- Katılım
- 3 Şub 2006
- Mesajlar
- 6,597
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 118
Ölüm Sekeratı
Düşün bir kere! Sen can çekişmektesin. Ölümün sıkıntısı, acısı, sarhoşluğu, gam ve ıstırabıyla boğuşmaktasın. Ölüm meleği ayağından itibaren ruhunu çekmeye başlamış. Bu çekişin acısını ayağının ta ucundan hissetmektesin. Sonra bu çekiş aralıksız devam eder. Can çekişme kızışır. Ruh aşağıdan yukarya olmak üzere bütün bedeninden çekilir. Acı doruğa ulaşmıştır. Ölümün sıkıntıları bütün bedenine yayılmıştır. Kalbin, ürperti ve üzüntü içindedir. Rabbinden gazab veya hoşnutluk müjdesini gözleyip beklemektedir. Canını almakla görevli melekten bu iki haberden birini almaktan başka bir ihtimal olmadığını an-lamışsındır.
Ölüm Meleğinin Görünüşü
İşte sen böyle gam, tasa, ölüm acısı ve şiddetli üzüntü içerisinde Rabbinden iki müjdeden birini beklerken, birden bire ölüm meleğinin çehresiyle yüz yüze gelirsin. Bu çehre ya en güzel veya en çirkin bir manzara arzetmektedir.
Bedeninden ruhunu çekip çıkarmak üzere elini ağzına doğru uzatırken ona bakıyorsun. Bu hâle düşmekten ve ölüm meleğinin yüzünü görmekten dolayı nefsin zillete bürünmüştür. Ondan nasıl bir müjdeyle ansızın karşılaşacağını merak edip duruyorsun. Birden bire onun sesini duyuyorsun. Sana: “Allah’ın rıza ve mükâfatıyla sevin, ey Allah’ın dostu!” veya “O’nun gazab ve azabıyla sevin (!) ey Allah’ın düşmanı!” haberini alıyorsun.
İşte o anda ya kurtuluş ve başarına kesin kanaat getirir ve ruhun Allah ile huzur bulur veya mahv ve helak olduğuna kani olur, kalbin ümitsizlikle dolar, Allah’tan ümit ve emelin kopar. Dünyadaki müddetinin bittiği, iz ve eserinin silindiği ve senden önce geçip gidenlerin yurduna taşındığın o anda gönlüne son derece keder ve hüzün veya neşe ve sevinç hakim olur.
Kabir ve Sorgusu
Gönlünün sevinç ve neşeden uçar gibi olduğu veya hüzün ve ibretle dolduğu o anda kendini bir düşün! Kabri ve onun dehşetli manzarasını, oradaki iki meleği ve Rabbine olan imana ilişkin sorularını bir tasavvur et! Ya Rabbinden gelen kesin söz (Kelime-i Şehadet) ile desteklendiğinden sebatlı ve kararlı veya yardımsız, şaşkın ve ürkeksin. O iki meleğin sorgulamak üzere tutup seni oturtmak için çağırdıkları anki seslerini düşün! O daracık mezar çukurunda oturuşunu göz önüne getir. Kefenlerin iki yanına düşmüş, gözünün üzerine konulmuş pamuklar yerlerinden ayrılıp ayağının yanına kaymıştır. Bunları düşün, sonra da onların şekline ve vücutlarının büyüklüğüne gözünü dikişini bir tahayyül et! Eğer onları güzel şekilleriyle görürsen, kalbin başarı ve kurtuluşa erdiğini kesin olarak anlar. Eğer kötü manzaralarıyla görürsen, gönlün mahv ve helakine kanaat getirir. Düşün onların nağme ve sorularıyla ses ve sözlerini; sonra da eğer sebat lütfetmişse Allah’ın desteğini veya seni yalnız başına yardımsız terketmişse şaşırtmasını!
Kabrin Cennet ve Cehenneme Açılması
Ya kesin veya şaşkın ve şüpheli cevabını düşün! Şanı yüce Allah sana sebat ihsan etmişse o iki meleğin sevinçle sana yöneldiklerini, Cehenneme kapı açmak için ayaklarıyla kabrin yanlarına vurduklarını bir düşün! Sonra Cehennemin, ateşiyle kızışıp kaynayışını, o anda meleklerin seninle olan konuşmalarını göz önüne getir. Cenab-ı Hakk’ın seni koruduğu bu manzaraya bakıp duruyorsun. Bundan dolayı gönlünün neşe ve sevinci bir kat daha artar. Acz ve zaafına rağmen nasıl bir ateşten kurtulduğunu gözlerinle görüp inanırsın.
Sonra o iki meleğin, ayaklarıyla kabrinin yanlarına yeniden vurduklarını, mezarının, ziynet ve nimetleriyle Cennete açılışını ve meleklerin şu sözlerini bir tahayyül et: “Ey Allah’ın kulu! Cenab-ı Hakk’ın senin için hazırladıklarına bak! Bu senin makamın ve kavuşacak yerindir!” Bu Cennet nimetlerini ve saltanatının gözalıcılığını ve bu müşahede ettiğin nimetlerle parlak güzelliklere bir gün kavuşacağını görmekten gönlünün sevinç ve neşesini düşün!
Eğer böyle değilsen, bütün bunların tersini; azarlanışını, Cenneti görüp de meleklerin sana söyleyecekleri, “Aziz ve Celil olan Allah’ın seni mahrum bıraktığına bak!”; Cehhenemi görüp de sana yöneltecekleri, “Allah’ın senin için hazırladıklarına bak! Bu senin yurdun ve varacak yerindir!” şeklindeki sözlerini düşün! Bu ne büyük tehlike!
Bu iki hâlden hangisinin kabirde senin hâlin olacağını öğreninceye kadar, dünyada sana ne büyük gam ve üzüntü vardır! Sonra yokluk ve peşinden de imtihan! Nihayet eklemlerin parçalanacak, kemiklerin mahvolacak, vücudun da çürüyüp dağılacak. Fakat, ölüm meleğinin verdiği müjdenin hüzün veya sevinci ruhundan hiç geçmeyecek. Canın, sürekli olarak yeniden diriliş anında karşılaşacağı Allah’ın gazab ve azabının veya O’nun rıza ve mükâfatının bekleyişi içinde bulunacaktır.
Sen bunu bekleyip dururken ruhun Cennetteki makamına veya Cehennemdeki yerine arzedilecektir. Ruhunun hasret ve üzüntüleri ya da neşe ve sevinci ne büyük olacak! Nihayet ölülerin bekleme süresi tamamlanacak. Yer ve gök, sakinlerinden boş kalacak. Hepsi bir zamanlar canlı ve hareketliyken sönüp kalacaklar. Artık ne duyulan bir ses, ne de görülen bir karartı vardır. Sadece O En Yüce Cebbar olan Allah Tealâ kalmıştır. Tıpkı azamet ve yüceliğiyle tek ve yalnız olarak ezelde olduğu gibi!
KIYAMET VE HAŞİR
Hz. İsrafil’in Seslenişi
Sonra ruhun, sen de dahil bütün yaratıkların Allah’ın huzuruna zillet ve küçüklük içerisinde toplanması için bir dellalın seslenişiyle ansızın irkilecektir.
Bu sesin kulak ve aklın üzerinde nasıl bir etki yapacağını düşün! En Yüce Sultana arzedilmeye çağırıldığını aklınla anlarsın. Bu sesten dolayı yüreğin yerinden fırlamış ve saçların ağarmıştır. Çünkü bu bir tek çığlıktır ve celal ve ikram, azamet ve kibriya sahibi Allah’ın huzuruna toplanmaya çağırmaktadır. Sen bu sesten dolayı ürperti içindeyken ansızın başucundan toprağın yarılışını duyarsın. Mezarının toprağınla tepeden tırnağa tozlar içinde sıçrayıp ayakların üzerine kalkarsın. Gözlerin sesin geldiği tarafa dikilmiştir. Seninle birlikte bütün yaratıklar, içerisinde uzun süre bela ve imtihan gördükleri yerin toz ve toprağına bulanmış olarak öyle bir kalkışla kalkarlar ki!.. Sen ve onların hep birlikte korku ve dehşetle ayaklanışınızı bir düşün!
Mahşere Sevk
Mahlukatın kalabalığı içerisinde korku, üzüntü, gam ve kederinle yalnız başına çıplaklık ve zilletini göz önüne getir! Herkes çıplak, yalınayak, suskun; zillet, meskenet, korku ve dehşet içindedir. Onların ayak seslerinden ve İsrafil’in çağrısının yankısından başka bir şey duyamazsın. Senin de içinde bulunduğun mahlukat ona doğru yönelmiş ve sesin geldiği tarafa yürümektedirler. Heybet ve zillet içerisinde koşmaktasın. Mahşer yerine vardığında, çıplak ve yalınayak cin ve insanlardan bütün ümmetler kalabalıklaşır.
Yeryüzü hükümdarlarından saltanatları çekilip alınmış, kendilerini zillet ve küçüklük bürümüştür. Dünyada Allah’ın kullarına karşı işledikleri zulüm ve zorbalıktan sonra artık yaradılış ve değer bakımından mahşer ehlinin en aşağılık ve en küçükleridir.
Sonra yaratıklardan ürküp yalnız başlarına yaşarlarken vahşi hayvanlar, tâbi tutuldukları bir imtihan veya işledikleri bir günahtan dolayı değil; sadece Kıyamet gününün verdiği zilletten başları önlerine eğik olarak çöllerden ve dağların tepelerinden yönelip gelirler. Şiddet, cüret ve kudretlerine rağmen yırtıcı hayvanların bile o büyük günde, Kıyamet ve Allah’ın huzuruna arz anı için boyunlarını bükmüş olarak ve zillet içerisinde gelişlerini düşün! Nihayet o vahşiler, yaratıkların arkasından gelip Cebbar ve gerçek Melik olan Allah’ın huzurunda, zillet, meskenet ve inkisar içerisinde dururlar.
Şeytanlar da azgınlık, isyan ve inatlarından sonra Yüce Allah’ın huzuruna arzedilmenin zilletiyle boyun eğmiş olarak gelirler. Uzun bir imtihandan sonra, yaratılış ve tabiatları farklı farklı olduğu ve birbirlerinden ürküp kaçtıkları hâlde hepsini bir arada toplayan Allah’ın şanı ne yücedir! Yeniden diriliş hepsine boyun eğdirmiş ve mahşere sevk, onları aynı yerde toplamıştır.
Göklerin Yarılması
İnsan, cin, şeytan, vahşi ve yırtıcı hayvanlar, davar ve sığır gibi evcil hayvanlar ve haşereleriyle bütün yeryüzü ahalisinin sayısı tamamlanıp arz ve hesab durağında hepsi yerlerini alınca, üstlerinden göğün yıldızları saçılır, güneş ve ayın ışığı giderilir, kandil ve nurunun sönmesiyle yeryüzü karanlığa bürünür.
Senin de içinde bulunduğun yaratıklar bu vaziyetteyken, üstlerinden dünya seması çatırdamaya ve onca büyüklüğüyle tepelerinde dönmeye başlar. Sen de bu tehlikeli manzarayı gözlerinle izlersin. Sonra dünya seması beşyüz senelik kalınlığına rağmen yarılır. Onun parçalanışı senin kulağında ne korkunç bir ses yapar! Sonra Kıyamet gününün azamet ve dehşetinden yırtılıp paramparça olur. Parçalanıp yarılan gökleri kuşatan melekler, o göklerin etrafında ayakta dururlar. Onca büyüklüğüyle göğün parçalanış dehşetini ne zannediyorsun? Rabbi, onu Kıyametin dehşetiyle eritip içine sarılık karışan eriyik gümüş hâline getirir. Tıpkı Celîl ve büyük olan Allah’ın buyurduğu gibi: “Gök yarılıp da, kızarmış yağ renginde gül gibi” olur (Rahman Sûresi: 37) veya: “O gün gökyüzü erimiş maden gibi olur. Dağlar da atılmış yüne döner.” (Mearic Sûresi: 8-9).
(Müfessirler derler ki: Âyette geçen “el-Mühl” içine sarılık karışmış eriyik gümüştür. “el-Ihn” ise, atılmış renkli yündür. “Verdeten keddihan” ifadesi ise, kırmızı atın rengi demektir.)
Meleklerin İnişi
Dünya semasının melekleri o semanın kenarlarında iken, birden bire Cenab-ı Hakk’a arz ve hesap için yeryüzündeki mahşer yerine inerler. O melekler, muazzam büyüklükleri, Allah katındaki değerleri ve kendisine sunulmak ve huzurunda hesaba çekilmek üzere kendilerini zillet ve meskenetle toplu hâlde indiren Yüce Sultan’ı takdis ile yükselen sesleriyle göğün iki tarafından yeryüzüne doğru hızla inerler. Muazzam kıymetleri, dev cisimleri, dehşetli sesleri ve şiddetli korkularıyla, Aziz ve Celil olan Allah’a arzedilmenin zilletinden boyunları bükük bir biçimde bulutların arasından inişlerini bir tahayyül et!
Nitekim Yahya bin Ğaylan el-Eslemî bana demiştir ki: “Ruşdeyn bin Said’in, Ebü’s-Semh’ten, onun da Ebû Kabîl’den onun da Abdullah bin Amr bin el-Âs’tan naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın bir meleği vardır. İki göz pınarları ile göz kuyruğu arası yüz senelik yürüyüş mesafesi kadardır.” Yine Yahya bin Ğaylan el-Eslemî bana demiştir ki: “Ruşdeyn bin Said, İbn Abbas bin Meymun el-Lahmî, onun da Ebû Kabîl, onun da Abdullah bin Amr bin el-Âs’tan naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın bir meleği vardır. İki kaşının arası yüz sene kadardır.”
İnen meleklerin kendileri için geldiklerini düşünen mahlukat onlara şöyle sorduklarında senin de korkun ne yaman olur: “Rabbimiz aranızda mı?” Melekler onların bu sorusundan ve Sultanlarını (Allah) aralarında bulunmaktan tenzih ederek ürperirler ve yeryüzü ahalisinin bu düşüncelerinden Allah’ı tenzih için yüksek sesle şöyle nida ederler: “Haşa! Rabbimizi tenzih ederiz. O aramızda değildir. O gelecektir.” Nihayet, o günün verdiği eziklikten dolayı başları önlerine eğik bir vaziyette, mahlukatı kuşatarak saflar hâlinde yerlerini alırlar. Onca azametli yaratılışları içerisinde kanatlarına bürünmüş, Rablerine zillet, mahviyet ve saygı ile başlarını önlerine eğmiş vaziyetteki hâllerini düşün! Sonra her şey aynı biçimde ve yedinci kat semaya varıncaya kadar bütün gök halkı sayılan ve büyüklükleri katlanarak iner. Her bir göğün ahalisi yaratıkların etrafında ayrı bir saf tutar.
Mahşerin Hararet ve Sıkıntısı
Nihayet bütün yedi gök ve yedi yer ahalisi mahşerdeki yerlerini tam olarak alınca güneşe on yıllık hararet giydirilir ve yaratıkların tepelerine bir veya iki yay kadar yaklaştırılır. Rabbû’l-Alemînîn arşının gölgesinden başka hiç kimsenin gölgesi bulunmaz. Arşın gölgesinde serinlenenler ve güneşin hararetiyle kavrulanlar vardır. Güneş, altındakileri hararetiyle kızdırır. Hararetten onların keder ve endişeleri şiddetlenir. Sonra ümmetler dalgalanmaya ve itişip kakışmaya başlar. Birbirlerini sıkıştırır ve ayakları gider gelir.
Susuzluktan boyunları kopacak gibi olur. Güneşin sıcaklığı, mahlukatın nefesleri ve izdihamın verdiği hararet birbirine eklenir. Bunun üzerine onlardan öyle bir ter akar ki, yeryüzüne yayılır. Sonra da amellerinin derecesine ve Allah katındaki saadet ve şekavet durumlarına göre vücudlarını kaplar. Öyle ki ter, bazılarının topuklarına, bazılarının göbeğine, bazılarının kulak memelerine kadar yükselir. Bazıları da neredeyse teri içerisinde kaybolacak hâle gelir. Ter kimisinin göbeğine kadar çıkar.
Umeyr bin Said der ki: “Ben İbn Amr ve Ebû Said el-Hudrî’nin yanında oturuyordum. Cuma günüydü. Birisi ötekine dedi ki: “Ben Resûlullah (s.a.v.)’i şöyle buyururken dinledim: ‘Kıyamet günü ter insanoğlunun neresine kadar varır?’ Orada bulunanlandan birisi: ‘Kulak memelerine kadar’ bir diğeri: ‘Ağzına kadar’ dedi. İbn Ömer (r.a.): (Kulak memesinden ağıza doğru eliyle bir hat çizerek) ikisinin de eşit olduğunu görüyorum” dedi.
Hayseme, Abdullah’ın şöyle dediğini bildirdi: “Kıyamet günü yeryüzünün hepsi âdeta ateş kesilir. Ötesinde ise Cennet bulunur. İnsanlar, onun hurilerini ve kadehlerini görürler. Abdullah’ın canı, kudretinin elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, kendisine hesap dokunmadığı hâlde bir kişi o kadar ter döker ki, döktüğü ter kendi boyunca yeryüzüne yayılır. Sonra bu ter burnuna kadar yükselir.” Abdullah’a sordular: “Bu neden ileri gelir ya Eba Ab-durrahman?” Abdullah: “İnsanların çektiği sıkıntıyı görmesinden” cevabını verdi.
İbn Ömer (r.a.)’den, Resûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu nakledildi: “Kişi (bir defa da ‘kâfir’ dedi) Kıyamet günü, duruşmanın uzunluğundan dolayı kulaklarının ortasına kadar ter sızıntısının denizi içerisinde ayakta dikilir.” Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’den naklen Abdullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “O günün uzunca bekleyişinden, Kıyamet günü ter, kâfiri ağzının hizasından gemleyecek derecede kaplar (Ali, beklemenin uzamasından’ dedi.) Öyle ki, ‘Ya Rabbi! ateşe göndermek bile olsa beni rahatlat’ diye yalvarır.”
Hiç şüphesiz sen de onlardan birisin. Kederinle başbaşa kalmış, ter kaplamış ve gam bürümüş, şiddetli ter, korku ve ürküntüden nefesin daralıp bunalmış bir hâlde kendini düşün! İnsanlar da seninle birlikte saadet veya mutsuzluk yurduna gönderecek hükmün verilmesini beklerler.
Herkes Canının Derdine Düşer
Nihayet, senin ve diğer yaratıkların meşakkati doruğa ulaşır. Konuşmadan ve işlerine bakılmadan uzun uzun beklerler. Üç yüz sene hiç konuşmadan, bir lokma yemek yemeden, bir yudum su içmeden, yüzlerine bir tek hoş esinti ve serin meltem değmeden, bu bekleyiş ve ayakta dikilişten doğan çekilmez ve katlanılmaz derecedeki yorgunluğu giderici bir an bile istirahat etmeden beklemelerini ne zannedersin?
Katade veya Ka’b’den rivayet edilmiştir ki: “O gün insanlar, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracaklar” (el-Mutaffifîn Sûresi: 6) âyetini okudu ve şu açıklamayı yaptı: ‘Üç yüz sene kadar duracaklar.” Yine o, Hasan-ı Basrî’den şöyle duyduğunu söyledi: “Uzunluğu elli bin sene olan bir zaman, ayaklarının üzerinde Azîz ve Celîl olan Allah’ın huzurunda ayakta dikilen insanların hâlini ne zannedersin?! Onlar orada ne bir şey yemişler ve ne de bir şey içmişlerdir. Öyle ki susuzluktan boyunları incelmiş. Açlıktan içleri yanmış. Bu onları ateşe sevk etmiş de sıcağı yaklaşmış ve esintisi şiddetlenmiş, yaklaşan kızgın bir pınardan sulanmışlardır.
Peygamberlere Müracaat
Onların meşakkat ve bitkinliği takat getiremeyecekleri bir dereceye varınca, onlar, Mevlâ’nın yanında değerli olan ve kendilerine o hâl ve durumlarında rahat etmeleri için şefaat edecek kimseleri aramak üzere birbirleriyle konuşurlar. Bu durumdan kurtulup Cennete veya Cehenneme sevkedilmelerini isterler.
Önce Âdem ve Nuh’a, sonra İbrahim’e, İbrahim’den sonra da Musa ve İsa’ya başvurup yardım isterler. Hepsi de onlara şöyle derler: “Rabbimiz bugün öyle bir gazaba gelmiştir ki, böylesine ne bugünden önce gazaplanmış, ne de bundan sonra bu kadar gazaplanır.” Hepsi de bu şekilde kudret ve celal sahibi Rablerinin gazabının şiddetini ifade eder ve kendi kendileriyle meşgul olduklarını şöyle dile getirirler: “Nefsî, nefsî! (kendi canım, kendi canım!)” Bizzat kendi canlarının derdiyle meşguliyet, kendi dertleri ve kurtuluş kaygıları onları şefaat için Rablerine başvurmaktan alıkoyar. Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyuruyor: “O gün herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır...” (Nahl Sûresi: 111) Yaratıklardan hiçbirini düşünmez.
Yaratıklar topluca çağrışırlarken, herbiri canının derdine düşüp “Nefsî nefsî!” diye bağırırken seslerini bir tahayyül et! “Nefsî, nefsî” sözünden başka bir şey duyamazsın. O gün ne korkunç bir gündür! Sen de onlarla birlikte sadece kendini düşündüğünü ve Rabbinin azab ve cezasından kurtulmaya çalıştığını haykırırsın.
Allah katındaki değerlerine ve yüksek makamlarına rağmen Âdem Safiyullah, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah ve Kelimetullah’tan herbirinin Rabbinin şiddetli gazabından korkarak: “Nefsî nefsî!” diye seslendiği bir günü ne zannedersin?! O günkü korkun, telaşın, üzüntün ve endişenle kendini onlarla mukayese edebilirmisin?