Düşünce suçu ahlaka aykırıdır!!!

[TÜRKİYE 301. MADDEYİ TARTIŞIYOR] Düşünce suçu ahlaka aykırıdır

Hiç kuşkusuz, bir toplumda kişilerin uyması gerekli davranışlara ilişkin hukuk kurallarının saptanmasında adalet ilkeleri ile ‘ahlak kuralları’nın önemli bir yeri vardır. Bu nedenle toplumsal nitelikteki bu kurallarla, özellikle ahlak kurallarıyla hukuk kuralları arasındaki ilişkiler, hukukçular ve ahlakçılar tarafından tarihin her döneminde tartışılmıştır.


Ahlak, belli bir dönemde ve belli bir insan toplumunda oluşan, doğru/yanlış, iyi/kötü ölçütlerine/anlayışlarına göre bireylerce uyulmak gerektiğine inanılan, bireysel/toplumsal/evrensel vicdanda kaynağını bulan, çoğu kez birey doğmadan önce oluşan, toplumdan topluma ve dönemden döneme değişebilen davranış kurallarının bütünüdür. Bu bütün ve belli bir yaşam biçimi içinde insan, başka insanlarla ahlaksal ilişkiler kurar. Bu ilişkilerde, tıpkı hukuk gibi, ahlak da bir bakıma olması gereken insan davranışlarını düzenlemekte ve kodlamakta; hak ve ödevleri belirlemektedir. Ahlak da, hukuk gibi, normatif yoruma tabidir.

Bu yüzden, Kelsen’in ahlaksal değerlerin, dolayısıyla her hukukun, bir bakıma görece bir ahlak olduğunu belirten görüşünü, bireysel ve toplumsal ahlak çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Kant’ın ‘koşulsuz/kesin buyruğu’ ve formülü, hiç kuşkusuz başka ilkeleri de içerdiği için eşsiz bir evrensel kuraldır. Ötekine asla bir araç olarak davranmamamız ve onu bir araç olarak kullanmamamız gerektiğini, tersine bir amaç olarak davranmamızın zorunlu bulunduğunu belirtmektedir. Gerçi Kant’tan önce onun birçok formülleri söylenmişti. Ancak ‘koşulsuz/kesin buyruk’, Kant başka hiçbir şey söylememiş olsaydı bile onu çağımız felsefesinin (belki de) en büyük dehası yapmaya yeterdi. Kant’ın ayak izleri bugün de sürmektedir.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, yazılı hukuk, özellikle suç hukuku ile ahlak arasındaki bağlantıda karşımıza çıkan en önemli konu, ahlaka aykırı hukukun geçerlilik sorunudur. Bu, aslında hukukun ahlak ile sınavıdır. İki disiplin arasındaki bağlantı sorunu, yazılı hukukun biçimiyle değil de içeriğiyle ilgili olarak ele alınırsa ve hukuk da öz olarak ahlaksal bir içerik sergiliyorsa, ahlaksal bir değere ulaşılacağından genelde sorun çıkmaz. Genelde dememin nedeni, yazılı hukuk ahlaka karşıt olmadığı zaman bile kimileyin sorun çıkabilmesindendir. Gerçekten, Habermas’ın dediği gibi, yöntemlere ilişkin (yazılı) hukuk düzeni ile ilkelere ilişkin ahlaksal temel arasında, birbirlerine yollamalar yapsalar ve birbirlerini denetleseler bile, yine de bir ayrılık/gerilim ortaya çıkabilmektedir. Bu gerilimin tipik örneği, bireylerin yasalara direnmelerinin ve ‘sivil itaatsizlik’ olgusunun demokrasilerde meşruluk kazanmasında somut olarak görülmektedir. Zira sivil itaatsizlik, çağımız suç hukukunda suçu hukuka uygun kılan bir neden değildir.

Hukuk, ahlak ile uyumlu olmalı...

O halde âdil ve ahlaksal olmayan, ancak geçerliliğini ve yürürlüğünü devlet gücüyle sağlayan bir yazılı hukuk, işlevini nasıl yerine getirecektir? Gerçekten, eğer bir toplum düzeni/hukuk, ahlakın ‘yap’ diye buyurduğu davranışları yasaklar ya da tersine ahlakın yasakladığı davranışları ‘yap’ diye buyurursa, o hâlâ hukuk mudur? Bunun yanıtı hayır olmak gerekir. Çünkü, böyle bir hukuk, doğru, haklı ve âdil değildir. Bu nedenle ahlaka aykırı hukuk normlarına uyulup uyulmaması konusunda iki görüş ortaya çıkmıştır. Sokrates’çi ve Montaigne’ci anlayışa göre, bu tür yasalar yürürlükte ve geçerli olduklarına göre, elbette bağlayıcıdırlar. Bu da bir ahlaksal yükümlülüktür. Zira, olması gerekeni (sollen) amaçlayan yasalar her zaman değişebilirler. Ancak değişinceye dek çiğnenemezler. Çünkü, öznel değerlendirmelerle yazılı hukuka karşı çıkmak onaylanamaz. Nitekim, Cumhurbaşkanı Mitterrand, Fransız Devrimi’nin 200. yılında Fransız Yargıtayı’nın yeni yargı yılına başlaması dolayısıyla yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Yasayı uygulayınız. Yasa, başkalarını olduğu gibi sizleri de bağlar (...) Yasa ve adalet. Bu ikisi arasında sizler, birincisinin buyruğundasınız. İkincisinin ise güvencesisiniz. Sizin yapıtınız, yasa koyucusunun yapıtını tamamlamaktadır.”

İkinci görüşe göre ise hukuk, ahlak ile kesinkes uyumlu olmalıdır. Aksi takdirde ahlak, hukuku yararsız ve etkisiz kılabilir. Ahlaka aykırı hukuk, hukuk değildir. Ahlaksızlığa zorlayan hukuk ise bir hiçtir. Çünkü, meşru değildir. Sözgelimi, Caligula’nın atına konsüllük verdiğine ilişkin buyruğu geçerli olacak mıdır? Elbette olmayacaktır. Öyleyse, bu tür ahlaka aykırı hukuk geçerli ve yürürlükte olamaz, olmamalıdır. Daha 1764’te Beccaria şöyle diyordu: “Gerçekten, siyasal ahlak (yani hukuk), eğer insanın vazgeçilemez duyguları üzerine yaslanmazsa, ondan sürekli olarak hiçbir hayır gelmez, hiçbir yarar umulmaz. Hangi türden olursa olsun, bu esastan sapan bir yasa, her zaman sonuçta kendisini alt edecek bir direnişle karşılaşır.”

Nitekim, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Nürnberg Mahkemesi’nde insanlığa karşı suç işledikleri gerekçesiyle yargılanan sanıkların, kendi yazılı hukuk kurallarına uydukları yolundaki savunmaları reddedilmiştir. Batı Almanya mahkemeleri, kimi kararlarında Nazi yasalarının hem Bonn Anayasası ile kurulan hukuk düzenine ve hem de uygulandıkları dönemdeki hukuka aykırı olduklarına karar vermişlerdir. Aynı doğrultuda, zorunluluk durumu gibi, bencilliği dışa yansıtan, kendisi özveride bulunmayıp olayla ilgisiz ve kusursuz kişilere zarar vermeyi hukuka uygun, ancak ahlak açısından kötü gören kimi hukuksal düzenlemeler de bulunmaktadır. Bunların haklı olmadığı, hatta ahlaka aykırı olduğu ileri sürülmüştür. Kimi durumlarda yasaya aykırı buyruğa karşı çıkılamamaktadır. Yani, hukukun üstünlüğü bir yana itilmiş, üstünlerin hukukuna izin verilmiştir. Bu durum, hukuka uygundur. Ancak, demokratik ahlaka aykırıdır.

301. madde kaldırılmalı; çünkü...

Halkın yargıya katılması ilkesinin jüriler aracılığıyla uygulandığı, bu nedenle kararların gerçekten halk adına verildiği ülkelerde, jüriler, toplum ahlakının ve sağduyusunun gerisine düşen yasaları uygulamamak için skandal yaratan kararlar vermekte ve yasama organını uyarmaktadırlar. Ancak, meslekten gelen yargıçların böyle bir uygulamaya yanaşmaları ödev ahlakı (deontoloji) açısından olanaksız görünmektedir. Bu nedenle jürinin bulunmadığı ülkelerde ahlaka ters düşen yasaların daha uzun ömürlü olacakları kolayca söylenebilir.

Bütün bunların bileşkesi alındığında, ahlakın suç hukukunun kültürel kaynaklarından biri olduğu açıktır. Ahlak da hukuk da değer biçici ölçütlere göre sonuçlara ulaşırlar ve olması gerekeni amaçlarlar. İkisi de normatif nitelikte birer disiplindir. Ahlaksız ve ahlaka aykırı hukuk olamaz. Siyasal suçlar, güdü açısından olumlu olsalar bile, yine suçturlar ve ahlaktan bütünüyle soyutlanamazlar. Eğer bu tür suçları ahlaka uygun görecek olursak, varsıldan çalıp yoksula veren kişiyi de ahlaklı bulmak zorundayız. Hangi ekonomik suç toplumsal ahlakla çatışmaz ki? İntihar, hiçbir toplumda onaylanmamıştır. Yetkisiz ve izinsiz silah taşıyan birinin toplumu kaygılandırmaya hakkı var mıdır? Özen yükümlülüğünü yerine getirmeyen ve tehlikeli araç kullanan biri, masum insanların yaşamını ve malvarlıklarını tehlikeye düşüren biri değil midir? Hiçbir ahlak anlayışı bunları elbette onaylayamaz. Dahası kınar. O nedenle suç hukukunun, ahlak dairesiyle hukuk dairesinin iç içe oldukları, suç hukukunun ahlakla bütünleştiği ve bu bilincin toplumda oluşması gerektiği açıktır.

Kuşkusuz her ahlak kuralı suç hukuku kuralına dönüştürülerek toplum bunaltılmamalıdır. Ancak Hart’ın dediği gibi, toplum yaşamının devlet tarafından olabildiğince korunması gereken ahlak yasası üzerine kurulması gerekir. Bu gerekçeyle çağcıl demokrasilerde, yetişkinler arasındaki eşcinsellik, piyango, gebeliği önleyici ilaç kullanma suç sayılmamış; buna karşılık, çokeşlilik, çocuk düşürme, müstehcenlik, uyuşturucu madde kullanma suç hukukunun ahlaksal boyutunu doğrular biçimde suç sayılmıştır. Bütün bunların temelinde yatan pragmatik görüş şudur: Demokratik toplum çoğulcudur. Kimi azınlık gruplarının ahlaksal kurallarını/değerlerini tanımaksızın çoğunluğun ahlaksal kurallarını/değerlerini benimsemek olanaksızdır. O nedenle her ahlaka aykırı davranış suç olarak öngörülemez. Suç olarak öngörülen davranışlar ise, sağlıklı bir suç hukukunda esasen ahlak ile bütünleşir, örtüşürler. Bütünleşemeyenler, örtüşemeyenler ise aslında ahlaka aykırı düzenlemelerdir ve suç hukukunun kapsamı dışındadırlar.

Bütün bu nedenlerle çağcıl, sağlıklı ve tutarlı bir suç hukuku, düşünceyi suç normuna dönüştüren hiçbir düzenlemeye izin vermez, veremez. Bir sistem içinde böyle bir düzenleme varsa, özünde eşyanın doğasına ve ahlaka aykırı olduğundan, suç hukukunun kapsamı dışındadır. Çünkü düşüncenin dış dünyaya yansıtılması dokunulamaz özgürlüklerden biridir; ahlaka ve dolayısıyla hukuka uygundur. Ünlü bir İtalyan hukukçunun dediği gibi, düşüncenin dış dünyaya yansıtılması özgürlüğünün kullanılmasının suça dönüştürülmesi ise ahlaka ve dolayısıyla hukuka aykırıdır. Öyleyse Ceza Yasamızdaki 216, 301 gibi bu tür hükümleri tez elden değiştirmeli, çağımızla bütünleşmeliyiz.

YARGITAY ONURSAL BAŞKANI
 
Düşünce suçu ahlaka aykırıdır (2)

Türk Ceza Yasası’nın (TCY) 301. maddesinin benzeri çoğu ülkelerde var. Sözgelimi, Fransa’da yakınmaya bağlanmış ve suç araçları ayrıntılı biçimde sayılmıştır (1881 Basın Y, m. 23, 30).


İspanya’da genel mahkemelere ve yasama organına ağır biçimde (1996 İs. CY, m. 496) ve Almanya’da anayasal organlara (Alman CY, pr. 90/b) hakaretten; 1889 kaynak İtalyan CY’nda anayasal kuruluşları ve yasama organını (m. 123 ve 126) ve 1930 İtalyan CY’nda cumhuriyeti, anayasal kurumları, silahlı kuvvetleri (m. 290, 291) aşağılamadan söz edilmiştir. 1889 İtalyan CY’ndan değiştirilerek alınan 159. maddedeki suçların öğeleri ile korunan değerler ve kurumlar altı kez değiştirilmiş ve 2004/5237 sayılı TCY ile yeniden kaleme alınmıştır (m.301). “Türklük” ve “cumhuriyet” değerleri ile anayasal (yasama, yürütme ve yargı organları) ve kimi devletsel (askerî ve güvenlik([ğe ilişkin] örgütler) kurumları aşağılamak suç sayılmıştır.

Bu suç, olan ülkelerde sürgit eleştirilmiş, sık sık değişikliklere uğramış, kimileyin anayasa mahkemelerinin önüne taşınmıştır. Ancak, ne yapılırsa yapılsın, suç tipinin kaleme alınışı ve uygulama hiçbir dönemde başarılı olamamıştır. İlkin, maddede kullanılan sözcükler, “suçların belirginliği ve açıklığı kuralı”nı gerçekleştirememiş; “suç tiplerinin yasallığı ilkesi” dolanılmıştır. İkincisi, tutarlı bir yorum paradigması yaratamayan uygulamada sık sık çelişkilere düşülmüş, bu nedenlerle kararların büyük çoğunluğu oyçokluğuyla verilmiştir. Kaynak yasanın uygulanması ile Türk uygulaması arasında uçurumlar oluşmuştur. Bütün bu nedenlerle madde sık sık değiştirilmiş ve kamuoyunda şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Kanımca TCY’nda suç hukukunun temel ilkelerini zorlayan bu ve benzeri maddeler mutlaka önyargısız olarak gözden geçirilmelidir. Zira insan, denediği gömleği tam uymuyor ya da beğenmiyorsa değiştirip değiştirmemekte seçim hakkına sahiptir. Ancak hak ve özgürlüklerle ilgili konular, kimilerini feda etme pahasına, deneme konusu yapılamazlar ve ertelenemezler. Düzenleme, sonuçları beklenmeksizin gözden geçirilir. Bu, onur değil, bilim sorunudur.

301. madde neden kaldırılmalıdır?

TCY’nin 301. maddesi konusunda iki tür çözüm düşünülebilir: I- Maddenin kaldırılmasını öneren köktenci çözüm: Tanımlamadaki güçlük ve bilimsel açıdan uygulamada görülen süreğen/bezdirici, zaman zaman katlanılamaz aksaklıklar, bu çözümü haklı kılmaktadırlar. II- Maddenin değiştirilmesini öneren ara çözüm: Kimi değerlerle anayasal ve devletsel kurumları koruma zorunluluğuna yaslanan bu çözüme göre madde değiştirilmelidir.

Kamuoyu bu son görüşte birleşmiş görünmektedir. Yapılacak değişiklikte, yukarıdaki saptamaların ışığında, kanımca şu noktalar dikkate alınmalıdır:

Daha çok sosyo-kültürel, tarihsel yaklaşımlara yatkın ve sınırları belirsiz bulunan, ayrıcalıkçı suç hukuku anlayışını çağrıştıran “Türklük” kavramı yerine, devletin öğelerinden biri, hukuksal yaklaşıma daha elverişli ve somut olan, “yurttaşlık bağı ile devlete bağlı topluluğu” anlatan “Türk ulusu” deyişi geçmelidir. Böylelikle suç, “egemenlik”ten söz eden üçüncü bölümün başlığı, “yasalar önünde herkesin eşitliği” ilkesi (Anayasa, m. 10 ve TCY, m. 3/2) ve özgürlükçü suç hukuku anlayışıyla uyumlu kılınacaktır.

Yönetim biçimi olan “cumhuriyet” kavramı yerine “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” deyişi geçmelidir. Böylece, “ulus/millet” kavramının geçtiği dördüncü kısmın başlığıyla uyum sağlanacak ve daha belirgin/somut bir deyişe ulaşılacaktır.

“TBMM, TC Hükümeti, devletin yargı organları” yerine daha kavrayıcı/kapsayıcı ve belirgin/somut olan “yasama, yürütme, yargı organları” deyişleri geçirilerek özgürlükçü demokrasinin temel erklerinin vazgeçilmezliği vurgulanmalıdır.

“Askerî ve emniyet teşkilatı” deyişleri yerine, “askerî, kolluk ve korumaya ilişkin güçler/kuvvetler” denilerek, yine daha kapsayıcı/kavrayıcı, belirgin/somut deyişlere yer verilmelidir. Böylece anlatımdaki sıfat ve ad tamlamasındaki dilbilgisi bozukluğu (askerî ve emniyet[e ilişkin] teşkilat[ı]) da giderilmiş olacaktır.

Suç, sıradan biçimsel suç olmaktan çıkarılmalıdır. Bunun için maddeye “kamuoyunun güven ve saygınlığını örseler/sarsar biçimde” sözcükleri eklenerek “değer biçici” (normatif) bir öğe eklenmelidir. Böylelikle gelecek (örseleyecek/sarsacak) değil, geniş (örsel er/sarsar) zaman kullanılarak eylem somut tehlike suçunun da ötesinde bir zarar suçuna dönüştürülmüş olacaktır. Özellikle “Örseleme: Nuissance/nocumento” sözcüğünün daha çok maddi nitelikte olan “Zarar: Dommage/danno” kavramına oranla genişliği, korumanın daha kapsamlı ve anlatımın daha belirgin olmasını sağlayacaktır.

“Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” fıkrası (4) korunmalıdır. Ancak, bu fıkrayı öneren gerekçede, Anayasa ile güvence altına alınan ve nesnel (objektif) nitelikteki hukuka uygunluk nedeni olan “eleştiri hakkı”, eski Yasadan alınan ve öznel (sübjektif) nitelikteki hukuka uygunluk nedeni bulunan “eleştiri amacı” ile karıştırılmıştır. Gerçekten maddenin ihlali söz konusu olduğunda, yargıç, ilkin eylemin bir hakkın kullanılması kapsamında kalan nesnel nitelikteki “eleştiri hakkı”na (Anayasa, m. 26 ve TCY, m. 26/1) girip girmediğini araştıracak, girdiğini saptadığı takdirde “manevi öğe”nin varlığını araştırmadan aklanma kararı verecektir. “Eleştiri hakkı”nın ötesine geçilmişse yargıç, bu kez suçun manevi öğesinin varlığını, bu öğe var olduğu takdirde “eleştiri amacı”nı araştıracak, bu amaç varsa öznel hukuka uygunluk nedeniyle aklanma, yoksa hükümlülük kararı verecektir. Uygulamada doğacak duraksamaları gidermek için, madde metnine “nesnel eleştiri hakkı sınırlarını aşar” deyişleri eklenebilir. Eklenmediği takdirde gerekçe, kavram kargaşasına yol açmamak için, hukuk bilimine uygun biçimde kaleme alınmalıdır.

Üçüncü fıkradaki artırıcı neden kaldırılmalıdır. Zira suçun yabancı ülkede bir Türk yurttaşı tarafından işlenmesi durumunda, içeriden bakıldığında daha ağır görünen eylem, özgürlükçü rejimi benimsemiş demokratik bir ülkeden bakıldığında çoğu zaman suç olarak bile değerlendirilmeyebilir. Bu da Türkiye’nin saygınlığını örseler. Kaş yapayım derken göz çıkarılmış olur.

Bu tür suçlar, çokluk “siyasal suç”un örnekleri arasında yer alırlar. O nedenle kovuşturma başlatılması, “siyasal/kamusal yarar” açısından değerlendirmeyi ve “izin sistemi”ni zorunlu kılmaktadır. Bu yetki, bir bakana değil, partiler üstü ve yansız bir kişiye, yani cumhurbaşkanına verilmelidir. Çünkü, söz konusu yetki, yürütmenin üyesi bir bakana verilirse, iktidara yönelik eleştiri sahiplerini ezmek için öznel ve ideolojik karar verildiği ve yetkinin kötüye kullanıldığı izlenimi doğabilir. Eğer dava konusu eylem bir de yürütme organına yönelik olursa, bu izlenim iz bırakacak düzeyde bir sakıncaya dönüşebilir. Nitekim, bütün bu olasılıklar gözetilerek, Fransa’da 1981’de kaldırılan ve bu tür suçlara bakan Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin var olduğu dönemde bu yetki cumhurbaşkanına verilmişti. Bunu önlemek gerekir. Çünkü, böyle bir izlenim/görüntü/sakınca, hem yürütmeyi ve hem de yargıyı yıpratır. “İzin” kurumunun bugüne değin uygulamada yanlış algılanıp yorumlandığı, zaman zaman yargının yorum tekelinin aşıldığı ve yargıya müdahale edildiği de gözetilerek, yasal metinde değerlendirmenin kapsamı da belirtilmelidir.

Bunların ışığında önerim şöyle olacaktır: “Madde 301-(ı) Türk ulusuna, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, yasama, yürütme ve yargı organlarına, askerî ve kolluk ile korumaya ilişkin güçlere, (nesnel eleştiri sınırlarını aşar ve) kamu güvenini ve saygınlığını örseler/sarsar biçimde alenen hakaret edenler, altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılırlar. (2) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmazlar. (3) Yukarıdaki suçlar hakkında kovuşturma yapılması, konuyu kamusal yarar açısından değerlendiren cumhurbaşkanının iznine bağlıdır.”

Bu suç tipi, bugünkü yazılış biçimiyle Türkiye’nin başını çok ağrıtacaktır. Yazarlarımız, aydınlarımız inandıkları gerçekleri dile getirmekten korkacaklar, toplumsal gelişme ve bilim duraklayacak, AİHM önünde düşünceyi açıklama özgürlüğünü ihlal açısından rekorlar kıran Türkiye bunlara yenilerini ekleyecek, dünyadaki saygınlığını yitirecek, AB’nin dışında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Lütfen elimizi çabuk tutalım.

ONURSAL YARGITAY BAŞKANI
 

DOSTYUZ

New member
AVRUPA BİRLİĞİ ÜLKELERİ KENDİLERİ İLE LİGİSİ OLMAYAN ŞEYLERİ BAŞKALARININ LOBİSİ VE BASKISIYLA KABUL EDİP TARİH YAZACAKLAR KANUNLAŞTIRACAKLAR VE BİZİM ORAYA GİDEN POLİTİKACI SİYASETCİ YAZAR GÖZETMEDEN GÖZ ALTINA ALIP SORĞULAYACAKLAR VE BİZ 301. MADDE BAŞIMIZI AĞRITICAK DİYE KALDIRALIM YADA DEĞİŞTİRELİM DİCEZ:( YAZIKTIR YA .

YOK BU KADAR BASİT DEĞİL BU

VE AYRICANADA AVRUPA BİRLİĞİNİN DE OLMAZ OLSUN

BİRDE ŞU MEŞHUR = BABA VE PİÇ = İ OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM .

O ZAMAN NE DEMEK İSTEDİĞİMİ DAHA İYİ ANLARSINIZ BU MİLLETİN BARINDAN ÇIKIP BU MİLLETİ BU ŞEKİLDE AŞALAYAMAZSIN CANİ KATİL DİYEMEZSİN YOK ÖYLE YAŞ DAVA

BOŞUNA KONUŞUYORUM BİZİM SİYASİLER KADINI SERBEST BIRAKTILAR BİLE YANINA KAR KALDI HANFENDİNİN YAZDIĞI HAKARETLER

ASLINDA İÇİMDEN DAHA ÇOK ŞEY YAZMAK GELİYOR AMA BOŞ VER

ELLERİNE SAĞLIK ςคﻮคtคא_кђคภร khans
 

HTML

Üst