64general1
New member
- Katılım
- 14 Haz 2007
- Mesajlar
- 1,720
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çözülmüş ve ayrışmış bir yapının yeniden kuruluşunu simgeleyen siyasi modeldir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra hükümet merkezinin galipler tarafından askeri işgal altına alınması üzerine hükümetin fiilen bağımsızlığını ve egemenliğini kaybetmesi siyasi ve sosyal alanda yaşanan çözülüşün sonuçlandığını gösterir. Anadolu’da başlatılan siyasi eylem hükümet merkezini değiştirip, fiili bir hükümet kurma girişimiyle hem yeni bir söylemle hem de yeni semboller ve mitlerle siyaset düşüncesini şekillendirmeye yönelmiştir. Bu yönelişin en büyük amacı; bağımsız milli devlet kurmaktır.
Politik mantığın esasları;
Milli direnişin parolası ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk esası bağımsızlık oldu. Atatürk bunu şöyle ifade eder; iki şeyden birine karar vermek lazımdır. Ferit Paşa kabinesinin kabul ettiği şeyi kabul etmek, şerefimizi, hayatımızı, her şeyimizi bırakmak, yani esir olmak, ya da milleti namus ve şerefi ile yaşatmak için bizi ortadan kaldırmaya çalışan düşmanların emellerini kırmak. Görüldüğü üzere milleti namus ve şerefi ile yaşatmayı tercih eden kurucu iradenin politik zihniyetini oluşturan ilk esas tam bağımsızlıktır. Bu politik öncül şöyle ifade edilir: Türkiye Büyük Millet Meclisi ülkenin bir karış bağımsız toprağı kalsa bile onun üzerinde yine bağımsızlık davasını sürdürmeye karar vermiştir.
Çöküşün belirleyici nedeni millet sistemine dayalı politik mantıktır. Bu nedenle kurucu akıl, millet kavramını yeniden tanımlamıştır. Cumhuriyetin politik mantığına göre bir milleti bir arada yaşatan unsur tek başına ne ırk ne de dindir. Bir milleti birlikte yaşatan bütün halka mal olmuş tarih, tarihi ve kültürel olarak belirlenmiş ölçüler, ortak akıl, ortak kader ve mücadele, bütünleşmiş kültürel unsurlar ve iradeye dayalı politik katılımdır. Nitekim cumhuriyetin kurucusu Atatürk, milli sınır olarak çizilen alan içinde herkesin kardeş ve aynı millet olduğunu söyler. Bu ifade milli sınırlar içerisinde milli ittifaka dayanan ortak vatandaşlığı, kültürel birlikteliği ve bağımsızlık mücadelesi içinde yer alan herkesi kapsar. Öyleyse politik zihniyeti belirleyen ikinci esas; milli mücadele hareketini halk hareketine dönüştüren ve bütün dünyaya ortak bir bilinci tembihleyen milli bilinçtir.
Osmanlı devletinin dayandığı siyasi model iç yetersizlikler ve dış etkilerle parçalanma sürecine girince yeniden yapılanma adı altında başlayan dönem dış etkilere açık hale geldi. Bunun siyaset düşüncemizdeki adı batılılaşmadır. Bu süreç dış etkilere ve önerilere açık olup, sonuç olarak mandacılığı beraberinde getiren dönemi simgeler. Cumhuriyetin kurucu iradesi bu noktada oldukça nettir; halife ve padişah kimliğini takınmış olan kimsenin bu milleti yanıltmak ve zehirlemek için şahsen uğraştığı bir takım fesat ocakları vardır. Bu örgütlerle o ifsatlara kendisinde cesaret gören bir adam reddedilmiştir ve redde mahkûmdur. Bu tavır sadece politik alanda değil ekonomik, teknolojik ve kültürel alanda da geçerlidir. Buna göre cumhuriyetin politik mantığının dayandığı üçüncü esas; varlığımızı korumak ve milli hedefimizi sağlamak için gerçek dayanağı dışarıda değil, içerde kendi vicdanımızda aramaktır. Dış etkilere ve yönlendirmelere karşı örülen bu duvar; tam bağımsızlığın gereğidir. Mandacılık şu sözlerle açık bir şekilde reddedilir: Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir millet çağdaş milletler karşısında uşak olmak konumundan yüksek bir muameleye tabi tutulamaz. Yabancı bir devletin koruma ve dostluğunu kabul etmek insanlık özelliklerinden yoksunluğu, acizliği ve tembelliği itiraftan başka bir şey değildir.
IXX. yüzyılın etkinlik alanı imparatorluk geleneğinin yıkılarak milli devletlere geçişe eşlik eden politik sürece ve batılılaşma faaliyetlerine eşlik eden anlayışa dayanır. Fakat Anadolu İhtilali batılılaşma kalıbını çağdaşlaşma kalıbına, imparatorluk siyasi kalıbını milli devlet siyasi kalıbına dönüştürme çabası olarak tezahür eder. Milli devlet ve çağdaşlaşma fikrini tercih eden ve bunu laik ve demokratik toplum oluşturma amacına bağlayan irade her ne kadar tarihi durumun kendine özgü hassasiyetleri açısından bunu fiili duruma dökme imkânını tam olarak bulamamış olsa da, bu irade, cumhuriyetin erken döneminde temel politik amaç olarak belirlenmiştir. Şahsi hegemonyaya dayanan siyasi anlayışın terki, siyasi sistemi belli ve açık hukuki kurallara bağlama, bu kuralların tespitinde halk çoğunluğunun onayını alma ve katılımını sağlama gibi esaslar demokratik toplumsal modelin oluşturulmak istendiğini kanıtlar.
Bu bağlamda belirtmemiz gerekir ki Cumhuriyetin kuruluşu ne salt siyasi hislerin ürünüdür ne de belli bir istikrara sahip toplumun zoraki değiştirilmesidir. Yeniden yapılanma süreci yaşanılan krizin uç noktalara ulaştığı bir zeminde her şeyini kaybetme durumuna düşmüş bir milletin yeniden diriliş sürecidir. Söz konusu değişim sürecini siyasi mücadelenin tabiatı, bağımsızlık ve değişim modellerinin mantığı açısından düşünürsek, değişim sürecinin ve kurulması hedeflenen politik sistemin, tarihi ufku oluşturan yönlendirici ve etkileyici unsurlarla iç içe olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu süreç aniden ortaya çıkan bir olgu değildir. Bunun tarihi, felsefi ve kültürel sebepleri vardır. Değişimi zorunlu kılan iç ve dış dinamikler, kararları ve oluşturulan yapıları çok derinden etkilerler. Çünkü bir çöküşün ardından bağımsızlık mücadelesi veren ve yeni bir siyasi model oluşturan siyasi güç, tarihi yönelişin izlerini okunaklı biçimde taşır ve dönüştürür.
Cumhuriyetin erken döneminde demokratik siyasi kültür oluşturma çabasının olduğunu gösteren siyasi uygulamalardan birisi şahısla anılan siyasi gücü milletin iradesine devretmektir. Daha ilk yıllarda bu öncül şöyle ifade edilir. Bizim için güç kaynağı millettir. Milletin iradesini siyasi gücün kaynağı gören bu öncül oldukça önemlidir. Çünkü siyasi meşruluğu milli irade temelinde tanımlamak; siyasi eylemi yaymaya ve herkesin katılımını gerçekleştirmeye yönelik olduğu kadar, siyasi pratikleri eleştirme imkânını oluşturmaya da yöneliktir. Milletin iradesini siyasi gücün kaynağı gören Atatürk Batı ile ittifak yapmak ile Batıcı olmak, Rusya ile ittifak yapmakla Bolşevik olmak arasını ayırmıştır. 3 Temmuz 1920 tarihinde ve meclisin 26. birleşimi üçüncü oturumunda şöyle der: Bazı arkadaşlar illa Bolşevik olalım gibi düşüncededirler. Biz bir milletiz, kendimize özgü adetlerimiz vardır ve biz bunlara bağlıyız. Yine 131. birleşim üçüncü oturumda ise şöyle der: Büyük Millet Meclisi’nin ve onun hükümetinin bugüne kadar izlediği politika tümüyle milli amaçlara uygundur. Bu politikanın ne olduğunu tekrara gerek görmem. Yalnız iki sözcük söyleyeceğim ki, o da milli sınırlar içinde milletin bağımsızlığıdır ve bu çok güçlü ve anlam taşıyan bir temeldir. Bu güne kadar bu temelden ayrıldığımızı gösterecek en küçük bir işareti bile göstermek mümkün değildir. Dışarıdan gelen düşüncelere karşı en etkili çare, taşınan düşünce akımına düşünce ile cevap vermektir. (Bunların) ülkemiz için, dinimizin icapları için kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çözümdür. Bu ifadeler farklı düşüncelerle yüzleşme cesaretini ve olgunluğunu kazanmayı, farklı düşüncelere açık olmayı içerdiği kadar, yaşantı alanlarını kuran ve yönlendiren kültürün ve dini düşüncenin özgün olması gerektiğini de içerir. Tam bu noktada cumhuriyetin siyasi mantığını belirleyen dördüncü esası şöyle ifade edebiliriz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu batıya rağmen modernleşme azminde olan bir tercihin ve iradenin sonucudur.
Burada karşımıza çıkan sorun dinin siyasi amaçlar için kullanılabileceği endişesi ve bizzat devletin kendini dinle nitelemesinin farklı tutum ve inançları baskı altına alma eğilimini besleyeceği kaygısıdır. Atatürk bunu şöyle dile getiriyor: “Mensup olmaktan mutlu olduğumuz İslâm dinini, asırlardan beri yapıldığı gibi bir siyaset aracı konumundan temizlemek ve yüceltmek zorunlu olduğu gerçeğine şahitlik ediyoruz. Kutsal ve lahuti olan vicdanlarımızı, karmaşık ve süslenmiş her türlü menfaat ve ihtirasların yansıma alanı olan siyasetten ve siyasetin bütün organlarından bir an evvel ve kesin olarak kurtarmak milletin, dünyevi ve uhrevi mutluluğun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak bu şekilde İslâm dininin yüksekliği tecelli eder.” Bu ifadeler maksadın ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İslâm dinini siyasi çıkar ve menfaat aracı yapmaktan kurtarmanın gereğini, İslâm’ın ancak bu şekilde yüceliğini ve ulviyetini koruyacağına bağlayan bir zihnin din karşıtı bir süreci başlattığını söylemek felsefi temellerden yoksun bir görüştür. Öyleyse cumhuriyetin politik mantığını belirleyen beşinci esas: Özgün bir İslam anlayışı ve inanç hürriyetidir. Dış etkilerle malul ve iç politik hesaplarla çarpıtılan İslam; Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in bize sunduğu İslam değil, iktidar ve çıkar arzusuna uydurulmuş İslâm’dır.
Cumhuriyetin politik mantığında din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiç kimseyi ne bir din ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz. Dini ve mezhebi baskı ve politika aracı olmaktan kurtarmaya yönelik bu tavır; dinin kendi kaynaklarına bağlı olmasını ve bilginin konusu yapılmasını sağlamaya yöneliktir. Bu veriler doğrultusunda altıncı esası şöyle ifade edebiliriz: Cumhuriyetin siyasi mantığına göre ne Diyanet İşleri Başkanlığı ne de her hangi bir resmi kurum kendini mezhep adıyla niteleyemez. Devletin ve devlet kurumlarının siyasi, entelektüel ve ahlaki yöntem olan laiklik esasına göre yürütülmesinin anlamı budur ve cumhuriyet düşüncesi bunu gerçekleştirmiştir.
Politik zihniyet ve ayrışma hatları
Politik zihniyet; bir toplumun tasavvur biçimlerini, yani varlık, bilgi ve değer anlayışını / anlam evrenini veya bilişsel anlam haritasını, ortak hayal ve imgelerini tarihi ufkun etkinlik alanında kurma ve düzenleme anlayışını ifade eder. Birbirine çevrilmesi mümkün olmayan politik kavramlar ve bunların üzerine kurulan politik önermeler farklı politik zihniyetlerin varlığını gösterdiği gibi, bunların arasındaki ayrımın derinliği ise zihniyet farklılığının boyutlarını ve ayrışma hatlarını gösterir. Uzun süredir ülkemizde işletilen politik söylemin “çevirisi” kendi ülkesinde iktidar olma uğruna batının ürettiği politik-stratejik modellere başvurmak şeklinde seyretmektedir.
Farklılığın yeniden icadı batılı politik kültür de farklı amaçlara eşlik eder. Oysa Türkiye’de farklılıkları yeniden icat etme dini ve etnik ayrışmayı siyasallaştırma biçiminde ortaya çıkmaktadır. Dini alanda kendisini çok hukukluluk, etnik alanda üniter devleti federatif yapıya taşıma şeklinde ortaya çıkan politik söylem cumhuriyetin kuruluş felsefesine aykırıdır. Kaldı ki böyle bir anlayış siyasi eylemi etnik aidiyete, dini özel dile indirgediği için kültürel ortak bilinçle de çelişir. Türk toplumu öyle bir duruma getirilmiştir ki birlikten, bütünlükten bahsetmek, kuruluş felsefemizin esaslarını benimsemek suç olmuştur.
Anlama ve düşünme faaliyetlerini 1980’den sonra içeriksiz ilişkiler biçimine devreden politik irade ve bunun aktörleri pragmatist ilgileri politikanın merkezine taşıdılar. Her yerde olan, dolayısıyla hiçbir yerde olmayan post-modern birey ve post-modern bürokrat magazinin telkin ettiği sıradan eğilimlerin taşıyıcısına dönüştü. Bu süreçten beslenen dini-etnik cemaatler, farklı ve çelişir durumları bir arada sürdürmeye imkân tanıyan bu süreci çok iyi kullandılar. Her dilin kendi içinde anlamlı olduğu görüşünü telkin eden bu çevreler bir taraftan toplumu atomize ettiler, diğer taraftan bunları cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı kullandılar. Devletin ontik temelini ifade etmek için kullanılan ‘Türk Milleti’ deyimini ırkçılıkla suçladılar. “Irkçılığa” karşı oluş ırkçı-kabileci anlayışların, tek devlet / tek millet anlayışına karşı oluş “küresel kraliyet”e tabi olma düşüncesinin üretilmesi ile sonuçlandı.
Bu şaşırtıcı dönüşüm cumhuriyetin kuruluş esaslarından kopuşun dış kaynaklı olduğunu gösterir. Esas şaşırtıcı olan husus ise uzun süredir batı karşıtı dini politik anlayışı benimseyen aktörlerin bu denli batılılaşmasıdır. Böyle bir duruş bir yönüyle entelektüel sıkışmışlığın diğer yönüyle kendi var oluşunu dış mahfillerle arayışın alametidir. Diğer politik hareketlere karşı koyabilmek için abartılı kültürel kimlik edinirken batılılaşmak kendi toplumunu ve kültürünü eğlenceye almaktır. Son zamanlarda ilginç bir yöntemle gündeme yansıyan anayasa tartışması, AB ilerleme raporlarında dini-etnik cemaatler için önerilen hususların yasalaşmasına dönük girişimler federatif devlet sistemine geçişin ön hazırlığı olarak okunabilir.
Yazan: Nadim MACİT
Politik mantığın esasları;
Milli direnişin parolası ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk esası bağımsızlık oldu. Atatürk bunu şöyle ifade eder; iki şeyden birine karar vermek lazımdır. Ferit Paşa kabinesinin kabul ettiği şeyi kabul etmek, şerefimizi, hayatımızı, her şeyimizi bırakmak, yani esir olmak, ya da milleti namus ve şerefi ile yaşatmak için bizi ortadan kaldırmaya çalışan düşmanların emellerini kırmak. Görüldüğü üzere milleti namus ve şerefi ile yaşatmayı tercih eden kurucu iradenin politik zihniyetini oluşturan ilk esas tam bağımsızlıktır. Bu politik öncül şöyle ifade edilir: Türkiye Büyük Millet Meclisi ülkenin bir karış bağımsız toprağı kalsa bile onun üzerinde yine bağımsızlık davasını sürdürmeye karar vermiştir.
Çöküşün belirleyici nedeni millet sistemine dayalı politik mantıktır. Bu nedenle kurucu akıl, millet kavramını yeniden tanımlamıştır. Cumhuriyetin politik mantığına göre bir milleti bir arada yaşatan unsur tek başına ne ırk ne de dindir. Bir milleti birlikte yaşatan bütün halka mal olmuş tarih, tarihi ve kültürel olarak belirlenmiş ölçüler, ortak akıl, ortak kader ve mücadele, bütünleşmiş kültürel unsurlar ve iradeye dayalı politik katılımdır. Nitekim cumhuriyetin kurucusu Atatürk, milli sınır olarak çizilen alan içinde herkesin kardeş ve aynı millet olduğunu söyler. Bu ifade milli sınırlar içerisinde milli ittifaka dayanan ortak vatandaşlığı, kültürel birlikteliği ve bağımsızlık mücadelesi içinde yer alan herkesi kapsar. Öyleyse politik zihniyeti belirleyen ikinci esas; milli mücadele hareketini halk hareketine dönüştüren ve bütün dünyaya ortak bir bilinci tembihleyen milli bilinçtir.
Osmanlı devletinin dayandığı siyasi model iç yetersizlikler ve dış etkilerle parçalanma sürecine girince yeniden yapılanma adı altında başlayan dönem dış etkilere açık hale geldi. Bunun siyaset düşüncemizdeki adı batılılaşmadır. Bu süreç dış etkilere ve önerilere açık olup, sonuç olarak mandacılığı beraberinde getiren dönemi simgeler. Cumhuriyetin kurucu iradesi bu noktada oldukça nettir; halife ve padişah kimliğini takınmış olan kimsenin bu milleti yanıltmak ve zehirlemek için şahsen uğraştığı bir takım fesat ocakları vardır. Bu örgütlerle o ifsatlara kendisinde cesaret gören bir adam reddedilmiştir ve redde mahkûmdur. Bu tavır sadece politik alanda değil ekonomik, teknolojik ve kültürel alanda da geçerlidir. Buna göre cumhuriyetin politik mantığının dayandığı üçüncü esas; varlığımızı korumak ve milli hedefimizi sağlamak için gerçek dayanağı dışarıda değil, içerde kendi vicdanımızda aramaktır. Dış etkilere ve yönlendirmelere karşı örülen bu duvar; tam bağımsızlığın gereğidir. Mandacılık şu sözlerle açık bir şekilde reddedilir: Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir millet çağdaş milletler karşısında uşak olmak konumundan yüksek bir muameleye tabi tutulamaz. Yabancı bir devletin koruma ve dostluğunu kabul etmek insanlık özelliklerinden yoksunluğu, acizliği ve tembelliği itiraftan başka bir şey değildir.
IXX. yüzyılın etkinlik alanı imparatorluk geleneğinin yıkılarak milli devletlere geçişe eşlik eden politik sürece ve batılılaşma faaliyetlerine eşlik eden anlayışa dayanır. Fakat Anadolu İhtilali batılılaşma kalıbını çağdaşlaşma kalıbına, imparatorluk siyasi kalıbını milli devlet siyasi kalıbına dönüştürme çabası olarak tezahür eder. Milli devlet ve çağdaşlaşma fikrini tercih eden ve bunu laik ve demokratik toplum oluşturma amacına bağlayan irade her ne kadar tarihi durumun kendine özgü hassasiyetleri açısından bunu fiili duruma dökme imkânını tam olarak bulamamış olsa da, bu irade, cumhuriyetin erken döneminde temel politik amaç olarak belirlenmiştir. Şahsi hegemonyaya dayanan siyasi anlayışın terki, siyasi sistemi belli ve açık hukuki kurallara bağlama, bu kuralların tespitinde halk çoğunluğunun onayını alma ve katılımını sağlama gibi esaslar demokratik toplumsal modelin oluşturulmak istendiğini kanıtlar.
Bu bağlamda belirtmemiz gerekir ki Cumhuriyetin kuruluşu ne salt siyasi hislerin ürünüdür ne de belli bir istikrara sahip toplumun zoraki değiştirilmesidir. Yeniden yapılanma süreci yaşanılan krizin uç noktalara ulaştığı bir zeminde her şeyini kaybetme durumuna düşmüş bir milletin yeniden diriliş sürecidir. Söz konusu değişim sürecini siyasi mücadelenin tabiatı, bağımsızlık ve değişim modellerinin mantığı açısından düşünürsek, değişim sürecinin ve kurulması hedeflenen politik sistemin, tarihi ufku oluşturan yönlendirici ve etkileyici unsurlarla iç içe olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu süreç aniden ortaya çıkan bir olgu değildir. Bunun tarihi, felsefi ve kültürel sebepleri vardır. Değişimi zorunlu kılan iç ve dış dinamikler, kararları ve oluşturulan yapıları çok derinden etkilerler. Çünkü bir çöküşün ardından bağımsızlık mücadelesi veren ve yeni bir siyasi model oluşturan siyasi güç, tarihi yönelişin izlerini okunaklı biçimde taşır ve dönüştürür.
Cumhuriyetin erken döneminde demokratik siyasi kültür oluşturma çabasının olduğunu gösteren siyasi uygulamalardan birisi şahısla anılan siyasi gücü milletin iradesine devretmektir. Daha ilk yıllarda bu öncül şöyle ifade edilir. Bizim için güç kaynağı millettir. Milletin iradesini siyasi gücün kaynağı gören bu öncül oldukça önemlidir. Çünkü siyasi meşruluğu milli irade temelinde tanımlamak; siyasi eylemi yaymaya ve herkesin katılımını gerçekleştirmeye yönelik olduğu kadar, siyasi pratikleri eleştirme imkânını oluşturmaya da yöneliktir. Milletin iradesini siyasi gücün kaynağı gören Atatürk Batı ile ittifak yapmak ile Batıcı olmak, Rusya ile ittifak yapmakla Bolşevik olmak arasını ayırmıştır. 3 Temmuz 1920 tarihinde ve meclisin 26. birleşimi üçüncü oturumunda şöyle der: Bazı arkadaşlar illa Bolşevik olalım gibi düşüncededirler. Biz bir milletiz, kendimize özgü adetlerimiz vardır ve biz bunlara bağlıyız. Yine 131. birleşim üçüncü oturumda ise şöyle der: Büyük Millet Meclisi’nin ve onun hükümetinin bugüne kadar izlediği politika tümüyle milli amaçlara uygundur. Bu politikanın ne olduğunu tekrara gerek görmem. Yalnız iki sözcük söyleyeceğim ki, o da milli sınırlar içinde milletin bağımsızlığıdır ve bu çok güçlü ve anlam taşıyan bir temeldir. Bu güne kadar bu temelden ayrıldığımızı gösterecek en küçük bir işareti bile göstermek mümkün değildir. Dışarıdan gelen düşüncelere karşı en etkili çare, taşınan düşünce akımına düşünce ile cevap vermektir. (Bunların) ülkemiz için, dinimizin icapları için kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çözümdür. Bu ifadeler farklı düşüncelerle yüzleşme cesaretini ve olgunluğunu kazanmayı, farklı düşüncelere açık olmayı içerdiği kadar, yaşantı alanlarını kuran ve yönlendiren kültürün ve dini düşüncenin özgün olması gerektiğini de içerir. Tam bu noktada cumhuriyetin siyasi mantığını belirleyen dördüncü esası şöyle ifade edebiliriz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu batıya rağmen modernleşme azminde olan bir tercihin ve iradenin sonucudur.
Burada karşımıza çıkan sorun dinin siyasi amaçlar için kullanılabileceği endişesi ve bizzat devletin kendini dinle nitelemesinin farklı tutum ve inançları baskı altına alma eğilimini besleyeceği kaygısıdır. Atatürk bunu şöyle dile getiriyor: “Mensup olmaktan mutlu olduğumuz İslâm dinini, asırlardan beri yapıldığı gibi bir siyaset aracı konumundan temizlemek ve yüceltmek zorunlu olduğu gerçeğine şahitlik ediyoruz. Kutsal ve lahuti olan vicdanlarımızı, karmaşık ve süslenmiş her türlü menfaat ve ihtirasların yansıma alanı olan siyasetten ve siyasetin bütün organlarından bir an evvel ve kesin olarak kurtarmak milletin, dünyevi ve uhrevi mutluluğun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak bu şekilde İslâm dininin yüksekliği tecelli eder.” Bu ifadeler maksadın ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İslâm dinini siyasi çıkar ve menfaat aracı yapmaktan kurtarmanın gereğini, İslâm’ın ancak bu şekilde yüceliğini ve ulviyetini koruyacağına bağlayan bir zihnin din karşıtı bir süreci başlattığını söylemek felsefi temellerden yoksun bir görüştür. Öyleyse cumhuriyetin politik mantığını belirleyen beşinci esas: Özgün bir İslam anlayışı ve inanç hürriyetidir. Dış etkilerle malul ve iç politik hesaplarla çarpıtılan İslam; Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in bize sunduğu İslam değil, iktidar ve çıkar arzusuna uydurulmuş İslâm’dır.
Cumhuriyetin politik mantığında din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiç kimseyi ne bir din ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz. Dini ve mezhebi baskı ve politika aracı olmaktan kurtarmaya yönelik bu tavır; dinin kendi kaynaklarına bağlı olmasını ve bilginin konusu yapılmasını sağlamaya yöneliktir. Bu veriler doğrultusunda altıncı esası şöyle ifade edebiliriz: Cumhuriyetin siyasi mantığına göre ne Diyanet İşleri Başkanlığı ne de her hangi bir resmi kurum kendini mezhep adıyla niteleyemez. Devletin ve devlet kurumlarının siyasi, entelektüel ve ahlaki yöntem olan laiklik esasına göre yürütülmesinin anlamı budur ve cumhuriyet düşüncesi bunu gerçekleştirmiştir.
Politik zihniyet ve ayrışma hatları
Politik zihniyet; bir toplumun tasavvur biçimlerini, yani varlık, bilgi ve değer anlayışını / anlam evrenini veya bilişsel anlam haritasını, ortak hayal ve imgelerini tarihi ufkun etkinlik alanında kurma ve düzenleme anlayışını ifade eder. Birbirine çevrilmesi mümkün olmayan politik kavramlar ve bunların üzerine kurulan politik önermeler farklı politik zihniyetlerin varlığını gösterdiği gibi, bunların arasındaki ayrımın derinliği ise zihniyet farklılığının boyutlarını ve ayrışma hatlarını gösterir. Uzun süredir ülkemizde işletilen politik söylemin “çevirisi” kendi ülkesinde iktidar olma uğruna batının ürettiği politik-stratejik modellere başvurmak şeklinde seyretmektedir.
Farklılığın yeniden icadı batılı politik kültür de farklı amaçlara eşlik eder. Oysa Türkiye’de farklılıkları yeniden icat etme dini ve etnik ayrışmayı siyasallaştırma biçiminde ortaya çıkmaktadır. Dini alanda kendisini çok hukukluluk, etnik alanda üniter devleti federatif yapıya taşıma şeklinde ortaya çıkan politik söylem cumhuriyetin kuruluş felsefesine aykırıdır. Kaldı ki böyle bir anlayış siyasi eylemi etnik aidiyete, dini özel dile indirgediği için kültürel ortak bilinçle de çelişir. Türk toplumu öyle bir duruma getirilmiştir ki birlikten, bütünlükten bahsetmek, kuruluş felsefemizin esaslarını benimsemek suç olmuştur.
Anlama ve düşünme faaliyetlerini 1980’den sonra içeriksiz ilişkiler biçimine devreden politik irade ve bunun aktörleri pragmatist ilgileri politikanın merkezine taşıdılar. Her yerde olan, dolayısıyla hiçbir yerde olmayan post-modern birey ve post-modern bürokrat magazinin telkin ettiği sıradan eğilimlerin taşıyıcısına dönüştü. Bu süreçten beslenen dini-etnik cemaatler, farklı ve çelişir durumları bir arada sürdürmeye imkân tanıyan bu süreci çok iyi kullandılar. Her dilin kendi içinde anlamlı olduğu görüşünü telkin eden bu çevreler bir taraftan toplumu atomize ettiler, diğer taraftan bunları cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı kullandılar. Devletin ontik temelini ifade etmek için kullanılan ‘Türk Milleti’ deyimini ırkçılıkla suçladılar. “Irkçılığa” karşı oluş ırkçı-kabileci anlayışların, tek devlet / tek millet anlayışına karşı oluş “küresel kraliyet”e tabi olma düşüncesinin üretilmesi ile sonuçlandı.
Bu şaşırtıcı dönüşüm cumhuriyetin kuruluş esaslarından kopuşun dış kaynaklı olduğunu gösterir. Esas şaşırtıcı olan husus ise uzun süredir batı karşıtı dini politik anlayışı benimseyen aktörlerin bu denli batılılaşmasıdır. Böyle bir duruş bir yönüyle entelektüel sıkışmışlığın diğer yönüyle kendi var oluşunu dış mahfillerle arayışın alametidir. Diğer politik hareketlere karşı koyabilmek için abartılı kültürel kimlik edinirken batılılaşmak kendi toplumunu ve kültürünü eğlenceye almaktır. Son zamanlarda ilginç bir yöntemle gündeme yansıyan anayasa tartışması, AB ilerleme raporlarında dini-etnik cemaatler için önerilen hususların yasalaşmasına dönük girişimler federatif devlet sistemine geçişin ön hazırlığı olarak okunabilir.
Yazan: Nadim MACİT