Denenmek..

aSLihaN

New member
Katılım
12 Eyl 2005
Mesajlar
1,665
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
35 buJuk
Arenada, bütün şövalyelerin aşık olduğu ve evlenmek istediği harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor.
Çevreleri genç ve yakışıklı şövalyelerle dolu. Hepsi küçük bir tebessüm için bekliyorlar.

Borazanlar çalınıyor ve aslanlar çıkıyorlar arenaya. Kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar.

Prenses zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerinden birini çıkartıp aslanların arasına atıyor.
"-Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim."
Müthiş bir sessizlik oluyor , bir anda herkes susuyor.
Bir şövalye diğerlerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır inmeye başlıyor, parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek duyuluyor.
Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur şövalyeye bakıyorlar.

O, hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor. Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine hayranlıkla dönen prensese bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor."

Nietzsche "Tanrıyı ve insanları deneme!" diyor. Schiller "Eldiven" şiirini yazıyor.

Biz herkesi her zaman deniyoruz, emin olmak, güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an kanıtlasın, hayatını ve her şeyini tehlikeye atsın ve bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.

Kendimizle ve korkularımızla öylesine doluyuz ki, hiçbir duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle göremiyoruz, her şey kendimizle ve korkularımızla oluşturduğumuz prizmalardan kırılarak ulaşıyor bize, herşeyi olduğundan başka bir biçimde olduğundan başka bir yerde görüyoruz. belki de bu yüzden aradığımız şeyleri aramamız gereken yerlerden başka yerlerde arıyoruz.
Mutlulukla aramıza, korkularımızı ve kendimizi sokuyoruz...


Ahmet Altan
 
çok güzel bir hikaye ellerine emeğine sağlık.
 
Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak, yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek, zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz? Onun için mi deneyip duruyoruz insanları? Her sınamada onlar biraz daha fedakâr, biz biraz daha mı güçlü oluyoruz. Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.

Acaba kendimizi en çok savunduğumuz sırada mı alıyoruz en büyük yaralarımızı, en büyük budalalıklarımızı en akıllıca davrandığımızda mı yapıyoruz acaba, rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz en büyük mutluluklarımızı, en çok korktuğumuzda mı acaba korktuğumuz başımıza geliyor?.. Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar akıllı olmasak, rahatın peşinde bu kadar koşmasak ve bu kadar çok korkmasak, yaralarımız, pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba?

"Tanrıyı ve insanları deneme," diyen Nietzche'ye aldanmayıp herşeyi ve herkesi bu kadar çok deneyden geçirdiğimiz için mi Tanrıyı ve insanları kaybediyoruz?

İnsanları bu kadar çok denediğimiz, kendimizi kalkanlarımızın arkasına böylesine iyi gizlediğimiz, hiçbir acıya ve sıkıntıya razı olamadığımız için mi en çok istediklerimiz en uzağımıza düşüyor, mutluluk ele geçmez bir masal kuşuna dünüyor?

Biz, herkesi her zaman deniyoruz, emin olmak, güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an kanıtlasın, hayatını ve herşeyini tehlikeye atsın ve bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.

Aragon'un dediği gibi eğer "mutlu aşk yoksa," bu aşkın suçu değil.

Aşkı, acısından, kederinden, tedirginliğinden, ayrılığından, üzüntüsünden, yarasından ayıklamaya çalışanların aşkı, mutlu olmayan aşklar.

"Ben acıya, aldatılmaya, kedere razıyım," diyenlere verilebilecek bir armağan mutlu aşk... Aşk iki eli dolu bir eski ilahe, birinde mutluluğu birinde acıyı veriyor. Acıyı almadan öbürünü almak mümkün değil.

Çok mu korkuyoruz acıdan ve yaradan ve kederden?

Korku bizi acılardan koruyor mu peki?

Acısız mutluluk olmuyor.

Lermontov, çocukluğumun müthiş yazarı, "Zamanımızın Bir Kahramanı" isimli kitabını yazdığında Rusya'yı birbirine katmıştı... Hiçbir kadını sevmeyen, ama bütün kadınları kendine aşık etmekten hoşlanan birini anlatıyordu... Şu hiç unutmadığım Peçorin'i, Lermontov'un ve hepimizin zamanının kahramanı olan yalnız ve sevgisiz adamı.

Ne kadar şanslıydı Peçorin, bütün kadınlar onu seviyor, ona aşık oluyor, ama o kimseyi sevmiyordu, duyguları çelik gibi zırhlarının içine hapisti, dokunulmazlık ve yaralanmazdı, insafsızdı, kadınları kendine aşık edip kaçıyordu, kendi duygularına yaklaşılmasına bile izin vermiyordu.

Çocukluğumun kahramanı bir korkaktı.

Ve mutsuzdu.

Ve Lermontov, yalnızca tek bir roman yazabilmiş, ikincisinin yarısındayken, yirmi yedi yaşında bir düelloda öldürülmüş o uzun saçlı şair, sanırım o da mutlu değildi.

Peçorin, edebiyatın unutulmaz kahramanları arasına girdi, korkulardan örülmüş bir kahramana ilgiyle baktı insanlar.

Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak, yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek, zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz?

Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?

Her sınamada onlar biraz daha fedakâr, biz biraz daha mı güçlü oluyoruz.

Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.

Ama korkulardan kurtulmak da ne kadar zor.

Her seferinde hep acıyan yerimiz aklımıza gelir.

Aşkı her gördüğümüzde, hemen kendi üstümüze kapanmamız, hep o acıyan yerimizi korumak istememizden.

Kendimizi bu kadar sakınarak nasıl yaşayabiliriz hayatı?

Bu kadar güçlü, bu kadar akıllı, bu kadar zırhlı olarak nasıl değebiliriz hayata?

Bir Peçorin mi olmalıyız?

Yoksa kendi aşkında yanan bir Anna Karenina mı?

Peçorin kimseyi sevmedi. Anna Karenina istediği kadar sevilmedi.

Peçorin, Anna Karenina'ya aşık olsun isterdim, sevmeyi bilen ve sevmekten korkmayan o kadına tutulsun isterdim... Peçorin, eminim o zaman "Ya o beni sevmezse" diye soracaktı... Ben de ona, "Anna Karenine, Anna Karenina'ysa eğer, seni sever," derdim.

Aşık bir Peçorin... Mutlu olurdu herhalde, ama büyük bir ihtimalle onu edebiyat kahramanları arasından silerdi o zaman.

Hangisini tercih ederdi acaba, unutulmaz bir roman kahramanı olmayı mı, yoksa korkusuzca seven ve sevilen mutlu bir aşık olmayı mı?

Siz hangisini seçerdiniz?

Hayat seçimlerle dolu ve Pascal'ın dediği gibi "her seçim bir kaybediştir," bir şeyi seçer, bir başka şeyi kaybedersiniz.

Ya da hiçbir şeyi seçemez ve her şeyi kaybedersiniz.

Bu da bir seçim... Bir şeyi seçip bir başka şeyi kaybetmek mi, hiçbir şeyi seçmeyip her şeyi kaybetmek mi?

Zırhlarımız, korkularımız, savunmalarımız, hesaplarımız bizi hep bir şeyi seçmemeye götürüyor, aklımız "öbürünü kaybetmemeliyiz" diyor... Ve en akıllı, en güç, en zırhlı, en hesaplı olduğumuz zamanda, her şeyi kaybediyoruz, en çok istediğimiz bizden en uzağa düşüyor.

Kendi seçimimizi yapamadığımız için de insanları sınayıp duruyoruz.

Eldivenlerimizi aslanların arasına atıp "Beni seviyorsan onu getir," diyoruz.

Bir eldivene bir aşk gidiyor.

Nietzsche, "Tanrıyı ve insanları denemeyin," diyor.

Schiller, eldiven şiirini yazıyor.

Peçorin, Anna Karenina'yı sevmiyor.

Anna Karenina, aşık olmayı hayatıyla ödüyor.

Peçorin mi olmalı Anna Karenina mı?

Her seçim bir kaybediş.

Hele, hem Peçorin'i hem de Anna Karenina'yı seviyorsanız.

Bütün kitapları okuyorsunuz, hayatın karmaşık yollarından dolanıyorsunuz ve çıka çıka hep aynı mısraya çıkıyorsunuz.

"Ten hüzünlü hayat... Ve okudum bütün kitapları."

Hayat ten hüzünlü, bütün kitapları okusanız da.

En büyük yaraları kendinizi en çok savunduğunuzda alıyorsunuz, en büyük budalalıkları en akıllıca davrandığınızda yapıyorsunuz, en güçlü olmayı en çok korktuğunuzda istiyorsunuz ve mutluluk hep uzaklarda kalıyor.

Savunmasız, güçsüz ve hesapsız olmak belki de mutluluğun kapısını açacak.

Ama bunun için Peçorin'in Anna Karenina'ya aşık olacağı bir kitap bulmak gerek.

Anna Karenina, Peçorin'e sevmeyi öğretmeli.

Ve, ten bu hüzünden kurtulmalı.
 
tam okumak için girmiştim ki 'ahmet altan' yazısı yıktı beni.. bu heriften nefret ediyorum da .. neyse eline sağlık gene de ..
 
özel bi konu değil sadece herifn düşünceleri hiç hoşuma gitmiyo.. bi iki röportajını okusan eminim senin de düşüncelerin değişir ..
 
bence bakış açısı cok yanlış...insanları olduğu gibi kabullenmeyi bilmeliyiz. anna ları anna olarak peçorinleri peçorin olarak. onları değiştirmek bize onları kazandırmaz. birilerini kazanırız ama o zaman onlar artık anna veya peçorin olmaz.
insan ilişkilerinde kaybedilen nokta mükemmelliği aramaktır. her insan kusurludur. bunun farkında olup öylece kabul etmek lazım. üzümün çöpü armudun sapı mantığı yazıda belirtilen ayıklamalara ve huzursuzluğa götürür bizleri...
birazda dünya görüşüne bağlı şeyler bunlar. her secim birşeyleri kaybettiriyorsa birşeyleri de kazandırıyordur. biz de secimlerimizi daha az kaybettiren daha cok kazandıran seceneklerden yana kullanırız. bu hep böyledir.
vel hasılı kelam yazının mantığı bana biraz ters geldi...
değişiklikleri tolere edemeyecek kadar dar olmak yerine farklılıkları kabul edebilecek hazmedebilecek kadar geniş olmamız hem bizim için hem çevremiz için daha iyi olacaktır bence...nietche paskal ne demiş bilmem ama Yunus "yaradılanı hoş gördük yaradandan ötürü" demiş. ben bunu bilir bunu söylerim
 
Geri
Üst