Erdoğan’ın şifreleri

64general1

New member
Katılım
14 Haz 2007
Mesajlar
1,720
Reaction score
0
Puanları
0
Tufan TÜRENÇ
[email protected]

Erdoğan’ın şifreleri

BAŞBAKAN Erdoğan hemen her konuşmasını kürsünün önüne yerleştirilen iki cam ekrandan okuyarak yapar.

Dinleyenler bir şeyler sezer ama Başbakan’ın okuduğunu anlayamazlar.

Televizyondan izleyenler ise irticalen konuştuğunu zannederler.

"Helal olsun Başbakan’a, su gibi konuşuyor" diye düşünürler.

Bu olay "promter" denilen alet sayesinde olur.

Başbakan’ın yapacağı konuşma metni kürsünün hemen önüne sağa ve sola yerleştirilen iki cam ekrandan akar.

Başbakan da sağa sola bakarak o konuşmayı okur.

Erdoğan bazen çamlar deviriyor ya, işte onları önünde promter olmadığı zamanlarda yapıyor.

Uşak’taki konuşmalarında Başbakan iki büyük gaf yaptı.

Atatürk Kültür Merkezi’ndeki konuşmasında kadınların en az üç çocuk yapması için fetva verdi.

Önce nüfus kontrolünü savunanları bu ülkeye tuzak kurmakla suçladı.

Sonra da kadınlara "Türkiye genç nüfusunu korumak zorundadır. Onun için sakın bu tuzağa düşmeyin" diye seslendi.

* * *

Başbakan’ın ileri sürdüğü gerekçelerin mantıklı bir açıklaması yok.

Çünkü Türkiye nüfusunu azaltacak bir nüfus planlaması uygulamıyor ki.

Ama Başbakan’ın derdi bu değil.

Onun kafasının arkasında kadınları eve kapatmak var.

Onları sosyal yaşamdan çekip evinin kadını yapmak var.

84 yıl önce Atatürk’ün kafasında Türk kadınını örtülerden, çarşaflardan, peçeden kurtarıp modern giyime kavuşturmak, onu sosyal yaşamın her alanında sokmak ve erkekle aynı haklara sahip hale getirmek vardı.

Toplum nüfusunun yarısını oluşturan kadınların okumaları ve üretime katılmaları onun kafasındaki en büyük devrimdi.

Bunu da bütün zorlukları aşarak gerçekleştirdi.

Çünkü Atatürk’ün kafasında modern ve uygar bir Türkiye’yi yaratmak vardı.

Oysa Tayyip Bey’in kafasında kadınsız bir Türkiye var.

Onun kafasında modern ve uygar Türkiye yerine, üzerine İslam şalının geçirildiği din ağırlıklı bir rejim var.

* * *

Uşak’ta Tayyip Bey’in kafasındaki şifreleri açığa çıkaran bir çam devirme olayı daha yaşandı.

Halka hitap ederken (promter yok) bir vatandaş "Af yok mu" diye bağırdı.

Başbakan kızdı.

Kafasındaki şifreler bir anda çözüldü ve beyninin arkasındakiler dökülmeye başladı:

"Af yok. Suç işleyen cezasını çeker. Devlet katili affetme yetkisine sahip değil. Affetme yetkisi maktulün várisine aittir."

Hayda...

Başbakan laik demokratik cumhuriyetin hukukunu, yani medeni hukuku bir anda silkip atıverdi.

Olayı İslam hukukuna göre değerlendirilmesi gerektiğini savundu.

Yani İslami rejime duyduğu özlemi dışa vurdu.

Diyelim ki maktulün várisi affetti.

Devlet o zaman yasaları bir kenara itip katili affedebilecek mi?

Böyle bir zihniyete sahip olan insan laik, demokratik Türkiye’yi yönetebilir mi?

Ülkemizi dilinden düşürmediği "muasır medeniyetler seviyesine" yükseltebilir mi?

Avrupa Birliği’ne sokabilir mi?

Bütün bu söylemleri Erdoğan’ın laikliği olduğu kadar medeni hukuk düzenini de hálá içine sindiremediğini ortaya koyuyor.
 
Çocuk dediğin ’bereketiyle’ gelir!

Mehmet Y. YILMAZ
[email protected]

Çocuk dediğin ’bereketiyle’ gelir!

BAŞBAKAN Recep Tayip Erdoğan, kadınları "tuzağa düşmemeleri" için uyardı.

Tuzaktan kurtulabilmek için en az üç çocuk doğurmak gerekiyor.

Çünkü dışarılarda bir yerlerde "Türk milletinin kökünü kazımak isteyenler" var ve bunlar doğum kontrolü yöntemlerini kullanarak, sinsice amaçlarına ulaşmayı planlıyorlar.

Bu fikirler, bundan 200 sene önce dile getirilmiş olsaydı ilgi çekebilirdi. Ama ne yazık ki artık 21. yüzyıldayız ve "milliyetçiliğin" bu versiyonu bu topraklar için bile çok eski.

Biliyorsunuz aynı kişi Türkiye’yi, Avrupa Birliği’ne taşıyacağını da söylüyor.

Nüfusu 70 milyon olan ülke bile AB’de korku yaratırken, 100 milyonluk ülkeyle AB’ye nasıl girilecek, o da ayrı konu.

Bir de bu kadar "boğazı" doyurmak gibi bir sorunumuz var tabii. Ama Başbakan onun da çaresini söylüyor: "Her çocuk kendi bereketiyle gelir!"

Açlık sınırında yaşayan insanlarımız bu söz üzerine çocuklarını sopayla kovalasalar yeridir, "Nerede ulan senin bereketin" diye.

Gerçi bu konuda Başbakan’ın çocuklarının hakkını da yememek gerek. Allah sağlıklı, uzun ömür versin ailelerine yük olmadılar.

Sünnette, nişanda takılanları babalarına borç verip, iş kurmasını bile sağladılar. Okurken çok çalışıp, burs kazandılar. Gemi işine girdiler, o kadar iyi pazarlık ettiler ki koca gemiyi, kayık fiyatına alabildiler.

Allah herkese böyle çocuklar nasip etsin!

Saray yakışır gerçekten

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül için Yıldız Sarayı’nın içinde bir çalışma ofisi hazırlanıyor.

Böylece Cumhurbaşkanımız İstanbul’a geldiğinde de işlerini yapmaya devam edebilecek, devlet işleri aksamadan sürdürülebilecek.

Hem de "hiyerarşik açıdan" bir gariplik de düzeltilmiş olacak.

Çünkü Başbakan’ın Dolmabahçe Sarayı’nda bir ofisi var ve istediğinde orada çalışabiliyor.

Koskoca Cumhurbaşkanı da bu durumda Yıldız’ı seçmekte haklı! Yıldız hem daha eski, hem de "Ulu Hakan" orada oturmuştu, İslamcılar açısından tarihi önemi daha büyük!

Cumhuriyetimizin en tepedeki iki yöneticisinin Osmanlı saraylarına bu kadar meraklı olması da ilginç bir durum tabii!

İstanbul’da görevli bir üst düzey bürokrat, Yıldız Sarayı’nın içinde sadece ofis değil, yatılı kalınabilecek bir bölüm de hazırlanmakta olduğunu söylüyor.

Cumhurbaşkanı ve eşinin otel köşelerinde sürünmesinin önüne geçmek için iyi bir yöntem.

Gerçi bu iş için Kalender’deki Huber Köşkü var ama gece vakti, sırf yatmak için oralara kadar kim gider?

Posta’daki haberde Yıldız Sarayı’ndaki bu inşaat ile Hayrünnisa Hanım’ın ilgilendiği anlatılıyor.

Hayrünnisa Hanım bu işi artık iyice ilerletti. Ankara’da iki köşk tadilatı yaptı, şimdi buna bir de Saray tadilatı tecrübesi de eklenirse üniversitelerde "tarihi mekánlarda iç mimari uygulamaları" dersi bile verebilecek duruma gelir.

Konu Gül Ailesi’nden açılmışken aklımdan hiç çıkmayan soruyu da tekrar sorayım.

Suudi Kralı’nın Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın eşlerine getirdiği değerli armağanlar ile ilgili olarak nasıl bir işlem yapıldı?

Bu bir dil sürçmesi değil

BAŞBAKAN Recep Tayip Erdoğan’ın, "affetme yetkisini" şer’i hukuka göre tanımlaması, hiç kuşkusuz basit bir dil sürçmesi değil.

Bir dil sürçmesi olmadığı gibi, sözlerinin nereye gideceğini bilemiyor olmasıyla da ilgili değil.

Çünkü sorun esasen Başbakan’ın kafasının içinde.

Yıllarca etkisi altında kaldığı, bir süre önemli mevkilerde de olduğu siyasi hareketin bir sonucu bu.

Ve aynı zamanda insanoğlunun "değiştim" demekle değişmeyeceğini, değişemeyeceğini de gösteriyor bize.

Başbakan ve birlikte AKP’yi kurduğu insanlar "Biz değiştik, milli görüş gömleğimizi çıkardık" dediklerinde hep şunu söyledim: Dört başı mamur bir özeleştiri ile desteklenmeyen "değiştim" iddialarını ciddiye almam mümkün değil.

Özeleştiri gerekli, çünkü bu aynı zamanda kişinin kendi kafasının içinde eski görüşleriyle hesaplaşmasının ve onları geride bırakabilmesinin tek yolu.

Ben hangi görüşü savunuyordum, onu neden şimdi yanlış buluyorum, şimdiki düşüncelerime yön veren fikirler nelerdir ve bu yeni fikirlerim ışığında eski görüşlerim neden hatalıydı?

Bunu yapmadan "değiştim" derseniz, Başbakan ve arkadaşları gibi olursunuz.

Başınız sıkışınca ulemayı yanınıza çağırır, hukuk söz konusu olduğunda şeriata döner, kadınlar günü denince de aklınıza sadece çocuk doğuran makineler gelir.

Başbakan ve arkadaşlarının değişmiş olabileceklerine safça inananların, şimdi bu gelişmelere bakıp neler hissettiklerini gerçekten çok merak ediyorum.
 
tayyipinn şifrelerini bırakın amerikadaki nonoşun kriptolarını inceleyin...ama ne hikmetse bu nonoşa dokunan savcı yazar ve araştırmacılar ın başına bir çok musibet gelmiş...
bu nonoşun dışarıdaki okulları teker teker kapatılırken ülkemizde dokunulmuyor bile
bu nonoşun okullarından yetişen militanlar meclisimize girip ülkemizi yönetiyor
vatan haini olarak infaz edilen saiti nursi müritleri ,nonoşları bu gün ülkemizi yönetir hale gelmişse
tayyipin şifresii olsa ne olur olmasa ne olur..
ortada bataklık varken sineklerle mücadele edilirmi hiç..
bataklığın kaynağı bellidir bu bataklık milli eğitimi bile esir almıştır
bu bataklığın pis kokusu tüm kurumlarımızı sarmıştır
 
Bekir COŞKUN
[email protected]

’En az üç çocuğa’ isim...


"DERTLİ kardeşiniz olarak konuşuyorum" diyen Başbakan’ı duydunuz; en az üç çocuk istiyor.

Elbette üst sınır yok, dört olur, beş olur, sekiz olur, on olur, hatta dertli kardeşinizin derdine çare bulmak size düştüyse on beş olur.

Taban sınır; üç...

Ben size ilk üçüne koyacağınız isimleri de buldum, bence adları şöyle olsun:

Recep, Tayyip, Erdoğan...

Recep; gıda dağıtım işine girerse, Tayyip; arada bir sünnet olursa, Erdoğan; bir "gemicik" edinirse, siz de kalkındınız, memleket de kalkındı sayılır.

İsimleri bulduğumuza göre, bu geceden tezi yok, size harekete geçmek düşüyor.

*

Allah analı babalı büyütsün bebeleri.

Recep; kentlerdeki aşırı nüfus artışından yakınıp "İstanbul’a gelenlere vize koyalım" demişti.

Tayyip; "Çok doğurun" diyor.

Erdoğan; "Hanginize inanayım" der mi, demez mi?..

Üç ayrı kişilik, üç ayrı kafa, üç ayrı düşünce, üç ayrı fikir, üç ayrı kimlik, üç ayrı ağız, üç ayrı sıfat...

*

Bu devirde bir Başbakan, "Çok doğurun" derse, o asla çağdaş bir devlet adamı değildir.

Donanımsız ve bilgisizdir.

Çok nüfusun değil, iyi yetişmiş nüfusun önemini, 5 milyonluk İsrail’in 200 milyonluk Arap álemini önüne katıp kovalamasından dahi anlayamamıştır.

Her 100 lise mezunundan 47’sinin, her yüz üniversite mezunundan 26’sının işsiz olduğunu... 250 bin çocuğun sokaklarda yaşadığını... Aşırı nüfus artışından dolayı Türkiye’nin AB’ye girme şansının azaldığını... Çok çocuktan dolayı bakımsız, eğitimsiz, sevgisiz çocuk ordularının, biraz büyüyünce Afrikalılar gibi gemi depolarında batıya kaçmaya başladıklarını, görememiştir...

*

Ne yazık ki çoğunluk "dertli kardeşinizi" dinleyip doğurabildiği kadar çok çocuk doğuracaktır.

Çünkü "dertli kardeşinizin" eğitilememiş, donanımsız, cahil, kandırılmaya elverişli kitlelere ihtiyacı vardır.

En az üç çocuk istiyor.

İsimleri; Recep, Tayyip, Erdoğan olsun...

Nasıl olsa sonra dokuz doğurursunuz...
 
Recep Tayyip in bu son açıklaması aslında herşeyi açıklıyor...Konuşmayı okuyunca aklıma hemen çok eşlilik takıldı...Acaba 3 kadınla evlenip her birine 3 çocuk doğurtarak ülkenin nüfus planlamasına ve genç nüfusuna dahamı çok katkıda bulunuruz...Öyle ya tek bir kadına 9 çocuk ağır olur paylaştırmak gerek...Şimdi bu 9 çocuktan en iyi ihtimal 5 i erkek olsa 4 ü kız olacak, bu olmadı işte 4 tane zayi var neyse onları 13-14 yaşında evlendirerek ülkenin genç nüfusuna yardımcı olmalarını sağlamak gerekir...Tayyip bu son atağıyla Çin le nasıl rekabet edilebileceğinin yolunu bulduğunu gösteriyo , gerçekten dahice...Önemli olan iş gücünü arttırmak ,yaşam koşulları önemli değil, bilinçli nesillerde gerekmiyo...Hele hele düşünen bir gençlik hiç istenmiyo...Türbandı , ulemaydı din böyle istiyoydu falandı fistandı diyerek bu genç neslin düşünmemesi sağlanmalı yoksa bi işe yaramazlar , başımaza iş açar bunlar...Tayyip hukuk sistemimize de el atmış durumda , ya böyle hukuk mu olurmuş , devlet hiç katili affedermiymiş ( sanki apo yu affetmeye çalışan başkasıymış gibi ) katili ancak maktül ün ailesi affedermiş...İşte gerçek tayyip kafasındaki ni söylemiş şeriat kanunları nı istiyo...Gerçi bunu ilk kez dile getirmiyo her açıklaması böyle bu adamın...Ama ezber e konuşamadığı ortamlarda daha bi meydana vuruyo bunu...Ne diyim dahi bir başbakanımız var her soruna bi çözümü var adamın hangi ülke tayyip gibi bir başbakan istemez ki ?
 
Tufan TÜRENÇ
[email protected]

Erdoğan’ın şifreleri

BAŞBAKAN Erdoğan hemen her konuşmasını kürsünün önüne yerleştirilen iki cam ekrandan okuyarak yapar.

Dinleyenler bir şeyler sezer ama Başbakan’ın okuduğunu anlayamazlar.

Televizyondan izleyenler ise irticalen konuştuğunu zannederler.

"Helal olsun Başbakan’a, su gibi konuşuyor" diye düşünürler.

Bu olay "promter" denilen alet sayesinde olur.

Başbakan’ın yapacağı konuşma metni kürsünün hemen önüne sağa ve sola yerleştirilen iki cam ekrandan akar.

Başbakan da sağa sola bakarak o konuşmayı okur.

Erdoğan bazen çamlar deviriyor ya, işte onları önünde promter olmadığı zamanlarda yapıyor.

Uşak’taki konuşmalarında Başbakan iki büyük gaf yaptı.

Atatürk Kültür Merkezi’ndeki konuşmasında kadınların en az üç çocuk yapması için fetva verdi.

Önce nüfus kontrolünü savunanları bu ülkeye tuzak kurmakla suçladı.

Sonra da kadınlara "Türkiye genç nüfusunu korumak zorundadır. Onun için sakın bu tuzağa düşmeyin" diye seslendi.

* * *

Başbakan’ın ileri sürdüğü gerekçelerin mantıklı bir açıklaması yok.

Çünkü Türkiye nüfusunu azaltacak bir nüfus planlaması uygulamıyor ki.

Ama Başbakan’ın derdi bu değil.

Onun kafasının arkasında kadınları eve kapatmak var.

Onları sosyal yaşamdan çekip evinin kadını yapmak var.

84 yıl önce Atatürk’ün kafasında Türk kadınını örtülerden, çarşaflardan, peçeden kurtarıp modern giyime kavuşturmak, onu sosyal yaşamın her alanında sokmak ve erkekle aynı haklara sahip hale getirmek vardı.

Toplum nüfusunun yarısını oluşturan kadınların okumaları ve üretime katılmaları onun kafasındaki en büyük devrimdi.

Bunu da bütün zorlukları aşarak gerçekleştirdi.

Çünkü Atatürk’ün kafasında modern ve uygar bir Türkiye’yi yaratmak vardı.

Oysa Tayyip Bey’in kafasında kadınsız bir Türkiye var.

Onun kafasında modern ve uygar Türkiye yerine, üzerine İslam şalının geçirildiği din ağırlıklı bir rejim var.

* * *

Uşak’ta Tayyip Bey’in kafasındaki şifreleri açığa çıkaran bir çam devirme olayı daha yaşandı.

Halka hitap ederken (promter yok) bir vatandaş "Af yok mu" diye bağırdı.

Başbakan kızdı.

Kafasındaki şifreler bir anda çözüldü ve beyninin arkasındakiler dökülmeye başladı:

"Af yok. Suç işleyen cezasını çeker. Devlet katili affetme yetkisine sahip değil. Affetme yetkisi maktulün várisine aittir."

Hayda...

Başbakan laik demokratik cumhuriyetin hukukunu, yani medeni hukuku bir anda silkip atıverdi.

Olayı İslam hukukuna göre değerlendirilmesi gerektiğini savundu.

Yani İslami rejime duyduğu özlemi dışa vurdu.

Diyelim ki maktulün várisi affetti.

Devlet o zaman yasaları bir kenara itip katili affedebilecek mi?

Böyle bir zihniyete sahip olan insan laik, demokratik Türkiye’yi yönetebilir mi?

Ülkemizi dilinden düşürmediği "muasır medeniyetler seviyesine" yükseltebilir mi?

Avrupa Birliği’ne sokabilir mi?

Bütün bu söylemleri Erdoğan’ın laikliği olduğu kadar medeni hukuk düzenini de hálá içine sindiremediğini ortaya koyuyor.
Ne yapmasını bekliyorsunuz Başbakan doğru yoldadır :) zoruna giden memleketi terketsin
 
Zoruna giden memleketi terketmesin... Zoruna giden sussun.. Boyna bok atıp durmasın yeter. Birazda bilenler birşeyler yapsın... Heaa Şöyle birşey var ülkeyi hakikatten sattı bi 10-20 -30 yıl sonra başımıza iş açtığında ülkem işgalde olursa... BİZ HER ZAMAN YAPTIĞIMIZI YAPARIZ !!!.. SAVAŞIRIZ !!! ...
 
bi nüshasınıda bana yollayın :D
 
Yılmaz ÖZDİL
[email protected]

Doğum tarihini söyle, ismini söyleyeyim...


EN az üç çocuk yapalım da...

Adını ne koyalım?

*

Erkekse, Yusuf.

Kızsa, Zeynep.

*

Ben demiyorum...

İçişleri Bakanlığı’nın istatistikleri böyle diyor. Geçen sene doğan erkek bebelere en çok Yusuf adı verilmiş; kızlara Zeynep.

*

Üşenmeyip, nüfus káğıtlarına baka baka, geçmişten günümüze doğru uzandığımızda, karşımıza şöyle bir Türkiye çıkıyor...

*

1950’ler...

Erkeklerde, Mehmet, Mustafa, Ali, Hüseyin, Hasan gibi, peygamberimizin, damadının, torunlarının isimleri çoğunlukta... Kızlarda, Ayşe, Emine, Fatma, Hatice gibi, yine peygamberimizin annesi, eşleri, kızları.

1970’ler...

Erkekler aynı... Kızlarda, hem popüler kültürün, hem de "acı vatan"ın izleri görülüyor... Hülya Koçyiğit’in Hülya’sı, Filiz Akın’ın Filiz’i, gurbet hasretinin Özlem’i, Dilek’i, Kader’i ekleniyor.

1980’ler...

Çoğunluk tablosu değişmiyor... Ama, ideolojinin etkileri görülüyor. Eylem, Özgür, Devrim, Turan, Alpaslan, Asena, Ülkü, Alp, Aybüke, Mücahit gibi, o güne kadar pek tercih edilmeyen isimler artıyor.

1990’lar...

Erkeklerde "can" modası başlıyor; Kemalcan, Mithatcan, Alican gibi... Kızlara ise, resmen "nur" yağıyor. Ayşenur’lar, Fatmanur’lar çoğalıyor. Ayrıca, Merve, Büşra, Elif, Kübra favori oluyor.

2000’ler...

Erkeklerde enteresan bir değişiklik yaşanıyor; Ensar, Yasin, Yasir, Enes, Yusuf, Bilal, Ammar, Furkan öne çıkmaya başlıyor. Kızlarda ise, sıralama külliyen değişiyor; Rabia, Merve, Sümeyye, Seyma, Zeynep, Feyza, Aleyna, Elif, Medine, Ahsen, Büşra hayli sıklaşıyor.

*

Yani?

Yani, devir değişiyor...

Her konuda olduğu gibi, Türkiye’nin "isim haritası" da değişiyor.

*

Ve, bir de not...

Şu anda, devletin kontrol edemediği yasadışı kurslarda ve tarikat evlerinde, açık açık, "Senin ismin Kuran’da yoksa, öbür dünyada da olmayacaksın" propagandası yapılıyor.
 
Geri
Üst