Dini HikayeLer

SpYCeZa

O Bir İdeoloji
Katılım
12 Şub 2006
Mesajlar
3,137
Reaction score
0
Puanları
36
Yaş
30
Konum
<kisisel bir ileti giriniz>
ZEKATI KABUL ETMEDİ


Cüneyd-i Bağdadi yedi yaşında iken, mektepten eve gelince, babasını ağlar gördü.

-Bugün zekât olarak, dayın Sırri Sekâti'ye birkaç gümüş göndermiştim. Almamış.Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının beğenip, almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum , dedi. Cüneyd:

-Babacığım, o parayı veriniz, ben götüreyim deyip, dayısına gitti. Dayısı kim olduğunu sorunca:

-Dayıcığım, ben Cüneyd'im. Kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri alınız, dedi. Dayısı:

-Almam, deyince, Cüneyd:

-Adalet edip, babama emir eden ve ihsan edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için alınız, deyince Sırri:

-Babana ne emir etti ve bana ne ihsan etti, diye sorunca Cüneyd:

-Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emir etmekle adalet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekât kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsan eyledi. Bu söz dayısının çok hoşuna gitti ve:

-Evladım, gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl ettim, dedi. Sırri Sekati hazretleri kapıyı açıp, Cüneyd-i Bağdâdi'yi içeri kabûl etti. Parayı aldı.

Sâ'lebe Zarar Etti

Sa'lebe bin Ebi Hâtib Ensârdan idi. Bedir gazâsında bulunmadı. Bu zât bir gün :

-Yâ Resûlullah! Ordumuza, fakirlere ve muhtaç kişilere yardım etmek için çok mala sahip olmak istiyorum, ne olur duâ buyurun da, zengin olayım. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:

-(Yâ sa'lebe! şimdiki hâlin, zengin olacağın zamanki hâlinden çok daha iyidir. Çok mala sahip olursan, şükrünü edâ etmekte güçlük çekersin .) bu kimse, isteğinde ısrar edince, Peygamber aleyhisselâm duâ buyurdu. O kimse kısa zamanda sürülerle develere, koyunlara ve çeşitli mallara sahip oldu. Bu malların işinin çokluğu yüzünden, gün geçtikçe sohbetleri, cemâatle namazları terk etti.

Zekât verme zamanı gelince Peygamberimiz bir kimseyi bu zâtın yanına gönderip, malının zekâtını vermesini buyurdu. Zekât olarak vereceği malları ayırdı. Fakat, gözüne çok göründü. Bu arada İblis işe karıştı. (Bu malları seninle mi kazandılar ki, veriyorsun) deyip aklını çeldi.

Bunun üzerine zekât için gelen kimseyi oradan kovdu. O da gelip durumu Peygamberimize söyleyince, Peygamberimiz, (Sa'lebe zarar etti) buyurdu.

Aradan çok geçmeden malının yarısını kurtlar yedi, yarısı hastalıktan öldü, derken hiç malı kalmadı ve eski hâlinden daha kötü durumlara düştü. Fakat iş işten geçmişti.

YEŞİL ELBİSE


Yolda karşılastığımızda ezan okunuyordu.
-"Gel seni camiye götureyim" dedim. "Bugün cuma biliyorsun."
-"Sende benim camiye gitmedigimi biliyorsun."dedi.
-"Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum."
-"Ne bileyim,olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri cıkar diye endişe ediyorum."dedi.
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-"Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun icin cami terk edilir mi?
-"Ciddi söylüyorum. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin."dedi.
Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-"Peki" dedim. "Hayatında hiç camiye gitmedin mi?"
-"Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum."
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmisti. Daha sonra tokalaşıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim. Bahcedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde . Yavasca yanına yaklaştım ve Kısık bir sesle:
"Hani camiye gelmiyecektin ?" dedim
Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...

YERİNDEN KIPIRDAMA DİYORLAR


Abbasi hükümdarı Harun Reşit döneminde, adamın biri:
“Ben peygamberim, diye ortaya çıkıp bağırmaya; ona buna buyruklar vermeye başlamış.”
Adamı yaka paça tutup Harun Reşit'in yanına çıkarmışlar.
Harun Reşit kızmış:
“Atın mutfağa, demiş, tutuklayın; yesin içsin yatsın orda. Belki aklı başına gelir.”
Günler, hatfalar geçmiş aradan. Harun Reşit adamı çağırtmış:
“Nasıl demiş, yine eskisi gibi üç günde bir melek görüyor musun? Ben peygamberim diyecek misin?”
Adam:
Hayır demeyeceğim, demiş. Eskiden üç günde bir gördüğüm melekler, bana: ‘Sen peygambersin’ diyorlardı. Şimdi ise her gün karışıma dikiliyorlar: ‘Sakın yerinden kıpırdama’ diyorlar...

YERDEKİ BESMELE


Bişr-i Hafi evliyânın büyüklerinden bir zâttır. Gençliği günah işleri yapmakla geçmişti. Bir gün, yolda sarhoş bir halde giderken, üstünde Besmele yazılı bir kâğıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öptü, çamurlarını silip, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinde duvara astı.

O gece âlim bir zât bir rüyâ gördü. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.

Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:

-Kimden haber vereceksin?

-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:

-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:

-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi.

Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi. Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.

YALAN SÖYLEMEYEN ÇOCUK


Seyyid Abdülkadir Geylâni hazretleri küçük yaşta iken, bir arefe günü çift sürmek için tarlaya gitti. Bir öküzün kuyruğuna tutunup ardından giderek oynuyordu. O anda bir ses işitti:

''Ey Abdülkâdir! sen bunun için yaratılmadın ve bunlarla emir olunmadın''! Bu ses, Abdülkâdir Geylâni hazretlerini korkuttu. Eve gelince dama çıktı. Hacıları gördü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı.

-Anneciğim! bana izin ver de Bağdat'a gidip, ilim öğreneyim. Sâlihleri, evliyâyı ziyaret edeyim.

Annesi de dedi ki:

-Ey benim gözümün nûru ve gönlümün tâcı evladım, Abdülkâdir'im! senin ayrılığına dayanamam. Sensiz ben ne yaparım? Bu bakımdan müsâade edemiyorum. Abdülkâdir-i Geylâni Hazretleri, tarlada olan bitenleri anlattı. Annesi ağladı. Kalkıp babasından miras kalan 80 altını alıp, kırkını kardeşine ayırdı. Kırkını da bir keseye koydu ve keseyi elbisesinin koltuğuna dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak dedi ki:

-Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evlâdım, Abdülkâdir'im! Hak teâlânın rızâsı için olmasaydı katiyyen bırakmazdım. Huzur ve esenlik içinde sefere çık! Yolun açık olsun! seninle belki ebedi olarak ayrılıyoruz. Sana son olarak nasihatım şudur ki:''Eğer beni memnun etmek istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme , doğruluktan asla ayrılma! Allahü teâlâ her zaman ve her yerde doğrularla beraberdir''. Abdülkâdir-i Geylâni hazretleri annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat'a gitmek üzere bulunan bir kervana rastgeldi ve aralarına katıldı. Hemedan'ı geçmişlerdi. Bir müddet yol aldılar. Arz-ı Tetrenk denilen mahalle geldiklerinde kervanda bir bağırıp, çağırma koptu. Önlerine aniden bir sürü eşkıya çıkıp kervana saldırdılar. Bir anda sandıklar yere yıkıldı. Eşyalar yağma edilmeye başlandı. Eşkıyalar, kervandakilere birer birer sual edip, üzerlerinde her ne buldularsa aldılar. Sıra Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerine geldi. Eşkıyalardan biri latife olsun diye bunu önüne çekip sordu:

-Fakir çocuk, söyle bakalım senin neyin var?

-Üzerimde yanlız 40 altınım var.

Eşkıya inanmamıştı. Bırakıp gitti. İkinci bir harâmi sual edip, o da aynı cevabı alınca vaziyeti reislerine bildirdiler.''Bu çocuk 40 altınım var'' diyor dediler. Bu defa da reisleri sordu:

-Senin üzerinde ne var?

-Hırkamda dikili 40 altınım var.

Reisleri adamlarına dönerek dedi ki:

-Açın bakın, bakalım! Adamları üstünü aradılar, içinde 40 altın bulunan keseyi bulup reislerine verdiler. Eşkıya reisi hayretle sordu:

-Peki evlât, sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin? Abdülkâdir-i Geylâni hazretleri dedi ki::

-Ben evden ayrılırken anneme asla yalan söylemiyeceğime söz vermiştim. 40 altın için sözümü bozar mıyım? Bu sözleri duyup hakikate şahit olan eşkıya başının gözleri yaşardı. Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerinin hakikat dolu gözlerine bakıp onunla kendi yaşını ölçtü. Kendisinin bu yaşa kadar nice hiyanet ve zulümler işlediğini, birgün Hakka yönelmediğini acı acı düşündü ve o güne kadar yaptıklarından pişman olup, ellerini başına vurarak şöyle haykırdı:

-Eyvah! biz de Allahü teâlâ söz vermiştik.::Bunca zamandır şeytana uyup ahdimizi bozduk. Fenalık yaptık. Yarın Hak huzurunda acaba bizim halimiz ne olacak? Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:

-Ey arkadaşlarım! Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben, bunca senedir Hak teâlâ karşı olan ahdimi bozdum. O'na isyan ettim. İçimden gelen bir pişmanlıkla bütün günahlarıma tövbe ile Rabbimin yoluna iltica ediyorum. Bundan böyle inşaallah, Hak teâlânın râzı ve hoşnut olmadığı bir şeyi yapmıyacağım. Reislerine pek ziyade bağlı olan eşkıyalar hep bir ağızdan dediler ki:

-Efendimiz, reisimiz! Biz de sizden ayrılmayız. Eşkıyalıkta reisimizdin, hidâyette de reisimiz ol!

Bunun üzerine kervan ehlinden ne alınmışsa sahiplerine iâde edildi. Bir sürü eşkıya Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerinin önünde tövbe etti. Kendisi tekrar yoluna devam ederek Bağdat'a vardı.

YAHUDİYİ KURTARAN ABDEST


İmâm-ı Câ'fer-i sâdık hazretleri, yolda giderken, bir râhibin ibâdethânesini gördü. Aklına, gidip râhibe nasihat edeyim., belki müslüman olur, diye geldi.

İbâdethânenin kapısına geldi. Kapı kapalıydı.Seslendi.Râhib cevap verip, biraz sonra kapıyı açtı. İmâm-ı Câ'fer-i Sâdık içeri girdi ve râhibe sordu:

-Cevap verdiğin zaman, niçin kapıyı açmadın?

-Senin sesini duyunca, kalbime bir heybet geldi Korktum. Kalktım, önce bir abdest aldım. Çünkü Tevrât'ta,bir kimseden yahut bir şeyden korkan, abdest alsın, ona birşey zarar vermez. Ona bir kimse kötülük yapamaz diye okumuştum.

Bunun için kapıyı açmakta biraz geciktim. Câfer-i Sâdık, râhipten bu sözleri duyunca şaşırdı. Ona İslâmı anlattı. Râhibin kalb gözü açıldı, müslüman olmak arzusu çoğaldı ve hemen orada''Kelime-i Şehâdet'' getirerek müslüman oldu.

İşte bu, abdest almanın sebep olduğu bir kurtuluştu. Hem de sonsuz kurtuluş!..

VALİ VE KADIN


Bir zamanlar vâlilik yapan birisinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengârenk çiçeklerle donatılmış, tam bir zevk ve sefâ yeriydi. Bir gün vâli, bu bahçeye geldi. Vâli, bir bahane ile kadının kocası olan bahçıvanı, bir iş için dışarıya gönderdi. Kadına da dedi ki:

-Bahçenin kapılarını kapat. Hiç bir kapı açık kalmasın!

Kadın, akıllı ve namuslu idi. Vâlinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki:

-Kapıları kapattım. Yanlız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum.

-O, hangi kapıdır?

-Bu kapı, Allahü teâlânın (Basar) sıfatıyla bizi gördüğü kapıdır. Vâli, bu sözü duyunca, pişman olup tövbe etti. Bir daha aklına böyle kötülükler getirmemek için, Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin bulunduğu yere gidip, onun sohbetinde yetişti. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.

ŞEYTANIN ÜZÜNTÜSÜ


Evliyânın büyüklerinden birisi, hac zamânında insan kılığına girmiş olan İblis'i Arafat'ta gördü. Zayıflamış ve benzi solmuş, gözü yaşlı ve kamburu çıkmış olarak perişan bir haldeydi.Evliyâ olan zât, İblis'i tanıyıp ona dedi ki:

-Niçin gözün yaşlıdır? kim ağlattı seni?

-Ticâret yapmak fikri olmadan, sırf Allah rızâsı için hac yapmağa gelenlerin, arzularının Allahü teâlâ tarafından kabul edilmesinden korktum. Onun için ağlıyorum.

-Peki seni zayıflatan nedir?

-Hacıları getiren atların inlemeden, kişneyerek gelmelerine üzüldüm. Halbuki benim yoluma gidenleri böyle götürselerdi, sevincim çok artardı.

-Pekâlâ,benzini solduran nedir?

-Müslümanların ibâdetlerine devam etmeleri ve birbirleriyle yardışmalarıdır. Şâyet isyânda yardımlaşsalardı, sevincim ziyâdeleşirdi.

-Seni çökertip, belini büken nedir?

-Kulların, (Yâ Rabbi! senden son nefeste imân-ı kâmil ile ölmemi istiyorum) diye yalvarmasıdır. Halbuki ben onları, kendi işlerini ve ibâdetlerini beğendirip, imânsız gitmeleri için çalışmaktayım. Allaha böyle yalvaranların, benim bu iş için çalıştığımı anlamalarından korkuyorum.

SÜTE SU KATMADI


Hazret-i Ömer, halifeliği sırasında bir gece asayişi kontrol için Medine sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden geçmekte olduğu bir evden yüksek sesler işitti. Durdu ve dinlenmeye başladı. Bir anne kızına şöyle diyordu:

-Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!

-Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?

-Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak, O şimdi yatağında uyuyor.

-Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Herşeyi bilen, gören ve herşeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat herşeyi bilen ve gören Allah'tan nasıl gizlersin?

Hazret-i Ömer, bu kızın güzel ahlâkına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da , o kızı oğlu Âsım'a nikâh etti.

SULTANIN KARŞISINDA İKEN


Birgün İslâm âlimlerinden Ali Dekkak hazretlerine sordular:

-Namazda iken, sinek kovalayan kimse için ne dersiniz?

-Allahü teâlânın huzurundaki edep, Ayaz adındaki bir Türkün, Sultan Mahmud-i Gaznevi'nin yanındakinden az olmamalıdır. Şöyle anlatırlar:

''Ayaz isminde bir genç, bir gün Sultan Mahmud-i Gaznevi'nin resmi hizmetinde bulunurken, aniden ayakkabısının burnunu salladı. Sultan, Ayaz'ın bu haline şaştı. O zamana kadar kendisinden hiçbir zaman edepsizlik görmemişti. Sultan firasetle, Ayaz'ın bir özrü olduğunu anladı.Memurlarından birisine Ayaz'ı takip edip, durumu incelemesini emretti. Sultanın adamı, Ayaz'ı takip etti.Ayaz bir köşeye çekilip, ayakkabısını çıkardı.İçinden bir akrep düştü. Ayaz,ayakkabısıyla akrebi ezerek,''Bugün, bana Sultanın huzurunda edebimi bozdurdun. Bugüne kadar sultanın huzurunda bir edepsizliğim görülmemiştir'' diyordu. Memur, durumu Sultan'a arz etti. Ayaz geri dönünce Sultan:

-Ey Ayaz! Bugün niçin edepsizlik yaptın? Ayağını hareket ettirdin, durdun? dedi. Ayaz özür diler bir eda ile cevap verdi:''Kabahat işlemek hizmetçilerin, kölelerin işindendir.Affetmek ise, sultanların şânındandır''.

-Akrep hikayeniz bize ulaştı, deyince:

-Madem ki, haberiniz oldu anlatayım: Sizin saltanat ni'metlerimize kavuşmuş biriyim .Akrep yedi defa ayağımı soktu, dayandım. Ayağımı oynatmadım. Sekizincisinde takadım kalmadı. Ayağımın ucunu yerden kaldırdım.

Ey kardeşim, iyi dikkat et! Bir sultanın yanında, kölenin, hizmetçinin gösterdiği edebe bak! Bir de makamların en yükseği olan Allahü teâlânın huzurunda ibâdet hâlinde olanların ne edepsizlikler ettiklerini, onlardan ne cüretkâr işler meydana geldiğine bir bak! O zaman, bu ibâdetlerimizden utanmamız gerektiğini hattâ ömür boyu hâyâ sebebi ile başımızı kaldırmamamız lâzım olduğunu anlarsın.

SÖZ VERMİŞTİ


Abdullah bin Mübârek hazretleri anlatır: Bir ateşperest ile çalışıyorduk. Namaz vakti gelince dedim ki:

-Namaz kılarken, bana ilişmiyeceğine dair söz verir misin?

-Veririm. Bunun üzerine namaz vaktinde rahatça bir namaz kıldım. Sonra ateşperest olan o şahsın ibâdet zamanı gelmişti.

-Şimdi sıra ben de, ben ibâdet ederken, bana ilişmiyeceğine söz ver bakalım.

-Olur sana ilişmem... Rahatça ibâdetini yapabilirsin. Fakat ateşperest ateşe tapmak üzere secdeye varınca, hemen üzerine atıldım.Sözümde durmadım. Şöyle bir ses duydum (söz verdiğin zaman ahdini yerine getir). Bunun üzerine adama ilişmeden geri çekildim. Sonra adam ibâdetini bitirdiğinde bana sordu:

-Evvela hücum ettin. Sonra niye vazgeçtin?...

-Allah'dan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine atıldım. Seni öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda :

-(Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir) diyen bir ses, beni o teşebbüsümden alıkoydu. Bundan sonra mecûsi:

-Şimdi inandım ki, asıl ve gerçek ilâh senin Rabbindir. Kendi düşmanı için dostunu bile azarlıyor. İşte huzurunda müslüman oluyorum diyerek kelime-i şehâdet getirdi.

SİZ PEYGAMBER MİSİNİZ?


Emir-ül Mü'minin hazret-i Ali ''radıyallahü anh'' ordusu ile harbe giderken bir konak yerinde su bulamadı. Her ne kadar sağa sola koştular ise de, su bulamadılar. Nihayet uzakta bir kilise görüp yanına vardılar. Oradan su sordular. Kilisedekiler dediler ki:

-Buradan 10 mil uzakta su vardır. Ordu gitmek istemişse de, hazret-i Ali, ''Oraya gitmeye lüzum yoktur ''buyurup, geri tarafda bir yeri işâret ederek orayı kazmalarını söyledi. Biraz kazdılar, büyük bir taş görüldü. Bütün uğraşmalara rağmen taşı kaldıramadılar. Hazret-i Ali ''radıyallahü anh'' atından inerek mübârek parmaklarını taşın altına sokup kaldırdı. Oradan saf, tatlı ve soğuk bir su çıktı. Ordu bu sudan içti ve kaplar dolduruldu. Kilisenin Râhibi uzaktan bu durumları gördü. Sevinç içinde hazret-i Ali'nin huzûruna gelip merakla sordu:

-Sizin peygamber olduğunuzu sanıyorum. Acaba yanılıyor muyum?

-Hayır ben peygamber değilim, ama son peygamberin dâmâdı ve halifesiyim! Râhib hemen kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Hazret-i Ali, müslüman oluş sebebini sorunca, râhib dedi ki:

-Ey mü'minlerin emiri! Bu kiliseyi, bu taşı kaldıran zâtı bekleyip görmek için yapmışlardır. Biz kitaplarımızda okuruz, âlimlerimizden de duyduk ki, burada bir kuyu vardır. Üzerindeki taşı peygamber veya onun Halifesi kaldırabilir. Bu taşı sizin kaldırdığınızı görünce, yıllardır beklediğim arzuya kavuştum. Hazret-ü Ali buyurdu ki:

-Allahü teâlâya hamd olsun! Bu râhib orduya katılıp, çok savaştı ve şehit olmak saâdetine kavuştu. Namazını hazret-i Ali kıldırdı. Kilisede câmi hâline getirildi.

RÜYADA KESİLEN DEVE


Arabistan'da cömertliği ile meşhur bir adam vefat etmişti.Yoldan aç dönen insanlar,kabrinin başına gittiler.

Aç olarak uyudular.İçlerinden birinin bir devesi vardı.O kimseye, rüyasında, kabirdeki kişi dedi ki:

Senin bu devenle benim en iyi devemi değiştirir misin?

-Evet değiştiririm, dedi.

O kimse rüyasında devesini, iyi deve karşılığında verdi.Mevta aldığı deveyi kesti.Uykudan uyanınca devesini kesilmiş buldular. Tencereyi getirip, pişirip yediler. Döndükleri zaman bir kervana rastladılar.Kervandan birisi, o devenin sahibine ismi ile hitap ederek dedi ki:

-Filan mevtadan,iyi bir deve satın aldın mı?

-Aldım, fakat o rüyada olmuştu.

-O mevta, benim babamdır. Ben de rüyada gördüm. Bana,''Eğer benim oğlum isen benim bu devemi filan kimseye ver'' dedi.Buyurun, alın devenizi!..

Müslümana yakışan, kanaat edip, haris olmamak ve servete sahip olduğu takdirde de başkalarını kendi üzerine tercih edip, cömertlik, hayrat ve hasenât, cimrilikten kurtulmaktır. Cömertlik, Peygamberlerin ahlâkı ve kurtuluşun ana yollarından biridir.

PADİŞAHIN SÜT KARDEŞİ


İstanbul'lu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşa Aleyhisselam, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir.

Hâl böyle olunca Yahya Efendi’nin dergâhına denizciler sık gelir, giderler. İşte Karadeniz’de amansız bir fırtınaya yakalanan Apostol adlı Rum, zor anlarında “Aman Ya Rabbi!” der, “Şu sıkıntıdan bir kurtulayım, Yahya Efendi’nin dergâhına en pahalısından bir fıçı şarap...”

Eh, o telâşede Müslümanların şarap içmedikleri hatırına gelmez tabii. Yine aynı dalgınlıkla yüklenir fıçıyı gelir dergâha. Müridler bu işe bayağı bozulurlar. Hatta içlerinden ters ters bakanlar olur. Apostol yaptığı gafın farkına vardığında, çok geçtir. Tam fıçıyı açmakla, kaçmak arasında tereddütler geçirdiği anda Yahya Efendi görünür. “Aman efendim! Niye zahmet ettiniz.” der, “Hadi açın da misafirlerimizin ağzı tatlansın!” Garibim fıçıyı korka korka açar, ama içinden mis gibi nar şerbeti çıkar. Büyük veli onu mahçup etmez, hatasını, ama samimi hatasını kerametiyle örter. İşte bu müşfik tavır üzerine Rum gemici “Ey yol güneşi” der,” Vallahi senin dinin haktır!”

Yahya Efendi, Trabzon Kadısı Ömer Efendi’nin oğludur. O Kanuni Süleyman ile aynı günlerde doğar. Hatta minik şehzadeyi Yahya Efendi’nin annesi Afife Hanım emzirir. Hasılı ikisi süt kardeş olurlar.

Yahya Efendi balıkçıya, kayıkçıya bile kıymet verir, çoluk çocuğu muhatap edinir. Hâlimdir, selimdir, ama yeri geldiğinde Kanuni gibi bir cihan imparatoruna “Bakasın bre süt kardeş!” diye çıkışacak kadar yüreklidir. Nitekim günün birinde papazın biri atının yularına yapışır. “Bu da adalet mi yani?” der, “Doğru dürüst defter tutulmuyor, ölülerimizden bile haraç istiyorlar!” Yahya Efendi derhal sultana çıkar. “Yazıklar olsun” der, “Böyle ele geçen mal helâl değildir. Yediğin, içtiğin, sarayın, saltanatın, haram sana!”

Kânuni ağlamaklıdır. “Ağabey; halimi Allah biliyor ki bunlardan haberim yok!” diye sızlanır ve ikinci azarı yer “O halde gaflettesin. Allahü teâlâ’nın huzuruna çıktığında ne cevap vereceksin? Korkarım yakanı kafirlerin eline verecekler. Sürüm sürüm sürünecek, cehenneme itileceksin. Unutma tacın, tahtın, burada kalır, seni şöhretin değil, adaletin kurtarır!”

PADİŞAHIN İŞİ NE? (NALINCI BABA)


Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam sivayuş paşa sorar
-Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
-Akşam garip bir rüya gördüm.
-Hayırdır inşallah.
-Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
-Nasıl yani?
-Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılıgında çıkarlar yola.
Görünen o ki padişah hala gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir.
Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt a çıkar döner Vefa ya Zeyrekten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar.
Sorarlar ‘kimdir bu ? Ahali
Aman hocam hiç bulaşma derler Ayyaşın meyhuşun biri işte!
-Nerden biliyorsunuz?
-Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer
Biliyor musunuz? Der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalın hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine. Hele yaşlını biri çok öfkelidir. İsterseniz komşulara sorun der.
Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?
Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser
-Nereye?
-Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-Millet bu çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, öyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlasak gerek.
-İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
-Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
-Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
-Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
-Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
-Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
-Ne bilim Ayasofya dan Sülaymaniye den, en azından Fatih camiinden.
-Ayasofya ile Sülaymaniye de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim.
Ve gelirler camiiye. Vezir sağa sola koşturur kefen tabut bulur. padişah bakir kazanları vurur ocağa. usulü erkanınca bir güzel yıkarlar kinaaş ayan beyan güzelleşir sanki. bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır. sulatım der.
yanlış yapıyoruz galiba
-Nasıl yani?
-Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır belki yetimleri?
-Doğru öyle ya, neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
Hakkını helal et evladım der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.
Biliyormusun oğlum? diye dertli dertli söylenir.
!Bizim efendi bir alemdi vesselam.
Akşamlara kadar nalın yapar.
Ama birinin elinde şarap şisesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı.
Sonra getirip dökerdi helaya.
-Niye?
-Ümmeti Muhammed içmesin diye.
-Hayret
-Sonra malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım derdi. öyleyse şimdi dinleseniz gerek’ o çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal. Hüccetül islam okurdum.
-Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
-Milletin ne sandığı umrumda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi. tekbir alırken Kabe yi görmeli.
-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
-İşte bu yüzden nişanca ya, sofular a uzanırdı ya. Hatta bir gün,,
-Bakasın efendi dedim! sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
-Doğru öyle ya?
-kimseye zahmetim olmasın deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu? dedim. seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü, sonra Allah büyüktür hatun″ dedi. ‘Hem padişahın işi ne?
Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed e, halifeyi müslimine dua ederler. samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.

İşte nalıncı baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi dir. Bergama' lıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi unkapanında, cibali tütün fabrikasının arkasında, Haraçzade camii karşısındadır.

ONLAR BÖYLEYDİ


Birgün müslümanların halifesi Hazret-i Ömer, Eshâbın ileri gelenleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Tam bu sırada iki genç huzuruna girdi. Kollarından sımsıkı tuttukları yakışıklı,mert tavırlı ve temiz giyinmiş bir genci Emir-ül mü'minine getirmişlerdi. Geliş sebeplerini şöyle anlattılar:

-Biz iki kardeşiz. Babamız bugün bahçede dolaşmakta iken bu genç tarafından öldürüldü. Hakkın yerine getirilmesi için size getirdik'' Hazret-i Ömer gence sordu:

-İşittin, ne cevap vereceksin? Delikanlı büyük bir vakar ve sükûnet içinde şu cevabı verdi:

-Ey mü'minlerin emiri! Bu iki genç doğru söylüyor.Fakat izin verirseniz, hadiseyi bir de ben anlatayım. O zaman,ne emir buyurursanız adâlet ondadır. Ben çölde yaşayan bir kişiyim. Ailemi almış buralara gezmeye gelmiştim.Tuttuğumuz yol, bahçelerin arasından geçiyordu Yanımda atlarım ve kısraklarım vardı. İçlerinde çok asil bir at vardı.Bahçelerden birinin duvarından sarkmış bir dalı kopardı. Derhal atı tutup çektim. Bu sırada duvar kenarında bir ihtiyarın öfkeli öfkeli gelmekte olduğunu gördüm. Elinde bir taş vardı. Taşı ata doğru attı.Gözüm bakmağa bile kıyamadığı o güzel hayvan da bir tarafa yığılıverdi ve öldü. Hemen taşı alıp ben de o adama attım. Eceli gelmiş, bir feryatla o da can verdi. Kaçmak istemedim değil, fakat bu delikanlılar benden atik davrandılar. Tutup işte huzurunuza getirdiler. Hazret-i Ömer buyurdu ki:

-Cinayetini itiraf ettin, sana kısas lâzım geldi. Bu cezayı yerine getirmemiz lâzım olur. Delikanlı aynı sükunetle şöyle cevap verdi:

-Madem ki, dinimizin hükmü budur, Halifemizin emrine itaat gerekir. Emre, boynum kıldan incedir. Ölüme hemen hazırım.Fakat benim küçük bir kardeşim var. Ölen babamız ona hayli mal, para ayırmış ve ''oğlum, şunlar kardeşinindir ve büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana aittir'' demişti. Ben bu paraları bir yere sakladım. Benden başkası yerini bilmez. Eğer şimdi kısas yerine getirilirse, o para ortada kalır. Yetim hakkı zayi olur . Fakat üç gün müsade buyurursanız, gider o emaneti emniyetli bir adama teslim ettikten sonra döner gelir, nefsimi size teslim ederim. Bu hususta buna kefil de bulunur.Hazret-i Ömer, bir müddet düşündükten sonra:

-Kim bu gence kefil olur? buyurdu. Genç, bir an orada bulunanlara dikkatle baktı.Sonra Ebû Zer hazretlerini göstererek:

-İşte bu zat! dedi.

-Ey Ebû Zer, kefil olur musun?

-Evet üç güne kadar döneceğine kefilim, cevabını verdi. Kadrinin yüksekliği ile Eshâb-ı kirâm arasında bile üstün bir mevkii olan Ebû Zer hazretlerinin kefaleti davacılar için de kâfi idi. Aradan üç gün geçti.Mühlet bitmek üzereydi. Davacı gençler gelmişlerdi.Ebû Zer de hazırdı. Fakat delikanlı ortada yoktu. Davacı gençler:

-Ey Eba Zer,kefalet ettiğin şahıs nerede? Hiç giden gelir mi? Bizse nezrini ifa etmedikçe yerimizden kımıldamayız dediler.

Daha vakit var, hele müddet bitsin... Delikanlı dönmediği takdirde Allah hakkı için kefalet hükmünün icrasına hazırım, dedi. Hazret-i Ömer ise:

Delikanlı gelmezse Dinimizin hükmünü elbette infaz ederim, uygularım, buyurdu.Nihayet vakit dolmuş, Eshâbın hayret ve heyecanı son dereceyi bulmuştu.Tam bu sırada delikanlı çıkageldi.Yüzünden ter taneleri dökülüyordu.

-Yetimi dayısına teslim ettim, ona paraların bulunduğu yeri gösterdim ve ancak gelebildim.Görüyorsunuz hava çok sıcak ve yerimiz hayli uzaktır.Eshâb-ı kirâm, delikanlının sözünde durmasına hayran kaldılar ve bunu kendisine açıkladılar. Delikanlı:

-Mert olan hakiki Müslüman sözünde durur, diye cevap verdi.Kim ölümden kurtulur. Dünyada sözünde duran kalmadı sözünü söyletir miyim hiç? Mertliğin bu kadar parlak bir örneğini veren delikanlının ailesi ve kabilesi hakkında, Ebû Zer hazretlerinden bilgi soruldu.O büyük sahâbi şu cevabı verdi:

-Ben delikanlıyı tanımam. Halifemizin huzurunda ve birçok Eshâb-ı kirâm arasında yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete, insanlığa uygun bulmadım. Âlemde fazilet, iyilik kalmamış mı denilsin?''Davacı gençler de, o dakikada davalarında vazgeçtiler. Devlet hazinesinden babalarının diyeti verilmek istenildiği zaman da;

Biz dünyada kerem sahipleri, cömertler kalmadı denilmemek için, sırf Allah rızası için davamızdan vazgeçtik,dediler.

ODUNCU İLE ŞEYTAN


Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah'a karşı kulluk vazifesini yapar, kimsenin akşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparalar, ondan medet beklerlerdi. Oduncu, bir gün: 'Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah'a isyandan kurtarmış olurum' diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.

Dağa doğru giderken karşısına acayip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:

- Halkın Allah diye taparak Allah'a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi.

Adam, oduncuya :

- Ben şeytanım... O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.

Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.

Şeytan zahide:

- Ey zahid, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.

Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.

Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında altını gördü. Memnun olmuştu. İkinci gün oldu, fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştı. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce :

-Seni sahtekar seni, kandırdın değil mi beni?.. diyerek üzerine hücum etti.

Fakat ilkinin aksine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:

- Hayret ettin değilmi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Geçen sefer sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lakin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun. İşte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim...

NERDEN GELİYORMUŞ


Bir gün Behlül Dana’ya nereden geldiğini soruyorlar. O da Cehennemden geldiğini söylüyor. Gitmişken biraz ateş getirseydin bari, diyorlar. İstedim ama vermediler. “Burada ateş bulunmaz, dünyadan gelirken herkes ateşini kendisi getirir” dediler diyor.

NASİHAT


Harun Reşit’in annesi Behlül Dana’ya gelerek Harun’a biraz nasihat et de adaletten ayrılmasın. Yoksa ahirette işi çok zor olacak diyor:
Behlül bir Harun Reşit’e, “Uygun görürseniz biraz dolaşalım diyor ve Onu mezarlığa götürüyor. Tek tek mezarları göstererek “Bak şu filanca idi, şu kadar malı vardı, şu kadar yıl yaşadı ve öldü. Şurada yatan da filanca idi, zamanının hükümdarı idi, şu kadar askeri, şu kadar da hazinesinde malı vardı. Şurada yatan kadın da zamanının en güzeli idi. Herkes ona sahip olmak için can atıyordu. Sonunda biri ile evlendi,şu kadar çocuğu oldu ve şu kadar yıl yaşadı. Bu ve benzeri yer gösterme ve değerlendirmenin ardından eve dönüyorlar. Harun Reşit’in annesi, bu günlerde hiç Behlül’le sohbet ettin mi, sana neler anlattı? diye soruyor. H.Reşit’in annesi tekrar Behlül’le gelerek, “Oğluma ne zaman nasihat edeceksin?” diye soruyor. O da ben Ona nasihat ettim. Birlikte mezarlığa gittik. Ona bazı geçmiş kimseleri hatırlattım. “Ölüm en büyük nasihattir. Eğer bunu anlamadıysa diğer söyleyeceklerimin de bir faydası olmaz” diyor.

NANKÖR ZENGİNİN İYİ KALPLİ KIZI


Bağdad’ı kıtlık kırıp geçiriyordu... Fakir bir hamal, içinde ekmek piştiği sokağa kadar yayılan kokudan belli olan evin kapısından seslendi :
- Allah rızâsı için birazcık ekmek... Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın, taze bir ekmeği kızına uzattı, “Ver şu fakire” dedi. Kızcağız ekmeği verdi hamala. Tam bu sırada dışarıdan gelen cimri babası, fakirin elinden ekmeği aldı ve elindeki sopayı öyle bir indirdi ki, kızının bileği burkuldu, eli de ondan sonra sakat kaldı...

Hayat inişli çıkışlıdır...
Dünya bu... Hayat inişli çıkışlıdır... Kısa zamanda bu cimri adamın işleri bozuldu, dükkanını kaybetti, hatta öyle bir hâle geldi ki, bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düştü... Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da şu acı sözü söylemişti:
- Artık benden ümidini kes. Çarşıya in ve ekmek parası bul!
Kızcağız utana-sıkıla çarşıya indi... Sattıkları dükkanın karşısında beklerken, kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen mâsum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sordu. O da:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum, derken, kızcağızın elinin birini arkasına saklaması dikkatini çekmişti adamın:
- Niçin saklıyorsun elini? dedi. Kızcağız anlattı bütün olanı biteni...

“O fakir ben idim!”
Bu açıklamayı dinleyen adam hayretler içinde kaldı ve dedi ki:
- O ekmeği isteyen fakir ben idim. Seni görünce “bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor” diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban, nimeti verene şükretmediği için Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben aynı nankörlüğe düşmek istemem. Haydi gel, babandan seni isteyip nikâhımızı kıydıralım ve onu da sıkıntıdan kurtaralım...
 
NAMAZ İÇİN FEDAKÂRLIK


Bursa, osmanlılara geçmeden önce, şehirde oturan rumlardan biri gizlice İslâm Dinini kabul etmişti. Bunun sebebini pek yakın bir dostu ruma sordu:

-Baba ve dedelerinin dinini nasıl olup da terkettin?

-Bir aralık esir edilen müslümanlardan bir tanesi benim yanıma bırakıldı. Bir gün baktım, bu esir kapatıldığı odada eğilip kalkıyordu. Yanına giderek ne yaptığını sordum.

Hareketleri bitince ellerini yüzüne sürdü ve bana namaz kıldığını, şâyet müsaade edersem her namaz için bir altın vereceğini ifâde etti. Ben de tamaha kapıldım. Gün geçtikçe ücreti artırdım.

Öyle oldu ki, her vakit için on altın istedim. o da kabul etti.

- İbâdeti için yaptığı fedakârlığa hayret ettim. Bir gün ona, ''Seni serbest bırakacağım'' deyince sevindi. Bana mükâfat için ellerini kaldırıp:

-''Allahü teâlâ seni imân ile şereflendirsin'' diye duâ etti. Çünkü, bundan daha güzel mükâfat olamazdı. Ben de, o anda müslüman oldum.

Namazdaki Ok

Hazret-i Ali, bir harpte iken, ayağına bir ok saplandı. Ok kemiğe girdiği için çıkaramadılar. Doktor, Hazret-i Ali'nin durumunu görünce dedi ki:

-Efendim, ancak seni bayıltmak suretiyle bu oku ayağından çekip çıkarabilirim. Yoksa bunun ağrısına dayanamazsın!

-Bayıltıcı ilâca lüzum yok. Biraz bekleyin, namaz vakti gelsin. Ben, namaza durunca çıkarırsın. Namaz vakti geldi. Hazret-i Ali namaza durdu. Doktor, Hazret-i Ali'nin mübârek ayağını yarıp, oku çıkardı, yarayı sardı. Hazret-i Ali, namazı bitirince doktora sordu:

-Oku çıkardın mı?

MİNNETTAR OLMAZLAR


Cömertliği ile meşhur olan birine sordular:

-Muhtaçlara çok ihsanda bulunuyorsun, acaba onlar sana minnettarlık hissi içinde bulunuyorlar mı? Cömert şöyle cevap verdi:

-Hiç biri bana minnettar kalmaz. Ya'ni, onlara o hissi verecek şekilde hareket etmem.Bir şey verirken kendimi aşçının elindeki kepçe gibi kabul ederim.Kepçenin öğünmeye, minnete sebep olmaya hakkı yoktur.

Meşhur Cömert

Cömertliği dillere destan olan Hâtim-i Tâi'ye dediler ki:

-Cömertlikte çok ileri gidiyor, malını israf ediyorsun.

-Ne kadar çok olursa olsun, hayra verilen mal israf olmaz.

-Senden daha çok cömertlik yapan bir kimseyi gördün mü?

-Evet gördüm.

-Kimmiş o?

-Anlatayım; Yetim bir gence misafir olmuştum. Bana bir koyun kesip ikram etti.Koyunun bir yeri çok hoşuma gitti. Yemin ederek, (Burası çok lezzetliymiş) dedim.Genç, dışarı çıktı. On koyunu varmış.Birisini daha önce kesmişti.Dokuzunu da şimdi kesmiş. Benim sevdiğim kısımları pişirip önüme getirdi.Ben olanların farkında değildim.Atıma binip giderken kapının önündeki kanları görünce sitemle sordum:

-On koyunun onu da kesilir mi?

-Sübhanallah, bunda şaşılacak ne var? Bir şey sizin hoşunuza gitmiş. Bunu yapmak da benim gücüm dahilindedir.Bunu sizden esirgemem hiç uygun olur mu? Bunu dinleyen arkadaşları tekrar sordular:

-Yetim gencin ikramına karşılık siz de ona bir şey verdiniz mi? Hâtim-i Tâi dedi ki:

-Verdim, ama pek mühim sayılmaz.

-Ne verdiniz?

-Üçyüz deve ile beşyüz koyun.

-O halde sen ondan daha cömertsin.

-Hayır, o genç benden daha cömerttir. Zira o koyunların tamamını verdi. Ben ise malımın çok azını verdim. Bir fakirin, yarım ekmeğinin tamamını misafirine vermesi mi mühimdir. Yoksa bir zenginin sürüsünden bir deveyi misafirine ikram etmesi mi?

MERHAMETİN BÖYLESİ


Sevgili Peygamberimizin komşusu olan bir ihtiyar kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi:''Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok.

Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder'' diye yalvardı.Resûlullahın o anda başka elbisesi yoktu.Mübârek arkasındaki entariyi çıkarıp, o kadına gönderdi.

Namaz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi.Eshâb-ı kirâm, bu hali işitince, Resûlullah o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâate gelemiyor, biz de her şeyimizi fakirlere dağıtalım, dediler.

Allahü teâlâ hemen İsrâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetini gönderdi.Önce Sevgili Peygamberine, (hasislik etme, birşey vermemezlik yapma!) buyurup, sonra da, (Sıkıntıya düşecek ve namazı kaçıracak, üzülecek kadar da dağıtma! sadakadan ortalama davran) buyurdu. O gün, namazdan sonra Hazret-i Ali, Resûlullahın yanına gelip:

-Yâ Resûlallah! Bugün çoluk çocuğuna nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim.

Kendinize entari satın alınız, dedi. Resûl aleyhisselâm çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almaya giderken, gördü ki, bir âmâ oturmuş:

-Allah rızası için ve cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir, diyordu. Almış olduğu entariyi bu â'mâya verdi. A'mâ entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı.

Çünkü Resûlullah Efendimizin bir kere giydiği herşey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. A'mâ duâ ederek:

''Yâ rabbi, bu gömlek sahibinin hürmetine benim gözlerimi aç!'' dedi. İki gözü hemen açıldı. Resâlullahın ayaklarına kapandı.

MELEKLERDE İMRENİR


Sevgili Peygamberimiz,Allah sevgisinden konuşulan, dinden bahsedilen yerlere meleklerin de imrendiğini şöyle bildiriyor:

(Allahü teâlânın yeryüzünde gezen melekleri vardır. Dinden bahsedilen bir topluluk gördükleri zaman arkadaşlarını çağırıp derler ki:

-Gelin aradığımız buradadır.

-Hepsi gelip rahmetle onları kuşatırlar. Allahü teâlâ onlara sorar:

-Kullarımı ne halde bıraktınız?

-Sana hamd, tesbih ve zikir ediyorlardı.

-Benden ne istiyorlardı?

-Cenneti istiyorlardı.

-Cenneti görmüşler mi?

-Hayır görmediler

-Ya görselerdi ne yaparlardı?

-Cenneti görselerdi daha çok isterlerdi.

-Neden kaçıyorlardı?

-Cehennem ateşinden.

-Cehennem ateşini görmüşler mi?

-Hayır görmediler.

-Ya görselerdi?

-Onu görselerdi, daha fazla korkar. Daha fazla kaçarlardı.

-Ey meleklerim, sizi şahit tutuyorum, ben onları bağışladım.

Melekler dediler ki:

-Onların içinde birisi, ilim öğrenmek veya ibâdet niyeti ile değil, başka bir iş için gelmişti, o da mı af edildi?

Allahü teâlâ buyurur:

-Onlar öyle bir cemâat ki, onlarla oturan bir kimse şaki olmaz, Cehenneme gitmez.

Bu müjdeye kavuşmak için, birkaç kişi toplanınca, zaruri din bilgilerinden konuşmak, okumak lâzımdır. Fırsatı ganimet bilmelidir.

MELEKLER YIKADI


Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretlerinin henüz yeni evlendiği günün gecesiydi. Sevgili Peygamberimiz, eshâbını toplayarak islâma saldırmak ve yok etmek için bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan Mekkeli müşriklere karşı harp yapılması kararını vermişlerdi. Harbe katılacak sahâbiler tek tek evinden çağırıldı. Harp haberini duyuran haberci, Hanzala'nın evine uğradı. Bu karar ve resûlullah Efendimizin emri ona da ulaştı. Emri duyan Hanzala, boy abdesti alma fırsatını bulmadan Uhud'a gitmek üzere hemen sahâbenin arkasından koşmaya başladı ve eshâbının arasına katıldı.

Harp sona erince Müslümanlar Medine'ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen hazreti Hanzala'nın dul hanımı da vardı.Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili peygamberimiz''aleyhisselâm'' cevaplıyordu. En son olarak soru sorma sırası, şehit olan Hanzala'nın hanımına gelmişti. Resûlullah Efendimize yaklaşarak:

-Ey! Allahın Resûlu! Hanzala nerede, demesi üzerine sevgili peygamberimiz cevabında:

-''Hanzala şehit oldu'', buyurdu.

Bunun üzerine Hanzala'nın hanımı:

-Yâ Resûlullah, şu anda söyleceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Kocam Hanzala, sizin mübârek emrinize uyarak boy abdestini alamadan harbe katıldı. Bildiğiniz gibi şehit oldu. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, dedi. Bunun üzerine sevgili peygamberimiz yarı hüzünlü bir şekilde (sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala'yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm) buyurdu.Bunun üzerine bütün sahâbiler Uhud yolunu tuttu ve herkes Hanzala'yı aramaya başladı. Daha sonra sahâbiler Hanzala'nın henüz vücûdu kurumamış ve ıslak bir şekilde buldular. Sevgili peygamberimizin müjdesini bizzat gözleriyle gördüler. Bunun için O'na ''Gasilül- melâike'' yani (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala'' denir. Bu evlilikten Eshâbın büyüklerinden hazret-i Abdullah dünyaya geldi.

MELEK VE ŞEYTAN


Eshâb'ı kirâmdan Dıhye-i Kelbi, çok güzeldi. Seferlerden gelişinde Hazret-i Hasan ve Hüseyne hediyeler getirirdi ve onları sevindirirdi.

Cebrâil aleyhisselâm çok defa onun şeklinde Resûlullah'a gelirdi. Yine bir gün, bu şekilde geldiğinde hazret-i Hasan ile hazret-i Hüseyin, Dıhye zannedip yanına koştular, ceplerine ellerini sokup birşey bulamadılar. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:

-(Ey Cebrâil kardeşim! Torunlarımın bu hareketini kabalık ve edepsizlik zannetme! Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunları böyle alıştırdı..)

Cebrâil aleyhisselâm bunu duyunca çok üzüldü ve ''Dıhye, bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim'' deyip, hemen Cennet ni'metlerinden bir salkım üzüm ile bir narı getirip çocuklara verdi. Çocuklar hediyelerini alıp, Mescidin bir kenarına çekilip, yiyecekleri sırada Mescidin kapısına ihtiyar, aksakallı, elinde baston, toz toprak içerisinde biri geldi ve dedi ki:

-Açım, yiyicek birşey verin. Hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin ellerindeki meyveleri götürüp verirken, Cebrâil aleyhisselâm ayağa kalktı ve:

-''Vermeyin o mel'ûna! O şeytandır. Cennet ni'metleri ona yasaktır. Def ol, oradan!'' buyurup şeytanı kovdu.

KONUŞMA ÖNCELİĞİ


Halife Ömer b. Abdulaziz’i ziyarete gelenler arasında bulunan bir genç arkadaşları adına söz almak isteyince, Halife;
-Senden yaşlıları dururken senin konuşman doğru olur mu? Diye sordu. Genç;
-Allah’ın kendisine açık bir dil ve temiz bir kalp verdiği konuşmaz da kim konuşur? Konuşmak ve öne geçmek hakkı yaşlıların olsaydı, sizin şu tahtınıza oturacak bir çok ihtiyar bulmak mümkün olurdu.

KİMSENİN GÖRMEDİĞİ YER


Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, üstadı Üftade Hazretleri’nin hizmetinde talebe iken, arkadaşları arasında, üstadının yanında ayrı bir yeri vardı. Üftade Hazretleri, en çok onunla ilgilenir, birçok iltifatlar eder ve onun yetişmesine ayrı bir ihtimam gösterirdi. Üstadın kendisi ile fazla meşgul olmasını diğer talebeler çekemezler ve onu çok kıskanırlardı.

“Onun bizden ne farkı var?”
-Biz de talebeyiz o da talebe! Onun bizden ne farkı var? diye hayıflanıyorlardı.
Talebelerin bu halini sezen Üftade Hazretleri, onları imtihan etmek istedi. Hepsini huzuruna çağırarak ellerine birer bıçak ve birer de tavuk verip:
-Bunu gidip kimsenin görmediği bir yerde kesip geleceksiniz. Tek şartım, keserken hiç kimsenin sizi görmemesi ve yalnız olmanızdır. Kim daha çabuk gelirse, benim en çok takdirimi o talebem kazanmış olur, buyurdular.
Bıçakla tavuğu alan talebeler süratle yayıldılar ve kendilerine göre gizli birer yer bularak, tavukları kesip getirdiler. Fakat, o hakkında dedikodu yaptıkları “Onun bizden ne farkı var” dedikleri talebe, hayli zaman olmasına rağmen ortalıkta görünmüyordu. Erken gelenler kendi aralarında konuşuyorlardı:
-Hocanın huzuruna çıkmaya yüzü yok ki, kesip gelsin! Kimbilir şimdi nerelerde dolaşıyor, şeklinde laflar ediyorlardı. O talebe, hayli bir zaman sonra elinde canlı tavuk olduğu halde kesmeden çıkıp geldi. Tavuğu kesip gelenler ona gülmeye başladılar:

‘Sen nerede kaldın evladım?’
-Bir tavuğu kesmeyi becerememiş, diyorlardı. Üftade Hazretleri sordu:
-Herkes kesip geldiği halde, sen nerede kaldın evladım? Hep seni bekliyoruz, bu zamana kadar nerelerdesin?...
O zaman daha talebelik yıllarını yaşamakta olan ve daha sonra da büyük bir mürşid olacak olan Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri şöyle cevap verdi:

Ona gıpta ediyorlardı...
-Hocam, sizi beklettiğim için ayrıca özür diliyorum. Lakin ben nereye gittiysem, beni kimsenin göremeyeceği bir yer bulamadım. En kapalı bir yer dahi bulsam, iyi biliyorum ki, Allah Celle Celalühu beni mutlaka görüyordu. Ve böylece oradan oraya, oradan oraya koştum. Sizin emrinizi yerine getiremeden geriye geldim, dedi.
Tabii bu hadiseden sonra hocalarının neden onu çok sevdiğini ve onunla daha fazla ilgilendiğini anladılar. Arkadaşları, bu sefer, onun kemalatına gıpta ettiler.

KAZDIĞI KUYUYA DÜŞTÜ


Birgün Ebû Cehil, Peygamber Efendimize bir tuzak hazırlar. Evinin önüne bir kuyu kazdırır. Peygamber Efendimizi evine da'vet eder. Peygamber Efendimiz da'vet üzerine Ebû Cehilin evine gelir. Cebrâil aleyhisselâm gelip, Ebû Cehil'in, evinin önünde tuzak için bir kuyu kazdığını söyler.

Bu durum karşısında Peygamber Efendimiz kendi evlerine döner. Ebû Cehil ise, geri dönmesine bir mânâ veremiyerek kendisine sormak için arkasından koştuğunda, kapının önündeki kuyuyu unutarak, adımını, atar atmaz kendi eliyle kazdığı kuyuya düşer.

Çıkarmak için ip uzattıklarında, bir türlü ipe kavuşamaz. İpler uzadıkça kuyu derinleşir. Bu hâl üzerine Ebû Cehil karanlık kuyuda çıldıracak gibi olur.

Peygamber Efendimize haber verilerek kendisinin çıkarılmasını ister. Durumu Peygamber Efendimize bildirirler.Hemen kuyu başına gelerek seslenir:

-Seni kuyudan çıkarırsam imân eder misin? O da kabul eder görünüp der ki:

-Beni bu kuyudan çıkarırsan imân edeceğim. Peygamber Efendimiz mübârek ellerini uzatarak Ebû Cehili kuyudan çıkarır. Ebû Cehil kuyudan çıkınca:

-Hayatımda senin kadar güçlü sihirbaza rastlamadım, der ve imân etmez.

KABUL OLAN HAC


Abdullah bin Mübârek (736-796), bir sene hacca gitmişti. Hacdan sonra rüyada, meleklerin gökten indiklerini gördü.Meleklerden biri, diğerine sordu:

-Bu sene kaç kişi hacca geldi?

-Altıyüzbin kişi.

-Kaç kişinin haccı kabul edildi?

-Hiçbirinin haccı kabul edilmedi. Abdullah bin Mübârek hazretleri bu cevabı işitince çok sıkıldı. Çok üzüldü.

-Çok zor iş. Altıyüzbin kul, ihtiyaç ve yalvarma ile dünyanın her tarafından hacca geldiler. Çöller ve diğer zor şartlarda büyük sıkıntılara katlandılar. Bütün yaptıkları boşa gitti. Hiç birinin haccı kabul edilmedi, dedim. Sonra melek:

-Şam'da Ali bin Muvaffak adında birisi vardır. O hacca gelmedi. Ama, haccı kabul edildi, Altıyüzbin hacıyı o'na bağışladılar. Hepsinin haccı kabul edildi, dedi. Uyanınca, arkadaşlarımdan ayrıldım. Şam kafilesine katıldım. Şam'a gittim. Ali bin Muvaffak'ın evini araştırıp, buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum.

-Ali bin Muvaffak, ya sizinki?

-Abdullah bin Mübârek, cevabını vermemle, feryat edip, kendinden geçti. Kendine gelince, gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım.

-Haccının kabûl edildiğini ve kendi haccı ike beraber altıyüzbin kişinin haclarının da kabûl edildiğini haber vererek, bana nasıl bir hayırlı amel işlediğini anlat, dedim.

-Ben ayakkabı tamircisiydim. Otuz seneden beri hacca gitmek arzusundaydım. Bu işimden otuz senedir, üçyüz dirhem (1440 gr) gümüş biriktirdim.Bu sene hacca gidecektim.Hanımım hamileydi.Komşunun evinden yemek kokusu burnuna geldi. Hanımım komşudan yemek istememi söyledi. Komşuya gidip, hanımımın arzusunu söyledim Komşum ağlayarak:''Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiçbir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Ondan çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz'' dedi. Bunu duyunca, içime bir acı düştü. ''Niçin Kâ'be'ye gideyim. Benim haccım buradadır'' dedim. Hac azığım üçyüz dirhemi komşuma verdim. ''Bunu al ve çoluk çocuğuna nafaka yap. Benim haccım da bu olsun'' dedim. Abdullah bin Mübârek:

-Allahü teâlâ doğru rü'yâ gösterdi, dedi.

İYİLİK EDERİM


Sevgili Peygamberimizle, Eshabı (arkadaşları) sohbet ediyorlardı. Eshâb-ı kirâm merakla:

-Ya Resûlullah! Hazret-i Ali'yi niçin fazla seviyorsunuz? diye sordular.

Efendimiz tebessümle:

-Biriniz Ali'yi çağırıp gelsin, buyurdular. Sohbet devam ediyordu. Bu sefer Resûlullah efendimiz buyurdular ki:

-Ey Eshâbım!... Siz birisine, iyilik etseniz o da size, kötülükle mukabele etse! Buna karşılık, ne yaparsınız?

Dostları:

Yine iyilik ederiz,yâ Resûlullah!... cevabını verdiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdularki:

-O kimse, bir kere daha kötülük ederse, ne yaparsınız? O zaman Eshâbı, başlarını aşağı indirdiler. Üçüncüden sonra, cevap veremediler. Tam bu sırada, Hazret-i Ali geldi. Selâm verdi. İki cihan Güneşi olan Sevgili Peygamberimiz:

-Ya Ebâ Türab!.. Sen birisine iyilik etsen, o da sana kötülükle mukabele etse, nasıl karşılık verirsin? diye o'na da aynı suali yönelttiler. Allahın Arslanı Hazret-i Ali, tereddütsüz:

-İyilik ederim... cevabını verdi.

-Tekrar kötülük yapsa?

-Yine iyilik ederim, Yâ Resûlullah! Efendimiz aynı soruyu, tam yedi defa tekrarladılar. Sevgili damadı, hep aynı cevabı verdi. En sonunda da:

-Yorulmayınız, Efendimiz... O kimse bana ne kadar kötülük etse, ben ona o kadar iyilikle karşılık veririm.Diye sözünü bitirdi. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm:

-Yâ Resûlullah!.. Hazret-i Ali'yi niçin, çok sevdiğinizi anladık. Bu sevgiye gerçekten lâyıktır, dediler. Hep birlikte ''Haydar-ı Kerrar''a (düşmana, tekrar tekrar saldıran; kötülüğe tekrar tekrar iyilik eden Arslan'a) ya'ni Hazret-i Ali'ye duâ ettiler.

İNKÂRCI DOKTOR


Bizanslılar devrinde,İstanbul'da bir doktor yaşıyordu.Hiçbir dine inanmadığı gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr ediyordu. Her şey kendi kendine var olmuştur diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabul etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her ilimde cevap veriyordu.

Hıristiyanlardan hiç kimse cevap veremez hâle gelmişti. Yanlız şu kadar var ki,''Dünyanın bir yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, ben bu dâvamdan vaz geçerim'' diyordu. Karşılaşıp münazara ettiği herkesi mağlup ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirleri karıştırıyordu.

Bu doktorun karşısında Hıristiyan âlemi âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsi halifesi Me'muna bu doktoru ve bir elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda:''Size gönderdiğimiz bu doktor, dehridir.Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Sizin yanınızda, bununla münazara edecek ve bunu iknâ edip, mağlup edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur yazmaktaydı. Abbâsi halifesi âlimlerini ve müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı. Orada bulunan İslâm âlimleri dedi ki:

-Ey halife! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminde imtihan edelim, deneyelim. Sonra, duruma göre ne yapacağımıza karar verelim.

Ertesi gün, üçyüz kişilik bir kalabalık halinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye, idrarını koyarak birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime ait olduğunu bilmek için de, özel işâretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor, önce şişelere, ardında da orada bulunan insanların yüzlerine baktı ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancının, bu da filancanındır diye tek tek saydı.Üzerlerine işâret koymuşlardı. Baktılar ki, hepsi dediği gibiydi.İki kişinin idrarını karıştırdıkları şişelerdeki idrara da bakıp,''Bu falanca ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlâçları da şunlardır''dedi.Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp, bilgisi karşısında âciz kalmıştı.Sonra Bağdat'ta onunla münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz, dediler. İçlerinden birisi dedi ki:

-Büyük âlim evliyânın üstünlerinden olan Nişapurlu Ahmed Harb, dün gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Umarım ki, bununla ancak o münâzara edebilir. Halife Ahmed Harb hazretlerinin yanına bir adam gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:

-Siz münazara meclisini falan saatte halifenin sarayında hazırlayın ve onu lâfa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman, bana niçin geç kaldınız dersiniz. Ben de cevap veririm.

Dediği gibi yaptılar. Ahmed Harb hazretleri gelip oturunca halife ona sordu:

-Niçin geç kaldınız?

-Abdest için Dicle nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geç kaldım.

-Ne gördünüz ki?

-Gördüm ki, topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar, kendiliğinden birleşip, marangozsuz, çivisiz sandal oldu ve bir kayıkçı olmadan suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım.

İnkârcı doktor, bu sözü duydu ve dedi ki:

-Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye değmez. Bunun üzerine âlimlerin büyüklerinden olan Ahmed Harb o'na şöyle cevap verdi:

-Niçin saçma konuşuyorum ve niçin deliyim?

-Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur, bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur, kayıkçı olmadan su üzerinde gider, dediniz.

-Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, ya'ni ustası, bir yapıcısı olmadan bir sandal olamaz ve su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlarla ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcısı olmadan, bu dünya bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, bu sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl bunların bir yapıcısı, yaratıcısı yoktur diyen, böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan odur. Deli de odur.

İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı ve kendi kendine ''İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allah vardır'' deyip müslüman olmak istedi. Ahmed Harb, o'na (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû) kelime-i tayyibesini, öğretip, mânâsını açıkladı. Böylece, bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına vesile oldu.

İMANINDAN ASLA DÖNMEDİ


Firavun'un hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı. Firavun'un kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Mûsâ aleyhisselâmın dinine inandığı hâlde imânını gizliyor, ibâdetlerini de gizli yapıyordu. Maşite hatun birgün hamamda Firavun 'un kızının saçını tararken, tarak yere düştü. Bunu yerden alırken gayri ihtiyari olarak ağzından şu sözler çıktı:''Bismillahirrahmanirrahim''. Ya'ni, ''Rahman ve rahim olan Allahın adıyla''.Firavun'un kızı bu söze kızarak dedi ki:

-Ey dadı! Bu nasıl sözdür. Benim babamdan başka tanrı mı vardır? Babamın adını değil de, bir başkasının adını nasıl söylersin?

-Evet yavrum Allah vardır. Hem yeri, göğü ve içindekileri yoktan var eden, seni beni, babanı ve bütün varlıkları yaratan bir Allah vardır. Ben bir olan Allaha inanıyorum. Firavun'un kızı bu sözlere daha da kızarak dedi ki:

-Seni babama şikâyet edeceğim. Hakettiğin cezâya çarptırılacaksın. Doğruca babasının yanına gidip olanları söyledi. Firavun Maşite hatunu yanına getirterek dedi ki:

-Sen benden başka bir tanrıya inanıyormuşsun. Söyle, benden başka yer yüzünde tanrı var mıdır?

-Hâşâ! Ey Firavun sen de biliyorsun ki sen ilâh değil, âciz bir kulsun. Seni de yaratan Allah'tır.Sen fânisin, yok olacaksın. Fakat benim Rabbim olan Allah ebedidir. Fânş değildir. Mûsâ aleyhisselâm O'nun peygamberidir. Bu sözlere çok kızan Firavun onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek başkalarına da bir ders olmasını istedi. Önce tırnaklarını çektirdi. Saçından tavana asıldı. Kamçılarla vücûdundan kan çıkıncaya kadar kırbaçlandı. Bunlara rağmen dininden dönmeyince, Firavun'un kini günden güne fazlalaşıyordu Maşite hatunu bir ağaca bağlattı. Biri 5 yaşında, diğeri de 5 aylık olan iki kız çocuğundan büyüğünü karşısına getirerek şöyle söyledi:

-Ey Maşite, beni tanrı olarak kabûl edersen seni serbest bırakacağım.Maşite, yavrusunun acıklı hâline, bir de Firavun'un hâline baktı. Sonra dedi ki:

-Ben ancak bir olan Allah'a inanıyor ve o'nu kendime ilâh olarak kabûl ediyorum. Firavun eline geçirdiği bıçakla 5 yaşındaki yavrunun gırtlağını annesinin gözü önünde kesti. Kanını da Maşite'nin ağzına yüzüne sürdürdü. Sonra tekrar hiddetlenerek şöyle sordu:

-Söyle benden başka tanrı var mıdır?

-Allah birdir, Allah'tan başka ilâh yoktur.

Bu sefer Firavun 5 aylık kundaktaki yavruyu getirmelerini istedi.Getirilen yavruyu annesine yaklaştırdıklarında saatlerdir süt emmeyen yavru, meme aramaya başladı. Maşite hatun önceki yavrusunun uğratıldığı akıbetini düşündü. İkinci yavrusunun da hunharca kesilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı, kararını verdi. Firavun'a Rabbim sensin diyecek, fakat kalben inanmayacaktı. Tam ''Rabbim sensin'' diyeceği sırada küçük yavru dile gelerek dedi ki:

-Hayır anne, hayır! sabreyle! Rabbim sensin deme! İmânından aslâ dönme. Firavun'â inanma! Benim için, ablam için, senin için, Allah'ın Cennette hazırlamış olduğu makâmı görüyorum. O makâmı, etrafında sana hizmet etmek için pervane gibi dönen hûrileri de görüyorum. Firavun ve orada hazır olanlar bu sözü duydular. Tövbe edeceklerine daha da hiddetlenen Firavun, 5 aylık yavruyu da hemen boğazlattı. Fakat Maşite hatun ağlamıyor, gülüyordu. Kızının gördüklerini artık o da görüyordu. Ölümünün bir an evvel gelmesini arzuluyordu. Firavun kocasıyla beraber Maşite hatunu ve yavrusunu kaynar kazanın içine attı. Fakat kini hâlâ yatışmamıştı.

İMAN GÜNAHLARI TEMİZLER


Dıhye-i Kelbi, imân etmeden önce zengin bir Arap melikiydi.Peygamber Efendimiz, onun müslüman olmasını çok arzu ederdi. Zirâ mevkii, itibarı ile etrafında ona bağlı yediyüzden daha fazla kişi vardı. Onların da İslâmiyet ile şereflenmeleri kendisine bağlıydı.

Dıhye-i Kelbi, müslüman olmak isteyince Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekreme bir sabah namazından sonra vahyederek:(Dıhye'nin kalbine imân tohumunun atıldığını) bildirdi. Biraz sonra Dıhye, Mescid-i Nebeviye girdi. Peygamber Efendimiz omuzlarındaki elbisesini yere serdiler. Oraya oturmasını işâret buyurdular.Peygamber Efendimiz bu keremini gören Dıhye'nin gözlerinden yaşlar boşandı. Hürmetle, saygı ile ''Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû'' diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Peygamber Efendimiz sordu:

-Niçin ağlıyorsun?

-Yâ Resûlallah! Ben çok büyük günahlar işledim. Bu günahlarımın keffarati nedir? Malımın, mülkümün sadaka olarak verilmesi mi, yoksa öldürülmem mi gerekiyor?

-Ey Dıhye, nedir günahın?

-Yâ Resûlallah! Câhiliyet devrinin âdetine uyarak kız çocuklarımı öldürmüştüm.

Tam o sırada Cebrâil aleyhisselâm gelerek:

-''Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ müslüman olanların cahiliyet devrindeki günahlarını affetti'' buyurdu.

İMAN ETMEK İSTEYİNCE


İbrâhim Havvas, İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyânın üstünlerindedir. Cüneyd-i Bağdâdi'nin talebesidir. Hicri 291 yılında vefât etmiş olup, kabri Rey şehrindedir. Kendisi başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

''Bir sene hacca gitmeye niyet ettim. Bu niyetle yola çıktım. Maksadım Kâbe-i şerif tarafına gitmek olduğu halde, istemiyerek ters yöne gidiyordum. Allahü teâlânın irâdesi beni batı tarafına çekiyordu. En sonunda İstanbul'a gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapı önünde bir kısım insanlar, bir araya toplanmışlardı. Yaklaştım ve sordum:

-Niçin toplandınız?

-Rum Kayseri'nin kızı delirdi. Çâre bulmak için doktorları topladı.

Bunda bir hikmet olsa gerektir, dedim ve içeri girdim. Orada Kayser'in kızını ondördüncü ay gibi gördüm. bana baktı ve dedi ki:

-Hoş geldin, ey İbrâhim Havvas!

-Beni nereden tanıyorsunuz?

-Canımı, Cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyâz ettim. Rüyâmda buyuruldu ki: ''Yarın İbrâhim Havvas sana gelecek!''

-Hastalığınız nedir?

-Bir gece dışarı çıkıp ibret nazarıyla gökyüzüne baktım.Kendimden geçtim.''Allahü ehad verresûlü Ahmed'' kelimesi dilime, mânâsı kalbime geldi.Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik alâmeti, bana da deli dediler.

(Bu sözlerin mânâsı, Allah birdir ve Peygamberi Ahmed (yani Muhammed) dir).

-Bizim diyâra gelmek ister misin?

-Sizin diyârda ne var?

-Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes (Mescid-i Aksa) oradadır.

Sağ tarafına bak!

Baktım bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytül- mukaddes karşımda duruyor gördüm. Az sonra dedi ki:

-Vakit yaklaştı. İstek ve arzu haddi aştı.

''Kelime-i Şehâdet'' getirip rûhunu teslim etti.

İMAM-I AZAM VE HASMI


Bir tartışma esnasında hasmı İmam-ı Azam’a bir tokat vurmuş. Bunun üzerine imam-ı Azam sinirlerine hakim olarak şöyle demiş:
" Senin bu hareketine aynı ile mukabele edebilirdim ama etmeyeceğim. Seni halifeye şikayet edebilirdim,bunu da yapmayacağım. Seni Allah’a havale edip ahirette davacı olmayı ve hakkımı almayı dileyebilirdim fakat bunu da yapmayacağım. Sadece sorulursa Cennet’e sensiz girmek istediğimi söylerim.” Demiş. İmam-ı Azam’In bu hassasiyeti karşısında adam duygulanmış ve ağlayarak eline kapanmış. İ.Azam, “Ağlamana hiç gerek yok ben seni baştan zaten affetmiştim.” Diyor.
Böylece İ.Azam hasmına hem büyük bir edep ve hoşgörü dersi veriyor hem de onu vicdanen mahkum ederek intikamını fazlası ile alıyor.

İLK KURBAN


İbrahim aleyhisselâma bir gece rüyasında''Hak teâlâ sana oğlun İsmail'i kurban etmeni emrediyor'' denildi.Uyandığında çok korkmuştu. E'ûzü besmele çekerek abdest alıp namaz kıldı ve tekrar yattı. Yine aynı rüyayı gördü. İbrahim aleyhisselâm oğlunu kucağına alıp, hanımına dedi ki:

-Ben yarın Rabbime ibâdet için evden çıkacağım. Oğlum da benimle gelecek, güzelce yıka ve en güzel elbiselerini giydir! Annesi İsmail aleyhisselâmı hazırladı. İbrahim akeyhisselâm ile oğlu evden çıkıp gidince şeytan yaşlı bir insan kılığında hanımının yanına geldi:

-İbrahim'in, oğlunu nereye götürdüğünü biliyor musun?

-Allahü teâlâya ibâdet için götürdü.

-Hayır, onu boğazlayacak.

-Hiç baba evlâdını keser mi?

-Gördüğü bir asılsız rüyâ için kesecekmiş.

-Hayır!

Annenin yanından kovulan şeytan oradan ayrılıp İbrahim aleyhisselâmın yanına geldi.

-Sen nasıl babasın ki, oğlunu boğazlamaya götürüyorsun?

-Ey bedbaht! Ey mel'un defol! Eğer benim yüzbin oğlum olsa Allah için yine hepsini kurban ederim. Baba tarafından terslenen şeytan İsmail aleyhisselâma yanaştı:

-İsmail, baban seni kesecek!

-Hiç baba evlâdını keser mi?

-Ona Rabbi'nden ferman geldi.

-Eğer Rabbim için kurban olup, kabûl edilirsem bu benim için en büyük şereftir. İsmail aleyhisselâm , şeytanı kovdu ve arkasından da birkaç taş attı. İbrahim aleyhisselâm Mina'ya gelince biraz oturdu. Oğlu orada oynarken, kendisi de ağlıyordu. Babasının ağladığını gören İsmail aleyhisselâm gelerek dizine oturdu:

-Babacığım, sizi ağlamış görüyorum?

-Oğlum, Rabbim bana seni kurban etmemi emir buyurdu.

-Babacığım, emrolduğun gibi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulursunuz. İbrahim aleyhisselâm oğlunun bu haline sevinerek gözlerinden öptü. İbrahim aleyhisselâm oğlunun her iki elini ve ayaklarını bağladıktan sonra, yüzükoyun yatırdı ve besmele ile bıçağı boynuna vurdu. Bıçak kesmedi. Bir daha vurdu, yine kesmedi. Dönüp bıçağı taşa çaldı, taş yarıldı. O anda bıçak dile geldi:

-Ey Halilullah! boşuna uğraşıyorsun, kesmem. Çünkü Allahü teâlâ bana ''kesme'' buyurdu. İbrahim aleyhisselâm, ''Bu hareketimiz kabul edilmedi mi?'' diye korktuğu sırada, bir nida geldi:

-''Ey İbrahim!, Oğlunu kesmekten vazgeç ve o'nun yerine koçu kurban eyle!''

Hazret-i İbrahim, Cebrâil aleyhisselâmın bir koç indirdiğini gördü. Oğlu, İsmail aleyhisselâmı çözerek koçu kurban edip Rabbine şükretti.

YAYA KALDI

Büyük zatlardan birinin âdeti, bir koyunun değerini fakirlere sadaka vermekti.

-Madem ki, kurban bana vâcib değil, niçin bir hayvanın canına kıyayım, derdi. Rüyada, kıyameti gördü. İnsanlar bineklerine binmiş, melekler onları Cennete götürüyor, kendisi ise yaya olarak gidiyordu. Sebebini sordu.''Bu binekler, dünyada kesilen kurbanlardır'' dediler.

-Ben de kurban değerini sadaka verirdim, dedi.''Sen bilmez misin ki, kıymetini vermekle, kurban kesmek bir değildir, kurban kesmek lâzımdır''dediler. O büyük zat, yaşadıkça hep kurban kesti.

İLK EZAN


Hicretin birinci yılına kadar, namaz için ezân okunmazdı. Müslümanlar az ve toplu bir halde bulundukları için böyle bir ihtiyaç da hissedilmemekteydi. Namaz vakti gelince(Essalâtü, Esselâtü). Ya'ni''Namaza, Namaza''diye çağırıp ve bununla yetinirlerdi. Hicretten sonra, müslümanlar çoğalmaya başladığından artık (Essalatü) diye çağrılması, maksadı temin etmiyor, şehrin her tarafından işitilmiyordu. Bundan sonra namaz vakitlerini bildirecek bir vasıtaya ihtiyaç vardı.Kimisi, çan çalarak bildirelim dedi. Resûlullah Efendimiz:

''O Nâsârâ'ya (Hıristiyanlara) mahsustur'' buyurdu. Bazıları boru çalsak dediler, Peygamber Efendimiz:

''O da Mûsevilere mahsustur''buyurdu. Abdullah bin Zeyd hazretleri, bir rüyâ görmüştü. Sıra ile üç gün tekerrür eden bu rüyâsını, üçüncü gün sabahı, Resûlullah Efendimizin huzurunda şöyle anlattı:

Yeşil bir şal ve peştemal bağlamış, eline çan almış bir kişi gördüm. Ona sordum:

-Elindeki çanı satar mısın?

-Ne yapacaksın?

-Namaz vakitlerini bildirmek için çalacağım. Bunun üzerine o zat:

-Ben sana daha hayırlısını tarif edeyim, deyip, Kıbleye karşı durdu ve yüksek sesle (Ezân)ın mübârek kelimelerini okudu.Biraz durduktan sonra, aynı kelimeleri tekrar ederek sonuna doğru(kad kâmetis'salâtü) cümlesini ilâve etti.Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz emir buyurdular:

-''Rüyâ haktır. O kelimeleri Bilâl'e öğret, okusun!''

Hazret-i Bilâl de bu kelimeleri öğrenip, Mescid-i şerifin yanında bulunan yüksek bir dama çıkarak, ilk ezânı okudu. Hazret-i Ömer, ezân sesini işitince, koşa koşa, Resûlullah Efendimizin huzuruna geldi. Hazret-i Bilâl'in söylediği kelimeleri aynen rüyâsında gördüğünü arz etti. O gece Eshâb-ı kirâmdan bir kısmı da aynı rüyâyı görmüşlerdi

İşte o günden itibaren, her namaz vakti ezân okunması sünnet oldu.

İFTİRA EDİLMİŞTİ


Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği meşhur idi. Gençliğinde bir iftira sebebiyle, hapse atıldı. Fakat orada bile, güzel ahlâkı ile etrafındakilere, kendisini hemen sevdirdi. Hem ibâdet, hem de herkese yardım ediyordu. Okuma- yazma öğretir, hastaları ziyâret eder, üzüntülü olanları teselli ederdi. Onlara sabır etmelerini söyleyerek yumuşatırdı. Hapistekilerin rüyâlarını ''tâbir''ederdi. Birgün yanına, iki genç yaklaştı. Biri kralın şerbetçisi, öbürü de ekmekçisi idiler. Rüyâ görmüşlerdi. Önce şerbetçi söyledi:

-Rüyâmda kendimi, üzüm sıkar halde gördüm! Sonra ekmekçi:

-Ben de rüyâmda kendimi, başımda ekmek götürürken: yırtıcı bir kuş geldi ve o ekmeği yerken gördüm dedi. Bunların ikisi de''kralı öldürmeye çalışmak''suçundan, zindana atılmışlardı.

Hazreti Yûsuf dedi ki:

-Ey benim zindan arkadaşlarım! Şerbetçi kurtulacak ve saraydaki işine yeniden girecek. Ekmekçi olanınız ise suçludur. Başının etini, kuşlar yiyecek. Muhakemeleri sırasında ekmekçi gerçekten suçlu bulundu. Asıldı, başının etini yırtıcı kuşlar yedi. Şerbetçi suçsuz bulunduğu için saraya geri alındı. İşine devam etti. Hapisten çıkarken hazret-i Yûsuf şerbetçiye:

-Kralına benden bahset ki, suçsuz olduğum halde hapis günlerimin uzadığını anlasın, dedi. Fakat Şerbetçi, saraya kavuşmanın heyecanı sırasında, hazret-i Yusuf'un ricâsını unuttu. Tâ hükümdar bir rüyâ görünceye kadar! Hükümdar Reyan bin Velid rüyâsında gördü ki:''Yedi zayıf inek, yedi kuvvetli ineği yiyorlar! Yedi yeşil buğday başağı yanında yedi tane kuru başak bulunmakta!..'' Mısır'daki bütün âlim, kâhin ve rüyâ tâbircisi kimseler rüyâyı tâbir işinin içinden çıkamadılarç İşte o anda şerbetçinin aklına, zindandaki hazret-i Yûsuf geldi. Hükümdara vaziyeti arzetti. Reyan bin Velid:

-Hemen getirin, emrini verdi. Şerbetçi sevinerek, hapishaneye koştu. Hazret-i Yûsuf'â:

-Seni sarayda bekliyorlar! Artık hürsün!..Müjdesini verdi. Fakat Yûsuf Peygamber.

-Hükümdarın affı ile, bu zindandan çıkmam. Ancak suçsuzluğum isbat olunursa çıkarım. Çünkü''adâlet'' bunu gerektirir, dedi.Şerbetçi çok şaşırdı. Fakat neticeyi Hükümdara arzetti:

İyi bir insan olan Reyan bin Velid, hemen tahkikat ve muhakemenin yapılmasını temin etti. Hazret-i Yûsuf suçsuz olduğunu kendisi bildiği halde, hâkimin kararını herkesin öğrenmesini istedi. Berâat etti.Saraya gitti. Hükümdarın rüyâsını tâbir etti:

-Yedi sene ülkemizde, bolluk olacak. Ekinlerinizi ekin, fazlasını iyice saklayın. Çünkü arkasından yedi yıl da, kıtlık olacaktır! Hükümdar, O'nun ilmine ve ahlâkına hayran kaldı. Sonunda Hazret-i Yûsuf'a Mısır'ın hazinelerini ve Devlet Mühürünü teslim etti.

Peygamberlerin hepsi, güzel ahlâklıdır. Biz de onlar gibi, doğru ve ahlâklı olmaya çalışalım.

HAZRET-İ ÖMER'İN UYARICISI


Hz Ömer, kendisine adaletten ayrılmamayı bunun ahirette hesabının sorulacağını hatırlatması için bir adam tutmuş. Bu şahıs, her gün belli bir vakitte gelir, “Ya emirel Mü’minin! Adaletten ayrılmayın,ahireti unutmayın.” dermiş. BU görevli şahıs yine bir gün geldiği zaman Hz. Ömer, “Artık senin hatırlatmana gerek kalmadı, sakalımdaki beyaz kıllar bana her aynaya bakışımda ahireti hatırlatıyor.” demiş.

Osmanlı padişahlarının da kendilerine hatırlatmalar yapan görevlileri varmış. Bu görevliler belli yer ve zamanlarda “Gururlanma padişahım! Senden büyük Allah var.” derlermiş.
 
HAZRET-İ ALİ VE KÖYLÜ


Muhtaç olduğu halinden belli olan fakir bir köylü, Hazret-i Ali'nin yanına gidip oturur.

Hayret-i Ali (Bir isteğin mi var?) buyurur.

Köylü utancından diliyle bir şey söylemez.

Muhtaç olduğunu işaretle bildirir.

Hazret-i Ali, yanında bulunan iki giyeceğinin ikisini de köylüye verir.

Köylü sevinerek güzel bir beyit okur.

Beyit Hazret-i Ali'nin çok hoşuna gider.

Çocukları için ayırdığı üç altının hepsini köylüye verir.

Köylü,(Ey Emir-el mü'minin, beni kendi diyarımın en büyük zengini ettin) der.

Hazret-i Ali de, sevgili Peygamberimizden işittiği şu hadîs-i şerîfi nakleder:(Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre ölçülür.)

HAPİSHANEDE KILINAN NAMAZ


Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, çok âdil biriydi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, vâliye bildirmişlerdi. Getirilirken hırsızlardan birisi kaçtı. O sırada Hiratlı bir demirci, Nişapur'a gitmişti. Demirciyi, gece eve giderken, jandarmalar yakaladılar ve diğer zanlılarla beraber vâliye çıkardılar. Vâli dedi ki:

- Hepsini hapsedin!

Bir suçu olmayan demirci, hapishanede hemen abdest alıp, namaz kıldı. Ellerini uzatıp:

''Yâ Rabbi! Bir suçum olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın!'' diye duâ etti. Vâli uyurken rüyâsında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyandı. Hemen kalkıp, abdest aldı, iki rek'at namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlumun âhı olduğunu anladı. Vâli hemen hapishane müdürünü çağırtıp sordu:

- Acaba bu gece hapishanede mazlum birisi kalmış mı?

Müdür dedi ki:

- Bunu bilemem efendim. Yanlız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor göz yaşları döküyor.

- Hemen adamı buraya getiriniz. Demirciyi vâlinin yanına getirdiler. Vâli hâlini sorup, durumu anladı, ve dedi ki:

- Sizden özür.diliyorum.Hakkını helâl et ve şu bin gümüş hediyemi kabul et. Herhangi bir arzun olunca bana gel! Demirci de cevabında dedi ki:

-Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem.

- Neden gelemezsiniz?

- Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çevirten sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabbim, nihayeti olmayan rahmet hazinesinin kapısını, ihsân sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü? İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın!

Akıl isen nemâzı, çün saâdet tâcıdır.
Sen namazı şöyle bil ki, mü'minin mi'râcıdır.

HALİFENİN OĞLU


Emevi halifelerinden Halife II.Hişam oğlu, Kurtuba’ nın yetişkin, Kur’an’ı ezber bilen kızlarından biri ile evlenmek istediğini söylüyor ve kendisi ile evlenmek isteyenlerin, işaret olarak akşam kapısının önüne denizci feneri takmasını istiyor. Akşam görevliler şehirde 750 fener sayıyorlar. Bu kadar aday arasından tercih yapmanın zor olduğunu gören halifenın oğlu, ikinci bir şart daha getiriyor:
Adaylar, Kur’an’ın yanında İmam Malik’in Muvatta isimli eserini de ezber bilmelidirler. Tekrar tespit yapılıyor. Bu defa fa 500 civarında fener sayılıyor.

Yorum: O günkü şartlarda Kurtuba’da yetişkin kızların adedi bin civarında olmalıdır. Bunlardan hepisi de Halifenin oğlu ile evlenmek istemeyebilir. İstekliler arasında bu kadar büyük bir rakamın çıkması kadın erkek herkesin eğitim seviyesinin çok yüksek olduğunu gösterir. İmam Malik’in Muvatta isimli eseri, Altı sahih hadis kitabından biri olup üçbinden fazla hadis ihtiva etmektedir.

HAFIZ TALEBE


Küçük bir çocuk hafızlığını ikmal etmiştir. Sabaha kadar Kur'an-ı Kerim'i hatmediyor, namazını kılıyor, ertesi gün de hocasının karşına çıkıyor; çıkıyor ama biraz da rengi-benzi sararmış olarak çıkıyor. Hocası maddi-manevi mürşit olabilecek durumda bir Üstattır. Talebesinin bu halini diğer talebelerine soruyor. Onlar da:
"Üstadım, bu talebeniz sabaha kadar Kur'an-ı Kerim'i hatmedip duruyor ve tabii sabaha kadar gözüne uyku girmiyor, sabah olunca da kalkıp derse geliyor." diyorlar.
Üstad talebesinin Kur'an-ı Kerim'i böyle okumasını arzu etmediği için onu karşısına alır ve ona:
"Kur'an, indiği gibi okunmalıdır evladım" der, "Bugünden itibaren sen Kur'an'ı, şu ana kadar okuduğun gibi değil, onu okurken beni karşında farz et ve üstadına dersini iade ediyorsun gibi oku" tavsiyesinde bulunur.Çocuk gider, O gece Kur'an-I Kerim'i okur ve sabah üstadının huzuruna geldiğinde:
"Efendim, bu gece ancak Kur'an-ı Kerim'i yarısına kadar okuyabildim" der. Üstad:
"Pekala, sen bu gece de Kur'an-ı Kerim'i, doğrudan doğruya Resulü Ekrem(s.a.s.)'in huzurunda okuyor gibi oku" der.
Talebe, "Ben, kendisine Kur'an nazil olan zatin huzurundayım; doğru okumalıyım" heyecanıyla daha bir dikkatlice tilavet eder...ve o gün üstadına, ancak Kur'an-ı Kerimin dörtte birini okuyabildiğini belirtir. Üstadı da terakkiyi görünce, bir mürşidin, müridinin dersini arttırması gibi:
"Sen simdi de emin melek Cibril'in, Resulü Ekrem(s.a.s.)'e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi Kur'an-ı Kerim'i oku" der. Talebe gelir:
"Vallahi üstadım, bugün ancak bir sure okuyabildim" der. Üstadı da:
"Evladım simdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevla-ı Muteal'in huzurunda okuyor gibi oku. Düşün ki, okuduğunu Allah(c.c) dinliyor, senin için indirdiği kelamını seninle mukabele ediyor."
Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir:
"Üstadım, 'elhamdu lillahi rabbi'l-alemin'de idim, 'maliki yevmi'd-din'e kadar geldim, 'iyyake na'budu' demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü bunun manası, 'SADECE SANA KULLUK YAPARIM', halbuki ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfuri ediyorum ki (baş eğme, itaat etme), Onu karşımda hazır ve nazır mülahazaya alınca 'iyyake na'budu'yu aşamadım" der.

GERÇEK GÜN YÜZÜNE ÇIKINCA


Zülkarneyn Aleyhisselam ordusuyla gece yolda giderken ordusuna “ayağınıza takılan şeyleri toplayın” diye emir verir. Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup:
-“Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım” diyerek hiçbir şey toplamıyorlar.
İkinci grup ise;
-“ Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordun komutanına itaat etmek gerekir.” diyerek az bir şey topluyorlar.
Üçüncü grup ise;
-“Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmete mebnidir” diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar.
Sabah olduğunda bir de bakıyorlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca:
Hiç almayan birinci grup;
-Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Bir tane bari alsaydık” diyerek pişman oluyorlar.
Az alan ikinci grup ise;
-“Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık” diye sitem ediyorlar kendilerine.
Çok alan üçüncü grup ise:
“Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok toplasaydım. Her şeyimizi doldursaydık, daha fazla alsaydık” diyerek, fazla almalarına rağmen üzülüyorlar.

İşte bu misalde olduğu gibi, Ahirette bütün insanlarda bunun gibi ağıtlarda bulunacak.
Kafir olan;
- “Keşke iman etseydik, keşke inansaydık da hiç olmasa Cehenneme girdikten sonra iman etmemiz sonucunda Cennete girseydik,ebedi cehennemden kurtulsaydık,”
Mü’min, fakat az sevabı olan;
-“Keşke biraz daha sevap işleseydim de, biraz daha ikrama mazhar olsaydım.”
Mü’min,çok sevabı olan ise;
-“Ah ne olaydı da Makamımı biraz daha yükseltecek bir vakit daha namaz kılsaydım, biraz daha fazla sadaka verseydim,oruç tutsaydım, biraz daha sevap işleyecek ameller yapsaydım...” diyeceklerdir.
Rabbim bu misallerden ders alıp, Ahirette pişman olmayacağımız ameller işlemeyi nasip eylesin....

GERÇEK BAYRAM


Behlül Dana bir bayram günü Harun Reşit’in güzel elbiselerle halkının bayramını tebrik ettiğini görünce şöyle diyor:
“Leyse’l-idu limen lebise’l- cedidu/ Beli’l-idu limen emine’l –veidu”
Bayram güzel ve yeni elbiseler giymek değildir. Gerçek bayram Cehennem’den emin olmaktır.

GENCİN TÖVBESİ


Ebû Türab Nahşebi hazretliri anlatır:

''Bir gün Nahşeb caddelerinin birinden geçiyordum. Âniden kulağıma sesler geldi. Dikkat ettim. Bir takım erkeklerin, bir kadınla münakaşa ettiklerini anladım.Kendi kendime,''Buraya gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim'' dedim. Yanlarına varınca kadın beni görüp, yanıma geldi ve dedi ki:

-Ey ebâ Türab! fasık ve ömrünü kötü şeylere harcıyan bir oğlum var. dün gece şarap içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemâat sesleri duyup geldi. Onu mahalleden çıkarın, dediler. Ben arz ettim ve şimdi hastadır. Hastalığı da şiddetlidir.Ölürse hepimiz ondan kurtuluruz, yahut tövbe eder, kendisi kurtulur. Ölmeyip tövbe etmezse, o zaman onu şehirden de dışarı çıkarın. Hemen giderek yardım ettim ve kalabalık dağıldı. Sonra aklıma genci görmek düşüncesi geldi. Evden içeri girince, genç beni görür görmez feryat edip ağlayarak dedi ki:

-Yâ Rabbi! Ne kadar kerimsin ki, benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir günahkârın duâsını anında kabul eyledin.

-Ey genç, ne duâ ettin?

-Bugün, seher vaktinde iki duâ ettim. Birincisi, ''Yâ Rabbi! sabahleyin bana Ebû Türab hazretlerinin yüzünü görmek nasip eyle!''. İkincisi, ''Yâ Rabbi! Nasuh tövbesi ihsan eyle!''. Duâmın birini, şu anda kabul edilmiş görüyorum. Umarım ki, ikincisi de kabul edilir. Ey Ebâ Türab! çok günahkârım. Tövbem kabûl olur mu?

-Ey genç! Allahü teâlânın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ ziyadesi ile tövbeleri kabul edici ve mağfiret edicidir. Acizlere kâfidir. Düşkünleri en iyi vekilidir. Bütün günahlardan tövbe makbuldür. Genç, gözyaşları içinde Allahü teâlâ tövbe etti. Ve ben oradan ayrıldım. Daha sonra genç, annesine dedi ki:

-Anneciğim sana bir vasiyetim var.

-Evlâdım, ne vasiyet edersen yapmaya hazırım.

-Beni bu yataktan, yumuşak yastıktan, mezellet toprağına indir. Bu hastalık beni iyice sardı. Anlıyorum ki, ben bundan öleceğim. Annesi, vasiyetini yerine getirdi ve onu yataktan yere indirdi. Genç yüzünü toprağa sürdü ve kalbinin,rûhunun derinleklerinden gelen bir sesle şöyle duâ etti:

''Yâ Rabbi! Yaptıklarıma pişman oldum. Tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım yok. Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin! Toprakla bir olmuş, zamanını boş geçirmiş ben kuluna rahmet et!'' Onu topraktan kaldırıp, yatağa yatırdılar. Gece olunca, genç vefât etti. O gece Resûlullah Efendimizi rüyada gördüm. Yanında iki yaşlı kimse vardı. Onlarla beraber kalabalık bir topluluk geldi. Birisi bana,''Bu Muhammed aleyhisselâm'dır. sağ tarafındaki İbrahim aleyhisselâmdır, diğer tarafındaki ise, Musa aleyhisselâmdır. Bu kalabalık topluluk ise yüzyirmi bin küsûr peygamberdir''dedi. İleri koştum. Selâm verdim. Resûlullah Efendimiz selâmıma cevap verip benimle müsafeha etti. Sordum:

-Yâ Resûlallah! Siz, Nahşebe gelmiş miydiniz? Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:

-Ey ebâ Türab! Dün senin yanında tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Hak teâlâ onu saâdete kavuşturdu. Benimle beraber yüzyirmibin küsûr peygamber, onun ziyaretine gönderildi. Ey Ebâ Türab! o gence izzet gözü ile bakın. Cenazesinde hazır bulunun! Hemen uyandım. Bu halden kalbime bir incelik geldi ve ''Yâ Rabbi! Ne kadar kerimsin ki, daha dün kötülüğü yüzünden, mahalleden çıkarmak istedikleri bir günahkârı, bir ağlama, bir inleme ile tövbe ve pişmanlık ile bu dereceye kavuşturdum!'' diye duâ ettim. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük kızımın feryadını duydum.Ağlıyordu. Kendisine sordum:

-Yavrucuğum, seni ağlatan nedir?

-Babacığım, rüyada gördüm ki, filân mahallede tövbe eden bir genç vefât etmiş, her kim onun cenazesine bakarsa, Allahü teâlâdan her istediği kendisine verilir. Babacığım evden dışarı çıkmağı asla istemezdim, ama şimdi müsâade edersen, gidip o gencin cenazesini göreyim ve Allahü teâlâdan kendim ve diğer kulları için duâ edeyim. Ona izin verdim. Yakinim arttı. İnsanlara gencin halini anlatmak için evden çıktım. Yetmiş sene Hakka ibâdet eden yaşlı bir saliha hanıma rastladım. Elinde bastonu yavaş yavaş yürüyordu. Beni görünce dedi ki:

-Ey Ebâ Türab! Hakkın rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Günahı yüzünden mahalleden çıkarmak istedikleri genç bu gece vefât etti. Rüyada bana cenazesinde bulunan mağfiret olunur diye söylediler.

Bütün şehir bir anda dışarı çıkıp, gencin cenaze namazını kıldık. Tam bir izzet ve ikram ile onu defnettik.

FAKİR KADIN VE HÜKÜMDAR


Hükümdarlardan biri, fakir bir kadının arsasına bir saray yapılmasını emretti. Arsa, hükümdarın sarayına yakındı. Arsanın bedelini de ödemiyordu. Zavallı kadıncağızın bu arsasından başka hiçbirşeyi de yoktu. Ne yapsın, ne etsindi? Bu müşkilatı halletmesi için mahkemeye gidip hükümdarı şikayet etti.

Bir çuval toprak
Zamanın Şeyhü’l-İslamı meseleyi dinleyip kadının haklı olduğuna hükmettikten sonra, hükümdara hiçbirşey söylemeden bir tane kazma ve kürek bir de çuval alarak geldi. Kadının arsasını kazıyor sonra da bu toprağı kürekle çuvala dolduruyor du. Bu işleri yaparken hükümdar da sarayından bu durumu seyrediyor ve kendi kendine:
-Herhalde Şeyhü’l-İslam aklını oynattı, diyordu. Aklını oynatmasaydı, koskoca Şeyhü’l-İslam, amele gibi toprak kazar mıydı? Şeyhü’l-İslam, kürekle çuvala toprak doldurdu ve sırtına alarak götürmek istedi. Fakat ihtiyar olduğundan ve toprak da ağır olduğundan kaldıramadı.
Çuvaldan bir miktar toprak boşaltacağına, çuvala biraz daha toprak koyup ağzına kadar doldurdu. Tekrar kaldırmak istediğinde tabii ki, kaldıramadı. Şeyhü’l-İslam’ın bu halini seyreden hükümdar, daha fazla sabredemeyip huzuruna çağırdı ve dedi ki:
-Hoca Efendi! Sen bu zayıf halinle bu çuvalı nasıl kaldıracaksın? Hem sonra çuvalı boşaltacağına habire dolduruyorsun. Bunu kaldıramayacağını nasıl düşünemiyorsun?
Şeyhü’l-İslam, zaten bu soruyu bekliyordu. Hemen cevabı yapıştırdı:

“Arsayı nasıl kaldıracaksınız?”
-Peki, Sultanım! Siz benim omuzlarımın o çuvalı kaldıramayacağını biliyorsunuz da, yarın Huzur-u İlahi’de o arsayı kaldıracak güce sahip olamayacağınızı niçin düşünemiyorsunuz?
Hükümdar, bu cevabı duyunca, hata ettiğini ve Hoca efendinin kendisini ikaz için böyle yaptığını anladı. Ve ihtiyar kadıncağızın arsasına saray yapmaktan vazgeçti.

EŞKİYAYI KURTARAN NAMAZ


Eşkiyalar pusuda bir kervanı bekliyorlardı. Fudayl bin Iyâd, bir ağacın altında ibâdetle meşguldü. Kervancılardan biri, kervanın sarıldığını görünce kervandaki bütün altınları topladı. Kenarda birinin namaz kıldığını görüp yanına gitti. Namaz kıldığı için onu emin görüp, (bunları sana emanet ediyorum. Sonra gelir alırım.) dedi. Fudayl (şuraya koy!) dedi. Sonra kervanın yanına döndü. Eşkiyaların kervanı soyduklarını, üzerlerinde bulunan diğer malları aldıklarını gördü. Kervan yoluna devam edecekti. O şahıs, altınlarını almaya geldi.Namaz kılanı eşkiyaların yanında görünce, onların reisi olduğunu anladı. İçinden (Eyvah kuzuyu kurda emanet etmişim) diye düşünürken eşkiyaların reisi (Altınlarını koyduğun yerden al!) dedi. Adam altınlarını noksansız koyduğu yerden aldı. Gözlerine inanamadan sevinerek gitti.

Eşkiyalar sordu:

-Reis, altınları niye verdin?

-Bu adam beni iyi bir kimse sanıp altınları bana emanet etti. Emânete hıyanet olmaz.

Namazla eşkiyalık birarada yürümez ya namaz, kötülüklerden el çektirir, yahut eşkiyalık namazdan alıkoyar. Cenâb'ı Hak, doğru namazın bütün kötülüklerden alıkoyacağını Kur 'an-ı kerimde haber vermektedir. Fudayl da, kıldığı namaz bereketiyle eşkiyalıktan, kötülüklerden el çekip hidâyete kavuşmuş ve evliyânın büyüklerinden olmuştur

EN FAZLA ÜÇ VARLIK


Bir bayram günü Harun Reşit bayramlık güzel elbisesini giyerek Behlül Dana’nın ziyaretine gitmiş. Behlül , halifeye üç soru sormuş:
Yeryüzünde,yer altında ve gökyüzünde en fazla olan şey nedir? Harun Reşit cevaben; “ Yeryüzünde canlı,yer altında ölü, gökyüzünde de kuşlar en çoktur” demiş. Behlül Dana “Hayır bilemedin. Söylediklerin her ne kadar zahiren öyle görünse de işin hakikati şudur: Yeryüzünde en çok olan tamah,yeraltında eyvah, gökyüzünde ise salih ameldir” diyor.

DERVİŞİN HANIMI


Henüz yolun başında olan bir derviş vardır... Nefsin kötü arzularından kurtulmak için uğraşmaktadır... Tam o günlerde bir iftara davet edilir... Yatsıya yakın bir zamanda, davet edildiği yerden evine döner ve hanımından, mümkünse kendisi için hemen bir sofra hazırlamasını ister. Karısı şaşkın bir vaziyette sorar:
-A efendi, sen davette değil miydin? Ne yemeği?

‘Halis derviş değilmiş’
Derviş cevap verir:
-Sorma hanım, der: Çok yersem, arkamdan ‘Halis derviş değilmiş’ diye konuşmalarından korktum, pek bir şey yiyemedim...
Saliha bir kadın olan hanımı, bu cevap üzerine üzülür ve ona bir ders vermek ister:
-Tamam efendi, der: Sen şu akşam namazını kıl da, ben o arada sofrayı hazırlayayım.
Derviş, şaşkın bir halde konuşur:
-Hanım, der: Yatsı vakti yaklaştı. Akşam namazı hiç bu vakte kalır mı? Orada namaz kılamadığımı düşündün galiba? Ben akşam namazını orada kıldım.

Aklı başına gelir!
Zaten bu anı bekleyen kadıncağız cevabı yapıştırır:
-Efendi, efendi, der: Sen arkamdan kötü konuşurlar diye pek yemek yiyemediğine göre, arkamdan iyi konuşsunlar diye de namazı uzatmışsındır! Hadi, yatsı vakti girmeden orada kıldığın akşam namazını iade et de, bu arada ben de sofrayı hazırlayayım...
Hanımının bu ibretli sözlerinden sonra dervişin aklı başına gelir ve riyadan kurtulup halis bir mümin olur.

DENİZE ATILAN YÜZÜK


Kânûnî Sultan Süleyman Han, Yahyâ Efendinin pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâmla görüştüğünü bilir, kendisini de görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır:
Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince, kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindi, birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı Kânûnî’nin parmağındaki çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki yüzüğü çıkarıp:
“Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” diye uzattı.
O zât yüzüğü aldı, evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultan’a uzattı. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük görünüyordu. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes yine çok hayret ettiler. Kânûnî elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kânûnî, kendisinin süt kardeşi olan Yahyâ Efendiye dönerek:
“Ağabey, neler oluyor?” deyince:
“O gördüğünüz Hızır aleyhisselâmdı” cevâbını verdi.
Bunun üzerine Kânûnî;
“O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince; Yahyâ Efendi;
“O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız!” buyurdu.

ÇOBAN VE AĞAÇ


Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: "Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.

Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı.
Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken

"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi." Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.
Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini.
Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Birşey hatırlamıştı.
Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken :

"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak.

"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?"

ÇİVİLİ SOPA VE KIRBA


İstanbul’un Vefa semtine adı verilen Şeyh Ebül Vefa, Fatih devrinin büyük alimlerinden ve evliyasındandı. Akşemseddin, Molla Gürani gibi devrin manevi önderlerinden biriydi. Bu büyük zatın oyun yaşlarındaki bir oğlu kötü bir alışkanlık edinmişti. Ucuna çivi çakılmış bir sopa ile o devirde evlere içme suyu taşıyan sakaların kırbalarını deliyordu. Evcil hayvan derisinden yapılmış su tulumu demek olan kırba, sivri bir madde ile dokunuldu mu kolayca delinecek bir nesneydi. Şeyh Vefa’nın oğlu da bunu yapıyordu. Sakalar, “Bir din büyüğünün oğludur, çok sürmez geçer” diye bir müddet dayandılarsa da baktılar vazgeçeceği falan yok, Şeyh Vefa’ya şikayet ettiler.
“Zararınız ödenecektir!”
Ebul Vefa Hazretleri olanları duyunca hayretler içinde kaldı. Nasıl olur da bunca dikkat ve özenle yetiştirilen, haram lokmadan uzak tutulan bir çocuk böyle bir şey yapardı? Şeyh Vefa sakalara, “Tamam” dedi. “Konu anlaşıldı, gereken yapılacak, sizin de zararınız ödenecektir. Önce kendinden işe başladı. “Acaba ben bu çocuğa yanlışlıkla da olsa haram yedirdim mi?” diye düşündü. Bir şey bulamadı. Hanımına sordu; “Hanım, sen bu çocuğa hamileyken veya süt verirken haram bir şey yedin mi, çok iyi düşün, bana bildir, yoksa bu çocuğun sonu kötü” dedi.

Nihayet olayı hatırladı
Hanım düşündü, taşındı, rüyaya yattı, nihayet bir olay hatırladı. Hamileyken oturmağa gittiği bir komşu evinde, masadaki bir tabakta portakallar varmış. Görünce canı çekmiş ama istemeye de utanmış. Ev sahibi hanım bulundukları odadan dışarı çıktıkça yakasındaki iğneyi portakallara batırıp sularını emmiş.
Bunu, beyi Ebul Vefa hazretlerine anlattı. Şeyh Vefa:
-Aman hatun hiç vakit geçirmeden o komşuya git, olanı biteni dosdoğru anlat ve helallik dile, diye tembihledi. Kendi de sakaları çağırdı, kimin kaç tane kırbası delinmişse hepsinin parasını ödedi ve haklarını helal ettirdi. Çocuğa, olayın başından sonuna kadar bir şey denmedi. Hakkında böyle şikayet var, bir daha yaparsan asarız, keseriz yollu tehdit edilmedi. Ama hikmet-i Hüda, çocuk bir daha çivili sopa ile kırbaları delmedi.

CENNET ARAYIŞI


Bir gün Harun Reşit’in karısı, beyine şöyle diyor:

Allah’a hamd olsun ki bu dünyada saraylarda rahat ve mutluluk içinde yaşıyoruz. Rabbimiz bize ahirette de böyle hatta daha iyi şartlarda yaşamayı nasip etse keşke diyor. H.Reşit de inşallah hanım kim istemez ahiret mutluluğunu diyor. H. Reşit dışarı çıkıp dolaşırken Behlül Dana’nın yeri kazdığını görüyor ve takılmadan edemiyor:

Hayırdır Behlül yine ne işler çeviriyorsun? Diye soruyor. O da Cennet arıyorum diyor. Harun Reşit, “Yapma Behlül! Burada Cennet aranır mı? diyor. Behlül de taşı gediğine koyuyor:

Sen sıcak yatağında hanımının yanında cennet arıyorsun oluyor da burada neden olmasın? Diyor.

CANIM BURADAN ÇIKMAK İSTEMİYOR


Bir Batılının, 10. Yüzyılda Müslümanların hastanelerini tasvir eden mektubudur:
“Sevgili babacığım, benden, para getirmenin lazım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye 5 altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gelmelisin. Ben operasyon salonunun yanındaki ortopedi servisinde yatıyorum. Eğer büyük kapıdan girersen güneydeki revak boyunca yürü. Düştükten sonra beni getirdikleri poliklinik oradadır.

Her odada akarsu var!
Orada her hastayı önce asistan hekimler ve öğrenciler muayene eder. Yatması gerekmeyene reçetesini verirler. O da hastane eczanesinde ilacını yaptırır. Muayeneden sonra beni orada kaydettiler. Sonra başhekime götürdüler. Daha sonra bir hademe beni erkekler kısmına taşıdı, hamama soktu, tam bir hastane elbisesi giydirdi. Sonra kütüphaneyi sağ tarafta bırakır ve başhekimin öğrencilere ders verdiği büyük konferans salonunu geçersin. Avlunun solundaki koridor, kadınlar tarafına gider, onun için sağ tarafı tutmalısın. İç hastalıkları bölümü ile cerrahi kısmının önünden geçmelisin. Kuş ve akarsu sesleri arasında biz orada kitaplarla oyalanırız. Başhekim bu sabah, asistan ve bakıcılarla viziteye çıktığında beni muayene etti, servis hekimine anlamadığım bir şeyler not ettirdi. O da sonradan bana, bir gün sonra ayağa kalkabileceğimi ve çok geçmeden taburcu olabileceğimi söyledi. Ama canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler yumuşak ve kadife gibi. Her odada akarsu var, soğuk gecelerde her oda ısıtılıyor. Hemen her gün midesi kaldıranlara kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Benim yatak komşum bir hafta kendini olduğundan fazla hasta gibi gösterdi. Sadece o yumuşak tavuk göğsü etlerinin birkaç gün daha tadını çıkarmak için...”

CAMİ CEMAATİNE ZİYAFET


Bir gün Harun Reşit cami cemaatine ziyafet vermek istiyor ve Behlül Dana’ya “Camiye git namazdan sonra namaz kılanları al gel” diyor.
Behlül de akşam namazından sonra cami çıkışında kapıda duruyor ve çıkanlara “ İmam namazda ne okudu” diye soruyor. Bir çoğu hatırlayamadığını söylüyor. Birkaç kişi doğru cevap veriyor. Behlül de onları alıp saraya götürüyor. H.Reşit yahu bu akşam camiye gelenlerin hepsi bu kadar mıydı? Diyor. Behlül de “Evet efendim, bana göre bu kadar. Böyle böyle yaparak kimin hakikaten namaz kıldığını anlamaya çalıştım ve onları alıp getirdim.” Diyor.

BÜLBÜLÜN FERYADI


İbrâhim aleyhisselâmı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, ibrâhim aleyhisselâma bir yardım yapabilmenin çâresini aradılar. Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ataşe atacağı sırada Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâm emredip buyurdu ki:

- O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor?

Cebrâil aleyhisselâm kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki:

- Halilullah'ı ataşe atıyorlar. Madem ki kurtarmağa kâdir değilim, bâri onunla beraber yanayım.

Cebrâil aleyhisselâm, kuşun bu cevabını Allahü teâlâya arzedince: buyurdu ki:

- O kuşun benden dilediği nedir?

Bülbül şöyle arzetti.

Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur.Binbir ismi olduğunu işittim. Yüzbirini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.

Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.

Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir.

Nemrud'un ateşi, İbrâhim aleyhisselâma gülüstan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyâmete kadar, gül ağacına muhabbet etti, âşık oldu.

BİR BOSTAN BEKÇİSİ


Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:
Babam Horasan ' Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:

- Ey İbrahim, sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın!

Sağa-sola bakındım, fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan, sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.

Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım, kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları, ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.

Bazı olgun kişiler, safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:

- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.

Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince, ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:

- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?

- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim, tatlısını da ekşisinden ayıramam!

Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:

- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan, bundan fazla olmazdın.

Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar, gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce, ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken, aralarından sıyrılıp kaçıverdim...

BİR BEY'İN KÜHEYLANI


Padişahın yakınlarından bir Bey’in çok güzel bir atı vardı. Bir gün o ata binip padişahın alayına katıldı. Padişahın gözü, ansızın o ata takıldı... Çalımı, rengi padişahın gözünü aldı, attan gözünü ayıramıyordu. Çevikliği, güzelliğiyle beraber atta padişahı çeken bir şey vardı. Önce önemsemek istemedi ama, gönlü atı istiyordu.

Beyninden vurulmuşa döndü!
Padişah geziden dönünce, vezirine durumu açtı. Yolda bir at gördüğünü, derhal gidip o atı, sahibinden alıp, getirmelerini emretti. Padişahın adamları, hızla atın sahibi beyin yanına geldiler. Padişahın, atı çok beğendiğini, ne fiyat isterse hemen vereceklerini bildirdiler. Bey, beyninden vurulmuşa döndü. O güzelim, canı gibi sevdiği atını padişah istiyordu ha! Ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırdı. Padişahın adamlarını oyalamak için onlara yemek ikram etti. Onlar yemeklerini yerken İmadülmülk aklına geldi. Hemen durumu ona danışmalı, ondan akıl almalıydı. Çünkü o, zamanın en bilgini, en akıllısı, en güzel ahlaklısıydı. Kaç kere vezirliği bırakıp, ibadet için uzlete çekilmişse de padişah ona izin vermemişti. Atın sahibi üzüntülü bir halde zamanın şeyhülislamının yanına koştu.
-Ey benim en büyük yardımcım! Yardımına ihtiyacım var. Padişah benim herşeyden daha çok sevdiğim atımı istemiş. Onu alırsa ben yaşayamam. Her şeye dayanırım da atımın elimden alınmasına dayanamam...
Bey, hem söylüyor, hem ağlıyordu. Şeyhülislam, beyin bu halini görünce gözleri yaşardı. Ona yardım etmeye karar verdi. Doğru padişahın huzuruna gitti. Bir taraftan Cenab-ı Allah’a: “Ya Rabbi! Genç bey padişaha karşı gelmekte hata ediyor ama Sen yine de ona yardımcısı ol” diye yakarıyor, inşaallah atını padişah almaz, diye dua ediyordu. O sırada seyisler, beyin o güzel atını padişahın yanına getirdiler. Şeyhülislam “gerçekten de eşine nadir rastlanan bir at” diye düşündü.
Padişah, bir müddet ata hayran hayran baktı, yüzünü İmadülmülk’e döndü.
-Ey büyük insan! Güzel bir at değil mi? Sanki cennetten gelmiş gibi” dedi.

Öküz başlı at!
Şeyhülislam:
-Padişahım! Ata gönlünü öyle kaptırmışsınız ki, hatalarını göremiyorsunuz. İyice bir bakın bakalım. Aslında çok güzel, çok çevik bir at ama bedenine göre başı kusurlu. Başı adeta öküz başına benziyor.
Padişah, fikirlerine her zaman hürmet ettiği İmadülmülk’ten bu sözleri duyunca at, gözünden düştü ve:
-Doğru söyledin! Artık eskisi gibi güzel göremiyorum. Bunu sahibine geri verin” dedi.
Padişah, at hakkındaki bu yermeyi bir kerecik duymakla gönlü attan soğudu. Kendi gözünü ve aklını bıraktı, şeyhülislamın sözünü kabul etti.
 
BİLDİĞİMİZ İŞİN MAAŞI


Halife Harun Reşit, İmam Ebu Yusuf’u zamanın temyiz mahkemesi reisliğine getirmişti. Bir adamın biri Ona bir soru sordu ve bilmiyorum cevabını aldı. Adam;
-Nasıl bilmezsin bir de devlet hazinesinden maaş alıyorsun, diye çıkıştı. Ebu Yusuf;
TRIC01 -Kardeşim,bize bildiğimiz şeylere maaş veriliyor. Eğer bilmediklerimiz için ücret alsaydık devletin hazinesi yetmezdi.

BATMAYAN GEMİ


Ebû Müslim-i Saftar, evliyânın büyüklerinden biriydi.

Birgün gemi ile yola çıktı. Yanında çok kimseler de vardı. Âniden ters yönden bir rüzgâr çıktı. Dalgalar yükseldi.

Gemi batacak gibi oldu.

Gemide olan yükü denize attılar.

Yardım istediler.

Ebû Müslim diyor ki:

- Bizimle beraber gemide bir köylü vardı.

Yanında bir mushafı vardı.

Oradan kalktı ve o mushafı elinin üzerine koydu ve şöyle yalvararak duâ etti: ''Ya Rabbi! Eğer bir kimsenin elinde dünya sultanından bir mektup bulunuyorsa, hiç kimse ona saldıramaz, zarar veremez, belâlardan emin olur.

Mushafı kaldırdı ve Yâ Rabbi! Bu senin kitabındır, bunu bize verdin.

Ellerinde senin kitabın bulunan kullarını suda boğmak keremine yakışmaz. '' Derhal dalgalar söndü ve deniz süt liman oldu ve gemidekiler sağ salim gitti.

AZRAİLLE ARKADAŞ


Adamın biri bir vesile ile Azrail ile tanışmış ve arkadaş olmuş ve arkadaşına “Biliyorum senin elinden kurtuluş yok,ancak benim senden bir istirhamın olacak: Geleceğin zaman bana haber verirsen hiç değilse hazırlık yapar ve bazı işlerimi tamamlamaya çalışırım” der. Fakat aradan bir süre geçtikten sonra Azrail bu arkadaşının canını almaya gelir. Arkadaşı “Hani bana söz vermiştin,niçin habersiz geldin?” der. Azrail de “Ben sana haber verdim ama sen anlamadın. Önce saçın sakalın ağardı, sonra dizlerinin dermanı kesildi, ellerin titremeye başladı, bütün bunlar ölümün birer habercisiydi.” der.

AY MI GÜZEL İNSAN MI?


Bir gün Harun Reşit ile hanımı bahçede oturmuşlar.Bahçenin havuzuna da ay'ın ışığı aksetmiş,Harun Reşit hanımına,şu Allah'ın nuruna bak,ne kadar da güzel demiş.Hanımı da,benden daha mı güzel deyince,Harun Raşit kızarak;sen kim oluyorsun da Allah'ın nurundan daha güzel olasın diyerek hanımını mahkemeye veriyor.Biliyorsunuz eskiden mahkemeler şeriat mahkemesi idi.Şeriat alimleri toplanıyor,fetva fetva derken hanımın idamına karar veriyor.Nasıl olur da bir insan Allah'ın nurundan daha güzel olabilir,bu mümkün olamaz diyorlar ve hasılı kadına idam emri veriyorlar.

Bir gün hanımcağız derin derin düşünürken oradan geçen Behlül Dane yengesinin üzgün halini görüp,yenge ne düşünüyorsun?der.Yengesi o zaman;Behlül senin bir şeyden haberin yokmu?Benim idamıma karar çıktı.Beni bir kaç gün sonraidam edecekler diye cevaplar.Behlül sebebini soruyor,yengesi de olanları anlatıyor.

Behlül Dane yengesinin başından geçen olayı dinledikten sonra yengesine,sen bu hususta hiç telaşlanma,ben bu işi hallederim diyor.Bunun üzerine bir tellal çıkarıp cuma namazını falan camide kıldıracağını halka duyuruyor.Bu ilan üzerine halk akın akın camiye koşuyor.Çünkü daha önceleri Behlül'e böyle şeyler teklif edildiğinde kabul etmemişti.

Cuma günü kalabalık bir cemaat topluluğuna hitaben önce hutbeyi okuyor,sonra mihraba geçiyor,namazı kıldıracak.Namaza duruyorlar Fatiha-i Şerif'i okuyor.Sonra zammı sure koşuyor Vettini suresini okuyor.İnsanın methi bu surededir.(Vettini vezzetüni ve turisinine ve hazel beledil emin lekat halaknal insane fi ahseni takvim)Diyeceği yerde öyle demiyor "Lekat halaknal kamere fi ahseni takvim" diyerek durmadan devam ediyor sureyi bitiriyor.

Namazdan sonra bütün fetva alimleri Behlül'e efendim namazda yanlış okudunuz bu nasıl olur,Kur'an da sizin okuduğunuz gibi mi yazıyor?Diye sorulunca:Behlül Dane:peki böyle yazmıyor da bir insan ben aydan daha güzelim dediği zaman ona neden idam kararı verirsiniz?Eğer ay insandan daha güzel olmuş olsaydı,Cenabı Allah Kur'an 'ı Kerimde insan yerine ay'ı metederdi.Bu olaydan sonra fetva geri alınıp kadıncağız kurtulmuş oluyor.

ARKADAŞIN AL,BERABERCE CENNETE GİDİN


Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:

'Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
'Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler. Birisi,
-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der. Allah Teâlâ da ötekine,
-Hakkını ver, buyurur. Adam,
-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der. Cenâb-ı Hakk,
-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur. Adamcağız,
- O halde benim günahlarımdan alsın, der. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur. Adamcağız,
- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten apartmanlar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allah Teâlâ,
-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur. Adamcağız,
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Hz. Allah,
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur. Adam,
-Nasıl olur, yâ Rab? deyince, Cenâb-ı Hakk,
-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur. Adam,
-O halde ben bunu affettim, der. Allahü zû'l-Celâl hazretleri de,
-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.

Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.

ARADAKİ FARK


Hazret-i Ömer 'r.a.' anlatıyor:
- Bir gün Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bize, askeri donatmak için, sadaka getirin diye, emr etdiler. Benim malımın çok olduğu bir zemân idi. Gönlümden geçdi ki, her zemânda, kardeşim Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sadaka husûsunda hepimizden fazla sadaka verirdi. Ammâ bu def'a ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Yâ Ömer! Ev halkına ne alıkoydun.
Dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Yarısını alıkoydum. Bu sırada Ebû Bekr 'radıyallahü anh' cümle malını getirip, koydu. Hazret-i Fahr-i Enbiyâ buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr!Ev halkına ne alıkoydun?
Ebû Bekr,
- Yâ Resûlallah! Ehlime Allahü teâlâyı ve Resûlünü alıkoydum, deyince,
- İkinizin arasındaki fark, cevâbınız arasında olan fark gibidir, buyurdular.
Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın her bir işde, önüne geçme ümmidimi kesdim.

ANNENİN HİZMETE İHTİYACI VAR


Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s)hazretleri şöyle anlatır:

'İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:

'Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.

'Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir ses ona:

'Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:

'Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona:

''Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.

ALLAH'IN EMANETİ


Hz.Ümm-i Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp, komşularına dönerek:
- Babasına haber vermeyin.

Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve döndüğünde, çocuğu sordu, hanımı:
- Gördüğünden şimdi çok iyidir, der.

Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet metanetle şöyle der:
- Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi?
- Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli.
- O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı.
Ebu Talha bu sözü duyunca :
- Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun tarafına döneceğiz, der ve şükreder.

Sabah olunca gidip Resulullah'a (s.a.v.) anlatır. Resulullah (s.a.v.):
- Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha'ya ver, diye dua eder.

Nitekim, dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir çocukları olur. Çocuk, Peygamberimizin himayelerinde büyürler, İslam Tarihinde önmeli bir şahsiyet olur.

AĞLAYAN ÇOCUK


Hazret-i Ömer'in Halifeliği (Devlet Başkanlığı) zamanıydı. Başkent Medine'ye yabancı bir kervan geldi. Develerini yıkıp, konakladılar... Halife her zaman olduğu gibi, gece şehri dolaşmaya çıktı. Yolda, Eshâb'dan (Sevgili Peygamberimizin arkadaşlarından) Hazret-i Abdurrahman'a rastladı. Ona dedi ki:

- Ey Avfın oğlu! Gel, seninle bu gece misafirimiz olan kervanı bekleyelim.Onlar rahat uyusunlar. Çünkü yorgundurlar.Canları ve malları herhangi bir zarara uğramasın!... Hazret-i Ömer bu teklifte bulununca, Hazret-i Abdurrahman da seve seve kabul etti. Birlikte kervanın etrafında göz-kulak olmaya başladılar. O sırada yakındaki bir evden çocuk ağlaması işitildi.Çocuğun sesi kesilmediği için, Halife evin kapısına gitti. İçeride bulunanlara, ''Küçüğü susturmalarını rica'' etti. Sonra dönüp geldi. Gece boyunca, çocuğun sesi işitildikçe, birkaç kere daha evin kapısına gitti.Çocuğun ağlaması bir türlü dinmiyordu. Seher vakti olunca, Hazret-i Ömer son defa oraya gitti. Çocuğun annesine:

- Sen ne biçim anasın! Bütün gece evlâdını ağlattın. Belli ki, açtı! diye çıkıştı. Kadıncağız cevap verdi:

- Halimi anlamadan niçin beni azarlıyorsun? Hazret-i Ömer, kendini tanıtmadan sordu:

- Haline ne olmuş?

- Çocuğu sütten kesmiştim..

- Sütün yoksa başka şeyler yedirseydin.

- Evde onun yiyeceği birşey yok ki, biz çok fakiriz...

- Çocuğun kaç yaşında?

- Daha yaşını doldurmadı. İşte bu cevap üzerine Hazret-i Ömer öfkelendi.

- Peki niçin bu kadar küçük bir yavruyu sütten kestin? Kadıncağız içini çekti:

- Halifemiz Hazret-i Ömer'e Cenâb'ı Hak insaflar versin.Çocuklar sütten kesilmeyince, bizim gibi bir fakire nafaka vermez.Fakirlik maaşı bağlamaz. Onun için yavrumu erkenden sütten kestim.Bunun üzerine Halife ağlayarak mescide girdi. Gözyaşları yüzünden namazı zorla kıldırdı. Selâm verdikten sonra cemâate döndü. Gene ağlayarak:

- Sizin Ömer'inize yazıklar olsun!.. Sizin Ömer'inize yazıklar olsun!.. diyerek kendini suçladı.Sonra bütün Medine halkına, tellallar (haberciler) çıkarttı. Onlar da bildirdiler ki:

- Hangi Müslümanın oğlu veya kızı dünyaya gelirse, hemen Halifeye bildirsin.Beytülmal'dan (hazineden) nafaka (maaş) verilecektir. Hiç kimse nafaka yüzünden evladını vaktinden önce sütten kesmesin!.. O günden sonra artık Medine'de, açlık sebebiyle ağlayan çocuk sesi işitilmedi. Bu hadiseden epeyce zaman sonra Medine'de kıtlık baş gösterdi. Hazret-i Ömer, hemen bir deve kestirdi ve ''Etini fakirkere dağıtın!'' diye emretti. Görevli, etlerin güzel bir parçasını da Hazret-i Ömer'e ayırdı. Yemek zamanı olunca, iyice pişirip Halifenin önüne getirdi.Hazret-i Ömer hayretle sordu:

- Bu yemek neredendir?

- Efendim, kesilmesini emir buyurduğunuz deveden size düşen paydır... Hazret-i Peygamberin sevgilisi''Koca Ömer''in rengi değişti:

- Devenin iyi yerlerini kendisi yiyip, artanı fakirlere vermek çok kötü bir şeydir,dedi. Hemen bu yemeği kaldır ve çocuk sahibi, fakir bir aileye götür. Az sonra önüne gelen ''Kuru arpa ekmeği ile zeytinyağını''Bismillahirrahmanirrahim'' diyerek afiyetle ve gönül rahatlığıyla yedi. İşte bu yüzden bütün âlimler fikir birliği etmişlerdir ki:

''Hazret-i Ömerin adâleti, kendinden önce ve sonrakilerden daha büyüktür''.

AĞIZ TADI


Padişahın biri hanımıyla birlikte bağ ve bahçelere doğru bir geziye çıkıyor. Manzarasını beğendikleri bir yere uğruyorlar. Yaşlı bahçıvan, bu değerli misafirini hoşnut etmek için elinden geleni yapıyor. Çeşitli meyve sularından bir içecek hazırlıyor(kokteyl) ve padişaha sunuyor. Padişah, meşrubatı çok beğeniyor. Konuşma esnasında yaşlı bahçıvan, çocukları olmadığını yaşlı hanımı ile burada vakit geçirdiklerini söylüyor. Padişah buradan teşekkür ederek ayrılıp yollarına devam ederken hanımı diyor ki, “Bir gün bunlar ölüp gidecekler, bu güzelim yer kime kalacak. Ben derim ki burayı yaşlı bahçıvandan satın alalım,arada bir istirahat için geliriz.” Padişahın da aklına yatar bu teklif. Akşam geçerken tekrar uğrarlar. Bahçıvan, “Sabah padişah efendimiz beğenmişti aynı meşrubattan tekrar yapayım” der , yapar ve padişah ikram eder. Bu defa padişah,”sabahki meşrubat çok lezzetliydi, aynısından yapsaydın ya, bunu beğenmedim.” der. Bahçıvan da “Efendim, ben aynısından yaptım. Benim meşrubatta bir değişiklik yok isterseniz siz kendinizde meydana gelen değişikliği bir kontrol edin” der.

ADALET VE TEVAZU


Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.

Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:

- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.

Fakat görevli itiraz edecek oldu:

- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.

Halife cevap verdi:

- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.

Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:

- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.

Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:

- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.

- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.

- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.

- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.

Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:

- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.

İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.



aRkadaşLar hikayeLer ßu Kadardı
inşaLLah TeşekkürLerinizi Mahçup Etmezsiniz..!
 
Allah razı olsun..Baya geniş bir paylaşım..
 
Güzel çalışma. Arşiv gibi olmuş. Allah razı olsun.
 
Hani GeLmeyecektin?

2mcsrx3.jpg



Yolda karşılastığımızda ezan okunuyordu.
-”Gel seni camiye götureyim” dedim. “Bugün cuma biliyorsun.”
-”Sende benim camiye gitmedigimi biliyorsun.”dedi.
-”Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum.”
-”Ne bileyim,olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri cıkar diye endişe ediyorum.”dedi.

Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-”Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun icin cami terk edilir mi?
-”Ciddi söylüyorum. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.”dedi.
Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-”Peki” dedim. “Hayatında hiç camiye gitmedin mi?”
-”Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.”
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmisti. Daha sonra tokalaşıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim. Bahcedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde . Yavasca yanına yaklaştım ve Kısık bir sesle:
“Hani camiye gelmiyecektin ?” dedim
Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu..
 
Konular birleşti
 
Geri
Üst