Eanschallakh!!!...

Eanschallakh!



Necib matbuatımız bugünlerde Latince ile kafayı bozmuş bulunuyor; iyidir, bu dilde "U" sesinin hangi yüzyıla kadar "V" harfi ile karşılandığını bilmek azımsanacak bir kültür sıçraması sayılmaz. Ne var ki ben bugünlerde Kanal 1 maç spikerlerinin İngiliz transkripsiyon kodlamaları niçin çok garip bir seslendirme ile telaffuz ettiklerini merak etmekteyim. Batılılar kulaklarına munis gelmeyen Doğu dillerindeki sesleri doğru telaffuz etmek için bu kelimeleri yazarken özel bir usule başvururlar. Mesela hepimizin bildiği "emin"i, bizler gibi Emin diye telaffuz etmek için "Ameen" diye kodluyorlar; "nur"u, "noor" yazıyorlar, "Cabir"i "Jaber", "Dimyat"ı "Temyad", "Tarık"ı "Tareek". Batılılar kendilerine garip ve söylenmesi zor gelen bu kelimeleri doğru telaffuz etmek için böyle bir usul icad etmişler ama bizim spikerler, bin yıllık Emin’i, aynen yazıldığı gibi "amen" diye okuyunca, Latince’deki derinliklerinin de bir kıymet-i harbiyesi kalmıyor tabiatıyla.

Emin yahu emin; hani Peygamberimiz’in sıfatlarından biridir ya!..

Zor mudur; gönderirsiniz sunucularınızı iki günlük bir kursa, transkripsiyon nedir öğrenir, bin yıldır konuştukları ve bildikleri kelimeleri, yine aynı seslerle telaffuz etmeleri gerektiğini anlarlar.

İslam kültürünün ortak isimlerini, İngilizce yazılışıyla tanıyamayan bu arkadaşlara kısaca "jouchh" dersek, Türkçe anlamını kavrayabilirler mi dersiniz?

Eanschallakh!

*

ÖSS testlerindeki sorulara bakınca bazen komplekse kapılıyorum; özellikle Türkçe sorularında öyle çetrefilli incelikler var ki, "helâl olsun" diyorum, "bu imtihanı başaran çocuklar, Türkçe kompozisyonda bir daha asla sıkıntı çekmeyeceklerdir!" Diğer bilimlerde de durum hemen hemen aynı; sorular genellikle kaliteli ve derinlemesine bilgi ve tahlil kabiliyeti gerektiren ağırlıkta şeyler. Lakin fiiliyatta durum öyle değil; bu sınavı atlatıp yüksek öğretime başlayan gençlerde, o yoğun zihnî hazırlık devresinin eseri fark edilmiyor genellikle. Bazen, "bu gençler o zor imtihanı nasıl başarabildiler" diye hayretlere düşüyorum.

Bu garip bir haldir ve "aydınlanmacı" zevatın bu tuhaf çelişkiyi izah etmeleri gerekir. Bir kerre kullanıldıktan sonra derhal buharlaşan muazzam bir bilgi yığını, niçin bizde zihnî bir irtifa kaydına medâr olamıyor; bunca değerli bilgi, niçin genel bilgi seviyemizi kımıldatmıyor, niçin dünya görüşlerine aksetmiyor, niçin bir daha kullanılamıyor; bir şekilde edinildikten sonra, nasıl olup da şahsiyette, zihinde, dünya görüşünde, kendini ifade tarzında, yorum gücünde, tahlil ve sentez kabiliyetinde kalıcı iz bırakmadan silinebiliyor? Bu noktada büyük bir enerjiyi israf ettiğimizi düşünüyorum; bakalım eğitimcilerimiz de benimle aynı fikirde midir, yoksa ben mi yanılmaktayım?
 

HTML

Üst