Divan edebiyatını hazırlayan şartlar

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Moderatör
Katılım
23 May 2010
Mesajlar
10,583
Reaction score
0
Puanları
0
Kendisine çeşitli ad ve sıfatlar yakıştırılmış, altı asır boyun­ca kesintisiz devam edebilmek gibi müs­tesna bir hüviyet ve varlık göstermiş olan bu köklü ve derin maziye sahip edebi­yatın mahiyetini temelden kavrayabil­mek için onun hangi şart ve tesirlerle nasıl meydana geldiği meselesinden ha­reket etmek gerekir.

Mâverâünnehir'de karşılaştıkları İs­lâmiyet'e VIII. asırda girmeye başlayan Türkler, sadece inanç ve amelde kalma­yarak bu dinin yarattığı medeniyeti de bütün müesseseleriyle kabul ediyorlar­dı. Bu medeniyetin Türk ülkesinde te­şekkül etmiş medrese ve emsali ilim ve kültür merkezlerinde Arapça ve Farsçayı öğrenen okumuş zümre, bu iki büyük İslâmî dilin kitap dünyası ile temasa gel­diklerinde onların taşıyıcısı olduğu Arap ve Fars edebiyatlarını da tanıma imkâ­nını elde ederler. Arapçanın daha ziya­de bir ilim dili olmak hüviyetini göstermesine karşılık Farsça ile, Arap edebi­yatından aldığı şekil ve konuları kendi­ne adapte ederek oldukça gelişmiş bir edebiyat meydana gelmişti. Bu edebi­yat, vezin ve nazım şekillerinden başla­yarak şiirin her türlü motif ve ilham ko­nularına kadar gelenekleri yerine otur­muş, bütün belagat kaideleri esasa bağ­lanmış, gelişme ve varlığını Türk soyun­dan hükümdar saraylarının himaye ve teşvikine borçlu bir edebiyattı. Saray şa­irlerinin hükümdarlar için parlak methi­yeler düzdükleri kasideler, hepsinde de­ğişmez ve ideal bir güzelin vasfedildiği, vuslatsız bir aşkın ıstıraplarının teren­nüm edildiği sıra sıra gazeller, ağır başlı terci'-bend ve terkib-bendler, duygu ve düşünceyi en kesif bir halde küçük bir hacme sığdıran rubailer, kahramanları hep aynı olan aşk maceralarının anlatıl­dığı mesneviler bu edebiyatı meydana getiriyordu. Tantanalı kasidelerin dış âle­me açılan nesîb ve teşbîblerinde çevre­den ve tabiattan seçilmiş manzaralar, gazellerde sevgili yahut sâkî ile bir arada olunan gül bahçeleri, şarabın kadehten kadehe devrettiği içki meclisleri, önce sayılanlarla birlikte bu edebiyatın etra­fında döndüğü başlıca ilham konularıydı. Ünlü şairlerin elden ele dolaşan divanlarındaki şiirlerin nazım şekilleri Türk ede­biyatının geleneğindekilerden çok fark­lı, hele vezni ise kendisinin, kelimeleri belirli hece sayı ve duraklarında topla­yan ritminden bambaşka idi. Arapça ve Farsçanın kâh uzayan, kâh kısalan he­celerine göre gruplanmış kalıpları ile bir ahenk oluşturan aruzun, sesleri bu şe­kilde uzayıp bükülemeyen Türkçeye gel­mez sistemiyle mısra dizmek veya Türkçeyi ona uydurmak, başlangıçtan belli ki çok çetin bir uğraşma ve hayli tecrü­be isteyecek bir işti. Divanları dolduran şiirlerde âdeta bir yaylı saz gibi baştan başa ahenk kesilen Farsça karşısında Türkçe ne olabilir, ne yapabilirdi? Türk edebiyatı kendi geleneklerinden çok ay­rılan, yeni ve o nisbette çekici, seviyesi­ne kolay erişilmez görünen bir edebiya­ta doğru yön değiştirirken bu türlü prob­lem ve engeller kaçınılmaz surette ken­disini beklemekteydi.

Türk edebiyatı, Türk dilinin yayıldığı sahaların hangisinde ve hangi zamanda ifadesi, vezni, şekilleri, motifleri, duyuş tarz ve zevkleriyle bu edebiyatı nasıl be­nimsedi? Kendi geleneklerine uymayan bu edebiyata nasıl adapte oldu? Fars edebî kültürünü almış Türk münevveri başlangıçta hemen Türkçe mısralarla onu denemeye çalıştı mı? Türk edebi­yatı tarihi, bu geçiş ve klasik İran şiiriy­le temas ve deneme devresinin ilk vesi­ka ve mahsullerinden mahrum bulun­maktadır. Ancak ortada bilinen bir şey varsa o da XI-XIII. asırlar arasında kla­sik İran şiirine heveslenen Türk asıllı şa­irlerin İranlı şairler gibi eserlerini Fars­ça yazdıklarıdır. Nasıl Fârâbî, İbn Sînâ gibi Türk asıllı âlimler eserlerinde Arapçayı ilim dili kabul etmişlerse bu çağın şairleri de başlangıçta Farsçayı edebî dil olarak benimsemişlerdir. Yabancı kül­türlerin canlı olduğu ve Farsça konuşan halkın çoğunluğu teşkil ettiği sahalarda siyasî hâkimiyet kurmuş Türk hanedan saraylarında edebî dil Farsça idi. Sâmânoğulları'nı takip eden Gazneliler, Büyük Selçuklular ve Hârizmşahlar zamanında saray Fars dili ve edebiyatının âdeta bir atölyesi halindeydi. Hangi milliyetten olursa olsun Farsça yazan ve söyleyen şairler bu saray çevresinde geniş bir tak­dir ve himaye görmekteydi. Sultan Melik-şah'tan (ö. 1092) itibaren Selçuklu Sara­yı Farsça söyleyen bir kısmı Türk asıllı şairlerin ocağı olmuş, sarayı dolduran kasideciler yanında bizzat Melikşah, Sul­tan Sencer'in yeğeni Celâleddin b. Süley­man Selçukî. Toganşah b. Alparslan. Kılıçarslan b. İbrahim, Irak Selçuklu Hüküm­darı Sultan Tuğrul gibi hanedan men­suplarından başka Hârizmşahlardan At­sız, Tökiş, onun oğulları Alâeddin Muhammed ile Tâceddin Ali Şah, ayrıca Mer-gınân Meliki Yabgu da Fars diliyle şiir­ler yazmışlardır. Bü­tün Selçuklu ailesinin şiire düşkün oldu­ğunu kaydeden Nizâmî-i Arûzî, hele Al­parslan'ın oğlu Toganşah'ın şiir ve şairle­re alâkasını büyük bir övgü ile belirtmek­tedir. İran dili ve edebiyatının hâkim bulun­duğu bu ortamda Türkçe, klasik şiirin dili olabilmek için gerekli teşvik ve şart­ları henüz bulamamıştı.


İslâmî Türk edebiyatı teşekkül devre­sinde bölgelere göre farklı bir seyir ta­kip etmiştir. Fars kültür havzası içinde veya yakınındaki Türk siyasî hâkimiyet sahalarında Türk münevverleri arasın­da edebî faaliyet önce Farsça ile başla­mış. Türkçeye geçişte çok gecikilmiştir. Nüfusu yoğun şekilde Türk olan ve hal­kın konuşma dilinin Türkçe olduğu da­ha doğudaki hâkimiyet bölgelerinde ise İslâmî Türk edebiyatı Türk diliyle mah­sullerini daha erkenden vermeye başla­mıştır. Karahanlılar ülkesinde Şark Türkçesi 1070'te Kutadgu Bilig'i verir, Dîvâ­nü lügati't-Türk'te saf bir dille ve aruz vezniyle mısralar yer alır; bunları az bir zaman farkı ile XII. asra doğru Atebe-tü'l-hakâyık takip eder. XII. asırda yi­ne Şark Türkçesinde klasik edebiyatın başlıca nazım şekillerinden biri olan rubâî varlığını hissettirirken Mâverâünnehir'den İran'a uzanan bölgede hep Fars­ça ile görülen edebî faaliyet henüz Türk­çe bir esere ulaşamaz. Bugün İslâmî Türk edebiyatının en eski mahsulü sayılan Ku­tadgu Bilig ve Atebetü'l-hakâyık aruz­la yazılmalarına, taşıdıkları Arapça ve Farsça kelimelere, İslâmî kültürden gel­me çeşitli unsurlara rağmen divan şiiri­nin mayasını teşkil eden klasik İran şiiri­nin belirgin akislerini göstermezler. Ku­tadgu Bilig'de, eserin kendisine ithaf edildiği Kâşgar Hükümdarı Tavgaç Uluğ Buğra Han için, Arap edebiyatından Fars şiirine adapte edilmiş kaside geleneği­ne uygun şekilde ve eserin esas nazım şekli olan mesnevi tarzında yazılmış met­hiyenin teşbîb (nesîb) parçasındaki tabi­at tasvirinde, methiyede teşbîbe yer ve­rilmesi dışında asıl İran kasideleriyle her­hangi bir benzerlik bulunmadığı gibi kla­sik Fars şiirindeki unsur ve motiflerin kullanıldığını gösterecek bir taraf da yok­tur. Hatta nazım şekli bakımından bile tam bir benzerlikten söz edilemez. Bü­tünüyle mesnevi şeklinde yazılmış ol­makla beraber nazım örgüsünde millî nazım geleneğinden gelen dörtlüklerin 173 defa yer alması, hele Atebetü'l-hakayık'ın baştan sona kadar bu dörtlük­lerle yazılması, henüz klasik İran şiirinin nüfuz dairesine tam girilmemiş olduğu­nun ayrıca bir delilidir. Bundan başka Kutadgu Bilig'de mesnevi tarzı kafiyeleniş sisteminin de Dîvânü lugâti't-Türk'teki şiir parçalarında görüldüğü üzere Türk nazmının kendi gelenekle­rinde mevcut bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Dîvânü lügati't-Türk'ün getirdiği şiir parçalarının bir kısmı, Türkçeyi aruzda denemenin başka tipte örneklerini ve­rir. Bunlarda, sadece basit bir cüzünün kullanıldığı görülen bir parça hariç, hep­si aruzun Kutadgu Bilig ve Atebetü'l -hakâyık'ın müşterek vezni olan mütekârib bahrinden başka bahirleri üzerin­de çalışılmış, kaside ve gazeldeki kafiye tertibine gidilmeksizin Türk edebiyatı­nın kendi geleneğindeki nazım şekilleri kullanılmıştır. Arapça ve Farsça kelime­lerin yer almadığı bu manzumelerden biri bir methiye olup kaside şeklinde ya­zılmaya pek müsait ve Kâşgarlı Mahmud da başındaki "koşuk" sözünü "ka­side" diye karşılamış iken, gerek nazım şekli gerekse muhtevası itibariyle klasik İran kasidesi tesirinden herhangi bir iz taşımaması bakımından çok dikkate de­ğer. Batı Karahanlı hükümdar ailesinden İlig Han oğlu İbrahim Tamgaç Han'ın kızı ve Alparslan'ın oğlu Sultan Melikşah'ın ka­rısı olan Terken Hatun hakkında aruzun "müstefilün feûlün müstef'ilün" kalıbın­da yazılmış bu methiye kaside gibi ka­fiyelendirilmeyip bütün mısraları aynı ka­fiyede (mûnorime-musarra’) tertip edilmiş­tir. Dîvânü lugâti't-Türk'ün muhteme­len telif tarihine yakın yıllarda, büyük bir ihtimalle bizzat Kâşgarlı Mahmud tarafından yazılmış olan bu şiirin mev­cut parçalarında İran kasidesindeki mo­tif ve unsurlara rastlanmaz.

1206 yılında tamamlanıp Delhi Sulta­nı Kutbüddin Aybeg'e sunulmuş olan, Fezâil-i Etrâk yolunda ve müellifi meç­hul Farsça bir eserde Türklerin yüksek medenî seviyeleri üzerinde durulurken onlarda şiir sanatının da varlığından bahsedilerek kaside ve rubâî gibi nazımları olduğu belirtilir; örnek olarak da Şark Türkçesi ile bir rubâî metni kaydedilir. Bu bilgi, XII. asırda Türk dilinin doğu ka­nadında klasik edebiyatın teşekkülünü haber vermektedir. Kutadgu Bilig ve Atebetü'l-hakâyık'tan sonra XV. asrın ortalarına doğru Çağatay edebiyatının doğuşuna kadar vesikasızlıktan doğan büyük boş­luk dolayısıyla bu klasik şiirin nasıl bir seyir takip ettiğini bilmek mümkün ol­mamaktadır. Yakın zamanlarda ele ge­çen bir metin bu uzun boşluk devresin­den, Karahanlı bir fıkıh ve kıraat âlimi­nin eserinin 1281 yılı Martında istin­sahının tamamlanması hakkında, Şark Türkçesi ile Kutadgu Bilig ve Atebetü'l-hakayık'taki müşterek vezinde bir gazel yazmış olan Ali b. Hüseyin el-Fârâbî adlı 110 yaşında bir edibin varlığını haber ve­rir. Bu manzume, klasik İran gazellerindeki âşıkane muh­teva ve mazmunlardan tamamıyla uzak, sadece istinsah işinin nasıl cereyan etti­ğini hikâye eden bir metin olmaktan ileri geçmez. Öte yandan XIII. yüzyıl müellif­lerinden Cemâl-i Karşînin Mülhakâtü's-Surâh'ta yer alan ve XII. asır yahut en geç XIII. asrın ilk yarısına ait olduğu söy­lenebilecek, son mısraı Şark Türkçesi ile yazılmış bir rubâî de bu saha edebiyatında İran klasik şiirinin bir nazım şekline geçiş yolundaki çalışma­nın devam edişini göstermektedir.

Divan şiirinin asıl hüviyetini bulmuş ör­nekleriyle meydana çıkışı, XI ve XII. yüz­yıllarda edebî dil olarak yazılı mahsul­lerini henüz ortaya koymamış gözüken Batı Türkçesi yani Oğuz lehçesi sahasın­da ancak XIII. yüzyılda ilk ve sınırlı belir­tilerini verir. İran kültür sahasına kom­şu bir çevrede daha XI. asırda, bu kültü­rün tesiri altında yeni Farsçadan azım-sanamayacak derecede kelimeler alma­sına karşılık kendi kelime varlığından bir kısmını unutmaya başlamış olduğu Kâşgarlı Mahmud tarafından belirtilen Oğuz lehçesi Türk hanedan sülâlelerinin Gazne, Büyük Selçuklu, Hârizmşahlar ve Atabegliler'in hâkimiyet kurdukları, İran­lı nüfusun ağır bastığı bölgelerde daha yazı dili olma durumuna geçmemiş bu­lunuyordu.

divanedebiyati.org
 
Geri
Üst