Bakalım içine düşülen kaostan kim zaferle çıkacak?
Bize sorarsanız, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt'ün izlenmesi ile başlayıp İlker Başbuğ'un Kudüs'te çektirdiği turistik fotoğrafın iğrenç imalar eşliğinde servis edilmesi ve yine Paksüt ile İlker Başbuğ arasında yapıldığı öne sürülen görüşmenin kopardığı gürültü, tamamen cemaatin yürüttüğü psikolojik savaşın ürünleridir... (Bu arada, bu kadar kritik bir süreçte, bir kuvet komutanı ile kısa bir süre sonra iktidar partisinin kapatılıp kapatılmayacağına karar verecek olan bir yargıçın görüşme yapması haber değeri taşır. Yayıncılık anlayışına tamamen karşı olduğumuz "Taraf" adlı gazetenin bu haberi yayımladığı için suçlanmasını haksız buluyoruz. Sayın Paksüt, açıklamalarındaki çelişkilere artık son vermeli ve gerçeği söylemelidir. Ve mümkünse, ileride çok büyük bir medyatik unsur olma potansiyeli taşıdığı anlaşılan eşini bu işlerden uzak tutmalıdır...)
Evet, biz ülkeyi ağır ve sonu kestirilemez bir çatışmanın eşiğine getiren bu tehlikeli süreçten cemaatin karanlık odaklarını sorumlu tutuyoruz... Ancak, örneğin Şamil Tayyar'ın bugünkü yazısına baktığımızda da, ortalığı karıştıran haber ve dosya servislerinin "Erenekon kaynaklı" olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz!
"İyi ama, Ergenekon denilen umacı, bu kadar organize ve etkili bir harekâtı yürütebildiğine göre, içeride tutulan garibanlar kim?" diye sormuyor ve konumuza dönüyoruz.
Aslında Şamil Tayyar'ın yazdıklarında haklılık payı var; şöyle: Bütün bu provakatif yayınlar, kapatılma davası ile karşı karşıya olan AKP'nin hiç mi hiç işine gelmemelidir. Çünkü yayınların tümü AKP ile yargıyı ve orduyu daha de karşı karşıya getirici, Anayasa Mahkemesi'ndeki dosyayı kabartıcı mahiyettedir...
Hem bugün İlker Başbuğ üzerinde uygulanan çirkin kampanya, 2 yıl önce Yaşar Büyükanıt için denenmiş ve sonuç, iktidar partisi ile TSK'nın birbirinden daha da uzaklaşması olmuştur. Bu garabetin bedelini bugün bile ödemeye devam eden AKP'nin, başarısızlığı kanıtlanmış bir yöntemle- üstelik kapatılma davasıyla yüzyüzeyken-tekrar ordunun komuta kademesine hücum etmesi pek mantıklı görünmemektedir...
Dolayısıyla ben kendi adıma, olup bitenlerden en azından Tayyip Erdoğan'ın bilgi sahibi olmadığı, hatta kendisini tehlikede hissettiği kanısındayım, Çünkü bu süreçten en fazla zarar gören ve görecek olan kişilerin başında Sayın Başbakan ve partisi gelmektedir....
Geriye ne kalıyor? Malum cemaat...
Cemaatin son derece profesyonel ve donanımlı psikolojik harp kadrolarına sahip bulunduğunu kimse inkâr etmesin. Sınırsız bir para, teknoloji ve uluslararası desteği ellerinde tuttuklarını da herkes biliyor. Yani cemaatin, böyle büyük organizasyonları planlama ve uygulama yeteneği vardır...
Vardır da...Bu gerçek bile bir takım 'soruların' peşimizi bırakmasına çare olmuyor. "Cemaat bunu neden yapsın?" sorusu zihnimizi kurcalamaya devam ediyor...
Öyle ya...'Hedefe' bu kadar yaklaşılmışken, 6 yıllık AKP iktidarında bu kadar önemli kazanımlar elde edilmişken, nihai amaca ramak kalmışken...
Cemaat, 80 yıl sonra "yasal ve meşru yollardan" gelmekte olan nihai iktidarı neden bu kadar akılsızca ateşe atsın?
Denilebilir ki, "Tayyip Erdoğan'la sorunları var, yola Gül ile devam etmek istiyorlar..."
Denilebilir ki, "Cemaat içindeki büyük sermaye grupları arasında menfaat çatışması var"...
Denilebilir ki, "Cemaat öyle büyük bir yapı ki bazı unsurları kontrol edilemiyor olabilir..."
Denilebilir ki, "Bunların hepsi danışıklı dövüş. Taktik yapıyorlar, iyi polis-kötü polisi oynayarak sonuç almaya bakıyorlar..."
Bunların hepsi mümkündür ve olabilir..ama 'akıl' yine de ortaya çıkan manzaradan ne AKP'nin, ne de cemaatin kârlı çıkamayacağını söylüyor...
Tam bu noktada, Zaman'dan Hüseyin Gülerce'nin 12 ve 13 Haziran 2008 tarihlerinde yazdığı 2 yazıyı çok dikkatli okumak gerekiyor; çünkü Gülerce'nin yazıları cemaati bağlar...
Bakın, 12 Haziran'daki yazısında ne diyor Gülerce:
"Maçı doğru okuyalım. Demokratik hiçbir ülkede kimsenin hayalinden bile geçiremeyeceği bir şekilde, yüzde 47 oy almış iktidar partisinin kapatılması için davulla zurnayla iddianame hazırlanıyor. Mahkeme bunu kabul ediyor. Hatta Cumhurbaşkanı'nın işin içine çekilmesi hamlesini bile onaylıyor. Fevkalâde bir durum var. Ortada bir kararlılık var. "Bu tepe ya alınacak, ya alınacak" diyorlar. Yargıtay ve Danıştay bildiri yayınlıyor. Yani yargı harekete geçmiş. Hamle, topyekûn bir hamle. Silahlı Kuvvetler bu hamleye destek veriyor. "Malûmun ilâmı" diyor. CHP zaten karargâhta ve hamlenin siyasî ayağını, kitlelere takdimini üstlenmiş. Üniversite yönetimi, medyanın asıl gücü, iş dünyasının en önde olanları lojistik desteği sonuna kadar sağlıyor. Hepimiz, "demokrasi, hukuk, istikrar" diye sesimizi yükseltsek, bu keyfiyet karşısında netice alabilir miyiz? Bunu yapmayalım demiyorum. Yapıyoruz da zaten. Dilimiz döndüğü kadar insan haklarını, özgürlükleri, evrensel hukuk kurallarını hatırlatıp duruyor, bu ülkeye yazık etmeyelim, kendi ayağımıza kurşun sıkmayalım deyip duruyoruz. Ama oyunun kuralları değiştirilmiş ve hakem bundan asla rahatsız değil, tam tersine işin içinde.Bu ülkede demokrasi terbiyesi yok. Demokrasi özümsenmemiş. Hatta statükonun devamını isteyenler, "demokrasi bize uymaz, bizi bozar. Avrupa Birliği'nde din özgür olabilir ama Türkiye'de Müslümanlar bu özgürlüklerden yararlanıp, bizim dünyada tek örneği olan yaşam biçimimiz laikliği yıkarlar, demokrasiye geçit veremeyiz" diyorlar.
"Ne demek istiyorum? Bu ülkede demokratikleşme zaman alacaktır. En az bir nesil geçmesi gerekir. Gerilim ve kutuplaşma da, gücümüzü tüketiyor, zaman kaybediyoruz. Üvey anne gibi değil, gerçek anne gibi davranmalıyız. Yüreğimize taş basalım ama gücü elinde tutanların nasırına basmayalım. Onlarla zıtlaşmanın bir faydası yok. Taviz mi verelim? Vermeyelim, dik duralım ama hissiyatı bırakıp, aklın ve mantığın yolunu bulmaya çalışalım, bugünden yarına demokrasi gelmez"
Yani, "sabır telkin ediyor cemaat, "büyük anın" geldiğini zannedip pervasız davrananların frenine basıyor. "Gün bugün değil, akıllı olun, başımızı belaya sokmayın" mesajı veriyor.....
Ve Gülerce'nin 13 Haziran tarihli yazısı:
"Bence AK Parti'nin kapatılması ihtimali yüzde 99'dur. Çünkü devlet kurumlarının, kendilerini bugüne kadar görülmemiş ölçüde yıpratacak bu süreci iyi hesaplamış olmaları gerekir.
Laiklik ve demokrasi konusu tamam bir kırılma noktasıdır, fakat çözüm zıtlaşmada değildir. Zıtlaşma devam eder, kutuplaşma şiddetlenir ise hepimiz kaybederiz. O halde toplumsal mutabakatı acı çeksek de, içimiz kan ağlasa da denemek ve başarmak zorundayız.
Bunun yolu var mı? Tek bir yolu var; AK Parti'yi kapatmamak.
Kutuplaşmayı sadece ve sadece AK Parti'nin kapatılmaması önler. Yeniden bir uzlaşma zemini, ancak AK Parti kapatılmazsa doğar. Yaralanan demokrasinin tedavisi, ancak bundan sonra mümkün olabilir.
Evet, AK Parti'nin kapatılmama ihtimali yüzde 1 olsa da vardır.
AK Parti neden kapatılmaz?
Bunun iki sebebi var.
Birincisi, baştan beri asıl niyet, kapatma değil AK Parti'ye bir mesaj vermek olabilir. Bu; "Yüzde 47 ile de gelsen, istediğini yapamazsın. Nasihat ettik anlamadın, ne kadar ciddi olduğumuzu artık anlamış olmalısın" mesajıdır. Bu mesaj, Anayasa Mahkemesi'nin başörtüsü kararı ile net olarak verilmiştir. Denen şudur: "Kurucu irade olarak bizim için iki husus çok önemli: İmam hatip liseleri ve başörtüsü. Bu iki husus bizim nasırımız. Bir daha bu nasıra basma..."
AK Parti'yi kapatmamanın ikinci sebebi, ekonomik enkazın altında kalmak korkusudur. AK Parti kapatılırsa, işaretleri şimdiden ortaya çıkan ekonomik krizin faturası, bu süreci başlatanlara kesilecektir. Bu fatura CHP'yi bitirir. Er ya da geç, sandık milletin önüne konacaktır. CHP, bir daha çıkmamacasına o sandığa gömülür. Ayrıca süreci planladıkları malûm kurumlar, millet nezdinde bir daha itibar kazanamaz.
Hepimiz farkındayız ki, AK Parti'yi kapatma süreci, herkesi, her kurumu savurmaktadır. Silahlı Kuvvetler 27 Nisan muhtırası ile hatırlanıyor, Anayasa Mahkemesi yara üzerine yara alıyor, Yargıtay ve Danıştay, mahkemeyi etkileyen bildirilerin ezikliği altında... İnsanlar savruluyor, nice eski bakan savruluyor, demokrat bilinen yazarlar, akademisyenler, anlı şanlı işadamları savruluyor. Savrulan savrulana... Buna bir yönüyle sevinebilirsiniz. "Demokrasi gerçek savunucularına kavuşuyor" diyebilirsiniz. Belki böyle bir süreci yaşamamız da gerekiyordu. Ancak bu savrulmanın, kutuplaşmanın bir yerde durması gerekiyor.
Avrupa Birliği üyeliği olur ya da olmaz. Ama kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Toplumsal bir mutabakata varmak zorundayız.
AK Parti kapatılırsa, ihtiyaç duyacağımız uzlaşma zeminlerini uzun bir süre bulamayabiliriz.
Ümidimizi korumalıyız. İhtimali yüzde 1 de olsa..."
Bu ikinci yazının çağrısı da açık..."Amaç AKP'ye ders vermektiyse, biz bu dersi aldık. Gelin ortak bir zeminde buluşalım, siz partiyi kapatmayın biz de devletle ve rejimle didişmekten vaz geçelim; hatalarımazı gözden geçirelim..."
Gülerce'nin bu iki yazısına, Ekrem Dumanlı'nın bugünkü (16 Haziran 2008) yazısını da ekleyebilirsiniz.."Birbirimizi kartelci, iktidar yanlısı, Ergenekoncu medya ilan etmekten karşılıklı vazgeçelim; gazetecilik mesleği zarar görüyor" demiş Dumanlı...
Bakalım cemaatin dikkatlerden kaçan bu önemli adımı ne sonuç doğuracak? Her zamanki gibi evdeki bulgurdan olacağını anlayınca 'çarkedip' zaman kazanmaya çalışan klasik bir cemaat taktiği ile mi karşı karşıyayız...
Yoksa, hep birlikte uçuruma doğru gittiğimizi ve bu sürecin kazananı olmayacağını görenlerin sesi mi yükseliyor.. Tabii onlar aynı zamanda, medya üzerinden işleme konulan son provakasyonlarda yabancı istihbarat örgütlerinin parmağını da görmüş olmalılar...
"AKP kapatılmasın" diyenler, içine düşürüldükleri Ergenekon histerisisini gözden geçirmelidir. Devlet içine çöreklenmiş çeteler varsa tabii ki ortaya çıkarılsın, ama tek suçları AKP'yi eleştirmek olan onlarca araştırmacı, öğretim üyesi, avukat, muhalif parti lideri, gazeteci ve düz vatandaşa ve ailelerine aylardır uygulanan zulme son verilmelidir. Ergenekon davası artık açılmalı ve adil yargılama başlatılmalıdır...
Yoksa bunun azabının esas öbür dünyada hissedileceğini en iyi Zaman'ın yazarları bilir....
Kaynak: Fatma Sibel Yüksek-Açık İstihbarat
Bize sorarsanız, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt'ün izlenmesi ile başlayıp İlker Başbuğ'un Kudüs'te çektirdiği turistik fotoğrafın iğrenç imalar eşliğinde servis edilmesi ve yine Paksüt ile İlker Başbuğ arasında yapıldığı öne sürülen görüşmenin kopardığı gürültü, tamamen cemaatin yürüttüğü psikolojik savaşın ürünleridir... (Bu arada, bu kadar kritik bir süreçte, bir kuvet komutanı ile kısa bir süre sonra iktidar partisinin kapatılıp kapatılmayacağına karar verecek olan bir yargıçın görüşme yapması haber değeri taşır. Yayıncılık anlayışına tamamen karşı olduğumuz "Taraf" adlı gazetenin bu haberi yayımladığı için suçlanmasını haksız buluyoruz. Sayın Paksüt, açıklamalarındaki çelişkilere artık son vermeli ve gerçeği söylemelidir. Ve mümkünse, ileride çok büyük bir medyatik unsur olma potansiyeli taşıdığı anlaşılan eşini bu işlerden uzak tutmalıdır...)
Evet, biz ülkeyi ağır ve sonu kestirilemez bir çatışmanın eşiğine getiren bu tehlikeli süreçten cemaatin karanlık odaklarını sorumlu tutuyoruz... Ancak, örneğin Şamil Tayyar'ın bugünkü yazısına baktığımızda da, ortalığı karıştıran haber ve dosya servislerinin "Erenekon kaynaklı" olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz!
"İyi ama, Ergenekon denilen umacı, bu kadar organize ve etkili bir harekâtı yürütebildiğine göre, içeride tutulan garibanlar kim?" diye sormuyor ve konumuza dönüyoruz.
Aslında Şamil Tayyar'ın yazdıklarında haklılık payı var; şöyle: Bütün bu provakatif yayınlar, kapatılma davası ile karşı karşıya olan AKP'nin hiç mi hiç işine gelmemelidir. Çünkü yayınların tümü AKP ile yargıyı ve orduyu daha de karşı karşıya getirici, Anayasa Mahkemesi'ndeki dosyayı kabartıcı mahiyettedir...
Hem bugün İlker Başbuğ üzerinde uygulanan çirkin kampanya, 2 yıl önce Yaşar Büyükanıt için denenmiş ve sonuç, iktidar partisi ile TSK'nın birbirinden daha da uzaklaşması olmuştur. Bu garabetin bedelini bugün bile ödemeye devam eden AKP'nin, başarısızlığı kanıtlanmış bir yöntemle- üstelik kapatılma davasıyla yüzyüzeyken-tekrar ordunun komuta kademesine hücum etmesi pek mantıklı görünmemektedir...
Dolayısıyla ben kendi adıma, olup bitenlerden en azından Tayyip Erdoğan'ın bilgi sahibi olmadığı, hatta kendisini tehlikede hissettiği kanısındayım, Çünkü bu süreçten en fazla zarar gören ve görecek olan kişilerin başında Sayın Başbakan ve partisi gelmektedir....
Geriye ne kalıyor? Malum cemaat...
Cemaatin son derece profesyonel ve donanımlı psikolojik harp kadrolarına sahip bulunduğunu kimse inkâr etmesin. Sınırsız bir para, teknoloji ve uluslararası desteği ellerinde tuttuklarını da herkes biliyor. Yani cemaatin, böyle büyük organizasyonları planlama ve uygulama yeteneği vardır...
Vardır da...Bu gerçek bile bir takım 'soruların' peşimizi bırakmasına çare olmuyor. "Cemaat bunu neden yapsın?" sorusu zihnimizi kurcalamaya devam ediyor...
Öyle ya...'Hedefe' bu kadar yaklaşılmışken, 6 yıllık AKP iktidarında bu kadar önemli kazanımlar elde edilmişken, nihai amaca ramak kalmışken...
Cemaat, 80 yıl sonra "yasal ve meşru yollardan" gelmekte olan nihai iktidarı neden bu kadar akılsızca ateşe atsın?
Denilebilir ki, "Tayyip Erdoğan'la sorunları var, yola Gül ile devam etmek istiyorlar..."
Denilebilir ki, "Cemaat içindeki büyük sermaye grupları arasında menfaat çatışması var"...
Denilebilir ki, "Cemaat öyle büyük bir yapı ki bazı unsurları kontrol edilemiyor olabilir..."
Denilebilir ki, "Bunların hepsi danışıklı dövüş. Taktik yapıyorlar, iyi polis-kötü polisi oynayarak sonuç almaya bakıyorlar..."
Bunların hepsi mümkündür ve olabilir..ama 'akıl' yine de ortaya çıkan manzaradan ne AKP'nin, ne de cemaatin kârlı çıkamayacağını söylüyor...
Tam bu noktada, Zaman'dan Hüseyin Gülerce'nin 12 ve 13 Haziran 2008 tarihlerinde yazdığı 2 yazıyı çok dikkatli okumak gerekiyor; çünkü Gülerce'nin yazıları cemaati bağlar...
Bakın, 12 Haziran'daki yazısında ne diyor Gülerce:
"Maçı doğru okuyalım. Demokratik hiçbir ülkede kimsenin hayalinden bile geçiremeyeceği bir şekilde, yüzde 47 oy almış iktidar partisinin kapatılması için davulla zurnayla iddianame hazırlanıyor. Mahkeme bunu kabul ediyor. Hatta Cumhurbaşkanı'nın işin içine çekilmesi hamlesini bile onaylıyor. Fevkalâde bir durum var. Ortada bir kararlılık var. "Bu tepe ya alınacak, ya alınacak" diyorlar. Yargıtay ve Danıştay bildiri yayınlıyor. Yani yargı harekete geçmiş. Hamle, topyekûn bir hamle. Silahlı Kuvvetler bu hamleye destek veriyor. "Malûmun ilâmı" diyor. CHP zaten karargâhta ve hamlenin siyasî ayağını, kitlelere takdimini üstlenmiş. Üniversite yönetimi, medyanın asıl gücü, iş dünyasının en önde olanları lojistik desteği sonuna kadar sağlıyor. Hepimiz, "demokrasi, hukuk, istikrar" diye sesimizi yükseltsek, bu keyfiyet karşısında netice alabilir miyiz? Bunu yapmayalım demiyorum. Yapıyoruz da zaten. Dilimiz döndüğü kadar insan haklarını, özgürlükleri, evrensel hukuk kurallarını hatırlatıp duruyor, bu ülkeye yazık etmeyelim, kendi ayağımıza kurşun sıkmayalım deyip duruyoruz. Ama oyunun kuralları değiştirilmiş ve hakem bundan asla rahatsız değil, tam tersine işin içinde.Bu ülkede demokrasi terbiyesi yok. Demokrasi özümsenmemiş. Hatta statükonun devamını isteyenler, "demokrasi bize uymaz, bizi bozar. Avrupa Birliği'nde din özgür olabilir ama Türkiye'de Müslümanlar bu özgürlüklerden yararlanıp, bizim dünyada tek örneği olan yaşam biçimimiz laikliği yıkarlar, demokrasiye geçit veremeyiz" diyorlar.
"Ne demek istiyorum? Bu ülkede demokratikleşme zaman alacaktır. En az bir nesil geçmesi gerekir. Gerilim ve kutuplaşma da, gücümüzü tüketiyor, zaman kaybediyoruz. Üvey anne gibi değil, gerçek anne gibi davranmalıyız. Yüreğimize taş basalım ama gücü elinde tutanların nasırına basmayalım. Onlarla zıtlaşmanın bir faydası yok. Taviz mi verelim? Vermeyelim, dik duralım ama hissiyatı bırakıp, aklın ve mantığın yolunu bulmaya çalışalım, bugünden yarına demokrasi gelmez"
Yani, "sabır telkin ediyor cemaat, "büyük anın" geldiğini zannedip pervasız davrananların frenine basıyor. "Gün bugün değil, akıllı olun, başımızı belaya sokmayın" mesajı veriyor.....
Ve Gülerce'nin 13 Haziran tarihli yazısı:
"Bence AK Parti'nin kapatılması ihtimali yüzde 99'dur. Çünkü devlet kurumlarının, kendilerini bugüne kadar görülmemiş ölçüde yıpratacak bu süreci iyi hesaplamış olmaları gerekir.
Laiklik ve demokrasi konusu tamam bir kırılma noktasıdır, fakat çözüm zıtlaşmada değildir. Zıtlaşma devam eder, kutuplaşma şiddetlenir ise hepimiz kaybederiz. O halde toplumsal mutabakatı acı çeksek de, içimiz kan ağlasa da denemek ve başarmak zorundayız.
Bunun yolu var mı? Tek bir yolu var; AK Parti'yi kapatmamak.
Kutuplaşmayı sadece ve sadece AK Parti'nin kapatılmaması önler. Yeniden bir uzlaşma zemini, ancak AK Parti kapatılmazsa doğar. Yaralanan demokrasinin tedavisi, ancak bundan sonra mümkün olabilir.
Evet, AK Parti'nin kapatılmama ihtimali yüzde 1 olsa da vardır.
AK Parti neden kapatılmaz?
Bunun iki sebebi var.
Birincisi, baştan beri asıl niyet, kapatma değil AK Parti'ye bir mesaj vermek olabilir. Bu; "Yüzde 47 ile de gelsen, istediğini yapamazsın. Nasihat ettik anlamadın, ne kadar ciddi olduğumuzu artık anlamış olmalısın" mesajıdır. Bu mesaj, Anayasa Mahkemesi'nin başörtüsü kararı ile net olarak verilmiştir. Denen şudur: "Kurucu irade olarak bizim için iki husus çok önemli: İmam hatip liseleri ve başörtüsü. Bu iki husus bizim nasırımız. Bir daha bu nasıra basma..."
AK Parti'yi kapatmamanın ikinci sebebi, ekonomik enkazın altında kalmak korkusudur. AK Parti kapatılırsa, işaretleri şimdiden ortaya çıkan ekonomik krizin faturası, bu süreci başlatanlara kesilecektir. Bu fatura CHP'yi bitirir. Er ya da geç, sandık milletin önüne konacaktır. CHP, bir daha çıkmamacasına o sandığa gömülür. Ayrıca süreci planladıkları malûm kurumlar, millet nezdinde bir daha itibar kazanamaz.
Hepimiz farkındayız ki, AK Parti'yi kapatma süreci, herkesi, her kurumu savurmaktadır. Silahlı Kuvvetler 27 Nisan muhtırası ile hatırlanıyor, Anayasa Mahkemesi yara üzerine yara alıyor, Yargıtay ve Danıştay, mahkemeyi etkileyen bildirilerin ezikliği altında... İnsanlar savruluyor, nice eski bakan savruluyor, demokrat bilinen yazarlar, akademisyenler, anlı şanlı işadamları savruluyor. Savrulan savrulana... Buna bir yönüyle sevinebilirsiniz. "Demokrasi gerçek savunucularına kavuşuyor" diyebilirsiniz. Belki böyle bir süreci yaşamamız da gerekiyordu. Ancak bu savrulmanın, kutuplaşmanın bir yerde durması gerekiyor.
Avrupa Birliği üyeliği olur ya da olmaz. Ama kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Toplumsal bir mutabakata varmak zorundayız.
AK Parti kapatılırsa, ihtiyaç duyacağımız uzlaşma zeminlerini uzun bir süre bulamayabiliriz.
Ümidimizi korumalıyız. İhtimali yüzde 1 de olsa..."
Bu ikinci yazının çağrısı da açık..."Amaç AKP'ye ders vermektiyse, biz bu dersi aldık. Gelin ortak bir zeminde buluşalım, siz partiyi kapatmayın biz de devletle ve rejimle didişmekten vaz geçelim; hatalarımazı gözden geçirelim..."
Gülerce'nin bu iki yazısına, Ekrem Dumanlı'nın bugünkü (16 Haziran 2008) yazısını da ekleyebilirsiniz.."Birbirimizi kartelci, iktidar yanlısı, Ergenekoncu medya ilan etmekten karşılıklı vazgeçelim; gazetecilik mesleği zarar görüyor" demiş Dumanlı...
Bakalım cemaatin dikkatlerden kaçan bu önemli adımı ne sonuç doğuracak? Her zamanki gibi evdeki bulgurdan olacağını anlayınca 'çarkedip' zaman kazanmaya çalışan klasik bir cemaat taktiği ile mi karşı karşıyayız...
Yoksa, hep birlikte uçuruma doğru gittiğimizi ve bu sürecin kazananı olmayacağını görenlerin sesi mi yükseliyor.. Tabii onlar aynı zamanda, medya üzerinden işleme konulan son provakasyonlarda yabancı istihbarat örgütlerinin parmağını da görmüş olmalılar...
"AKP kapatılmasın" diyenler, içine düşürüldükleri Ergenekon histerisisini gözden geçirmelidir. Devlet içine çöreklenmiş çeteler varsa tabii ki ortaya çıkarılsın, ama tek suçları AKP'yi eleştirmek olan onlarca araştırmacı, öğretim üyesi, avukat, muhalif parti lideri, gazeteci ve düz vatandaşa ve ailelerine aylardır uygulanan zulme son verilmelidir. Ergenekon davası artık açılmalı ve adil yargılama başlatılmalıdır...
Yoksa bunun azabının esas öbür dünyada hissedileceğini en iyi Zaman'ın yazarları bilir....
Kaynak: Fatma Sibel Yüksek-Açık İstihbarat