değerli arkadaşlar alın size birsürü hikaye(DEVAMI GELCEK)

gunvarior

New member
değerli arkadaşlar alın size birsürü hikaye

ESHAB-I KEHF = MAĞARA ARKADAŞLARI


Hazreti Isa aleyhisselâmdan sonra încil ehlinin işi karmakarışık, alt üst olmuş, aralarında günahkârlar büyümüş, hükümdarlar azgınlaşmış ve putlara tapar; putlar için kurbanlar keser hale gelmişlerdi. Bu yolda en ileri gidenlerden birisi de Rum hükümdarlarından Dekyanus idi. Bu hükümdar Rum diyarını dolaşıp putperestliği kabul etmeyen Isa ümmetini katlediyordu.

Dekyanus bu gezisi sırasında nihayet Eshâb-ı Kehf'in şehri olan Dekinos'a da indi. İner inmez de îman ehlini takip ve toplanmasını emretti, iman ehli bunu duyduklarından dolayı şuraya buraya kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tâyin ettiği zabıtası, îman sahiplerini takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus'a getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbaalara sevkedip kendilerini putlara tapmak ile öldürülmek arasında muhayyer bırakıyordu. Alçak dünya hayatına rağbet gösterip de bu katliâmdan korkanlar onun dediğini yapıyorlar, ebedî hayatı tercih edenleri ise öldürüp parçalayıp şehrin sûrlarına ve kapılarına asıyorlardı.

Bu durumu gören bir kaç genç ki, onlar Rum'un asilzadelerinden bir rivayete göre de hükümdarın yakınlarından idiler. Kendileri hür kimselerdi. Bunlar bu vaziyetten çok müteessir oldular, bu fitnenin defi için Allahü Teâlâ'ya göz yaşlarıyla yalvararak namaz kılıp dua ediyorlardı. Zalim hükümdarın adamları bunları ihbar ettiler. Bunun üzerine Dekyanus, onları bir sohbet halinde iken bastırıp huzuruna getirtti ve biraz şeyler söyledikten sonra kendilerini «Ya putlara tapmak veya ölüm»den birini seçmek üzere muhayyer bıraktı. O vakit o yiğitler de Allahü Teâlâ'nın kendilerine verdiği rabıta ve metanetle kıyam edip dediler ki:

— Bizim bir ilâhımız vardır ki, O'nun azamet ve kudreti Gökleri ve Yeri kaplar. O, Göklerin ve Yerin Rabbidir. Biz O'ndan başka birine ilâh demeyiz, asla ibadet etmeyiz. Senin davetine uyma ihtimalimiz ebediyyen yoktur. Doğrusu biz öyle yaparsak o vakit akıldan uzak, haddini aşmış, yalan söylemiş oluruz. Çünkü ondan başka ilâh muhaldir, yalandır. Hükmün ne ise yap!

Böylece bu yiğitler müşriklere karşı baş kaldırıp Allah'ın birliğini, tevhidi ilân ettiler. Hâsılı bu gençler, Allah'dan başka ilâh tanımayan hakikî mü'min idiler, işleri de Allahü Teâlâ'nın hidayetiyle dinlerini korumak için zalim müşriklerin zorlama ve şiddetlerine karşı baş kaldırmak olmuştu. Şirke sapan ve dünya hayatına rağbet gösteren Hıristiyanlara benzemiyorlardı. Hükümdarın ve müşriklerin huzurunda böyle kıyam edip olanca rabıta ve kalb metanetiyle söz birliği halinde tevhidi ilân ederek kendileriyle beraber hakkı söylemeyip şirke sapan kavimlerini tahkir ve takbih ederek şöyle söylediler:

— Bak hele, şunlar, şu bizim kavim Allahü Teâlâ'dan başka ilâh kabul ettiler. Allahü Teâlâ'nın ilâh olduğuna ve Rab olmasının büyüklüğüne Gökler ve Arz gibi açık deliller var. Fakat O'ndan başkasının ilâh olduğuna dair açık bir delil getirseler ya bakalım? Ne mümkün?.. Delilsiz dâva kabul edilir mi? Veya şunun bunun keyfî tahakküm ve tasallutu delil tutulur mu?

Yiğitlerin böyle kıyam edip gereken cevabı vermeleri üzerine Dekyamıs, onların üzerlerindeki asalet elbiselerinin soyulmasını emredip yanından çıkardı ve kendisi mühim bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri dönünceye kadar onlara düşünmek için mühlet verdi; kendisinin dediğine uyarlarsa uyarlar, yoksa diğer müslümanlara yaptığını yapacaktı.

Bunun üzerine gençler kavimlerinden de böyle yüz çevirdikten sonra çekilip kendi kendilerine dinlerini muhafaza etmek için karar verip şehrin yakınındaki Benclüs dağında sarp bir mağaraya gizlenmeyi kararlaştırdılar. Her biri babasının hanesinden bir şeyler aldı, bazısını sadaka olarak verdiler, kalanını da nafaka edinerek gidip o mağaraya sığındılar. Burada gece ve gündüz namaz kılıyorlar, Allahü Teâlâ'ya inleyerek, yalvararak niyaz ediyorlardı. Nafakalarına ait işleri Temliha'ya vermişlerdi. O, sabahleyin bir miskin kıyafetine girerek şehre giriyor, lâzım olanı alıyor, biraz da havadis öğrenerek arkadaşlarının yanına dönüyordu.

Dekyanus şehre geri dönûnceye kadar bu şekilde durdular. Zalim gelir gelmez bunları isteyip babalarını getirtti. Babaları onların kendilerine isyan ve mallarını da yağma ederek çarşılarda israf ile dağa kaçtıklarını söyleyip özür beyan ettiler. Temliha bu fena durumu görünce pek az azık alıp ağlayarak mağaraya vardı ve arkadaşlarına dehşeti haber verdi. Hepsi ağlaşarak secdelere kapanıp Allahü Teâlâ'ya yalvardılar, sonra başlarını kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşmaya başladılar. Derken Allahü Teâlâ bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş uçlarında olduğu halde uyuyup kaldılar.

Beri tarafta Dekyanus hiddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uykuya daldıran Allahü Teâlâ bunun kalbine de mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanus mağaranın kapısının ördürülmesini emretti:

— Açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun! dedi.

Adamları da öyle yaptılar. Ancak Dekyanus'un hanesinde îmanını gizleyen iki mü'min vardı. Birinin adı Pendros, diğerininki ise Runas idi. Bunlar Eshâbı Kehf'in isimlerini, neseblerini ve kıssalarını iki kuru levhaya yazıp bir bakır sandığa koyarak yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırdılar ve bu şekilde yaptılar.

Bu yiğitler öyle bir vaziyette uykuya dalmışlardı ki, görülse uyanık zannedilir, fakat hakikatte ise uykuda idiler. Uykuda oldukları halde gözleri açık, sağa ve sola dönüyorlardı. Köpekleri Kıtmîr ise mağaranın girişinde kollarını serîvermiş bir vaziyette uyuyordu. Üzerlerine çıkıp varılsa muttlak dönülür kaçılır, korkudan donakalırlardı. Zira vaziyetleri öyle heybetli, öyle korkunç idi. Bu itibarla kendilerine kimsenin muttali olması mümkün değildi. Öyle bir rahatlık içinde uyuyorlardı ki Güneş doğduğu zaman mağaralarından sağ tarafına meyillenir, batarken de onları sol taraftan makaslardı. Yani üzerlerine gün bile değmez, değse de nihayet batış sırasında soldan biraz kırkar geçerdi. Çünkü mağaranın vaziyeti buydu. Her tarafı m'ahfuz, ancak kapısı biraz batıya meyilli olarak kuzeye bakıyordu. Onlar ise mağaranın bir geniş yerinde sıkıntısız bir şekilde yatıyorlardı.

Eshâbı Kehf in o suretle Allah için baş kaldırması ve kavimlerini terkedip mağarada böyle yatmaları, Allahü Teâlâ'nın kudret ve rahmetinden bir delil, bir keramettir.

İşte böylece ilâhî bir rahmet olarak bu yiğitlerin o mağarada senelerce uyuyup muhafaza edilmesinden sonra Allahü Teâlâ onları bir delil olarak ba's de etti, ölü diriltir gibi uykudan uyandırdı. Eshâbı Kehf uyandıkları vakit aralarında soruşturmaya başladılar ve içlerinden biri:

— Ne kadar durdunuz, ne kadar uyudunuz? diye sordu. Kimisi:

— Bir gün, diye cevap verdi. Kimi de:

— Bir günden âz, dediler. . Nitekim kıyamette diriltilecekler de böyle sanacaklardır. Bu konuşma esnasında kimi de daha fazla durulduğunu sezerek aralarındaki ihtilâfı kesmek için dediler ki:

— Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz en iyi bilir. Binaenaleyh ihtilâfı bırakınız da, hemen birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderiniz, en temiz yiyecek hangisi baksın ve size ondan bir rızık getirsin, çok dikkat ve nezaketle hareket etsin, sakın sizi kimseye sezdirmesin. Zira başınıza binerlerse şüphe yok ki, ya Sizi öldürecekler veya irtidad ettirip milletlerinin dinî putperestliğe döndürecekler. O zaman da ebedî kurtuluş bulamazsınız. Öîdürülürseniz şehîd olur kurtulursunuz ama, dininizden dönüp küfre girerseniz dünyada ve âhirette ebediyyen felaha eremezsiniz.

Hülâs'a böyle konuştular ve bu sözü kabul ettiler de, içlerinden Temliha'yı şehre gönderdiler. Fakat Hüdânın takdirine bak ki, o derece sakınmalarına rağmen Allahü Teâlâ, bu suretle kendilerini tanıttırdı. Çünkü Yemliha'nın elindeki para, o zamanki insanlara göre hayli eski olduğundan dikkati çekmiş ve yakalanmasına sebep olmuştu. Bu şekilde Allahü Teâlâ va'dinin hak ve saatinin şüphesiz olduğunu insanlar muhakkak bilsinler diye, bu duruma muttali kılmıştı. Zira mağarada ne kadar durduklarını bilemeyen Eshâb-ı Kehf senelerce yattıkları yerden kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktiyle baş kaldırdıkları müşriklere karşı muvaffak olduklarını ve taleb ve ümid ettikleri ilâhî rahmetin bir tecellîsini görmek ve daha önce îman ettikleri şekilde Alah'ın va'dinin hak olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı. Ve bu suretle gerek kendileri ve gerek diğerleri için Kıyametin şüphesiz olduğuna da bir delil ve misâl olmuş bulunuyorlardı.

Eshâb-ı Kehf in uyudukları mağaranın mevkii ile alâkalı olarak muhtelif yerler rivayet edilegelmiştir. Ancak bugün ziyaret edilmekte olan Tarsus yakınlarındaki mevkiin onlara ait yer olduğu bilinmektedir.

Bu kıssaya ait hususlardan biri de onların üç kişi olup kelbleriyle birlikte dört, veya beş kişi olup kelbleriyle beraber altı, yahut da yedi kişi olup kelbleriyle beraber sekiz olduklarına dair rivayetlerdir ki, doğruya en yakın olanı sonuncusudur. Doğrusunu Alahü Teâlâ bilir. Adetlerin bilinmesi kıssa noktası nazarından herkese lâzım değildir. Onları hakkiyle bilenler pek azdır. Çokları bu mevzuuda gaybî taşlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Şu hâlde Eshâb-ı Kehf kıssasını yalnız Kur'an'ın beyanına dikkat ederek mütalea etmeli, şundan bundan sormaya kalkışmamalıdır.

Eshâb-ı Kehf'in mağarada uyuma sürelerinin ise üç yüz dokuz sene olduğu yine Kur'an'ın beyanıdır.

yüce kitabımız kuranı kerimde haklarında geçen ayetler: (kaynak elmalılı hamdi yazır meali)

(Kehf Sûresi)

9- Yoksa sen Ashab-ı Kehf'i ve Rakim'i (isimlerinin yazılı bulunduğu taş kitabeyi) şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?

10- O gençler mağaraya sığınınca şöyle dediler: "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla."

11- Bunun üzerine biz de kulaklarını tıkayarak mağarada onları yıllarca uyuttuk.

12- Sonra da iki gruptan hangisinin, onların mağarada kaldıkları süreyi daha iyi hesapladığını anlamak için, onları tekrar uyandırdık.

13- Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatacağız. Hakikaten onlar, Rablerine iman eden birkaç genç idi. Biz de onların hidayetlerini artırdık.

14- (Oranın hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilâh deyip tapmayız, yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.

15- Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?

16- (İçlerinden biri şöyle demişti) "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetinden size genişlik versin ve işinizi rast getirip kolaylaştırsın."

17- Ey Muhammed! Baksaydın güneşin doğduğu zaman mağaranın sağ tarafına yöneldiğini, batarken de sol taraftan onları makaslayıp geçtiğini görürdün. Onlar, mağaranın geniş bir yerinde idiler. İşte bu Allah'ın mucizelerindendir. Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır; kimi de hidayetten mahrum ederse, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.

18- Bir de onları mağarada görseydin uyanık sanırdın. Halbuki onlar uykudadırlar. Biz onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer onları görseydin, arkana bakmadan kaçardın ve için korku ile dolardı.

19- Onları bir mucize olarak uyuttuğumuz gibi, birbirlerine sorsunlar diye kendilerini uyandırdık da içlerinden bir sözcü şöyle dedi: "Ne kadar durup kaldınız?" (Kimi) "Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. (Kimi de) şöyle dediler: "Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın ve sizi kimseye sezdirmesin."

20- "Çünkü şehir halkı, sizi ellerine geçirirlerse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman siz dünyada da ahirette de asla kurtuluşa eremezsiniz."

21- Böylece insanları onlardan haberdar kıldık ki, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu ve kıyamet gününden şüphe edilemeyeceğini bildirmek için, öylece şehir halkına buldurduk. Onları mağarada bulanlar, aralarında durumlarını tartışıyorlardı. Dediler ki: "Üstlerine bir bina (kilise) yapın. Bununla beraber Rableri, onları daha iyi bilir." Sözlerinde üstün gelen müminler: "Üzerlerine muhakkak bir mescid yapacağız." dediler.

22- Ashab-ı Kehf'in sayılarında ihtilaf edenlerden bazıları: Onlar, üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler. Diğer bazıları da "Onlar, beş kişidir, altıncıları köpekleridir " diyecekler. Her ikisi de bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (kimileri de) "Onlar, yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir" derler. De ki: "Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir." Onları ancak pek azı bilir, Bu sebeple onlar hakkında bu bildirilenler dışında bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında hiç kimseye de bir şey sorma!

23- Hiçbir şey için, Allah'ın dilemesi dışında: "Ben yarın onu yapacağım deme"

24- Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Ve unuttuğun vakit Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir." de.

25- Onlar, mağaralarında üçyüz yıl kadar kaldılar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir.

26- De ki: "Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir." Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.




SONSUZ CENNET

Allah (c.c) meleklerinden bir tanesini mahsun gördüğünde Diğer meleklerine buyurmuş:

-Ey meleklerim gidin o meleğime sorun neden hali böyledir.

Melek huzura getirilir ve cevaplar.

-Yüceler yücesi Rabbim. Şüphesiz sen gizli olanı da Olmayanıda Hakkıyla bilensin. Hikmet senden sual olunmaz. Senden birşey saklanmaz. Şüphesiz senin gücün herşeye yeter. Ve herşeyi kesinlikle hakkıyla bilen tek Allahtır.
Yarabbi, cennetinin meleklerinden biriyimde Cennetini daha doya doya gezemedim. O güzellikleri göremedim. O yüzden mahsunum yarabbi.

Şüphesiz her şeye kadir olan Allah (c.c) o mahsun meleğine 70 kanat daha verir. Ve her kanadına da 70 kanat gücü verir meleği cennetini gezebilsin diye.

Uzun süreden sonra Allah (c.c) meleğine sorar:

-Ey meleğim cennetimi ne kadar gezdin bilirmisin

Melek suali cevaplar:

-Yüceler yücesi rabbim. Bizim ilmimiz buna yetmez şüphesiz herşeyi hakkıyla bilen Allah(c.c)tır. Sen bilirsin yarabbi ben bilmem.

Bunun üzerine Allah (c.c) meleğine;

-Ya meleğim sen o kadar zamandır gezersinde daha Ebubekire verdiğim köşkün bir ucundan bir ucuna gidemedin.


Allah tüm müslümanları cennetine giren kullarından nasip eylesin.




HAKKINI HELAL ET DEDE

- Saçmalama anne! Duygu sömürüsü yaparak acındırma! Off! Yeter be yeter!
- Tamam oğlum, sus lütfen...
- Susmuş! Çıldırttın yahu! Ölüm ölüm ölüm... Yetti yaa, iki aydır başka bir şey duymuyoruz!
- Tamam oğlum, git istediğin yere.. Sus, gelme üstüme... Deden duyacak şimdi...
- Duyarsa duysun! Adamı sağken mezara gömdün be! Kuran okutmalar, mezar yeri satın almalar... Karşısında sürekli dua okunan adamda moral mi kalır?! Günlerdir sabrediyorum, patladım işte! Yeter! Bir daha bana dedemin hastalığından bahsetme! Ben gidiyorum, ne halin varsa gör!


***


Bu yürek burkan, bu korku veren diyalog, Boğaz civarında bir apartman dairesinde gerçekleşti.
Dertli anne, doktorların umutsuz olarak eve gönderdiği babasına son görevlerini yapmakla günlerini geçiriyordu.
Oğlunun da dediği gibi, durumu bilen yaşlı komşular, dedenin başında sürekli Kur’an okuyordu; anne, dedenin mezar yerini bile şimdiden almıştı.
Haftalar süren evdeki “ağır” hava, genç futbolcuyu çok sıkmıştı.
Maçlardan, deplasmanlardan geriye kalan zamanlarda bile eve gitmek istemiyor, sağa sola takılıyordu.
Dedesinin “gidecek” olmasına, annesinin asık suratına, bir dolup bir boşalan evde hep aynı konunun konuşulmasına üzülüyordu.
Sonunda, sadece “mevcut durumu” daha gerçekçi bir dille anlatan annesine patlamıştı.


- Oğlum, yolculuğa çıkmadan önce dedenden helallik iste, belki bir daha göremezsin, demişti sadece...


***


Genç futbolcu, tartışma gecesi eve gelmedi; ertesi gün ise 2. Lig maçı için Ankara’ya gidecekti.

İddiaya göre genç futbolcu, Beyoğlu’ndaki meyhanede içtikçe içmiş, gecenin ilerleyen saatlerinde eve dönmeye karar vermiş, ancak Bebek’ten geçerken, otomobiliyle kazıklı yoldan denize uçmuştu.
Dedesinin mezarına gömüldü.
Dede ise hâlâ yaşıyor

(1 Haziran 2000).


* Tabuta Örtülen Halı *

Cuma namazındaydık. Sağ tarafımda yaşlı bir adam, onun sağında ise tek kişilik boş yer vardı. Yaşlı adam, farza kalkarken arkaya döndü ve boşluğun gerisinde duran on üç , on dört yaşlarında ki gence:
- Safı doldur evlad , dedi. Gel yanıma.
Çocuk mahcup bir ifadeyle:
- Mümkünse burada kılmak istiyorum, diye kekeledi. Oraya başkası geçebilir.
Yaşlı adam, çocuğun üzerinde bulunduğu uzun tüylü halıyı göstererek:
- Ne o, dedi. Yoksa orası daha yumuşak diye mi gelmiyorsun?
Ve alaycı bir ifade ile devam etti:
- Anne kuzusu, ne olacak…
Namaz bittiğinde, yaşlı adamın Cumasını tebrik ettim. Arkadaki genç de gelerek onun elini öptü. Adam söylediklerinden çoktan pişman olmuştu. Delikanlının nurlu yanaklarını okşarken:
- Sana anne kuzusu dediğim için kusura bakma yavrum, dedi. Ağzımdan kaçtı işte…
Çocuğun gözleri dolu doluydu. Başını yere eğerken:
- Söylediklerinizde haklısınız efendim, dedi.

Üzerinde namaz kılmak için ısrar ettiğim halı, vefat ettiğinde annemin tabutuna örtülmüştü. Orada secdeye kapandığımda, sanki beni kucaklamış gibi oluyor da…

AZRAİLİN GÜZELLİĞİ

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap"ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir"e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:


-"Doktor bey" dedi. "Ben size...dargınım." "Niçin?" diye sordum.
-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. Onu üzmemeye çalışarak:
--"Doktora ulaşmak kolaydır" dedim. "Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala:
-"Doktor bey" dedi. "Ben ölürken ne söylemeliyim?"
-"Senin durumun çok özel" dedim. "Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince "Muhammed"" (s.a.v) sana yeter."

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap"a sürekli morfin yapıyor ve O"nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap"ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.


Ertesi gün Ona:
-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin."

Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:
-"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"
-"Kızım" dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."

Salı günü Serap"ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:
-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

ALINTIDIR



HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR

Osmanlı zamanında bir beldede bir Allah dostu yaşarmış.Bu zatı herkes çok sever ve sayarmış.Yaşıda oldukça fazla olan bu zat Cami'den eve evden Cami'ye öyle bir yaşam sürermiş.Bir de beslediği ve çok sevdiği 3 tane koyunu varmış.Mahallede yaşayan birde ayyaş bir zat varmış.Bu zat içermiş kimsede buna korkusundan bişey diyemezmiş.Ancak haram konusunda hassas olan bu yaşlı amca nerde görse tatlı dille ikaz eder ve vazgeçmesini istermiş.Gel zaman git zaman bu adam artık yaşlı amcanın sözlerinden sıkılır olmuş ve onu kadıya şikayet etmiş. Ayyaş: bu yaşlı adam beni sürekli ihtar ediyor artık canım sıkılmaya başladı demiş.Bunun üzerine kadı efendi yaşlı zatı çağırarak demişki ''bak bey amca adama karışamazsın istediğini yapar demiş.Yaşlı amcada kötü bir niyetinin olmadığını sadece bu haramdan vazgeçmesini istediğini söylemiş.Kadı efendi bu söz üzerine sanane bey amca her koyun kendi bacağından asılır ne hali varsa görsün demiş.Bunun üzerine oldukça üzülen yaşlı amca evine dönmüş.Ertesi sabah mahalleli uyandığında çok kötü bir kokunun mahalleyi sarmış durumda olduğunu görmüşler.Bir de ne görsünler yaşlı amca 3 koyunu bacaklarından asmış.Kokan koyunlarda bütün mahalleyi berbat bir duruma getirmiş.Bunu duyan kadı efendi hemen amcayı çağırmış ve neden böyle yaptığını sormuş.Yaşlı adam şu cevabı vermiş.Bakın her koyunu kendi bacağından astım ama bütün mahalle pisliğini çekiyor demiş.







* Şairin Kaybedişi *

Fellucede ABD ve israil askerlerinin katliamı devam ediyordu.Halkın kentten kaçmasına bile izin verilmiyordu.Büyük bir sessizliğin yaşandığı Felluceye girerken, ABD askerlerinden er Henry endişe içindeydi. Daha kısa zaman önce öldürecekleri insanların yüzlerini görmeleri gerekmiyordu. Uçak ve helikopterlerden bombalar ve bilgisayar oyunu oynar gibi üstün uzun namlulu silahlarla öldürdükleri insanlara fazla aldırmıyorlardı. Oysa geçen hafta El Şuheda kentine bombardımandan bir süre sonra yaya girmişlerdi.Kendilerine El Şuhedaya girmeleri ve hareket eden tüm canlıları acımadan öldürmeleri emredilmişti.Ölüleri de kanıt bırakmamak için ceset torbalarına koyup Fırat nehrine atmaları söylenmişti. Kanıt bırakmamak cümlesinin manasını bir süre sonra anlamışlardı şişmiş, sararmış ama kokmayan cesetler kimyasal silah kullanıldığını gösteriyordu. Er Henrynin şair yüreği bu manzaradan sonra isyan etmiş ama dili susmuştu. Askerliği uzamasın diye susmuştu.Ertesi gün Colan ve El Cübeyl kentlerinde de aynı katliamların yapıldığını, çoğunluğu kadın ve çocuk, binlerce insanın biyolojik silahlarla öldürüldüğünü öğrenince, Acaba yanlış tarafta mıyım .. diye söylenerek, bir köşede oturup ağlamıştı. Şairdi özellikle çocuk cesetlerini görüp te zalimlerle aynı safta olmak ne kadar zordu. Bir an önce, bu kirli savaşın bitmesi ve evine dönmek için dua etmişti.Şimdi de Felluceye giriyorlardı ve aynı manzarayla burada da karşılaşmaktan korkuyordu. İlk cesetlerle karşılaştığında bir şok yaşadı. Oysa herşeye alıştığını düşünüyor Artık şair yüreğim bile taşlaştı,diyordu. Fakat kadınların,çocukların bazıları yanmış, bazıları erimiş cesetlerinin, buldozerlerle çukurlara atılması insanlığından utandırmıştı.Burada ceset torbası kullanmıyorlardı o kadar torba için vakit ve para ayırmak istememişlerdi anlaşılan. Büyük bir çukur açıp cesetleri iteklemek daha ucuza gelmişti, madem ki insanlık artık bir kriter değil.Henrynin akan gözyaşlarını kimse görmedi.Fellucede ilerlediler.Şehrin merkezinden uzaklaştıkça, cesetler ve cesetleri yiyen köpek manzaraları azalmıştı. Fakat bu kez yaşayanların olma ihtimali artmıştı.Henry bir kaç kez arkadaşlarının bazı evlere girdiğini rastgele ateş ettiğini, bazılarına ise sadece pencereden içeri bomba attıklarını gördü. Karşılık gelmemişti. Olaylar tekrarlandıkça bazı evlerden kısa süreli çığlıklar gelip kesilmeye başladı. Arkadaşları teroristler geberdi diyordu fakat çığlıkların çoğu kadın ve çocuk sesiydi.Bu psikolojiyle arkadaşlarının kendisine de ateş edeceklerinden korkuyor susuyordu. Kendisini iki ateş arasında hissediyordu. Masumlara ateş eden arkadaşları da, herhangi bir evden fırlayıp ABD asker elbisesi yüzünden kendisine de ateş edebilecek halk da şu an tehlikeydi. Eli silahının tetiğine sıkıca sarıldı.
- Dikkat !.. ateş edin !.. bağrışmalarıyla hızla döndü, silahının tetiğine nasıl bastığını bile anlamadı,
- Medet !..,medet !.. diye bağırarak koşan çocuğun yere düşüşünü, bir film seyreder gibi gördü. Olduğu yerde öylece kaldı. Diğer askerlerden biri fazla yaklaşmadan çocuğa bir kaç kez daha ateş etti.Henry artık rüyada gibiydi. Olayları dışardan seyrediyor gibiydi. Bir nehirin akışına kapılmış gidiyordu.Ölen çocukla ilgili ne konuştu, ne soru sordu., sadece silah elinde yürüdü.
Yazdığı bir şiir sürekli kafasında kendisine sesleniyordu.
Bir çocuk öldürülürse,
yüreğinde yer aç huzursuzluklara.
Yaşabilir bir köşe aç ,
bir park ve salıncak olsun.
Gülüşlere hazırlansın için
buruk gülüşlere
Dudağının ucunda kan, sana bakan
kimsesiz çocuklara
hiç bir şey olmamış gibi
gülümse
Dünyada yer kalmamış demektir
İnsan gibi insanlara
Ha bir çocuk ölmüş, ha dünya
Artık bakmasan da olur yarınlara
Henry başka dünyalardayken, aniden ,kucağında çocuğuyla bir adam fırlayıp kaçmaya başladı. Fakat ilk ateşte ayağından vuruldu. Çocuğunu bırakmadan yerde kıvranan adamın silahsız olduğunu anladıklarında yaklaştılar, Henryde adamın yanına varmıştı. Bir İsrail askeri silahını adamın kafasına dayadı, parmağını tetiğe götürürdü. Olayın dışındaymış gibi seyreden Henry, birden askerin niyetini anladı atıldı ve askeri yana itekledi. Kurşun toprağa gitmişti. Diğer askerler çevrelerini sardı. Diğer İsrail askerleri silahlarını Henryye çevirmişti. Henrynin komutanı yüzbaşı Bill geldi
- Noluyor, Iraklı bir terörist için mi tartışıyorsunuz. Öldürün gitsin.
Henry iyice adamın önüne siper oldu O yaralı biri, üstelik silahsız.Öldüremezsiniz !..
Arkadaşları güldü Binlerce cesetten sonra, hala vicdanın mı sızlıyor
Komutan işin uzamasını istemedi
- Tamam esir olarak tutun. henry, onun sorumluluğu sana ait. Silah görünmüyor ama üstünü mutlaka ara.
İsrailli askerlerden biri öne çıktı
- Çocuğu biz alırız.
- Çocuğu mu , Niçin ?
Henrynin saflığına komutanı güldü
- Organları için...
Henry silahını daha da sıktı, öfkeyle söylendi
- Hemen defolsunlar !..
Komutan İsrailli askere döndü
- Uzatmayın, görüyorsunuz sinirleri bozulmuş....Üstelik daha bir çok müslüman çocuk bulabilirsiniz.
İsrailliler homurdanarak uzaklaştı.ABDli askerler, esirin üstünü aradıktan sonra ellerini arkadan bağlayıp,başına çuval geçirdiler.
Henry yaralı Iraklıyı ve çocuğunu bir kamyonetin arkasına bindirdi, kendisi de yanlarına geçti. Dilini anlamasa da, sesinin tonundan rahatlayacağını düşünerek elini hafifçe omzuna vurarak konuştu
- Yaran ağır değilmiş.Kan durdu bile.Şu başındaki çuvalı da çıkarayım istersen.
Yaralı Iraklı , kurşun gibi gözlerini,Henrynin gözlerine dikmişti.Hiç minnet duygusu yoktu bakışlarında.
Henry, korku dolu gözleri, yorgunluktan kapanmaya başlayan çocuğun başını okşadıktan sonra sırtını kamyonetin kenarına yasladı.Gözlerini gökyüzündeki yıldızlara dikti.
- Cesetlerin,kankokusunun ortasında, yıldızlara bakmak hiç de romantik olmuyormuş.
Ve... bir şiir mırıldanmaya başladı
Sen !..
Duydun mu karanlığın esintisini
Dinle ! Gecenin içinden birşeyler geçiyor.
ay kırmızıdır şimdi
Ve darmadağınık.
Yaralı Iraklı,Henrynin şaşkın bakışlarına aldırmadan, epey düzgün bir İngilizce ile şiire devam etti
Bulutlar bizi gözlüyor , yaslılar gibi
Şu tepemdeki dam çökerse
Sanki yağmalayacaklar herşeyi
Henry sanattan anlayan bir dostunu görmüş gibi sevinçli devam etti
Bir an,yalnızca bir an sürecek
Sonra... sonra... hiç
Hiç...
Bir an sessizlikten sonra Henry
- Şairini bilmiyordum,Iraklı bir şairin mi ?
Hayır, İranlı Furuğun Al götür bizi rüzğar şiiri.
- Demek İngilizce biliyorsun.Nerden Öğrendin.
- İngilterede okudum. Doktorum.
- Oooo... hem de doktor. Komutana söyleyim, senin için belki birşeyler yapar.
Esirin kaşları çatıldı
- Ben katillerden bir şey istemem. Hiç bir şey söylemeyin.
Henry itiraz edecek gibi oldu, sonra suçlu suçlu sustu. Yine bir sessizlikten sonra
- Ya eşin ?
- O da doktordu. Dün hastanede nöbetçiyken hastane bombalandı.Cesedini aramaya bile gidemedim.
Teselli etmek istedi
- Savaşta oluyor böyle şeyler.
- Hangi savaş, bu bir katliam.
Sustular.Esir çocuğuna sıkıca sarıldı. Henry
- Kaç yaşında ?
- 2 yaşında. Annesinin öldüğünü bilmiyor yavrum.
Henry yeni aklına gelmiş gibi endişeyle
- İsraillilerin konuştuklarını da anlamışsındır...
- Onlar yıllardır Filistinli çocukları,gençleri de organları için kaçırıyor. Çocuğumu onlara vermektense öldürmeyi seçerim.
Kamyonet askeri kampa girdi.Henry
- Ben haberleşme kısmında görevliyim. Ben sorumlu olduğum için, başka bir emir gelene kadar benim yanımda kalacaksın. Gidelim, çocuğuna da yiyecek birşeyler bulayım.
Haberleşme odasındaydılar.Henry çocuğa biraz yiyecek ve süt getirmişti.Esirin elinin çözülmesine izin verilmemişti. Henry esirin ismini öğrenmek istedi
- Benim ismim Henry, ya senin ?
- Ali.
- Şiiri seviyorsun galiba. Biliyor musun, ben şairim.
- Ben de...
- Ciddi misin. Buna sevindim.Şiir okumamı ister misin?
- Biz en acı şiirleri okumuyoruz,yaşıyoruz artık.Öyle ki, , hani derler ya Kelimeler yetmiyor, kelimeler tükendi, işte bizim çektiklerimizi, acılarımızı tarife de kelimeler yetmiyor. Ne yazsam,ne okusam, ne dinlesem yaşadıklarımızı tarif edemez artık.
- Çok şey kaybettiniz ama güzel günler gelecektir.
- Evet, biz savaşı kaybettik, siz ise onurunuzu, insanlığınızı kaybettiniz.
Henry, bakışlarını kaçırdı. Haberleşmede görevli askerlerden biri nöbetçilere seslendi
- Albay Smithe haber verin, eşi arıyor.
Bir asker koşarak çıktı. Az sonra komutan Smith odaya girdi, uydu telefonunu aldı.
- Aloo... merhaba Mary...teşekkür ederim,sen nasılsın ? Oğlum nasıl? Uyuyor mu ?. Tamam uyanınca onu çok sevdiğimi söyle, ona en güzel oyuncakları alacağım. Bizi merak etmeyin, burdaki ilkel yaratıklara medeniyet getiriyoruz işte. Bak hele, burda o yaratıklardan bir tamne esir de varmış. Sesini duymak ister misin? Gerçi ne dediğini anlaman imkansız ama bir dinle de bak biz burda nelerle uğraşıyoruz.
Albay, telefonu esir Aliye tuttu. Ses çıkarması için bir de tekme attı.
- Konuş ta homurtunu Mary duysun !..
Ali, tekmeyi yiyince kendisine uzatılan telefona hızlıca konuştu
-Burda bize katliam yapıyorlar.Kadınlara,çocuklara işkence yapıyorlar. Oğlunuzun yüzüne bakın, o bir katilin oğlu !...
Albay şaşkınlıktan uzun süre tuttuğu telefonu birden çekti.Ali bir askerin tekmesiyle sırtüstü yıkılırken.Albay, elini ahizeyi kapatarak bağırdı
- Niye bu pisliğin İngilizce bildiğini söylemediniz.
Sonra telefona
- Hah..hah...bizim çocuklardan biri şaka yaptı. Hayır, hayatım..hayır bu saçmalıklara inanma...kimyasal silah kullanıldığını mı okudun...yok öyle birşey...Hadi kapatıyorum by...
Albay telefonu kapatıp esirin yanına geldi.Henry, Aliyi savunmak istedi,albay eliyle susturdu ve Alinin kucağındaki çocuğa baktıktan sonra
- Demek senin de oğlun var.Onu bizim büyütmemizi ister misin ?
- Albayın öfkesinin yatıştığını zanneden Henry bir an sevindi ama Alinin cevabıyla yine korktu
- Zalim olarak yaşamasındansa,mazlum olarak ölmesi iyidir.
Daha sözü yeni bitmişti ki,albay hızla tabancasını çekti çocuğa ateş eti.Henry ve Alinin çığlıkları biribirine karıştı. Fakat Alinin çığlığı uzun sürmedi, albay tek kurşunla onu susturdu.
Albayın önüne geçmek için atılan ama yetişemeyen Henry acı içinde inleyerek cesetlerin yanına çöktü. Albay ona bakarak
- Şimdiye kadar alışmalıydın.Yarın bunlardan yüzlerce daha öldüreceğiz, öbürgün belki binlerce. İsrailli eğitmenlerin söylediğini unutma Bunlara silahınızı doğrultun ve insan olduklarını aklınızdan geçirmeyin.Sadece ateş edin, yoksa onlar sizi öldürür.
Henry zorlukla konuştu
- Saçmalık. İki masumu öldürdünüz.
Biz askeriz.Görevimiz de öldürmek. Öldüreceğiz, ve dönünce unutacağız.
Henry, çocuğun kanlı saçlarını okşadı.
- Unutabilecek miyiz? Çocukları sevebilecek miyiz? Saçlarını okşayabilecek miyiz?
Unutmak lazım azizim, unutmak
yaşamak için unutmak
elimizdeki kanları yıkamak
ve çiçek sulamak....
Yeni doğan gün bizim
Sustu tüm çığlıklar
Masumlar öldü, zalimler yaşayacak
Unutmak lazım azizim, unutmak
Henry, şaşkın bakışlara aldırmadan silahını çekti
- Anladım ki, artık unutmak da mümkün değil, yaşamak da....
Bir silah sesi çınladı, Henrynin eli çocuğun saçlarından yavaşça yere kaydı...
 

HTML

Üst