Cumhuriyet''''ten Cemaatçiliğe Geçiş

bazukaa

New member
KAMU REFORMU TASARISI VEYA CUMHURİYET''''TEN CEMAATÇİLİĞE GEÇİŞ

Türkiye’nin bugünkü temel sancısının esası, Cumhuriyet’ten cemaatçiliğe geçirilme sürecine girmiş olmanın tedirginliğidir.

AKP iktidarının temel özelliklerinden biri, belki de birincisi, Türkiye’yi Cumhuriyet’ten cemaatçiliğe geçirme gayretidir. Bu gayret, AKP’nin içinde yer aldığı ittifakın dış kanadının (ABD-AB) da temel taleplerinden biridir. Dünyanın geldiği yer, Ortadoğu coğrafyalarında vücut bulan gelişmeler, ideolojik ve dinsel saplantılardan uzak bir tutumla değerlendirildiğinde görülür ki Cumhuriyet’ten cemaatçiliğe geçiş, birlik, akılcılık ve özgür iradeye saygıdan fırkacılık, tabuculuk, raiyyelik ve dayatmacılığa geçiş anlamı taşımaktadır.

Türkiye, elli yılı aşkın bir süreden beri, siyasal ve ekonomik iç çıkarlarla Türkiye üzerindeki dış emellerin birlikteliğinde Cumhuriyet’ten cemaatçiliğe geçmeye zorlanmaktadır. Bugün bulunduğumuz yer o zorlamanın getirdiği yerdir.

Cumhuriyet’ten cemaatçiliğe geçiş arzusu, dinci siyasetlerin amaçlarını ifade etmektedir. Batı stratejistleri, büyük rahatsızlık duydukları Atatürk Cumhuriyeti’ni tahrip edip Atatürk sayesinde farklı bir konuma gelen Türkiye’yi İslam dünyasının diğer çağdışı ülkeleri arasına katma hesaplarında, cemaatçiliğe geçişin en verimli yol olduğunu biliyorlar. Bu yolu ısrarla kullandılar. Dinci yönetimleri ‘ılımlı İslam, muhafazakár demokrasi’ vs. yaftalarıyla suyun başına getirmek istemeleri, anılan politikalarının zorunlu sonucudur.

İstenen ekipleri suyun başına getirme işi tamamlanmıştır. Şimdi icraat dönemidir.

AKP, icraat döneminin bir yılını geride bırakmış, bu bir yıl içinde yaptığı ‘yoklama ve koklama’ eylemlerini değerlendirerek ‘belirleyici icraat’ dönemini açmıştır.

Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı bu ‘belirleyici icraat’ın elle tutulur, kapsamlı, kalıcı, etkin belgesidir.

Bu tasarı, 1970’lerden beri sahnede bulunan dinci siyasetin amaçladığı rejim değişikliğinin temel icraat belgesidir. KYTKT, dıştan güdümlü dinci siyasetin ilk bayrak açıcısı Erbakan’ın ‘çok hukukluluk’ adıyla yapmak istediğinin daha usturuplu bir sergilenişidir.

Bu tasarı, esası bakımından Cumhuriyet’ten cemaatçiliğe geçişi yasallaştıracak bir tasarıdır. Siyasal İslam ile ona dışarıdan bağlanan hesapların hayatî kazanımlarından birinin belgesidir.

Bu tasarı ile Cumhuriyet’ten cemaatçiliğe geçirilen Türkiye’nin mahallinden ve dinci-tarîkatçı, cemaatçı, azınlıkçı kabullere uygun olarak yönetilmesi gerçekleştirilecektir. Esası bakımından, laik cumhuriyetin merkezî otoritesini parçalayan ve bir yandan dinci cemaatlere, bir yandan da bölücü yönelişlere neşvünema imkánı verecek olan bu tasarı orta vadede, merkezî otoriteyi yok edecek, uzun vadede ise dinsel ve etnik bir parçalanmayı getirecek yapıda görünüyor.

Dinci siyasetin de, ona dışarıdan bağlanan hesapların da istediği zaten budur. AKP, ABD, AB ittifakından ‘liberal, özgürlükçü, demokrat, ikinci cumhuriyetçi’ gibi adlarla sebeplenen ekip ve anlayışların beklediği de budur.

Bu tasarı, siyasal islamcılığın temel amaçlarından biri olan ‘çok hukukluluk’un hayata geçirilmesinde en önemli adımdır. Çok hukukluluk, istendiği kadar çok seslilik, demokrasi falan tabelaları altında saklansın, esası bakımından laik-cumhuriyetçi sistemin sulandırılmasını amaçlayan bir anlayışın unvanıdır.

Batı, siyasal İslamcı eylemleri kendi çıkarları açısından değerlendirmek söz konusu olduğunda akılcı hamleleri öne çıkarmakta ve gerekeni hemen yapmaktadır. Nitekim, türban furyasının neyi sembolize ettiği, ülkeyi nerelere götürmenin göstergesi olduğu yolundaki sorulara kendi açısından cevap veren Fransa ‘masum bir giyim-kuşam meselesi’ olarak öne çıkarılan türban olayını süratle değerlendirmiş ve tavrını süratle belirlemiştir.

Fransız Devlet Başkanı Jacques Chirac’ın, türban tartışmaları münasebetiyle yaptığı tarihsel konuşmada, bu sembol örtünün bir ‘çok hukukluluk hazırlığı’nı simgelediğini, bunun da laikliğin mezarını kazmak anlamına geleceğini ifade eden sözleri düşündürücü ve sarsıcıdır. Chirac, meseleyi bakın nereden yakalamıştır. Diyor ki:

‘Tehlike, özel kuralları ortak kanundan üstün tutmayı arzu etmektir. Tehlike; bölünmedir, ayrımcılıktır, çatışmadır. Dünyanın öteki ülkelerinde olup bitenlere bakalım: Cemaatler etrafında oluşturulmuş toplumlar, çoğunlukla, kabul edilemez eşitsizliklerin kurbanı olmuşlardır. Cemaatçilik Fransa’nın tercihi olamaz...’ (Cumhuriyet’te Laiklik İlkesi başlıklı konuşma, Elysee Sarayı, 17 Aralık 2003)

Cemaatçilik, laik ve cumhuriyetçi kalmak isteyen hiçbir ülkenin tercihi olamaz. Öyle ise çok hukukluluk da bir tercih olamaz. Fransa bunu daha baştan anladı ve gereğini yaptı: Fransız Ulusal Meclisi’ne sevk edilen üç maddelik Laiklik tasarısı 10 Şubat 2004 günü 36 ret oyuna karşılık 494 kabul oyuyla yasalaştı.

Bu böyle ise, Türkiye, kendisini çok hukukluluğun kucağına atacak, onu da geçip bölünmeye götürecek bir tasarıyı, ‘kamu yönetiminde reform’ adı altında yasallaştıramaz. Yasallaştırırsa, Chirac gibi cumhuriyetçilerin dikkat çektikleri kaygının açacağı çukura yuvarlanır.

IMF ve Dünya Bankası’nın, küreselleşmeyi süper kapitalistlerin hesabına işletmek için ulus devletleri yozlaştırıp piyon-pazarlara çevirdiğini de unutmamak lazım.

Özelleştirme, küreselleşme, daha özgürleşme, piyasa ekonomisine geçiş gibi büyülü kavramlar, sömürülmek istenen ülkelerdeki merkezî otoriteyi, bir anlamda devleti, parçalayarak ülkeyi kapitalist süperlerin rahatça sömürebilecekleri bir pazara çevirmenin araçları olarak kullanılmaktadır.


Küreselleşme dinazorlarının en çok rahatsız oldukları şey, ulus devlet ve merkezî otoritedir. İslam ülkelerinde, o arada Türkiye’de dinci siyasetleri iş başına getirmek için akıl almaz canbazlıklar yapmalarının sebebi, siyasal İslamcılığın merkezî otoriteden, devletten rahatsız olduğunu bilmeleri ve onları, ortak hasımlarını etkisiz kılmada kullanma şanslarının olmasıdır.

Ulus devletçi, sosyal adaletçi hükûmetler küresel dinazorların korkulu rüyasıdır.

Ulus devleti sürekli şovenist, ırkçı, baskıcı, faşist devlet imajıyla ortaya çıkararak insanı ve çağı ürkütüyorlar. Oysa ki bugün ulus devletin anlamının bunlarla hiçbir ilgisi kalmamıştır. Bugün ulus devlet, ülke nimetlerinin dışarıdan gelen ve güdenler için değil, ülkenin sahipleri için kullanımını öne çıkaran devlet demektir. Kavram, eskisinden tamamen farklı bir anlam kazanmıştır. Irkla, renkle, dinle hiçbir ilgisi yoktur. Atatürk Cumhuriyeti’ndeki anlamı da işte bu yeni anlamdır.

Batı, ulus devletin bu yeni anlamını kendisi için sonuna kadar işletmekte, ama sömürmek istediği ülkeler söz konusu olduğunda ulus devleti derhal çağdışılık, tutuculuk, hatta faşizm ve şovenizmle suçlamaktadır.

Türkiye’nin kamu yönetimini yeniden yapılandırma girişiminin arka planında IMF ve Dünya Bankası’nın yani küreselleşmenin öncü-ajan kuruluşlarının manipülasyonları vardır. Yeni Kamu Yönetimi Kanun Tasarısı’nın kısa tanıtımı şudur: Küreselleşme dinazorlarının ulus devlet ve merkezî otoriteyi parçalayıp yok ederek ülkeyi, direnci sıfıra yaklaşmış bir pazara dönüştürmek...

Bu noktada, bir gerçeğin daha altını çizmek zorundayız:

Terör, uyuşturucu, silah kaçakçılığı gibi belaların özel bir konuma getirdiği Türkiye’de merkezî otoritenin zıyaflatılması değil, tam tersine güçlendirilmesi gerekir. Aksini yapmak, küreselleşmenin nimetlerini devşiren süper güçlerin işine yarar ama bu ülkenin tamamen zararına olur. Özellikle uzun vadede çok zararına olur.

Merkezî otoritesi yani devleti zayıflayan bir Türkiye, gırtlağına çöken belalarla başa çıkmakta büyük zaafa uğrar.

IMF ve Dünya Bankası gibi öncü kapitalist buldozerler, süperlerin yolunu açarken, zayıf ülkelere ‘Tarımda sübvansiyon ve destekleme yoluna gitmeyeceksiniz’ diye emir buyuruyor, öbür yandan, efendilerinin ülkelerinde tarım ürünlerine verilen destek acaip rakamlara ulaşıyor.

ABD, AB ve Japonya üçlüsünün tarım ürünleri için sağladığı desteğin bir günlük (yanlış duymadınız) miktarı -sıkı durun- bir milyar dolardır. (Hicrald Tribune, 1 Ocak 2004)

Bu bir milyar dolar, üç ülkede toplam 45 milyon çiftçiye dağıtılmaktadır.

Yerel yönetimleri güçlendirme adı altında merkezî otoriteyi, sonuç olarak da laik cumhuriyeti tahriple sonuçlanabilecek bu tasarı, özü ve amacı bakımından bir ‘Milli Egemenliği Dışlama’ tasarısıdır. Bu anlamda bir girişim, ilk kez, 1910’da ünlü sadrazam Damat Ferit Paşa (ölm.1923) tarafından ‘Anayasa Değişikliği Layihası’ olarak Meclis-i A’yan’a sunulmuştu.

Damat Ferit Paşa, bu layihasında milli egemenlik ilkesinin çokuluslu Osmanlı düzenine zararlı olduğunu ve yasama meclisine devredilen yetkilerin tekrar padişah, a’yan ve mebusan arasında paylaştırılması gerektiğini savunuyordu. Damat Ferit’in bu önergesi Meclis-i A’yan tarafından 22 Şubat 1910’da reddedildi.

5 Osmanlı hükümetine başkanlık etmiş olan Damat Ferit Paşa, işte bu fikirleri yüzündendir ki, Anadolu’da başlayan Milli Kurtuluş Hareketi’ne başından itibaren karşı çıkmış, bu harekete karşı savaşan dış güçlerle sürekli beraber olmuş, Kurtuluş Savaşı öncülerinin katline fetva çıkartmıştır.

Kamu reformu yaftasıyla piyasaya sürülen bu tasarı/yasa, kamu haklarının birçoğunu işlerlikten kaldıracak, bu hakları birer gelir aracına dönüştürecektir. Örneğin, bu hakların en önemlisi ve bir anayasal zorunluluk olan sağlık hizmetini bir hak olmaktan çıkarıyor. Devlet artık klasik kamu hizmetlerinin hiçbirini vermeyecek, veremeyecek, vatandaşını sadece bir müşteri gibi görecektir.

Türkiye, bir yandan, zihin ve felsefe zemininde Ömer Dinçerlerin, Yalçın Akdoğan’ların bulunduğu bir ‘çok hukukluluğa götürme tasarısı’nı yasalaştırarak, öte yandan, çağdaş üniversiteleri siyasetin denetimi altına alarak ve nihayet TÜBİTAK gibi bir bilim kurumunu siyasetin güdümüne vererek ancak Cumhuriyet’ten cemaatçiliğe geçmek istediğini ve yine Yalçın Akdoğan’ın ifadesiyle ‘Dış dinamiklerle (ABD, AB talepleriyle), iç dinamiklerin (siyasal İslamcı talepler) örtüşmesinden memnuniyet’ duyduğunu ifade etmiş olmanın ötesine geçemez.

Türkiye, kendisini yarınlara taşıyacak hemen hemen tüm aslî güçlerini parçalayıp eritiyor. Bunu sonu Türkiye ve Türk halkı için çok kötü olacaktır...

Bu demektir ki, Türkiye Cumhuriyeti kendisini inkárın, hatta bir intiharın eşiğinde durmaktadır...

Bu duruşa bakarak ‘Yazık oldu’ diyenler de var, ‘İyi oldu’ diyenler de...

(YAŞAR NURİ ÖZTÜRK)
 

cmtsysn

New member
alakası yok. atatürk zamanındada cemaatciler vardı . şimdide var. öyle geçiş meçiş bunlar işin hikayesi.şimdide cumhuriyetcilik var aynı zamanda cemaatcilik var. ikiside birbirinen güç alıyo. al gülüm ver gülüm
 

HTML

Üst