SpYCeZa
O Bir İdeoloji
- Katılım
- 12 Şub 2006
- Mesajlar
- 3,137
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 36
- Yaş
- 30
ZEKATI KABUL ETMEDİ
Cüneyd-i Bağdadi yedi yaşında iken, mektepten eve gelince, babasını ağlar gördü.
-Bugün zekât olarak, dayın Sırri Sekâti'ye birkaç gümüş göndermiştim. Almamış.Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının beğenip, almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum , dedi. Cüneyd:
-Babacığım, o parayı veriniz, ben götüreyim deyip, dayısına gitti. Dayısı kim olduğunu sorunca:
-Dayıcığım, ben Cüneyd'im. Kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri alınız, dedi. Dayısı:
-Almam, deyince, Cüneyd:
-Adalet edip, babama emir eden ve ihsan edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için alınız, deyince Sırri:
-Babana ne emir etti ve bana ne ihsan etti, diye sorunca Cüneyd:
-Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emir etmekle adalet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekât kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsan eyledi. Bu söz dayısının çok hoşuna gitti ve:
-Evladım, gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl ettim, dedi. Sırri Sekati hazretleri kapıyı açıp, Cüneyd-i Bağdâdi'yi içeri kabûl etti. Parayı aldı.
Sâ'lebe Zarar Etti
Sa'lebe bin Ebi Hâtib Ensârdan idi. Bedir gazâsında bulunmadı. Bu zât bir gün :
-Yâ Resûlullah! Ordumuza, fakirlere ve muhtaç kişilere yardım etmek için çok mala sahip olmak istiyorum, ne olur duâ buyurun da, zengin olayım. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
-(Yâ sa'lebe! şimdiki hâlin, zengin olacağın zamanki hâlinden çok daha iyidir. Çok mala sahip olursan, şükrünü edâ etmekte güçlük çekersin .) bu kimse, isteğinde ısrar edince, Peygamber aleyhisselâm duâ buyurdu. O kimse kısa zamanda sürülerle develere, koyunlara ve çeşitli mallara sahip oldu. Bu malların işinin çokluğu yüzünden, gün geçtikçe sohbetleri, cemâatle namazları terk etti.
Zekât verme zamanı gelince Peygamberimiz bir kimseyi bu zâtın yanına gönderip, malının zekâtını vermesini buyurdu. Zekât olarak vereceği malları ayırdı. Fakat, gözüne çok göründü. Bu arada İblis işe karıştı. (Bu malları seninle mi kazandılar ki, veriyorsun) deyip aklını çeldi.
Bunun üzerine zekât için gelen kimseyi oradan kovdu. O da gelip durumu Peygamberimize söyleyince, Peygamberimiz, (Sa'lebe zarar etti) buyurdu.
Aradan çok geçmeden malının yarısını kurtlar yedi, yarısı hastalıktan öldü, derken hiç malı kalmadı ve eski hâlinden daha kötü durumlara düştü. Fakat iş işten geçmişti.
YEŞİL ELBİSE
Yolda karşılastığımızda ezan okunuyordu.
-"Gel seni camiye götureyim" dedim. "Bugün cuma biliyorsun."
-"Sende benim camiye gitmedigimi biliyorsun."dedi.
-"Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum."
-"Ne bileyim,olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri cıkar diye endişe ediyorum."dedi.
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-"Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun icin cami terk edilir mi?
-"Ciddi söylüyorum. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin."dedi.
Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-"Peki" dedim. "Hayatında hiç camiye gitmedin mi?"
-"Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum."
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmisti. Daha sonra tokalaşıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim. Bahcedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde . Yavasca yanına yaklaştım ve Kısık bir sesle:
"Hani camiye gelmiyecektin ?" dedim
Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...
YERİNDEN KIPIRDAMA DİYORLAR
Abbasi hükümdarı Harun Reşit döneminde, adamın biri:
“Ben peygamberim, diye ortaya çıkıp bağırmaya; ona buna buyruklar vermeye başlamış.”
Adamı yaka paça tutup Harun Reşit'in yanına çıkarmışlar.
Harun Reşit kızmış:
“Atın mutfağa, demiş, tutuklayın; yesin içsin yatsın orda. Belki aklı başına gelir.”
Günler, hatfalar geçmiş aradan. Harun Reşit adamı çağırtmış:
“Nasıl demiş, yine eskisi gibi üç günde bir melek görüyor musun? Ben peygamberim diyecek misin?”
Adam:
Hayır demeyeceğim, demiş. Eskiden üç günde bir gördüğüm melekler, bana: ‘Sen peygambersin’ diyorlardı. Şimdi ise her gün karışıma dikiliyorlar: ‘Sakın yerinden kıpırdama’ diyorlar...
YERDEKİ BESMELE
Bişr-i Hafi evliyânın büyüklerinden bir zâttır. Gençliği günah işleri yapmakla geçmişti. Bir gün, yolda sarhoş bir halde giderken, üstünde Besmele yazılı bir kâğıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öptü, çamurlarını silip, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinde duvara astı.
O gece âlim bir zât bir rüyâ gördü. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi.
Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi. Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.
YALAN SÖYLEMEYEN ÇOCUK
Seyyid Abdülkadir Geylâni hazretleri küçük yaşta iken, bir arefe günü çift sürmek için tarlaya gitti. Bir öküzün kuyruğuna tutunup ardından giderek oynuyordu. O anda bir ses işitti:
''Ey Abdülkâdir! sen bunun için yaratılmadın ve bunlarla emir olunmadın''! Bu ses, Abdülkâdir Geylâni hazretlerini korkuttu. Eve gelince dama çıktı. Hacıları gördü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı.
-Anneciğim! bana izin ver de Bağdat'a gidip, ilim öğreneyim. Sâlihleri, evliyâyı ziyaret edeyim.
Annesi de dedi ki:
-Ey benim gözümün nûru ve gönlümün tâcı evladım, Abdülkâdir'im! senin ayrılığına dayanamam. Sensiz ben ne yaparım? Bu bakımdan müsâade edemiyorum. Abdülkâdir-i Geylâni Hazretleri, tarlada olan bitenleri anlattı. Annesi ağladı. Kalkıp babasından miras kalan 80 altını alıp, kırkını kardeşine ayırdı. Kırkını da bir keseye koydu ve keseyi elbisesinin koltuğuna dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak dedi ki:
-Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evlâdım, Abdülkâdir'im! Hak teâlânın rızâsı için olmasaydı katiyyen bırakmazdım. Huzur ve esenlik içinde sefere çık! Yolun açık olsun! seninle belki ebedi olarak ayrılıyoruz. Sana son olarak nasihatım şudur ki:''Eğer beni memnun etmek istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme , doğruluktan asla ayrılma! Allahü teâlâ her zaman ve her yerde doğrularla beraberdir''. Abdülkâdir-i Geylâni hazretleri annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat'a gitmek üzere bulunan bir kervana rastgeldi ve aralarına katıldı. Hemedan'ı geçmişlerdi. Bir müddet yol aldılar. Arz-ı Tetrenk denilen mahalle geldiklerinde kervanda bir bağırıp, çağırma koptu. Önlerine aniden bir sürü eşkıya çıkıp kervana saldırdılar. Bir anda sandıklar yere yıkıldı. Eşyalar yağma edilmeye başlandı. Eşkıyalar, kervandakilere birer birer sual edip, üzerlerinde her ne buldularsa aldılar. Sıra Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerine geldi. Eşkıyalardan biri latife olsun diye bunu önüne çekip sordu:
-Fakir çocuk, söyle bakalım senin neyin var?
-Üzerimde yanlız 40 altınım var.
Eşkıya inanmamıştı. Bırakıp gitti. İkinci bir harâmi sual edip, o da aynı cevabı alınca vaziyeti reislerine bildirdiler.''Bu çocuk 40 altınım var'' diyor dediler. Bu defa da reisleri sordu:
-Senin üzerinde ne var?
-Hırkamda dikili 40 altınım var.
Reisleri adamlarına dönerek dedi ki:
-Açın bakın, bakalım! Adamları üstünü aradılar, içinde 40 altın bulunan keseyi bulup reislerine verdiler. Eşkıya reisi hayretle sordu:
-Peki evlât, sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin? Abdülkâdir-i Geylâni hazretleri dedi ki::
-Ben evden ayrılırken anneme asla yalan söylemiyeceğime söz vermiştim. 40 altın için sözümü bozar mıyım? Bu sözleri duyup hakikate şahit olan eşkıya başının gözleri yaşardı. Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerinin hakikat dolu gözlerine bakıp onunla kendi yaşını ölçtü. Kendisinin bu yaşa kadar nice hiyanet ve zulümler işlediğini, birgün Hakka yönelmediğini acı acı düşündü ve o güne kadar yaptıklarından pişman olup, ellerini başına vurarak şöyle haykırdı:
-Eyvah! biz de Allahü teâlâ söz vermiştik.::Bunca zamandır şeytana uyup ahdimizi bozduk. Fenalık yaptık. Yarın Hak huzurunda acaba bizim halimiz ne olacak? Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:
-Ey arkadaşlarım! Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben, bunca senedir Hak teâlâ karşı olan ahdimi bozdum. O'na isyan ettim. İçimden gelen bir pişmanlıkla bütün günahlarıma tövbe ile Rabbimin yoluna iltica ediyorum. Bundan böyle inşaallah, Hak teâlânın râzı ve hoşnut olmadığı bir şeyi yapmıyacağım. Reislerine pek ziyade bağlı olan eşkıyalar hep bir ağızdan dediler ki:
-Efendimiz, reisimiz! Biz de sizden ayrılmayız. Eşkıyalıkta reisimizdin, hidâyette de reisimiz ol!
Bunun üzerine kervan ehlinden ne alınmışsa sahiplerine iâde edildi. Bir sürü eşkıya Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerinin önünde tövbe etti. Kendisi tekrar yoluna devam ederek Bağdat'a vardı.
YAHUDİYİ KURTARAN ABDEST
İmâm-ı Câ'fer-i sâdık hazretleri, yolda giderken, bir râhibin ibâdethânesini gördü. Aklına, gidip râhibe nasihat edeyim., belki müslüman olur, diye geldi.
İbâdethânenin kapısına geldi. Kapı kapalıydı.Seslendi.Râhib cevap verip, biraz sonra kapıyı açtı. İmâm-ı Câ'fer-i Sâdık içeri girdi ve râhibe sordu:
-Cevap verdiğin zaman, niçin kapıyı açmadın?
-Senin sesini duyunca, kalbime bir heybet geldi Korktum. Kalktım, önce bir abdest aldım. Çünkü Tevrât'ta,bir kimseden yahut bir şeyden korkan, abdest alsın, ona birşey zarar vermez. Ona bir kimse kötülük yapamaz diye okumuştum.
Bunun için kapıyı açmakta biraz geciktim. Câfer-i Sâdık, râhipten bu sözleri duyunca şaşırdı. Ona İslâmı anlattı. Râhibin kalb gözü açıldı, müslüman olmak arzusu çoğaldı ve hemen orada''Kelime-i Şehâdet'' getirerek müslüman oldu.
İşte bu, abdest almanın sebep olduğu bir kurtuluştu. Hem de sonsuz kurtuluş!..
VALİ VE KADIN
Bir zamanlar vâlilik yapan birisinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengârenk çiçeklerle donatılmış, tam bir zevk ve sefâ yeriydi. Bir gün vâli, bu bahçeye geldi. Vâli, bir bahane ile kadının kocası olan bahçıvanı, bir iş için dışarıya gönderdi. Kadına da dedi ki:
-Bahçenin kapılarını kapat. Hiç bir kapı açık kalmasın!
Kadın, akıllı ve namuslu idi. Vâlinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki:
-Kapıları kapattım. Yanlız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum.
-O, hangi kapıdır?
-Bu kapı, Allahü teâlânın (Basar) sıfatıyla bizi gördüğü kapıdır. Vâli, bu sözü duyunca, pişman olup tövbe etti. Bir daha aklına böyle kötülükler getirmemek için, Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin bulunduğu yere gidip, onun sohbetinde yetişti. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.
ŞEYTANIN ÜZÜNTÜSÜ
Evliyânın büyüklerinden birisi, hac zamânında insan kılığına girmiş olan İblis'i Arafat'ta gördü. Zayıflamış ve benzi solmuş, gözü yaşlı ve kamburu çıkmış olarak perişan bir haldeydi.Evliyâ olan zât, İblis'i tanıyıp ona dedi ki:
-Niçin gözün yaşlıdır? kim ağlattı seni?
-Ticâret yapmak fikri olmadan, sırf Allah rızâsı için hac yapmağa gelenlerin, arzularının Allahü teâlâ tarafından kabul edilmesinden korktum. Onun için ağlıyorum.
-Peki seni zayıflatan nedir?
-Hacıları getiren atların inlemeden, kişneyerek gelmelerine üzüldüm. Halbuki benim yoluma gidenleri böyle götürselerdi, sevincim çok artardı.
-Pekâlâ,benzini solduran nedir?
-Müslümanların ibâdetlerine devam etmeleri ve birbirleriyle yardışmalarıdır. Şâyet isyânda yardımlaşsalardı, sevincim ziyâdeleşirdi.
-Seni çökertip, belini büken nedir?
-Kulların, (Yâ Rabbi! senden son nefeste imân-ı kâmil ile ölmemi istiyorum) diye yalvarmasıdır. Halbuki ben onları, kendi işlerini ve ibâdetlerini beğendirip, imânsız gitmeleri için çalışmaktayım. Allaha böyle yalvaranların, benim bu iş için çalıştığımı anlamalarından korkuyorum.
SÜTE SU KATMADI
Hazret-i Ömer, halifeliği sırasında bir gece asayişi kontrol için Medine sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden geçmekte olduğu bir evden yüksek sesler işitti. Durdu ve dinlenmeye başladı. Bir anne kızına şöyle diyordu:
-Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!
-Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?
-Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak, O şimdi yatağında uyuyor.
-Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Herşeyi bilen, gören ve herşeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat herşeyi bilen ve gören Allah'tan nasıl gizlersin?
Hazret-i Ömer, bu kızın güzel ahlâkına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da , o kızı oğlu Âsım'a nikâh etti.
SULTANIN KARŞISINDA İKEN
Birgün İslâm âlimlerinden Ali Dekkak hazretlerine sordular:
-Namazda iken, sinek kovalayan kimse için ne dersiniz?
-Allahü teâlânın huzurundaki edep, Ayaz adındaki bir Türkün, Sultan Mahmud-i Gaznevi'nin yanındakinden az olmamalıdır. Şöyle anlatırlar:
''Ayaz isminde bir genç, bir gün Sultan Mahmud-i Gaznevi'nin resmi hizmetinde bulunurken, aniden ayakkabısının burnunu salladı. Sultan, Ayaz'ın bu haline şaştı. O zamana kadar kendisinden hiçbir zaman edepsizlik görmemişti. Sultan firasetle, Ayaz'ın bir özrü olduğunu anladı.Memurlarından birisine Ayaz'ı takip edip, durumu incelemesini emretti. Sultanın adamı, Ayaz'ı takip etti.Ayaz bir köşeye çekilip, ayakkabısını çıkardı.İçinden bir akrep düştü. Ayaz,ayakkabısıyla akrebi ezerek,''Bugün, bana Sultanın huzurunda edebimi bozdurdun. Bugüne kadar sultanın huzurunda bir edepsizliğim görülmemiştir'' diyordu. Memur, durumu Sultan'a arz etti. Ayaz geri dönünce Sultan:
-Ey Ayaz! Bugün niçin edepsizlik yaptın? Ayağını hareket ettirdin, durdun? dedi. Ayaz özür diler bir eda ile cevap verdi:''Kabahat işlemek hizmetçilerin, kölelerin işindendir.Affetmek ise, sultanların şânındandır''.
-Akrep hikayeniz bize ulaştı, deyince:
-Madem ki, haberiniz oldu anlatayım: Sizin saltanat ni'metlerimize kavuşmuş biriyim .Akrep yedi defa ayağımı soktu, dayandım. Ayağımı oynatmadım. Sekizincisinde takadım kalmadı. Ayağımın ucunu yerden kaldırdım.
Ey kardeşim, iyi dikkat et! Bir sultanın yanında, kölenin, hizmetçinin gösterdiği edebe bak! Bir de makamların en yükseği olan Allahü teâlânın huzurunda ibâdet hâlinde olanların ne edepsizlikler ettiklerini, onlardan ne cüretkâr işler meydana geldiğine bir bak! O zaman, bu ibâdetlerimizden utanmamız gerektiğini hattâ ömür boyu hâyâ sebebi ile başımızı kaldırmamamız lâzım olduğunu anlarsın.
SÖZ VERMİŞTİ
Abdullah bin Mübârek hazretleri anlatır: Bir ateşperest ile çalışıyorduk. Namaz vakti gelince dedim ki:
-Namaz kılarken, bana ilişmiyeceğine dair söz verir misin?
-Veririm. Bunun üzerine namaz vaktinde rahatça bir namaz kıldım. Sonra ateşperest olan o şahsın ibâdet zamanı gelmişti.
-Şimdi sıra ben de, ben ibâdet ederken, bana ilişmiyeceğine söz ver bakalım.
-Olur sana ilişmem... Rahatça ibâdetini yapabilirsin. Fakat ateşperest ateşe tapmak üzere secdeye varınca, hemen üzerine atıldım.Sözümde durmadım. Şöyle bir ses duydum (söz verdiğin zaman ahdini yerine getir). Bunun üzerine adama ilişmeden geri çekildim. Sonra adam ibâdetini bitirdiğinde bana sordu:
-Evvela hücum ettin. Sonra niye vazgeçtin?...
-Allah'dan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine atıldım. Seni öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda :
-(Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir) diyen bir ses, beni o teşebbüsümden alıkoydu. Bundan sonra mecûsi:
-Şimdi inandım ki, asıl ve gerçek ilâh senin Rabbindir. Kendi düşmanı için dostunu bile azarlıyor. İşte huzurunda müslüman oluyorum diyerek kelime-i şehâdet getirdi.
SİZ PEYGAMBER MİSİNİZ?
Emir-ül Mü'minin hazret-i Ali ''radıyallahü anh'' ordusu ile harbe giderken bir konak yerinde su bulamadı. Her ne kadar sağa sola koştular ise de, su bulamadılar. Nihayet uzakta bir kilise görüp yanına vardılar. Oradan su sordular. Kilisedekiler dediler ki:
-Buradan 10 mil uzakta su vardır. Ordu gitmek istemişse de, hazret-i Ali, ''Oraya gitmeye lüzum yoktur ''buyurup, geri tarafda bir yeri işâret ederek orayı kazmalarını söyledi. Biraz kazdılar, büyük bir taş görüldü. Bütün uğraşmalara rağmen taşı kaldıramadılar. Hazret-i Ali ''radıyallahü anh'' atından inerek mübârek parmaklarını taşın altına sokup kaldırdı. Oradan saf, tatlı ve soğuk bir su çıktı. Ordu bu sudan içti ve kaplar dolduruldu. Kilisenin Râhibi uzaktan bu durumları gördü. Sevinç içinde hazret-i Ali'nin huzûruna gelip merakla sordu:
-Sizin peygamber olduğunuzu sanıyorum. Acaba yanılıyor muyum?
-Hayır ben peygamber değilim, ama son peygamberin dâmâdı ve halifesiyim! Râhib hemen kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Hazret-i Ali, müslüman oluş sebebini sorunca, râhib dedi ki:
-Ey mü'minlerin emiri! Bu kiliseyi, bu taşı kaldıran zâtı bekleyip görmek için yapmışlardır. Biz kitaplarımızda okuruz, âlimlerimizden de duyduk ki, burada bir kuyu vardır. Üzerindeki taşı peygamber veya onun Halifesi kaldırabilir. Bu taşı sizin kaldırdığınızı görünce, yıllardır beklediğim arzuya kavuştum. Hazret-ü Ali buyurdu ki:
-Allahü teâlâya hamd olsun! Bu râhib orduya katılıp, çok savaştı ve şehit olmak saâdetine kavuştu. Namazını hazret-i Ali kıldırdı. Kilisede câmi hâline getirildi.
RÜYADA KESİLEN DEVE
Arabistan'da cömertliği ile meşhur bir adam vefat etmişti.Yoldan aç dönen insanlar,kabrinin başına gittiler.
Aç olarak uyudular.İçlerinden birinin bir devesi vardı.O kimseye, rüyasında, kabirdeki kişi dedi ki:
Senin bu devenle benim en iyi devemi değiştirir misin?
-Evet değiştiririm, dedi.
O kimse rüyasında devesini, iyi deve karşılığında verdi.Mevta aldığı deveyi kesti.Uykudan uyanınca devesini kesilmiş buldular. Tencereyi getirip, pişirip yediler. Döndükleri zaman bir kervana rastladılar.Kervandan birisi, o devenin sahibine ismi ile hitap ederek dedi ki:
-Filan mevtadan,iyi bir deve satın aldın mı?
-Aldım, fakat o rüyada olmuştu.
-O mevta, benim babamdır. Ben de rüyada gördüm. Bana,''Eğer benim oğlum isen benim bu devemi filan kimseye ver'' dedi.Buyurun, alın devenizi!..
Müslümana yakışan, kanaat edip, haris olmamak ve servete sahip olduğu takdirde de başkalarını kendi üzerine tercih edip, cömertlik, hayrat ve hasenât, cimrilikten kurtulmaktır. Cömertlik, Peygamberlerin ahlâkı ve kurtuluşun ana yollarından biridir.
PADİŞAHIN SÜT KARDEŞİ
İstanbul'lu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşa Aleyhisselam, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir.
Hâl böyle olunca Yahya Efendi’nin dergâhına denizciler sık gelir, giderler. İşte Karadeniz’de amansız bir fırtınaya yakalanan Apostol adlı Rum, zor anlarında “Aman Ya Rabbi!” der, “Şu sıkıntıdan bir kurtulayım, Yahya Efendi’nin dergâhına en pahalısından bir fıçı şarap...”
Eh, o telâşede Müslümanların şarap içmedikleri hatırına gelmez tabii. Yine aynı dalgınlıkla yüklenir fıçıyı gelir dergâha. Müridler bu işe bayağı bozulurlar. Hatta içlerinden ters ters bakanlar olur. Apostol yaptığı gafın farkına vardığında, çok geçtir. Tam fıçıyı açmakla, kaçmak arasında tereddütler geçirdiği anda Yahya Efendi görünür. “Aman efendim! Niye zahmet ettiniz.” der, “Hadi açın da misafirlerimizin ağzı tatlansın!” Garibim fıçıyı korka korka açar, ama içinden mis gibi nar şerbeti çıkar. Büyük veli onu mahçup etmez, hatasını, ama samimi hatasını kerametiyle örter. İşte bu müşfik tavır üzerine Rum gemici “Ey yol güneşi” der,” Vallahi senin dinin haktır!”
Yahya Efendi, Trabzon Kadısı Ömer Efendi’nin oğludur. O Kanuni Süleyman ile aynı günlerde doğar. Hatta minik şehzadeyi Yahya Efendi’nin annesi Afife Hanım emzirir. Hasılı ikisi süt kardeş olurlar.
Yahya Efendi balıkçıya, kayıkçıya bile kıymet verir, çoluk çocuğu muhatap edinir. Hâlimdir, selimdir, ama yeri geldiğinde Kanuni gibi bir cihan imparatoruna “Bakasın bre süt kardeş!” diye çıkışacak kadar yüreklidir. Nitekim günün birinde papazın biri atının yularına yapışır. “Bu da adalet mi yani?” der, “Doğru dürüst defter tutulmuyor, ölülerimizden bile haraç istiyorlar!” Yahya Efendi derhal sultana çıkar. “Yazıklar olsun” der, “Böyle ele geçen mal helâl değildir. Yediğin, içtiğin, sarayın, saltanatın, haram sana!”
Kânuni ağlamaklıdır. “Ağabey; halimi Allah biliyor ki bunlardan haberim yok!” diye sızlanır ve ikinci azarı yer “O halde gaflettesin. Allahü teâlâ’nın huzuruna çıktığında ne cevap vereceksin? Korkarım yakanı kafirlerin eline verecekler. Sürüm sürüm sürünecek, cehenneme itileceksin. Unutma tacın, tahtın, burada kalır, seni şöhretin değil, adaletin kurtarır!”
PADİŞAHIN İŞİ NE? (NALINCI BABA)
Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam sivayuş paşa sorar
-Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
-Akşam garip bir rüya gördüm.
-Hayırdır inşallah.
-Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
-Nasıl yani?
-Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılıgında çıkarlar yola.
Görünen o ki padişah hala gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir.
Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt a çıkar döner Vefa ya Zeyrekten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar.
Sorarlar ‘kimdir bu ? Ahali
Aman hocam hiç bulaşma derler Ayyaşın meyhuşun biri işte!
-Nerden biliyorsunuz?
-Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer
Biliyor musunuz? Der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalın hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine. Hele yaşlını biri çok öfkelidir. İsterseniz komşulara sorun der.
Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?
Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser
-Nereye?
-Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-Millet bu çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, öyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlasak gerek.
-İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
-Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
-Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
-Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
-Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
-Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
-Ne bilim Ayasofya dan Sülaymaniye den, en azından Fatih camiinden.
-Ayasofya ile Sülaymaniye de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim.
Ve gelirler camiiye. Vezir sağa sola koşturur kefen tabut bulur. padişah bakir kazanları vurur ocağa. usulü erkanınca bir güzel yıkarlar kinaaş ayan beyan güzelleşir sanki. bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır. sulatım der.
yanlış yapıyoruz galiba
-Nasıl yani?
-Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır belki yetimleri?
-Doğru öyle ya, neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
Hakkını helal et evladım der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.
Biliyormusun oğlum? diye dertli dertli söylenir.
!Bizim efendi bir alemdi vesselam.
Akşamlara kadar nalın yapar.
Ama birinin elinde şarap şisesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı.
Sonra getirip dökerdi helaya.
-Niye?
-Ümmeti Muhammed içmesin diye.
-Hayret
-Sonra malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım derdi. öyleyse şimdi dinleseniz gerek’ o çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal. Hüccetül islam okurdum.
-Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
-Milletin ne sandığı umrumda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi. tekbir alırken Kabe yi görmeli.
-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
-İşte bu yüzden nişanca ya, sofular a uzanırdı ya. Hatta bir gün,,
-Bakasın efendi dedim! sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
-Doğru öyle ya?
-kimseye zahmetim olmasın deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu? dedim. seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü, sonra Allah büyüktür hatun″ dedi. ‘Hem padişahın işi ne?
Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed e, halifeyi müslimine dua ederler. samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.
İşte nalıncı baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi dir. Bergama' lıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi unkapanında, cibali tütün fabrikasının arkasında, Haraçzade camii karşısındadır.
ONLAR BÖYLEYDİ
Birgün müslümanların halifesi Hazret-i Ömer, Eshâbın ileri gelenleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Tam bu sırada iki genç huzuruna girdi. Kollarından sımsıkı tuttukları yakışıklı,mert tavırlı ve temiz giyinmiş bir genci Emir-ül mü'minine getirmişlerdi. Geliş sebeplerini şöyle anlattılar:
-Biz iki kardeşiz. Babamız bugün bahçede dolaşmakta iken bu genç tarafından öldürüldü. Hakkın yerine getirilmesi için size getirdik'' Hazret-i Ömer gence sordu:
-İşittin, ne cevap vereceksin? Delikanlı büyük bir vakar ve sükûnet içinde şu cevabı verdi:
-Ey mü'minlerin emiri! Bu iki genç doğru söylüyor.Fakat izin verirseniz, hadiseyi bir de ben anlatayım. O zaman,ne emir buyurursanız adâlet ondadır. Ben çölde yaşayan bir kişiyim. Ailemi almış buralara gezmeye gelmiştim.Tuttuğumuz yol, bahçelerin arasından geçiyordu Yanımda atlarım ve kısraklarım vardı. İçlerinde çok asil bir at vardı.Bahçelerden birinin duvarından sarkmış bir dalı kopardı. Derhal atı tutup çektim. Bu sırada duvar kenarında bir ihtiyarın öfkeli öfkeli gelmekte olduğunu gördüm. Elinde bir taş vardı. Taşı ata doğru attı.Gözüm bakmağa bile kıyamadığı o güzel hayvan da bir tarafa yığılıverdi ve öldü. Hemen taşı alıp ben de o adama attım. Eceli gelmiş, bir feryatla o da can verdi. Kaçmak istemedim değil, fakat bu delikanlılar benden atik davrandılar. Tutup işte huzurunuza getirdiler. Hazret-i Ömer buyurdu ki:
-Cinayetini itiraf ettin, sana kısas lâzım geldi. Bu cezayı yerine getirmemiz lâzım olur. Delikanlı aynı sükunetle şöyle cevap verdi:
-Madem ki, dinimizin hükmü budur, Halifemizin emrine itaat gerekir. Emre, boynum kıldan incedir. Ölüme hemen hazırım.Fakat benim küçük bir kardeşim var. Ölen babamız ona hayli mal, para ayırmış ve ''oğlum, şunlar kardeşinindir ve büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana aittir'' demişti. Ben bu paraları bir yere sakladım. Benden başkası yerini bilmez. Eğer şimdi kısas yerine getirilirse, o para ortada kalır. Yetim hakkı zayi olur . Fakat üç gün müsade buyurursanız, gider o emaneti emniyetli bir adama teslim ettikten sonra döner gelir, nefsimi size teslim ederim. Bu hususta buna kefil de bulunur.Hazret-i Ömer, bir müddet düşündükten sonra:
-Kim bu gence kefil olur? buyurdu. Genç, bir an orada bulunanlara dikkatle baktı.Sonra Ebû Zer hazretlerini göstererek:
-İşte bu zat! dedi.
-Ey Ebû Zer, kefil olur musun?
-Evet üç güne kadar döneceğine kefilim, cevabını verdi. Kadrinin yüksekliği ile Eshâb-ı kirâm arasında bile üstün bir mevkii olan Ebû Zer hazretlerinin kefaleti davacılar için de kâfi idi. Aradan üç gün geçti.Mühlet bitmek üzereydi. Davacı gençler gelmişlerdi.Ebû Zer de hazırdı. Fakat delikanlı ortada yoktu. Davacı gençler:
-Ey Eba Zer,kefalet ettiğin şahıs nerede? Hiç giden gelir mi? Bizse nezrini ifa etmedikçe yerimizden kımıldamayız dediler.
Daha vakit var, hele müddet bitsin... Delikanlı dönmediği takdirde Allah hakkı için kefalet hükmünün icrasına hazırım, dedi. Hazret-i Ömer ise:
Delikanlı gelmezse Dinimizin hükmünü elbette infaz ederim, uygularım, buyurdu.Nihayet vakit dolmuş, Eshâbın hayret ve heyecanı son dereceyi bulmuştu.Tam bu sırada delikanlı çıkageldi.Yüzünden ter taneleri dökülüyordu.
-Yetimi dayısına teslim ettim, ona paraların bulunduğu yeri gösterdim ve ancak gelebildim.Görüyorsunuz hava çok sıcak ve yerimiz hayli uzaktır.Eshâb-ı kirâm, delikanlının sözünde durmasına hayran kaldılar ve bunu kendisine açıkladılar. Delikanlı:
-Mert olan hakiki Müslüman sözünde durur, diye cevap verdi.Kim ölümden kurtulur. Dünyada sözünde duran kalmadı sözünü söyletir miyim hiç? Mertliğin bu kadar parlak bir örneğini veren delikanlının ailesi ve kabilesi hakkında, Ebû Zer hazretlerinden bilgi soruldu.O büyük sahâbi şu cevabı verdi:
-Ben delikanlıyı tanımam. Halifemizin huzurunda ve birçok Eshâb-ı kirâm arasında yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete, insanlığa uygun bulmadım. Âlemde fazilet, iyilik kalmamış mı denilsin?''Davacı gençler de, o dakikada davalarında vazgeçtiler. Devlet hazinesinden babalarının diyeti verilmek istenildiği zaman da;
Biz dünyada kerem sahipleri, cömertler kalmadı denilmemek için, sırf Allah rızası için davamızdan vazgeçtik,dediler.
ODUNCU İLE ŞEYTAN
Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah'a karşı kulluk vazifesini yapar, kimsenin akşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparalar, ondan medet beklerlerdi. Oduncu, bir gün: 'Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah'a isyandan kurtarmış olurum' diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.
Dağa doğru giderken karşısına acayip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:
- Halkın Allah diye taparak Allah'a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi.
Adam, oduncuya :
- Ben şeytanım... O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.
Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.
Şeytan zahide:
- Ey zahid, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.
Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.
Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında altını gördü. Memnun olmuştu. İkinci gün oldu, fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştı. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce :
-Seni sahtekar seni, kandırdın değil mi beni?.. diyerek üzerine hücum etti.
Fakat ilkinin aksine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:
- Hayret ettin değilmi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Geçen sefer sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lakin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun. İşte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim...
NERDEN GELİYORMUŞ
Bir gün Behlül Dana’ya nereden geldiğini soruyorlar. O da Cehennemden geldiğini söylüyor. Gitmişken biraz ateş getirseydin bari, diyorlar. İstedim ama vermediler. “Burada ateş bulunmaz, dünyadan gelirken herkes ateşini kendisi getirir” dediler diyor.
NASİHAT
Harun Reşit’in annesi Behlül Dana’ya gelerek Harun’a biraz nasihat et de adaletten ayrılmasın. Yoksa ahirette işi çok zor olacak diyor:
Behlül bir Harun Reşit’e, “Uygun görürseniz biraz dolaşalım diyor ve Onu mezarlığa götürüyor. Tek tek mezarları göstererek “Bak şu filanca idi, şu kadar malı vardı, şu kadar yıl yaşadı ve öldü. Şurada yatan da filanca idi, zamanının hükümdarı idi, şu kadar askeri, şu kadar da hazinesinde malı vardı. Şurada yatan kadın da zamanının en güzeli idi. Herkes ona sahip olmak için can atıyordu. Sonunda biri ile evlendi,şu kadar çocuğu oldu ve şu kadar yıl yaşadı. Bu ve benzeri yer gösterme ve değerlendirmenin ardından eve dönüyorlar. Harun Reşit’in annesi, bu günlerde hiç Behlül’le sohbet ettin mi, sana neler anlattı? diye soruyor. H.Reşit’in annesi tekrar Behlül’le gelerek, “Oğluma ne zaman nasihat edeceksin?” diye soruyor. O da ben Ona nasihat ettim. Birlikte mezarlığa gittik. Ona bazı geçmiş kimseleri hatırlattım. “Ölüm en büyük nasihattir. Eğer bunu anlamadıysa diğer söyleyeceklerimin de bir faydası olmaz” diyor.
NANKÖR ZENGİNİN İYİ KALPLİ KIZI
Bağdad’ı kıtlık kırıp geçiriyordu... Fakir bir hamal, içinde ekmek piştiği sokağa kadar yayılan kokudan belli olan evin kapısından seslendi :
- Allah rızâsı için birazcık ekmek... Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın, taze bir ekmeği kızına uzattı, “Ver şu fakire” dedi. Kızcağız ekmeği verdi hamala. Tam bu sırada dışarıdan gelen cimri babası, fakirin elinden ekmeği aldı ve elindeki sopayı öyle bir indirdi ki, kızının bileği burkuldu, eli de ondan sonra sakat kaldı...
Hayat inişli çıkışlıdır...
Dünya bu... Hayat inişli çıkışlıdır... Kısa zamanda bu cimri adamın işleri bozuldu, dükkanını kaybetti, hatta öyle bir hâle geldi ki, bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düştü... Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da şu acı sözü söylemişti:
- Artık benden ümidini kes. Çarşıya in ve ekmek parası bul!
Kızcağız utana-sıkıla çarşıya indi... Sattıkları dükkanın karşısında beklerken, kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen mâsum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sordu. O da:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum, derken, kızcağızın elinin birini arkasına saklaması dikkatini çekmişti adamın:
- Niçin saklıyorsun elini? dedi. Kızcağız anlattı bütün olanı biteni...
“O fakir ben idim!”
Bu açıklamayı dinleyen adam hayretler içinde kaldı ve dedi ki:
- O ekmeği isteyen fakir ben idim. Seni görünce “bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor” diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban, nimeti verene şükretmediği için Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben aynı nankörlüğe düşmek istemem. Haydi gel, babandan seni isteyip nikâhımızı kıydıralım ve onu da sıkıntıdan kurtaralım...
Cüneyd-i Bağdadi yedi yaşında iken, mektepten eve gelince, babasını ağlar gördü.
-Bugün zekât olarak, dayın Sırri Sekâti'ye birkaç gümüş göndermiştim. Almamış.Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının beğenip, almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum , dedi. Cüneyd:
-Babacığım, o parayı veriniz, ben götüreyim deyip, dayısına gitti. Dayısı kim olduğunu sorunca:
-Dayıcığım, ben Cüneyd'im. Kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri alınız, dedi. Dayısı:
-Almam, deyince, Cüneyd:
-Adalet edip, babama emir eden ve ihsan edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için alınız, deyince Sırri:
-Babana ne emir etti ve bana ne ihsan etti, diye sorunca Cüneyd:
-Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emir etmekle adalet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekât kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsan eyledi. Bu söz dayısının çok hoşuna gitti ve:
-Evladım, gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl ettim, dedi. Sırri Sekati hazretleri kapıyı açıp, Cüneyd-i Bağdâdi'yi içeri kabûl etti. Parayı aldı.
Sâ'lebe Zarar Etti
Sa'lebe bin Ebi Hâtib Ensârdan idi. Bedir gazâsında bulunmadı. Bu zât bir gün :
-Yâ Resûlullah! Ordumuza, fakirlere ve muhtaç kişilere yardım etmek için çok mala sahip olmak istiyorum, ne olur duâ buyurun da, zengin olayım. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
-(Yâ sa'lebe! şimdiki hâlin, zengin olacağın zamanki hâlinden çok daha iyidir. Çok mala sahip olursan, şükrünü edâ etmekte güçlük çekersin .) bu kimse, isteğinde ısrar edince, Peygamber aleyhisselâm duâ buyurdu. O kimse kısa zamanda sürülerle develere, koyunlara ve çeşitli mallara sahip oldu. Bu malların işinin çokluğu yüzünden, gün geçtikçe sohbetleri, cemâatle namazları terk etti.
Zekât verme zamanı gelince Peygamberimiz bir kimseyi bu zâtın yanına gönderip, malının zekâtını vermesini buyurdu. Zekât olarak vereceği malları ayırdı. Fakat, gözüne çok göründü. Bu arada İblis işe karıştı. (Bu malları seninle mi kazandılar ki, veriyorsun) deyip aklını çeldi.
Bunun üzerine zekât için gelen kimseyi oradan kovdu. O da gelip durumu Peygamberimize söyleyince, Peygamberimiz, (Sa'lebe zarar etti) buyurdu.
Aradan çok geçmeden malının yarısını kurtlar yedi, yarısı hastalıktan öldü, derken hiç malı kalmadı ve eski hâlinden daha kötü durumlara düştü. Fakat iş işten geçmişti.
YEŞİL ELBİSE
Yolda karşılastığımızda ezan okunuyordu.
-"Gel seni camiye götureyim" dedim. "Bugün cuma biliyorsun."
-"Sende benim camiye gitmedigimi biliyorsun."dedi.
-"Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum."
-"Ne bileyim,olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri cıkar diye endişe ediyorum."dedi.
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-"Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun icin cami terk edilir mi?
-"Ciddi söylüyorum. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin."dedi.
Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-"Peki" dedim. "Hayatında hiç camiye gitmedin mi?"
-"Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum."
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmisti. Daha sonra tokalaşıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim. Bahcedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde . Yavasca yanına yaklaştım ve Kısık bir sesle:
"Hani camiye gelmiyecektin ?" dedim
Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...
YERİNDEN KIPIRDAMA DİYORLAR
Abbasi hükümdarı Harun Reşit döneminde, adamın biri:
“Ben peygamberim, diye ortaya çıkıp bağırmaya; ona buna buyruklar vermeye başlamış.”
Adamı yaka paça tutup Harun Reşit'in yanına çıkarmışlar.
Harun Reşit kızmış:
“Atın mutfağa, demiş, tutuklayın; yesin içsin yatsın orda. Belki aklı başına gelir.”
Günler, hatfalar geçmiş aradan. Harun Reşit adamı çağırtmış:
“Nasıl demiş, yine eskisi gibi üç günde bir melek görüyor musun? Ben peygamberim diyecek misin?”
Adam:
Hayır demeyeceğim, demiş. Eskiden üç günde bir gördüğüm melekler, bana: ‘Sen peygambersin’ diyorlardı. Şimdi ise her gün karışıma dikiliyorlar: ‘Sakın yerinden kıpırdama’ diyorlar...
YERDEKİ BESMELE
Bişr-i Hafi evliyânın büyüklerinden bir zâttır. Gençliği günah işleri yapmakla geçmişti. Bir gün, yolda sarhoş bir halde giderken, üstünde Besmele yazılı bir kâğıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öptü, çamurlarını silip, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinde duvara astı.
O gece âlim bir zât bir rüyâ gördü. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi.
Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi. Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.
YALAN SÖYLEMEYEN ÇOCUK
Seyyid Abdülkadir Geylâni hazretleri küçük yaşta iken, bir arefe günü çift sürmek için tarlaya gitti. Bir öküzün kuyruğuna tutunup ardından giderek oynuyordu. O anda bir ses işitti:
''Ey Abdülkâdir! sen bunun için yaratılmadın ve bunlarla emir olunmadın''! Bu ses, Abdülkâdir Geylâni hazretlerini korkuttu. Eve gelince dama çıktı. Hacıları gördü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı.
-Anneciğim! bana izin ver de Bağdat'a gidip, ilim öğreneyim. Sâlihleri, evliyâyı ziyaret edeyim.
Annesi de dedi ki:
-Ey benim gözümün nûru ve gönlümün tâcı evladım, Abdülkâdir'im! senin ayrılığına dayanamam. Sensiz ben ne yaparım? Bu bakımdan müsâade edemiyorum. Abdülkâdir-i Geylâni Hazretleri, tarlada olan bitenleri anlattı. Annesi ağladı. Kalkıp babasından miras kalan 80 altını alıp, kırkını kardeşine ayırdı. Kırkını da bir keseye koydu ve keseyi elbisesinin koltuğuna dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak dedi ki:
-Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evlâdım, Abdülkâdir'im! Hak teâlânın rızâsı için olmasaydı katiyyen bırakmazdım. Huzur ve esenlik içinde sefere çık! Yolun açık olsun! seninle belki ebedi olarak ayrılıyoruz. Sana son olarak nasihatım şudur ki:''Eğer beni memnun etmek istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme , doğruluktan asla ayrılma! Allahü teâlâ her zaman ve her yerde doğrularla beraberdir''. Abdülkâdir-i Geylâni hazretleri annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat'a gitmek üzere bulunan bir kervana rastgeldi ve aralarına katıldı. Hemedan'ı geçmişlerdi. Bir müddet yol aldılar. Arz-ı Tetrenk denilen mahalle geldiklerinde kervanda bir bağırıp, çağırma koptu. Önlerine aniden bir sürü eşkıya çıkıp kervana saldırdılar. Bir anda sandıklar yere yıkıldı. Eşyalar yağma edilmeye başlandı. Eşkıyalar, kervandakilere birer birer sual edip, üzerlerinde her ne buldularsa aldılar. Sıra Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerine geldi. Eşkıyalardan biri latife olsun diye bunu önüne çekip sordu:
-Fakir çocuk, söyle bakalım senin neyin var?
-Üzerimde yanlız 40 altınım var.
Eşkıya inanmamıştı. Bırakıp gitti. İkinci bir harâmi sual edip, o da aynı cevabı alınca vaziyeti reislerine bildirdiler.''Bu çocuk 40 altınım var'' diyor dediler. Bu defa da reisleri sordu:
-Senin üzerinde ne var?
-Hırkamda dikili 40 altınım var.
Reisleri adamlarına dönerek dedi ki:
-Açın bakın, bakalım! Adamları üstünü aradılar, içinde 40 altın bulunan keseyi bulup reislerine verdiler. Eşkıya reisi hayretle sordu:
-Peki evlât, sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin? Abdülkâdir-i Geylâni hazretleri dedi ki::
-Ben evden ayrılırken anneme asla yalan söylemiyeceğime söz vermiştim. 40 altın için sözümü bozar mıyım? Bu sözleri duyup hakikate şahit olan eşkıya başının gözleri yaşardı. Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerinin hakikat dolu gözlerine bakıp onunla kendi yaşını ölçtü. Kendisinin bu yaşa kadar nice hiyanet ve zulümler işlediğini, birgün Hakka yönelmediğini acı acı düşündü ve o güne kadar yaptıklarından pişman olup, ellerini başına vurarak şöyle haykırdı:
-Eyvah! biz de Allahü teâlâ söz vermiştik.::Bunca zamandır şeytana uyup ahdimizi bozduk. Fenalık yaptık. Yarın Hak huzurunda acaba bizim halimiz ne olacak? Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:
-Ey arkadaşlarım! Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben, bunca senedir Hak teâlâ karşı olan ahdimi bozdum. O'na isyan ettim. İçimden gelen bir pişmanlıkla bütün günahlarıma tövbe ile Rabbimin yoluna iltica ediyorum. Bundan böyle inşaallah, Hak teâlânın râzı ve hoşnut olmadığı bir şeyi yapmıyacağım. Reislerine pek ziyade bağlı olan eşkıyalar hep bir ağızdan dediler ki:
-Efendimiz, reisimiz! Biz de sizden ayrılmayız. Eşkıyalıkta reisimizdin, hidâyette de reisimiz ol!
Bunun üzerine kervan ehlinden ne alınmışsa sahiplerine iâde edildi. Bir sürü eşkıya Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerinin önünde tövbe etti. Kendisi tekrar yoluna devam ederek Bağdat'a vardı.
YAHUDİYİ KURTARAN ABDEST
İmâm-ı Câ'fer-i sâdık hazretleri, yolda giderken, bir râhibin ibâdethânesini gördü. Aklına, gidip râhibe nasihat edeyim., belki müslüman olur, diye geldi.
İbâdethânenin kapısına geldi. Kapı kapalıydı.Seslendi.Râhib cevap verip, biraz sonra kapıyı açtı. İmâm-ı Câ'fer-i Sâdık içeri girdi ve râhibe sordu:
-Cevap verdiğin zaman, niçin kapıyı açmadın?
-Senin sesini duyunca, kalbime bir heybet geldi Korktum. Kalktım, önce bir abdest aldım. Çünkü Tevrât'ta,bir kimseden yahut bir şeyden korkan, abdest alsın, ona birşey zarar vermez. Ona bir kimse kötülük yapamaz diye okumuştum.
Bunun için kapıyı açmakta biraz geciktim. Câfer-i Sâdık, râhipten bu sözleri duyunca şaşırdı. Ona İslâmı anlattı. Râhibin kalb gözü açıldı, müslüman olmak arzusu çoğaldı ve hemen orada''Kelime-i Şehâdet'' getirerek müslüman oldu.
İşte bu, abdest almanın sebep olduğu bir kurtuluştu. Hem de sonsuz kurtuluş!..
VALİ VE KADIN
Bir zamanlar vâlilik yapan birisinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengârenk çiçeklerle donatılmış, tam bir zevk ve sefâ yeriydi. Bir gün vâli, bu bahçeye geldi. Vâli, bir bahane ile kadının kocası olan bahçıvanı, bir iş için dışarıya gönderdi. Kadına da dedi ki:
-Bahçenin kapılarını kapat. Hiç bir kapı açık kalmasın!
Kadın, akıllı ve namuslu idi. Vâlinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki:
-Kapıları kapattım. Yanlız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum.
-O, hangi kapıdır?
-Bu kapı, Allahü teâlânın (Basar) sıfatıyla bizi gördüğü kapıdır. Vâli, bu sözü duyunca, pişman olup tövbe etti. Bir daha aklına böyle kötülükler getirmemek için, Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin bulunduğu yere gidip, onun sohbetinde yetişti. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.
ŞEYTANIN ÜZÜNTÜSÜ
Evliyânın büyüklerinden birisi, hac zamânında insan kılığına girmiş olan İblis'i Arafat'ta gördü. Zayıflamış ve benzi solmuş, gözü yaşlı ve kamburu çıkmış olarak perişan bir haldeydi.Evliyâ olan zât, İblis'i tanıyıp ona dedi ki:
-Niçin gözün yaşlıdır? kim ağlattı seni?
-Ticâret yapmak fikri olmadan, sırf Allah rızâsı için hac yapmağa gelenlerin, arzularının Allahü teâlâ tarafından kabul edilmesinden korktum. Onun için ağlıyorum.
-Peki seni zayıflatan nedir?
-Hacıları getiren atların inlemeden, kişneyerek gelmelerine üzüldüm. Halbuki benim yoluma gidenleri böyle götürselerdi, sevincim çok artardı.
-Pekâlâ,benzini solduran nedir?
-Müslümanların ibâdetlerine devam etmeleri ve birbirleriyle yardışmalarıdır. Şâyet isyânda yardımlaşsalardı, sevincim ziyâdeleşirdi.
-Seni çökertip, belini büken nedir?
-Kulların, (Yâ Rabbi! senden son nefeste imân-ı kâmil ile ölmemi istiyorum) diye yalvarmasıdır. Halbuki ben onları, kendi işlerini ve ibâdetlerini beğendirip, imânsız gitmeleri için çalışmaktayım. Allaha böyle yalvaranların, benim bu iş için çalıştığımı anlamalarından korkuyorum.
SÜTE SU KATMADI
Hazret-i Ömer, halifeliği sırasında bir gece asayişi kontrol için Medine sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden geçmekte olduğu bir evden yüksek sesler işitti. Durdu ve dinlenmeye başladı. Bir anne kızına şöyle diyordu:
-Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!
-Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?
-Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak, O şimdi yatağında uyuyor.
-Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Herşeyi bilen, gören ve herşeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat herşeyi bilen ve gören Allah'tan nasıl gizlersin?
Hazret-i Ömer, bu kızın güzel ahlâkına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da , o kızı oğlu Âsım'a nikâh etti.
SULTANIN KARŞISINDA İKEN
Birgün İslâm âlimlerinden Ali Dekkak hazretlerine sordular:
-Namazda iken, sinek kovalayan kimse için ne dersiniz?
-Allahü teâlânın huzurundaki edep, Ayaz adındaki bir Türkün, Sultan Mahmud-i Gaznevi'nin yanındakinden az olmamalıdır. Şöyle anlatırlar:
''Ayaz isminde bir genç, bir gün Sultan Mahmud-i Gaznevi'nin resmi hizmetinde bulunurken, aniden ayakkabısının burnunu salladı. Sultan, Ayaz'ın bu haline şaştı. O zamana kadar kendisinden hiçbir zaman edepsizlik görmemişti. Sultan firasetle, Ayaz'ın bir özrü olduğunu anladı.Memurlarından birisine Ayaz'ı takip edip, durumu incelemesini emretti. Sultanın adamı, Ayaz'ı takip etti.Ayaz bir köşeye çekilip, ayakkabısını çıkardı.İçinden bir akrep düştü. Ayaz,ayakkabısıyla akrebi ezerek,''Bugün, bana Sultanın huzurunda edebimi bozdurdun. Bugüne kadar sultanın huzurunda bir edepsizliğim görülmemiştir'' diyordu. Memur, durumu Sultan'a arz etti. Ayaz geri dönünce Sultan:
-Ey Ayaz! Bugün niçin edepsizlik yaptın? Ayağını hareket ettirdin, durdun? dedi. Ayaz özür diler bir eda ile cevap verdi:''Kabahat işlemek hizmetçilerin, kölelerin işindendir.Affetmek ise, sultanların şânındandır''.
-Akrep hikayeniz bize ulaştı, deyince:
-Madem ki, haberiniz oldu anlatayım: Sizin saltanat ni'metlerimize kavuşmuş biriyim .Akrep yedi defa ayağımı soktu, dayandım. Ayağımı oynatmadım. Sekizincisinde takadım kalmadı. Ayağımın ucunu yerden kaldırdım.
Ey kardeşim, iyi dikkat et! Bir sultanın yanında, kölenin, hizmetçinin gösterdiği edebe bak! Bir de makamların en yükseği olan Allahü teâlânın huzurunda ibâdet hâlinde olanların ne edepsizlikler ettiklerini, onlardan ne cüretkâr işler meydana geldiğine bir bak! O zaman, bu ibâdetlerimizden utanmamız gerektiğini hattâ ömür boyu hâyâ sebebi ile başımızı kaldırmamamız lâzım olduğunu anlarsın.
SÖZ VERMİŞTİ
Abdullah bin Mübârek hazretleri anlatır: Bir ateşperest ile çalışıyorduk. Namaz vakti gelince dedim ki:
-Namaz kılarken, bana ilişmiyeceğine dair söz verir misin?
-Veririm. Bunun üzerine namaz vaktinde rahatça bir namaz kıldım. Sonra ateşperest olan o şahsın ibâdet zamanı gelmişti.
-Şimdi sıra ben de, ben ibâdet ederken, bana ilişmiyeceğine söz ver bakalım.
-Olur sana ilişmem... Rahatça ibâdetini yapabilirsin. Fakat ateşperest ateşe tapmak üzere secdeye varınca, hemen üzerine atıldım.Sözümde durmadım. Şöyle bir ses duydum (söz verdiğin zaman ahdini yerine getir). Bunun üzerine adama ilişmeden geri çekildim. Sonra adam ibâdetini bitirdiğinde bana sordu:
-Evvela hücum ettin. Sonra niye vazgeçtin?...
-Allah'dan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine atıldım. Seni öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda :
-(Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir) diyen bir ses, beni o teşebbüsümden alıkoydu. Bundan sonra mecûsi:
-Şimdi inandım ki, asıl ve gerçek ilâh senin Rabbindir. Kendi düşmanı için dostunu bile azarlıyor. İşte huzurunda müslüman oluyorum diyerek kelime-i şehâdet getirdi.
SİZ PEYGAMBER MİSİNİZ?
Emir-ül Mü'minin hazret-i Ali ''radıyallahü anh'' ordusu ile harbe giderken bir konak yerinde su bulamadı. Her ne kadar sağa sola koştular ise de, su bulamadılar. Nihayet uzakta bir kilise görüp yanına vardılar. Oradan su sordular. Kilisedekiler dediler ki:
-Buradan 10 mil uzakta su vardır. Ordu gitmek istemişse de, hazret-i Ali, ''Oraya gitmeye lüzum yoktur ''buyurup, geri tarafda bir yeri işâret ederek orayı kazmalarını söyledi. Biraz kazdılar, büyük bir taş görüldü. Bütün uğraşmalara rağmen taşı kaldıramadılar. Hazret-i Ali ''radıyallahü anh'' atından inerek mübârek parmaklarını taşın altına sokup kaldırdı. Oradan saf, tatlı ve soğuk bir su çıktı. Ordu bu sudan içti ve kaplar dolduruldu. Kilisenin Râhibi uzaktan bu durumları gördü. Sevinç içinde hazret-i Ali'nin huzûruna gelip merakla sordu:
-Sizin peygamber olduğunuzu sanıyorum. Acaba yanılıyor muyum?
-Hayır ben peygamber değilim, ama son peygamberin dâmâdı ve halifesiyim! Râhib hemen kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Hazret-i Ali, müslüman oluş sebebini sorunca, râhib dedi ki:
-Ey mü'minlerin emiri! Bu kiliseyi, bu taşı kaldıran zâtı bekleyip görmek için yapmışlardır. Biz kitaplarımızda okuruz, âlimlerimizden de duyduk ki, burada bir kuyu vardır. Üzerindeki taşı peygamber veya onun Halifesi kaldırabilir. Bu taşı sizin kaldırdığınızı görünce, yıllardır beklediğim arzuya kavuştum. Hazret-ü Ali buyurdu ki:
-Allahü teâlâya hamd olsun! Bu râhib orduya katılıp, çok savaştı ve şehit olmak saâdetine kavuştu. Namazını hazret-i Ali kıldırdı. Kilisede câmi hâline getirildi.
RÜYADA KESİLEN DEVE
Arabistan'da cömertliği ile meşhur bir adam vefat etmişti.Yoldan aç dönen insanlar,kabrinin başına gittiler.
Aç olarak uyudular.İçlerinden birinin bir devesi vardı.O kimseye, rüyasında, kabirdeki kişi dedi ki:
Senin bu devenle benim en iyi devemi değiştirir misin?
-Evet değiştiririm, dedi.
O kimse rüyasında devesini, iyi deve karşılığında verdi.Mevta aldığı deveyi kesti.Uykudan uyanınca devesini kesilmiş buldular. Tencereyi getirip, pişirip yediler. Döndükleri zaman bir kervana rastladılar.Kervandan birisi, o devenin sahibine ismi ile hitap ederek dedi ki:
-Filan mevtadan,iyi bir deve satın aldın mı?
-Aldım, fakat o rüyada olmuştu.
-O mevta, benim babamdır. Ben de rüyada gördüm. Bana,''Eğer benim oğlum isen benim bu devemi filan kimseye ver'' dedi.Buyurun, alın devenizi!..
Müslümana yakışan, kanaat edip, haris olmamak ve servete sahip olduğu takdirde de başkalarını kendi üzerine tercih edip, cömertlik, hayrat ve hasenât, cimrilikten kurtulmaktır. Cömertlik, Peygamberlerin ahlâkı ve kurtuluşun ana yollarından biridir.
PADİŞAHIN SÜT KARDEŞİ
İstanbul'lu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşa Aleyhisselam, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir.
Hâl böyle olunca Yahya Efendi’nin dergâhına denizciler sık gelir, giderler. İşte Karadeniz’de amansız bir fırtınaya yakalanan Apostol adlı Rum, zor anlarında “Aman Ya Rabbi!” der, “Şu sıkıntıdan bir kurtulayım, Yahya Efendi’nin dergâhına en pahalısından bir fıçı şarap...”
Eh, o telâşede Müslümanların şarap içmedikleri hatırına gelmez tabii. Yine aynı dalgınlıkla yüklenir fıçıyı gelir dergâha. Müridler bu işe bayağı bozulurlar. Hatta içlerinden ters ters bakanlar olur. Apostol yaptığı gafın farkına vardığında, çok geçtir. Tam fıçıyı açmakla, kaçmak arasında tereddütler geçirdiği anda Yahya Efendi görünür. “Aman efendim! Niye zahmet ettiniz.” der, “Hadi açın da misafirlerimizin ağzı tatlansın!” Garibim fıçıyı korka korka açar, ama içinden mis gibi nar şerbeti çıkar. Büyük veli onu mahçup etmez, hatasını, ama samimi hatasını kerametiyle örter. İşte bu müşfik tavır üzerine Rum gemici “Ey yol güneşi” der,” Vallahi senin dinin haktır!”
Yahya Efendi, Trabzon Kadısı Ömer Efendi’nin oğludur. O Kanuni Süleyman ile aynı günlerde doğar. Hatta minik şehzadeyi Yahya Efendi’nin annesi Afife Hanım emzirir. Hasılı ikisi süt kardeş olurlar.
Yahya Efendi balıkçıya, kayıkçıya bile kıymet verir, çoluk çocuğu muhatap edinir. Hâlimdir, selimdir, ama yeri geldiğinde Kanuni gibi bir cihan imparatoruna “Bakasın bre süt kardeş!” diye çıkışacak kadar yüreklidir. Nitekim günün birinde papazın biri atının yularına yapışır. “Bu da adalet mi yani?” der, “Doğru dürüst defter tutulmuyor, ölülerimizden bile haraç istiyorlar!” Yahya Efendi derhal sultana çıkar. “Yazıklar olsun” der, “Böyle ele geçen mal helâl değildir. Yediğin, içtiğin, sarayın, saltanatın, haram sana!”
Kânuni ağlamaklıdır. “Ağabey; halimi Allah biliyor ki bunlardan haberim yok!” diye sızlanır ve ikinci azarı yer “O halde gaflettesin. Allahü teâlâ’nın huzuruna çıktığında ne cevap vereceksin? Korkarım yakanı kafirlerin eline verecekler. Sürüm sürüm sürünecek, cehenneme itileceksin. Unutma tacın, tahtın, burada kalır, seni şöhretin değil, adaletin kurtarır!”
PADİŞAHIN İŞİ NE? (NALINCI BABA)
Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam sivayuş paşa sorar
-Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
-Akşam garip bir rüya gördüm.
-Hayırdır inşallah.
-Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
-Nasıl yani?
-Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılıgında çıkarlar yola.
Görünen o ki padişah hala gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir.
Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt a çıkar döner Vefa ya Zeyrekten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar.
Sorarlar ‘kimdir bu ? Ahali
Aman hocam hiç bulaşma derler Ayyaşın meyhuşun biri işte!
-Nerden biliyorsunuz?
-Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer
Biliyor musunuz? Der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalın hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine. Hele yaşlını biri çok öfkelidir. İsterseniz komşulara sorun der.
Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?
Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser
-Nereye?
-Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-Millet bu çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, öyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlasak gerek.
-İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
-Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
-Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
-Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
-Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
-Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
-Ne bilim Ayasofya dan Sülaymaniye den, en azından Fatih camiinden.
-Ayasofya ile Sülaymaniye de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim.
Ve gelirler camiiye. Vezir sağa sola koşturur kefen tabut bulur. padişah bakir kazanları vurur ocağa. usulü erkanınca bir güzel yıkarlar kinaaş ayan beyan güzelleşir sanki. bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır. sulatım der.
yanlış yapıyoruz galiba
-Nasıl yani?
-Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır belki yetimleri?
-Doğru öyle ya, neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
Hakkını helal et evladım der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.
Biliyormusun oğlum? diye dertli dertli söylenir.
!Bizim efendi bir alemdi vesselam.
Akşamlara kadar nalın yapar.
Ama birinin elinde şarap şisesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı.
Sonra getirip dökerdi helaya.
-Niye?
-Ümmeti Muhammed içmesin diye.
-Hayret
-Sonra malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım derdi. öyleyse şimdi dinleseniz gerek’ o çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal. Hüccetül islam okurdum.
-Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
-Milletin ne sandığı umrumda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi. tekbir alırken Kabe yi görmeli.
-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
-İşte bu yüzden nişanca ya, sofular a uzanırdı ya. Hatta bir gün,,
-Bakasın efendi dedim! sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
-Doğru öyle ya?
-kimseye zahmetim olmasın deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu? dedim. seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü, sonra Allah büyüktür hatun″ dedi. ‘Hem padişahın işi ne?
Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed e, halifeyi müslimine dua ederler. samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.
İşte nalıncı baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi dir. Bergama' lıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi unkapanında, cibali tütün fabrikasının arkasında, Haraçzade camii karşısındadır.
ONLAR BÖYLEYDİ
Birgün müslümanların halifesi Hazret-i Ömer, Eshâbın ileri gelenleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Tam bu sırada iki genç huzuruna girdi. Kollarından sımsıkı tuttukları yakışıklı,mert tavırlı ve temiz giyinmiş bir genci Emir-ül mü'minine getirmişlerdi. Geliş sebeplerini şöyle anlattılar:
-Biz iki kardeşiz. Babamız bugün bahçede dolaşmakta iken bu genç tarafından öldürüldü. Hakkın yerine getirilmesi için size getirdik'' Hazret-i Ömer gence sordu:
-İşittin, ne cevap vereceksin? Delikanlı büyük bir vakar ve sükûnet içinde şu cevabı verdi:
-Ey mü'minlerin emiri! Bu iki genç doğru söylüyor.Fakat izin verirseniz, hadiseyi bir de ben anlatayım. O zaman,ne emir buyurursanız adâlet ondadır. Ben çölde yaşayan bir kişiyim. Ailemi almış buralara gezmeye gelmiştim.Tuttuğumuz yol, bahçelerin arasından geçiyordu Yanımda atlarım ve kısraklarım vardı. İçlerinde çok asil bir at vardı.Bahçelerden birinin duvarından sarkmış bir dalı kopardı. Derhal atı tutup çektim. Bu sırada duvar kenarında bir ihtiyarın öfkeli öfkeli gelmekte olduğunu gördüm. Elinde bir taş vardı. Taşı ata doğru attı.Gözüm bakmağa bile kıyamadığı o güzel hayvan da bir tarafa yığılıverdi ve öldü. Hemen taşı alıp ben de o adama attım. Eceli gelmiş, bir feryatla o da can verdi. Kaçmak istemedim değil, fakat bu delikanlılar benden atik davrandılar. Tutup işte huzurunuza getirdiler. Hazret-i Ömer buyurdu ki:
-Cinayetini itiraf ettin, sana kısas lâzım geldi. Bu cezayı yerine getirmemiz lâzım olur. Delikanlı aynı sükunetle şöyle cevap verdi:
-Madem ki, dinimizin hükmü budur, Halifemizin emrine itaat gerekir. Emre, boynum kıldan incedir. Ölüme hemen hazırım.Fakat benim küçük bir kardeşim var. Ölen babamız ona hayli mal, para ayırmış ve ''oğlum, şunlar kardeşinindir ve büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana aittir'' demişti. Ben bu paraları bir yere sakladım. Benden başkası yerini bilmez. Eğer şimdi kısas yerine getirilirse, o para ortada kalır. Yetim hakkı zayi olur . Fakat üç gün müsade buyurursanız, gider o emaneti emniyetli bir adama teslim ettikten sonra döner gelir, nefsimi size teslim ederim. Bu hususta buna kefil de bulunur.Hazret-i Ömer, bir müddet düşündükten sonra:
-Kim bu gence kefil olur? buyurdu. Genç, bir an orada bulunanlara dikkatle baktı.Sonra Ebû Zer hazretlerini göstererek:
-İşte bu zat! dedi.
-Ey Ebû Zer, kefil olur musun?
-Evet üç güne kadar döneceğine kefilim, cevabını verdi. Kadrinin yüksekliği ile Eshâb-ı kirâm arasında bile üstün bir mevkii olan Ebû Zer hazretlerinin kefaleti davacılar için de kâfi idi. Aradan üç gün geçti.Mühlet bitmek üzereydi. Davacı gençler gelmişlerdi.Ebû Zer de hazırdı. Fakat delikanlı ortada yoktu. Davacı gençler:
-Ey Eba Zer,kefalet ettiğin şahıs nerede? Hiç giden gelir mi? Bizse nezrini ifa etmedikçe yerimizden kımıldamayız dediler.
Daha vakit var, hele müddet bitsin... Delikanlı dönmediği takdirde Allah hakkı için kefalet hükmünün icrasına hazırım, dedi. Hazret-i Ömer ise:
Delikanlı gelmezse Dinimizin hükmünü elbette infaz ederim, uygularım, buyurdu.Nihayet vakit dolmuş, Eshâbın hayret ve heyecanı son dereceyi bulmuştu.Tam bu sırada delikanlı çıkageldi.Yüzünden ter taneleri dökülüyordu.
-Yetimi dayısına teslim ettim, ona paraların bulunduğu yeri gösterdim ve ancak gelebildim.Görüyorsunuz hava çok sıcak ve yerimiz hayli uzaktır.Eshâb-ı kirâm, delikanlının sözünde durmasına hayran kaldılar ve bunu kendisine açıkladılar. Delikanlı:
-Mert olan hakiki Müslüman sözünde durur, diye cevap verdi.Kim ölümden kurtulur. Dünyada sözünde duran kalmadı sözünü söyletir miyim hiç? Mertliğin bu kadar parlak bir örneğini veren delikanlının ailesi ve kabilesi hakkında, Ebû Zer hazretlerinden bilgi soruldu.O büyük sahâbi şu cevabı verdi:
-Ben delikanlıyı tanımam. Halifemizin huzurunda ve birçok Eshâb-ı kirâm arasında yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete, insanlığa uygun bulmadım. Âlemde fazilet, iyilik kalmamış mı denilsin?''Davacı gençler de, o dakikada davalarında vazgeçtiler. Devlet hazinesinden babalarının diyeti verilmek istenildiği zaman da;
Biz dünyada kerem sahipleri, cömertler kalmadı denilmemek için, sırf Allah rızası için davamızdan vazgeçtik,dediler.
ODUNCU İLE ŞEYTAN
Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah'a karşı kulluk vazifesini yapar, kimsenin akşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparalar, ondan medet beklerlerdi. Oduncu, bir gün: 'Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah'a isyandan kurtarmış olurum' diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.
Dağa doğru giderken karşısına acayip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:
- Halkın Allah diye taparak Allah'a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi.
Adam, oduncuya :
- Ben şeytanım... O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.
Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.
Şeytan zahide:
- Ey zahid, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.
Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.
Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında altını gördü. Memnun olmuştu. İkinci gün oldu, fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştı. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce :
-Seni sahtekar seni, kandırdın değil mi beni?.. diyerek üzerine hücum etti.
Fakat ilkinin aksine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:
- Hayret ettin değilmi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Geçen sefer sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lakin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun. İşte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim...
NERDEN GELİYORMUŞ
Bir gün Behlül Dana’ya nereden geldiğini soruyorlar. O da Cehennemden geldiğini söylüyor. Gitmişken biraz ateş getirseydin bari, diyorlar. İstedim ama vermediler. “Burada ateş bulunmaz, dünyadan gelirken herkes ateşini kendisi getirir” dediler diyor.
NASİHAT
Harun Reşit’in annesi Behlül Dana’ya gelerek Harun’a biraz nasihat et de adaletten ayrılmasın. Yoksa ahirette işi çok zor olacak diyor:
Behlül bir Harun Reşit’e, “Uygun görürseniz biraz dolaşalım diyor ve Onu mezarlığa götürüyor. Tek tek mezarları göstererek “Bak şu filanca idi, şu kadar malı vardı, şu kadar yıl yaşadı ve öldü. Şurada yatan da filanca idi, zamanının hükümdarı idi, şu kadar askeri, şu kadar da hazinesinde malı vardı. Şurada yatan kadın da zamanının en güzeli idi. Herkes ona sahip olmak için can atıyordu. Sonunda biri ile evlendi,şu kadar çocuğu oldu ve şu kadar yıl yaşadı. Bu ve benzeri yer gösterme ve değerlendirmenin ardından eve dönüyorlar. Harun Reşit’in annesi, bu günlerde hiç Behlül’le sohbet ettin mi, sana neler anlattı? diye soruyor. H.Reşit’in annesi tekrar Behlül’le gelerek, “Oğluma ne zaman nasihat edeceksin?” diye soruyor. O da ben Ona nasihat ettim. Birlikte mezarlığa gittik. Ona bazı geçmiş kimseleri hatırlattım. “Ölüm en büyük nasihattir. Eğer bunu anlamadıysa diğer söyleyeceklerimin de bir faydası olmaz” diyor.
NANKÖR ZENGİNİN İYİ KALPLİ KIZI
Bağdad’ı kıtlık kırıp geçiriyordu... Fakir bir hamal, içinde ekmek piştiği sokağa kadar yayılan kokudan belli olan evin kapısından seslendi :
- Allah rızâsı için birazcık ekmek... Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın, taze bir ekmeği kızına uzattı, “Ver şu fakire” dedi. Kızcağız ekmeği verdi hamala. Tam bu sırada dışarıdan gelen cimri babası, fakirin elinden ekmeği aldı ve elindeki sopayı öyle bir indirdi ki, kızının bileği burkuldu, eli de ondan sonra sakat kaldı...
Hayat inişli çıkışlıdır...
Dünya bu... Hayat inişli çıkışlıdır... Kısa zamanda bu cimri adamın işleri bozuldu, dükkanını kaybetti, hatta öyle bir hâle geldi ki, bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düştü... Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da şu acı sözü söylemişti:
- Artık benden ümidini kes. Çarşıya in ve ekmek parası bul!
Kızcağız utana-sıkıla çarşıya indi... Sattıkları dükkanın karşısında beklerken, kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen mâsum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sordu. O da:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum, derken, kızcağızın elinin birini arkasına saklaması dikkatini çekmişti adamın:
- Niçin saklıyorsun elini? dedi. Kızcağız anlattı bütün olanı biteni...
“O fakir ben idim!”
Bu açıklamayı dinleyen adam hayretler içinde kaldı ve dedi ki:
- O ekmeği isteyen fakir ben idim. Seni görünce “bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor” diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban, nimeti verene şükretmediği için Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben aynı nankörlüğe düşmek istemem. Haydi gel, babandan seni isteyip nikâhımızı kıydıralım ve onu da sıkıntıdan kurtaralım...