığı'ndan ya da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden destek almadık. Bu albümle amacımız, onlara kültür başkenti olgusunda yardımcı olabilmek. İstanbul'u tanıtırken bu albümü en iyi şekilde kullanmalarını sağlamak. Yarın öbür gün ülkemize gelen turistlere bir hatıra olabilmek. İstanbul nasıl yaşar? Sadece rakı, balık, kebaptan ibaret değil İstanbul. Ertuğrul Özkök, 'Dario Moreno şarkılarının tadını alıyorum' diye yazdı. Güzel bir benzetme, çok gururlandık."
Canlı canlı çalıp söylemişler
Arada Sami Levi söze katılıyor, diyor ki: "Bütün şarkılar canlı çalındı, bütün enstrümanlar bizim için stüdyoya girip yeteneklerini sergiledi. Bu çok önemli, çünkü artık günümüzde enstrümanlar canlı çalmıyor, bilgisayardan çalınıyor. Biz Erol Köse'yle görüşmeye gittiğimizde 'Canlı yapmak istiyoruz' dedik, o da kabul etti."
Sözü Cem alıyor yine, "Nedir Sefarad?" diye soruyorum çünkü: "Sefarad, İspanya demek. 1492'de İspanya'da Kraliçe Elizabeth'le Kral Ferdinand 'Ya Hıristiyanlık, ya ölüm' diyor. Kimi Hıristiyan oluyor, kimi kaçıyor ve Akdeniz kıyılarına yayılıyor. II. Bayezid, 'Buraya gelin' diyor. Bir kısmı Osmanlı topraklarına yerleşiyor. İspanya kökenli anlamına geliyor yani."
"Pekâlâ" diyorum, "Sizin kendinize özgü bir müziğiniz var mıdır, bu albümde hep eski, bildiğimiz şarkılar var çünkü o yüzden soruyorum?" Ceki Benşuşe diyor ki; "Bu albümde de kendi kimliğimizi koruduğumuz iki tane Sefarad şarkımız var. Bizim yaptığımız müzik iki şarkı dışında Sefarad müziği değil. Niye bunu yaptınız diye sorarsanız da, biz İstanbul'u gerçekten çok seven insanlarız. İnsanlar geldiği topraklardan esinlenmiş. Sefaradlar Balat'a filan gelmişler, zamanla 'Ladino' dilinde sevilen şarkılar Türkçeleştirilmeye başlanmış. Seferadların gelmesiyle birlikte buradaki müziğin içine eski İspanyolca kelimeler de girmiş, sonra o İspanyolcanın içine Türkçe sözler de katılıp yepyeni bir dil ortaya çıkmış. Ladino dediğimiz İspanyolca şu anda İspanya'da kullanılmıyor. Ama Ladino buradaki Sefarad müziğini etkilemiş. Bu, Osmanlı padişahı II. Bayezid'in bir başarısıdır, Sefaradları Osmanlı'ya kabul etmek. Çünkü ondan sonra ticaret ve sanat hayatında çok büyük farklılıklar olmuş. Matbaayı getirmişler mesela, yanlış hatırlamıyorsam."
Fark müzikte değil, dilde
"Sefarad müziğinin belli bir özelliği var mıdır?" diye soruyorum. Cem anlatıyor: "Genel özelliği yapılan müzikte değil, dilindedir. Çünkü bu bir göçmen müziği... Sefaradlar yalnız İstanbul'a değil, Mısır'a, Yunanistan'a da yerleşmişler. Yerel âdetleri de kullanmışlar ama genel farklılığı dili. Ladino 500 yıl evvel konuşulan İspanyolca. Bu albümde de 'Elveda' ve 'Galata Lordu', Türkçe sözlerle yazılmış Ladino şarkıları. Bunda bir ironi de var, çünkü bir insan 'Galata Lordu' olamaz. Bir insan kendini Galata'da lord gibi hissediyorsa o zaman kafası kesin güzeldir! Bir insanın bu kadar içmesine sebep de bir kadından başkası da olamaz. Adam yıllardır uğraşmış becerememiş. Buradan çıkan sonuç da: Boşuna uğraşma! Ne yapsak yaranamayız yani..."
Yaptığım derin araştırmalarda gördüm ki, İstanbul'a intikal eden Sefaradların bir kısmı zamanla başka taraflara göçmüşler. Sordum haliyle. Ceki dedi ki; "İstanbul'da 20 bine yakın Yahudi var. Türkiye'ye gelen Yahudilerin bir kısmı savaş yüzünden kaçmış, Amerika'ya kaçanlar var. Mesela bizim Meksika'da da akrabamız var."
Söze tekrar Sami giriyor, heyecanla anlatıyor: "Brezilya'da şöyle bir durum oluyor. Bir TIR gidiyor Türkiye'den oraya, sürücü bir dükkâna girip alışveriş yapıyor. Dükkân sahibi de Türk, ama yıllar önce Türkiye'den ailece Brezilya'ya yaşamaya gitmişler o zamanlar. Alışveriş sırasında TIR sahibinin soyadını görüyor ve diyor ki 'Bu soyadı benim kuzenimin, ona nasıl ulaşabilirim?' Sonra o bizim birinci dereceden kuzenimiz çıkıyor. Biz böyle bir şey yaşadık. Konuşulacak bir şey değil ama biz bu topraklarda yaşıyoruz ve Türküz. Onlar neden gittiler, neden geldiler; bizim anlayabileceğimiz bir şey değil bu."
Milliyetçilik meselesi
"Ülkede bir milliyetçilik durumu yaşanıyor, bu size de yansıyor mu acep?" diye soruyorum. Ona da yanıt Sami'den geliyor: "Çok yaşamadık öyle şeyler Allaha şükürler olsun. Biz sokağa çıkma yasağında, sıkıyönetimde doğduk hakikaten. Görmedik, yaşamadık, o yüzden hiçbir şey diyemeyeceğim. Dedem Marko Levi mesela dört sene askerlik yapmış Türkiye'de... Biz de askerlik yapıyoruz yani. Çok 'Levi' vardır askerlik yapan. Milliyetçilik başka bir şeyse eğer, ona girmeyiz. Ama milliyetçilik, burada yaşayan adamın memleketini sevmesiyse, biz de çok seviyoruz bu memleketi. Burada zaten şöyle bir durum var, o kadar toplumla iç içe yaşamışız ki, bizden öncekiler de, dedelerimiz, onların dedeleri, onların da dedeleri, biz hakikaten öyle aşırı derecede birleşmişiz ki bu hayat birlikte akıyor. Bu sistemi Türkiye'de, İstanbul'da kimse bozamaz. Bozmak isteyecekler ama başaramayacaklar."
radikal.com.tr