Cahillikler Kitabı'ndan İlginç Bilgiler

crazymafya

New member
NTV Yayınları'ndan çıkan bu kıtabı alan var almayan var. Ben de o yüzden beğendiğim ve sizin de hoşunuza gideceğini düşündüğüm soruları ve cevaplarını buraya almayı uygun buldum. Kitabın yarısına kadar geldim ve bu kadar seçtim. Tamamen el emeği göz nurudur. Tek tek Word'de yazılmıştır. Saygılar.

1-Dünyadaki en kurak yer neresidir?
Antarktika. Kıtanın bazı kesimleri 2 milyon yıldır yağmur yüzü görmedi.
Bir çöl teknik olarak yılda 254 mm’den daha az yağış alan yer olarak tanımlanır.
Sahra Çölü yılda sadece 25 mm yağış alır.
Antarktika’ya düşen yıllık ortalama yağış da hemen hemen aynıdır, ama kıtanın Dry Valleys (Kurak Vadiler) olarak bilinen yüzde 2’lik kısmında kar ve buz yoktur ve buraya hiç yağmur yağmaz.
Dünyadaki ikinci kurak yer Şili’deki Atacama Çölü’dür. Buradaki bazı bölgelere 400 yıldır hiç yağmur yağmamıştır ve buraya düşen yıllık ortalama yağış miktarı yalnızca 0,1 mm’dir. Bir bütün olarak bakıldığında dünyanın en kurak yeri burasıdır.
Antarktika dünyadaki en kurak yer olmanın yanı sıra, en çok su barındıran ve en rüzgarlı yer olma iddiasını da taşıyabilir. Dünyadaki suyun yüzde 70’i buz şeklinde burada bulunur ve rüzgarın en hızlı estiği yer burasıdır.
Antarktika’nın Dry Valleys bölgesindeki eşsiz koşullar katabatik (Yunanca’da “alçalan” anlamına gelir) rüzgarlardan kaynaklanıyor. Bu rüzgarlar, soğuk ve yoğun havanın yerçekimi kuvveti tarafından aşağı doğru çekilmesiyle meydana gelir.Bu rüzgarlar saatte 320 km hıza ulaşarak bütün nemi buharlaştırır.
Antarktika bir çöl olmasına rağmen, kıtanın tamamen kurak olan bu kısımları, biraz da ironik olarak, vaha olarak adlandırılır. Buralar Mars’taki koşullarla o kadar benzerlik gösteriyor ki, NASA, Viking misyonunu test etmek için buraları kullandı.

2-En yüksek dağ nerededir?
Mars’tadır.
Dev volkan Olympus Dağı (Latince Olympus Mons) güneş sistemindeki ve bilinen evrendeki en yüksek dağdır.
22 km yüksekliğinde ve 624 km genişliğindeki bu dağ Everest Dağı’nın yaklaşık 3 katı uzunluğundadır ve o kadar geniştir ki, tabanı Arizona’yı ya da Britanya adalarının bulunduğu alanın tamamını kaplayabilir. Dağın tepesindeki kraterin genişliği yaklaşık 72 km’yken, derinliği 3 km’den fazladır: Yani Londra’yı rahatlıkla kaplayacak kadar büyük.
Olympus Mons birçok kişinin kafasındaki dağ tanımına uymaz. Bu dağın tepesi düzdür ve yamaçları dik bile değildir. Bu yamaçlardaki 1 ile 3 derecelik eğim, bu dağa tırmandığınızda ter bile atmayacağınız anlamına geliyor.
Aslında dağları yüksekliklerine göre ölçeriz. Onları boyutlarına göre ölçseydik, herhangi bir dağı, dağ silsilesinde geri kalanlardan ayırmak anlamsız olurdu. Böyle olsaydı, Everest Dağı Olympus Mons’u gölgede bırakırdı. Çünkü Everest Dağı, yaklaşık 2400 km uzunluğundaki dev Himalaya-Karakurum-Hindukuş-Pamir sıradağlarının bir parçasıdır.

3-Dünyadaki en uzun dağın adı nedir?
Mauna Kea. Burası Hawaii adasındaki en yüksek noktadır. Faal durumda olmayan bu volkanın deniz seviyesinden yüksekliği 4206 metredir; ama deniz yatağından zirvesine kadar olan yüksekliği 10200 metredir yani Everest Dağı’ndan, 1352 metre daha uzundur.
Dağlar söz konusu olduğunda, mevcut uygulamaya göre “en yüksek” deyince deniz seviyesinden zirvesine kadar olan ölçü, “en uzun” deyince de dağın dibinden tepesine kadar olan ölçü anlaşılır.
Böylece 8848 metrelik Everest Dağı dünyadaki en yüksek dağ iken, en uzun dağ değildir.
Dağları ölçmek göründüğünden daha güçtür.Dağın tepesinin nerede olduğunu görmek yeterince kolaydır, ama bir dağın “dibi” tam olarak nerededir?
Örneğin bazıları Tanzanya’daki Klimanjaro Dağı’nın Everest’ten daha uzun olduğunu ileri sürer, çünkü Klimanjaro, doğrudan Afrika Ovası’ndan yükselirken, Everest Himalayaların devasa tabanının (dünyanın sonraki en yüksek on üç dağı bu tabanı paylaşır.) üstünü kaplayan birçok doruktan yalnızca biridir.
Bazıları ise en mantıklı ölçünün, bir dağın doruğunun dünyanın merkezine olan uzaklığı olması gerektiğini iddia ediyor.
Dünya tam bir küre olmaktan ziyade yassı bir şekle sahip olduğu için, Ekvator’dan yerin merkezine olan uzaklık, kutuplardan yerin merkezine olan uzaklıktan yaklaşık 21 km fazladır.
Bu durum, Ekvator’a çok yakın olan dağların namı için iyi haberdir, ama bu aynı zamanda Ekvator’daki kumsalların bile Himalayalar’dan “daha yüksek” olduğunu kabul etmek anlamına gelir.
Devasa boyuna rağmen, Himalayalar şaşırtıcı derecede gençtir.Bu dağlar oluştuğunda, dinozorların yok oluşunun üzerinden 25 milyon yıl geçmişti.
Everest Nepal’de Chomolungma (Evrenin Anası) olarak bilinir. Tibet’teki adı Sagarmatha’dır. Sağlıklı herhangi bir genç gibi halen büyütmektedir- yılda 4 mm gibi çok parlak olmayan bir hızla.

4-Yaşayan en büyük şey nedir?
Bir mantar. Ve bu, çok nadir görülen bir tür de değildir. Kesilmiş bir ağaç kütüğünün üzerinde büyüyen bal mantarından (Armillaria ostoyae) muhtemelen bahçenizde vardır.
Dua edin şu ana kadar görülen en büyük numunenin boyutlarına ulaşmasın. Bu numune 890 hektarlık bir alan kaplıyor ve yaşı 2000 ile 8000 arasında. Bu mantarın çok büyük bir bölümü, dokunaç benzeri beyaz miselyumlardan oluşan devasa bir saç yığını şeklinde yer altında bulunuyor. Bunlar ağaç kökleri boyunca yayılarak ağaçları öldürür ve bal mantarlarının zararsız görünümlü kümeleri olarak ara sıra toprağın üstünde görünürler.
Oregon’un dev bal mantarının orman boyunca ayrı kümelerde büyüdüğü sanılıyordu, ama araştırmacılar bu mantarın dünyanın en büyük tek parça organizması olduğunu ortaya çıkardılar.

5-Çıplak gözle kaç galaksi görülebilir?
Beş bin? İki milyon? On milyar?
Hayır, dört tane görebiliriz. Aslında oturduğumuz yerden yalnızca iki tanesini görebiliriz, bunlardan biri de içinde bulunduğumuz Samanyolu’dur.
Evrende 100 milyardan fazla galaksi bulunduğunu ve bunlardan her birinde de 10 ila 100 milyar yıldız bulunduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu durum biraz hayal kırıklığı yaratır. Dünyadan çıplak gözle toplamda sadece dört galaksi görülebilir, bunlardan da sadece yarısı aynı anda görülebilir. Kuzey yarımküreden Samanyolu ve Andromeda’yı görebilirken, Güney yarımküreden Büyük ve Küçük Macellan Bulutları’nı görebiliriz.
Olağandışı görme yeteneğine sahip olan insanlar üç galaksi daha gördüklerini iddia ediyor: Üçgen Takımyıldızı’ndaki M33 Galaksisi, Büyük Ayı Takımyıldızı’ndaki M81 Galaksisi ve Su Yılanı Takımyıldızı’ndaki M83 Galaksisi;ama bunu kanıtlamak çok zordur.
Çıplak gözle görüldüğü düşünülen yıldız sayısı büyük bir değişiklik gösterir, ama toplam sayının 10.000’in oldukça altında olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Astronomiyle ilgili amatör bilgisayar yazılımlarının çoğu aynı veritabanını kullanır: Bu veritabanının listesinde 9600 “çıplak gözle görülebilir” yıldız vardır. Ancak kimse bu rakama gerçekten inanmaz. Diğer tahminler 8000 civarından 3000’in altına kadar iner.
Sovyetler Birliği’nde geceleyin gökyüzünde görülebilen yıldız sayısından daha fazla sinema salonu olduğu (5200) söylenirdi.
Kanadalı internet sitesi www.starregistry.ca adresinde 98 Kanada Doları karşılığında bir yıldızında sizin veya bir arkadaşınızın ismini verebiliyorsunuz; 98 yerine 175 Kanada Doları verirseniz size bir de çerçeveli belge veriyorlar. Bu site çıplak gözle görülebilen 2783 yıldız listeliyor. Bu yıldızlar daha önceden tarihsel ya da bilimsel isimler almış oldukları için bunların hiçbirine isim verilemiyor.

6-İnsanoğlunun inşa ettiği hangi yapı aydan görülebilir?
Çin Seddi dediyseniz on puan kaybettiniz.
İnsan eliyle yapılmış hiçbir şey aydan çıplak gözle görülemez.
Çin Seddi’nin “insanoğlunun inşa ettiği ve aydan görülebilen tek yapı” olduğu düşüncesi çok yaygındır, ama “ay”la uzayı birbirine karıştırmaktadır.
“Uzay” oldukça yakındır. Yerin yüzeyinden 100 km uzaklaşıldığında uzay başlar. Bu noktadan birçok yapı görülebilir: Otobanlar, denizdeki gemiler, demiryolları, şehirler, tarlalar ve hatta bazı şahsi binalar.
Bununla birlikte, dünyanın yörüngesini terk edip yalnızca birkaç bin kilometre yüksekliğe çıkılınca insanoğlunun yaptığı hiçbir şey görülmez. Dünyaya uzaklığı 400.000 km olan Ay’dan kıtalar bile güçlükle görülür.
Trivial Pursuit oyunu aksini söylemesine rağmen, uzayın başladığı noktayla Ay arasında, “sadece” Çin Seddi’nin görüldüğü hiçbir yer yoktur.

7-Telefonu kim icat etti?
Antonio Meucci.
Sağı solu belli olmayan ama bazen de parlak başarılara imza atan Floransalı mucit Meucci ABD’ye 1850’de gitti. 1860’da, “teletrofono” adını verdiği bir elektrikli aygıtın çalışma modelini gözler önüne serdi. Meucci, Alexander Graham Bell’in telefon patentinden beş yıl önce, 1871’de bir tür geçici patent (caveat) başvurusunda bulundu. (1836 tarihli ABD Patent Yasası’yla uygulamaya konan caveat sistemi bir tür ön patent başvurusuydu; buna göre mucit icadının kısa bir tanımını yolluyor, karşılığında ise, başka bir mucidin aynı konuda başvuru yapması halinde kendisine danışılma hakkını elde ediyordu. Caveat başvurusunun geçerlilik süresi bir yıldı ve süre dolduğunda 10 dolarlık ücret ödenerek yenilenebiliyordu. Bir patent çıkarılmadan önce bir yıl öncesine kadar olan caveat başvuruları inceleniyor, eğer aynı icat için bir caveat başvurusu bulunuyorsa Patent Ofisi caveat başvurusunun sahibini uyarıyor ve resmi patent başvurusu yapması için ona üç aylık bir süre tanıyordu. Caveat sistemi 1909’da kaldırıldı.)
Meucci aynı yıl, Staten Island feribotunun kazanının patlaması sonucu ciddi biçimde yanarak hastalandı. Çok iyi İngilizce bilmeyen ve işsiz olan Meucci 1874’te başvurusunu yenilemek için gerekli olan 10 doları gönderemedi.
Bell’in patenti 1876’da tescillendiğinde Meucci dava açtı. Meucci orijinal krokilerini ve çalışma modellerini Western Union’ın laboratuarına yollamıştı. Olağanüstü bir tesadüf eseri Bell de tam da bu laboratuarda çalıştı ve modeller esrarengiz bir biçimde ortadan kayboldu.
Meucci, Bell’e açtığı dava devam ederken 1889’da öldü. Bunun sonucunda icadın sahibi Meucci değil Bell oldu. 2002’de ABD Temsilciler Meclisi’nin aldığı Antonio Meucci’nin hayatının ve başarılarının tanınması ve Meucci’nin telefonu icad ettiğinin kabul edilmesi kararıyla denge kısmen sağlandı.
Bell’in tamamen bir sahtekar olduğunu söylemek istemiyorum. Bell gençliğinde, büyükannesi başka bir odadayken onunla iletişimi sağlamak amacıyla köpeğine “Nasılsın büyükanne?” demeyi öğretmişti. Daha sonra telefonu pratik bir icat haline getirdi.
Arkadaşı Thomas Edison gibi Bell de yenilik arayışında son derece acımasızdı. Yine Edison gibi, her zaman başarılı da değildi. Bell’in metal dedektörü, yaralı başkan James Garfield’in bedenindeki kurşunun yerini saptayamamıştı. Muhtemelen başkanın yatağının metal yayları Bell’i yanıltmıştı.
Bell’in hayvan genetiğine el atması, koyunlardaki ikiz ve üçüz doğumları arttırma isteğinden kaynaklandı.Bell, ikiden fazla meme ucuna sahip koyunların daha çok ikiz doğurduklarının farkına vardı. Tüm yapabildiği, daha çok meme ucuna sahip koyun ortaya çıkarmak oldu.
Hanesine yazılacak artılar arasında ise ayaklı teknenin icat edilmesine katkıda bulunması yer almaktadır; bu tekne 1919’da saatte 114 km’lik hızla sudaki hız rekorunu kırmış ve bu rekoru 10 sene boyunca elinde bulundurmuştur. Bell bu sırada 82 yaşındaydı ve bu teknede yolculuk yapmayı reddetmişti.
Bell her zaman kendisinden öncelikle “sağırların öğretmeni” olarak bahsetti. Annesi ve karısı sağırdı ve genç Helen Keller’a ders verdi. Keller daha sonra otobiyografisini Bell’e adadı.

8-Bastille’in zapt edilmesi sonucu kaç mahkum serbest kaldı?
Yedi.
Fransa’da 14 Temmuz Bastile Günü milli bayramdır ve şanlı bir milli simgedir.
Bu sahneyi tasvir eden coşkulu tablolara baktığınızda, yüzlerce şanlı devrimcinin üç renkli bayraklarla sokaklara akın ettiğini düşünebilirsiniz. Gerçekteyse kuşatma sırasında yarım düzineden biraz fazla kişi içeride tutuluyordu.
Bastille 14 Temmuz 1789’da zapt edildi. Bundan kısa bir süre sonra, mahkumları iskeletlerin yanında bitkin bir biçimde zincire vurulmuş yatarken gösteren tüyler ürpertici gravürler Paris sokaklarında satışa sunuldu; o zamandan bu yana Bastille’deki koşulların halkta uyandırdığı izlenimi bu gravürler oluşturdu.
13. yüzyılda kale olarak kullanılan Bastille yüzyıllardır bir hapishaneydi; XVI. Louis zamanında, kralın ya da bakanlarının talimatları üzerine, komplo ya da yönetimi devirme girişimi gibi suçlardan tutuklananlara ev sahipliği yaptı. Burada kalan tanınmış eski mahkumlar arasında Voltaire de vardı ve Voltaire “Oedipe” adlı eserini 1718’de burada yazdı.
O gün orada bulunan yedi mahkum şunlardı: Dört kalpazan, Solanges Kontu (cinsel bir suçtan içeride bulunuyordu), ve iki akıl hastası (bunlardan biri Major Whyte adlı bir İngiliz ya da İrlandalıydı, beline kadar sakalı olan bu adam kendisini Julius Caesar zannediyordu).
Bastille’e gerçekleştirilen saldırı sırasında yüz kişi öldü, ölenler arasında vali de vardı ve valinin kafası bir kargının üzerinde Paris sokaklarında dolaştırıldı.
Hapishanenin muhafız birliği, askere alınmayıp çürüğe çıkarılan kişilerden oluşan bir gruptu ve koşullar birçok mahkum için oldukça rahattı.
Ressam Jean Fragonard’ın 1785’teki ziyaret gününü tasviri, avluda mahkumlarla (ki bunlara cömert bir harçlık, bolca tütünle alkol ve evcil hayvan besleme izni veriliyordu) dolaşan şık kadınları gösteriyordu.
1759-60 arasında burada hapis yatan Jean François Marmontel şunları söylüyordu:”Şarap mükemmel değildi ama idare ederdi.Tatlı yoktu: Bir şeylerden mahrum kalmanız kaçınılmazdı. Bir bütün olarak baktığımda hapistekilerin burada çok iyi ağırlandığını söyleyebilirim.”
Bastille’in zapt edildiği gün için XVI. Louis’nin günlüğünde şu satırlar okunuyordu:”Rien (Hiçbir şey).” O gün avladığı hayvan sayısından bahsediyordu.

9-Maddenin kaç hali vardır?
Çok basit: Katı, sıvı ve gaz.
Aslında üçten fazladır.On beş tane. Ve liste neredeyse her gün genişlemektedir.
İşte listenin son hali: Katı, amorf katı, sıvı, gaz, plazma, süper akışkan, süper katı, dejenere katı, nötronyum, güçlü simetrik madde, zayıf simetrik madde, kuark-gluon plazma, fermiyonik yoğunlaştırma, Bose- Einstein yoğunlaştırması, acayip madde.
Karmaşık ayrıntılara girmezsek, en ilginçlerinden biri Bose-Einstein yoğunlaştırmasıdır.
Bose-Einstein yoğunlaştırması, bir elementi çok düşük bir sıcaklığa –genel olarak mutlak sıfırın (-273 C) çok az üzerinde bir sıcaklık- gelinceye kadar soğuttuğumuzda ortaya çıkar.
Bu koşul sağlandığında gerçekten çok özel şeyler meydana gelmeye başlar. Normalde yalnızca atomik düzeyde görülen davranışlar, gözlemlemeye yetecek kadar geniş ölçeklerde meydana gelir. Örneğin bir Bose- Einstein yoğunlaştırmasını yeterince soğutarak bir deney kabına koyarsanız, bu yoğunlaştırma kabın kenarlarından yoğunlaşarak dışına taşacaktır.
Bu muhtemelen, kendi enerjisini azaltmak için gerçekleştirdiği boşuna bir girişimdir.
Bose-Einstein yoğunlaştırmasının varlığı, Satyendra Nath Bose’nin çalışmasını inceledikten sonra Einstein tarafından 1925’te öngörüldü; ama fiili olarak 1995’te Amerika’da imal edildi. Einstein’ın elyazması da ancak 2005’te ortaya çıkarıldı.

10-Cam katı mıdır, sıvı mıdır?
Cam, bir katıdır.
Camın soğutulan ama kristalleştirilemeyen ve fevkalade biçimde yavaşça akan bir sıvı olduğunu duymuş olabilirsiniz. Bu doğru değildir; cam gerçek bir katıdır.
Camın bir sıvı olduğu iddiasını desteklemek için genellikle eski kilise pencereleri örnek gösterilir; bu pencerelerdeki cam, pencerenin dibinde daha kalındır.
Bunun nedeni camın zamanla aşağı akması değil, Ortaçağ’daki camcıların her zaman tam olarak tektip bir cam tabakası çıkaramamalarıydı. Camcılar tektip bir kalıp çıkaramadıklarında, anlaşılır bir biçimde, camın kalın ucunu aşağıya yerleştiriyorlardı.
Camın katı mı sıvı mı olduğu konusundaki karışıklık, Alman fizikçi Gustav Tammann’ın (1861-1938) çalışmasının bir yanlış okumasından kaynaklanmaktadır. Tammann camı incelemiş ve cam katılaşırken onun davranışını tasvir etmişti.
Tammann, -sözgelimi- metallerdeki düzenli molekül dizilişinden farklı olarak, camın molekül yapısının düzensiz ve dağınık olduğunu fark etti.
Bir benzetmede bulunarak, camı “donmuş süpersoğuk bir sıvıyla” karşılaştırdı. Ama camın bir sıvıya benzediğini söylemek onun bir sıvı olduğu anlamına gelmez.
Günümüzde katılar, kristal ve amorf katılar olmak üzere iki kategoriye ayrılır. Cam, amorf bir katıdır.

11-En yoğun element hangisidir?
Nasıl ölçtüğümüze bağlı olarak osmiyum ya da iridyum.
Bu iki metal yoğunluk olarak birbirine son derece yakındır ve yıllardır birçok defa yer değiştirmişlerdir. Üçüncü en yoğun element platindir; bunu renyum, neptünyum, plütonyum ve altın izler. Kurşun listenin alt sıralarındadır; osmiyum veya iridyumun ancak yarısı kadar yoğunluktadır.
İngiliz kimyager Smithson Tennant (1761-1815) tarafından 1803’te (iridyumla beraber) keşfedilmiş olan Osmiyum (Os) çok nadir bulunan, çok sert, gümüş-mavi bir elementtir.
Tennant, Richmond’lı bir papazın oğluydu ve aynı zamanda elmasın saf kömürün bir biçimi olduğunu gösteren ilk kişiydi.
Tennant Osmiyum adını, Yunanca “koku” anlamına gelen “osme” kelimesinden türetmişti. Bu element son derece zehirli olan osmiyum tetroksit yayar; keskin ve tahriş edici bir kokuya sahip olan bu madde akciğerlere, deriye ve gözlere zarar verebilir ve şiddetli baş ağrısına yol açabilir. Osmiyum tetroksit, parmak izi almada kullanılır çünkü bu maddenin buharı, parmakların bıraktığı çok küçük yağ izleriyle tepkimeye girerek siyah tortular oluşturur.
Son derece dayanıklı olması ve paslanmazlık özelliği, osmiyumu uzun ömürlü gramofon iğnesi, pusula iğnesi ve dolmakalem ucu yapımında kullanışlı kılar.
Osmiyum aynı zamanda son derece yüksek bir erime noktasına sahiptir: 3054 C. Osram adı Auer tarafından 1906’da tescil ettirildi; bu kelime OSmiyum ve wolfRAM’dan gelir.
Dünyada her yıl 100 kg’dan daha az osmiyum çıkarılıyor.
İridyum (İr) sarımsı beyaz bir metaldir ve tıpkı Osmiyum gibi platine çok benzer. İridyum’un adı, alaşımlarının ortaya çıkardığı birçok güzel renkten ötürü, Yunanca’da “gökkuşağı” anlamına gelen “iris” kelimesinden gelir.
İridyum da son derece yüksek bir erime noktasına sahiptir (2446 C) ve asıl olarak metal dökümhaneleri için eritme kapları yapmakta ve platini sertleştirmekte kullanılır.
İridyum yeryüzündeki en nadir elementlerden biridir (92 element arasında 84.dür), ama imkansız bir biçimde, yaklaşık 65 milyon yıl önce oluşan ve Kretase-Tersiyer (KT) sınırı olarak bilinen ince jeolojik katmanda bu elementten bol miktarda bulunur.
Jeologlar bunun ancak uzaydan gelmiş olabileceğini düşünüyorlar ve bu düşünce, dinozorların bir asteroitin çarpması sonucu yok oldukları şeklindeki kuramı destekliyor.

12-Dünyada en yaygın olarak bulunan madde nedir?
Oksijen? Karbon? Nitrojen? Su?
Hiçbiri. Yanıt: Perovskittir. Perovskit; magenzyum, silikon ve oksijenden oluşan bir mineraldir.
Perovskit, gezegenimizin toplam kütlesinin yarısını oluşturuyor. Dünya’nın katmanlarından manto, büyük ölçüde bu maddeden oluşur; ya da bilimciler öyle tahmin etmektedirler. Şu ana kadar hiç kimse bu bölgeden bir numune alıp bu tahmini kanıtlamamıştır.
Perovskitler, adını 1839’da Rus mineralog Count Lev Perovski’den alan bir mineral ailesidir. Perovskitler, süper iletkenlik ( normal sıcaklıklarda direnç olmadan elektriği iletebilen madde) araştırmalarında aranan şey olduklarını kanıtlayabilir.
Bu “yüzen” trenleri ve hayal edilemeyecek hızdaki bilgisayarları gerçek kılabilir. Şu anda süper iletkenler sadece çok düşük sıcaklıklarda (şu ana kadar kaydedilen en yüksek sıcaklık -135 C) çalışıyor; bu da bunların kullanışsız olmasına neden oluyor.
Mantonun, perovskitin yanı sıra magnezyum-vustitten (göktaşlarında da bulunan bir tür magnezyum oksit) ve az miktarda şistovitten (bu maddenin adı, Moskova Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi olan ve laboratuarında 1959’da silikon oksidin yüksek basınç altındaki yeni bir biçimini oluşturan Lev Shistov’dan gelmektedir) oluştuğu düşünülmektedir.
Manto, yer kabuğu ve çekirdek arasında bulunur. Genel olarak mantonun katı olduğu varsayılır, ama bazı bilimciler bunun çok yavaş hareket eden bir sıvı olduğunu düşünür.
Bütün bunları nereden biliyoruz? Volkanlardan püsküren kayalar bile yeryüzeyinin altındaki ilk 200 km’den gelir ve alt manto 660 km’de başlar.
Sismik dalgaların titreşimlerini aşağıya doğru gönderip bunların karşılaştıkları direnci ölçerek, Dünya’nın iç kesiminin hem yoğunluğu hem de sıcaklığı tahmin edilebiliyor.
Bu tahminler daha sonra, -yerkabuğundan ve göktaşlarından- örneklerine sahip olduğumuz minerallerin yapısı hakkında ve bu minerallere yoğun ısı ve yüksek basınç altında ne olduğu konusunda bildiğimiz şeylerle karşılaştırılabiliyor.
Ama bilimdeki birçok şey gibi, bu da aslında bilgiye dayalı bir tahminden başka bir şey değil.

13-Ay nasıl kokar?
Anlaşıldığı kadarıyla barut gibi.
Ay’da yalnızca on iki kişi yürüdü, bunların hepsi de Amerikalıydı. Astronotlar hava geçirmez uzay elbiseleri içinde Ay’ı koklayamıyorlardı, ama Ay’daki toprak yapışkan bir madde olduğundan Ay yüzeyinden kabine döndüklerinde yanlarında bu tozlardan bol miktarda sürüklüyorlardı.
Astronotlar Ay toprağının kara benzediğini, barut gibi koktuğunu ve tadının çok kötü olmadığını söylediler. Bu toprak büyük ölçüde, Ay’ın yüzeyine çarpan göktaşlarının yol açtığı silikon dioksitten meydana gelmektedir, bunun yanı sıra demir, kalsiyum, magnezyum gibi mineraller de içerir.
NASA, uzay uçuşlarına katılan her bir ekipmanı koklayan küçük bir tim görevlendiriyor. Bunun sebebi, Uluslar arası Uzay İstasyonu’ndaki havanın hassas dengesini değiştirebilecek herhangi bir maddenin uzay mekiğine girmesini önlemek.
Ay’ın peynirden oluştuğu fikri muhtemelen 16. Yüzyıla dayanıyor. Bu konuya yapılan ilk atıf John Heywood’un Atasözleri (1564) kitabında geçiyor: “Ay, taze peynirden meydana gelmiştir.” Taze peynir tıpkı Ay’ın yüzeyi gibi, benekli bir görünüme sahiptir.

14-Dünyanın kaç uydusu var?
En az yedi.
Hiç şüphe yok ki Ay (ya da gökbilimcilerin tabiriyle Luna), dünyanın yörüngesini tam olarak izleyen tek gök cismidir. Ama Dünya’ya Yakın Asteroitler (NEAs) olarak adlandırılan altı tane daha gökcismi var; bunlar Dünya’yı Güneş’in etrafından takip eder ve çıplak gözle görülemezler.
Bu “ortak yörüngeler”den ilki Cruithne’ydi. 5 km’lik bir çapa sahip olan bu uydu 1997’de keşfedildi. At nalı şeklinde tuhaf bir yörüngeye sahiptir.
O tarihten sonra beş uydu daha tanımlandı ve bunlar şu şekilde adlandırılıverdiler: 2000 PH5, 2000 WN10, 2002 AA29, 2003 YN107 ve 2004 GU9.
Bunlar gerçekten uydu mudur? Birçok gökbilimci böyle olmadığını söylüyor, ama bunlar kesinlikle asteroitlerden daha fazlasıdır. Bu asteroitler tıpkı Dünya gibi, yaklaşık bir yıl süresince Güneş’in yörüngesinde dönerler ve zaman zaman çok küçük bir çekim etkisinde bulunmaya yetecek kadar yakınlaşırlar.
Bu durumda, bunları ister sahte uydu, ister yarı uydu, isterseniz de refakatçi asteroid olarak adlandırın, izlemeye değerdirler; çünkü bazıları ya da tamamı bir gün daha düzenli bir yörünge düzlemine oturabilir.

15-Güneş sisteminde kaç gezegen var?
Doğru cevap kesinlikle dokuz değil.
Cevap sekiz ya da on ya da muhtemelen yirmi bir. Bazıları birkaç milyon olduğunu söylüyor. Uluslar arası Astronomi Birliği uzun süredir uğraştığı “gezegen” tanımında nihai bir karara varana kadar buna kesin bir cevap veremeyeceğiz.
Artık kimse Plüton’un dokuzuncu gezegen olduğunu düşünmüyor. En muhafazakar gökbilimciler bile, Plüton’un bilimsel olmaktan ziyade “kültürel” nedenlerle bir gezegen olduğunu istemeyerek de olsa kabul ediyor. Plüton’u 1930’da keşfedenler tam olarak ikna olmamışlardı; Plüton’dan Neptün ötesi bir nesne olarak bahsediyorlardı.
Plüton diğer bütün gezegenlerden ve hatta bu gezegenlerin uydularının yedisinden bile daha küçüktür. Kendi ana uydusu Charon’dan da çok büyük değildir. (2005’te Plüton’un iki ana uydusu daha keşfedildi) Yörüngesi düzgün olmayıp diğer gezegenlerin düzleminden değişiktir ve bileşimi tamamen farklıdır.
En derinlerdeki dört gezegen orta büyüklüktedir ve kayalıktır; sonraki dördü ise gaz kütlesidir. Plüton küçük bir buz topudur ve Güneş sisteminin ucunda Kuiper kuşağını oluşturan en az 60.000 küçük, kuyrukluyıldız benzeri nesneden biridir.
Bütün bu gezegenimsi nesneler küçük gezegenler olarak bilinir. Bunlardan kayıtlı olan 300.795 tane var; her ay 5000 tane daha keşfediliyor ve çapı bir kilometrenin üzerinden yaklaşık iki milyon cisim olabileceği tahmin ediliyor. Bunların çoğu gezegen olarak kabul edilmek için çok fazla küçük, ama on iki tanesinin Plüton’dan aşağı kalır yanı yok.
Bunlardan 2005’te keşfedilen ve 2003 UB313 olarak bilineni, aslında Plüton’dan daha büyük. Sedna, Orcus ve Quaoar gibileriyle de çok ara yok.
Bu sürecin sonunda iki sisteme sahip olmamız mümkün. Sekiz gezegenli Güneş sistemi ve diğer yeni gezegenlerin bulunduğu Kuiper kuşağı sistemi.
Bu değişiklik daha önce görülmemiş değil. En büyük asteroit Ceres, 1801’deki keşfinden 1850’de asteroit konumuna düşürülene kadar, onuncu gezegen olarak kabul ediliyordu.

16-Bir asteroit kuşağında nasıl uçarsınız?
Gözünüzü dört açın; ama bir şeye çarpmanız gerçekten pek olası değildir.
Kötü bilimkurgu filmlerinde gördüklerinize rağmen, asteroit kuşakları genelde tenha yerlerdir. Uzayın geri kalanıyla karşılaştırıldığında işlek olmasına rağmen tenhadır.
Genel olarak, büyük asteroitler (bir uzay gemisine kaydadeğer bir hasar verebilecek olanlar) arasındaki boşluk yaklaşık iki milyon kilometredir.
Yakın zamanda daha büyük bir cisimden oluşmuş ve “takım” adı verilen bazı kümeler olsa da, bir asteroit kuşağında hareket etmek çok zor olmayacaktır. Hatta rastgele bir güzergah seçerseniz tek bir asteroid bile göremeyebilirsiniz.
Eğer bunlardan biriyle karşılaşırsanız ona pekala bir isim verebilirsiniz.
Bugünlerde Uluslar arası Astronomi Birliği, küçük gezegenlerin gittikçe genişleyen listesini kontrol altına almak için on beş kişilik bir Küçük Cisimleri Adlandırma Komitesi’ne sahip. Aşağıdaki son örneklerin gösterdiği gibi, bu bütünüyle ciddi bir iş değil:
(15887) Daveclark, (14965) Bonk, (18932) Robinhood, (69961) Millosevich, (2829) Bobhope, (7328) Seanconnery, (5762) Wank, (453) Tea, (3904) Honda, (17627) Humptydumpty, (9941) Iguanodon, (9949) Brontosaurus, (9778) Isabellalende, (4479) Charlieparker, (9007) Jamesbond, (39415) Janeausten, (11548) Jerrylewis, (19367) Pink Floyd, (5878) Charlene, (6042) Cheshirecat, (4735) Gary, (3742) Sunshine, (17458) Dick, (1629) Pecker ve (821) Fanny.
Smith, Jones, Brown ve Robinson asteroitlerin resmi isimleridir; Bikki, Bus, Bok, Lick, Kwee, Hippo, MrSpock, Roddenberry ve Swissair de öyle.
Gezegenlere isim vermedeki tuhaflık yeni değil. Plüton’un adı 1930’da, 11 yaşındaki Oxford’lu kız öğrenci Venetia Burney tarafından verildi. Venetia’nın dedesi, onun kahvaltıda yaptığı öneriyi yakın arkadaşı ve Oxford Astronomi Profesörü Herbert Hall Turner’a iletmişti.
Belki de 2003 UB313 sonuç olarak Rupert adını alacak.

17-Işık hangi hızda yol alır?
Duruma göre değişir.
Genellikle ışık hızının sabit olduğu söylenir ama öyle değildir. Işık sadece boşlukta en yüksek hızına, saniyede yaklaşık 300.000 km hıza ulaşır.
Diğer ortamlarda ışığın hızı oldukça değişkendir ve herkesin bildiği rakamdan daima daha yavaştır. Örneğin elmasın içinden, yarı hızdan daha düşük bir hızla geçer: 130.000 km/sa.
Yakın zamana kadar, ışığın kaydedilen en yavaş hızı (-272 C’deki sodyumdan geçerken) saatte 60 km’nin biraz üzerindeydi: Bir bisikletten daha yavaş.
2000 yılında (Harvard Üniversitesi’ndeki) aynı ekip ışığı, Rubidyum elementinin Bose-Einstein yoğunlaştırmasına yansıtarak tamamen durma noktasına getirmeyi başardı.
Rubidyumu Robert Bunsen (1811-1899) keşfetti; ama kendi adının verildiği Bunsen bekini Bunsen icat etmemiştir.
Işığın kendisini göremeyiz, yalnızca onun çarptığı şeyi görebiliriz. Boşluktaki bir ışık ışını, ona bakan kişiye dik açıyla ışıldadığında görülemez.
Bu çok garip olmasına rağmen oldukça mantıklıdır. Eğer ışığın kendisi görülebilseydi, gözlerimizle baktığımız her şey arasında bir tür pus meydana getirirdi.
Karanlık da aynı ölçüde tuhaftır. Karşımızda öyle bir şey yoktur ama onun arasından hiçbir şey görülemez.

18-Kırkayağın kaç ayağı vardır?
Kırk değil. Yüz de değil.
Kırkayak kelimesi, Latince’de “yüz ayak” anlamına gelen ‘centipeda’ kelimesinden gelmektedir. Kırkayaklar yüz yılı aşkın bir süredir incelenmesine karşın tam olarak yüz ayağa sahip bir örneğine rastlanmamıştır.
Bazılarının daha çok, bazılarının daha az ayağı vardır. Yüze en yakın ayak sayısına sahip olanı 1999’da keşfedilmiştir ve 96 ayaklıdır ve diğer kırkayaklardan ayak çifti, çift sayı olan tek tür olmasıyla ayrılıyordu: 48 çift.
Diğer bütün kırkayaklar tek sayılı ayak çiftlerine sahiptir. Bunların ayak sayıları 15 çift ile 191 çift arasında değişir.

19-En büyük penise sahip hayvan hangisidir?
Kaya midyeleri. Bu son derece gösterişsiz hayvanlar, boyutlarına göre en uzun penise sahiptir. Bunların penisleri, boylarının yedi katına ulaşabilir.
1220 kaya midyesi türünün çoğu hermafrodittir. Bir kaya midyesi, “anne” olmaya karar verdiğinde yumurtasını kendi kabuğuna bırakır ve aynı zamanda bir miktar baştan çıkarıcı feromon salar. Yakındaki bir kaya midyesi “erkek” rolünü oynayarak karşılık verir ve devasa penisini uzatıp dişinin boşluğuna spermlerini bırakır.
Kaya midyeleri başlarının üstünde dururlar ve ayaklarıyla yemek yerler. Çok güçlü bir yapıştırıcı kullanarak, kendilerini baş aşağı bir vaziyette bir kayaya ya da bir geminin gövdesine tuttururlar. Kaya midyesinin ilk başta üst kısmı olarak gördüğümüz yer aslında alt kısmıdır; bu şekilde hayvan tüylü bacaklarıyla, yakınından geçen avlarını yakalar.
Penisi büyük diğer türler dokuz kemerli armadillo (penisi, cüssesinin üçte ikisine kadar ulaşır) ve mavi balinadır. Mavi balinanın penisi, balinanın kendi boyutuyla karşılaştırıldığında görece mütevazi kalsa da, 1,8 ile 3 metre uzunluğu ve 45 cm’lik çevresiyle en büyük penis olma özelliğini taşımaktadır.
Bir mavi balinadan boşalan meninin 20 litre olduğu tahmin ediliyor; bu meninin üretildiği testislerin her biri ise 70 kg’dır.
Diğer çoğu memeli gibi balinaların da penis kemikleri vardır. Baculum ya da os penis. Balinaların penis kemikleriyle beraber morsların ve kutup ayılarının penis kemikleri Eskimolar tarafından kızak ayağı veya sopa olarak kullanılır.
Memelilerin penis kemikleri aynı zamanda kravat iğnesi, kahve karıştırıcısı, hediyelik eşya yapımında kullanılır. Bu kemikler şekil olarak son derece değişkendir –muhtemelen bütün kemikler arasında en değişken olanlarıdır- ve memeliler arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmaya yararlar. İnsanlar ve örümcek maymunları ise bu kemiğe sahip olmayan tek memelilerdir.

20-Roma İmparatorları bir gladyatörün ölüm emrini nasıl verirlerdi?
Başparmaklarını yukarı kaldırarak.
Ne gladyatörün öldürülmesini isteyen Romalı seyirciler başparmaklarını aşağıya indirirlerdi, ne de bu ölüme izin veren Roma İmparatorları.
Bir gladyatörün öldürülmesi istendiğinde başparmak yukarı kaldırılırdı- tıpkı kınından çıkarılan bir kılıç gibi. Kaybeden bir gladyatörün canının bağışlanması için, başparmak sıkılmış yumruğun içine sokulurdu – tıpkı kınına geri sokulan bir kılıç gibi. Bu durum Latince’de “pollice compresso favor iudicabatur (iyilik yapma kararını içeride tutulan başparmak verir) şeklinde ifade edilirdi.
Ridley Scott Gladyatör’ü yönetmeyi kabul etmeden önce Hollywood yöneticileri kendisine 19. Yüzyıl ressamı Léon Gérôme’un Pollice Verso isimli tablosunu gösterdiler. Tabloda, imparator ölüm cezasını vermek için başparmağını aşağıya doğru uzatırken Romalı bir gladyatör bekliyor. Scott resimden çok etkilendi ve derhal filmi yönetmesi gerektiğine karar verdi.
Scott, esin kaynağının bütünüyle yanlış olduğundan bihaberdi. Son iki yüzyılın en büyük yanılgılarından birinin tek sorumlusu bu tabloydu.
Tarihçiler, şu konuda fikir birliğine vardılar: Gérôme büyük bir yanılgıyla “pollice verso” (çevrilmiş başparmak) ifadesinin “aşağı çevrilmiş” anlamına geldiğine hükmetti; halbuki bu ifade “yukarı çevrilmiş” anlamına geliyordu.

21-Deccal’in sayısı kaçtır?
616.
Kıyamet gününden önce dünyaya hükmetmeye gelecek korkunç Deccal’in simgesi 2000 yıldan beri 666’dır. Birçok kişi için bu uğursuz bir sayıdır: Avrupa Parlamentosu bile 666 numaralı koltuğu boş bırakır.
Bu sayıdan İncil’in en son ve en tuhaf kitabı Vahiy’de bahsediliyor: “Anlayabilen, Deccal’in sayısını hesaplasın: Çünkü bu sayı bir insanı simgeler ve onun sayısı altı yüz altmış altıdır.”
Ama bu sayı yanlıştır. Vahiy Kitabı’nın bilinen ilk nüshasının 2005’te yapılan yeni bir çevirisi bu sayının 666 değil 616 olduğunu açıkça gösteriyor. 1700 yıllık papirüs, Mısır’ın Oxyrhynchus şehrinin çöplüğünde bulundu ve başında Profesör David Parker’ın yer aldığı Birmingham Üniversitesi’nden bir paleografik araştırma ekibi tarafından deşifre edildi.
Eğer yeni sayı doğruysa, bu durum, eski sayıdan kaçınmak için küçük bir servet harcamış olanların hiç hoşuna gitmeyecek. ABD’deki 666 Otoyolu’nun adı 2003’te 491 Otoyolu olarak değiştirildi. Hele Moskova Ulaştırma Dairesi bundan hiç hoşlanmayacak. 1999’da 666 numaralı uğursuz otobüs yolu için belirledikleri yeni numara 616 idi.
Anlaşmazlık 2. Yüzyıldan beri devam ediyor. Deccal’in sayısını 616 olarak hesaplayan bir İncil versiyonu, Lyon Başpiskoposu Aziz Iranaeus (130-200) tarafından hatalı ve düzmece diye kınanmıştır. Karl Marx’ın arkadaşı Friedrich Engels Vahiy Kitabı adlı yazısında (1883) İncil’i inceledi. O da bu sayıyı 616 olarak hesapladı.
Vahiy, Yeni Ahit’in yazıya geçirilen ilk kitabıdır ve sayı bilmeceleriyle doludur. İbranice alfabesinin 22 harfinin her biri bir sayıya tekabül eder ve böylece her sayı aynı zamanda bir kelime olarak okunabilir.
Hem Parker hem de Engels, Vahiy Kitabı’nın politik ve Roma karşıtı bir risale olduğunu ve vermek istediği mesajı sayısal olarak şifrelediğini ileri sürer. Deccal’ın sayısı kaç olursa olsun ilk Hristiyanlara zulmeden Caligula ya da Neron’la ilgiliydi, hayatıkla bir yaratıkla ilgili değil.
666 fobisi, “Hexakosioihexekontahexaphobia” olarak bilinir, 616 fobisi ise “Hexakosioidekahexaphobia olarak bilinir.
Bir rulet çarkındaki sayıların toplamı 666’dır.

22-Evren ne renktir?
Gümüşi parçalarla siyah? Siyah parçalarla gümüşi? Soluk yeşil? Bej?
Resmi olarak bejdir.
2002’de John Hopkins Üniversitesi’nden Amerikalı bilim adamları, Avustralya Kırmızıya Kayan Galaksileri İnceleme Kurumu’nun topladığı 200.000 galaksi ışığını inceledikten sonra evrenin soluk yeşil renkte olduğu sonucuna vardılar. Evren göründüğü gibi, gümüşi parçalarla siyah değildi. Dulux renk kataloğunu standart olarak alırsak, bu renk, Meksika Yeşili, yeşim yeşili ve Shangri-La ipek yeşili arasında bir yerde kalıyordu.
Bununla birlikte, Amerikan Astronomi Derneği’ne yapılan açıklamadan birkaç hafta sonra, hesaplamalarında bir hata yaptıklarını ve evrenin aslında daha çok köstebek derisi renginin kasvetli bir tonu olduğunu itiraf etmek durumunda kaldılar.
17.yüzyıldan bu yana, en büyük ve en meraklı zihinlerin bazıları geceleyin gökyüzünün neden siyah olduğu üzerine kafasını yordu. Eğer evren sonsuzsa ve eşit biçimde dağılmış sonsuz sayıda yıldız içeriyorsa, baktığımız her yerde bir yıldız bulunmalı ve gökyüzü geceleyin gündüz gibi aydınlık olmalıydı.
Bu durum, bu sorunu 1826’da tanımlayan Alman gökbilimci Heinrich Olbers’e atfen (bunu yapan ilk kişi değildi), Olbers Paradoksu olarak bilinir.
Şu ana kadar hiç kimse bu soruna gerçekten doyurucu bir yanıt sunamadı. Belki yıldızların sayısı sonsuz değildir, belki en uzaktaki yıldızların ışığı henüz bize ulaşmadı. Olbers’in çözümü şuydu: Geçmişteki bir zamanda bütün yıldızlar ışık saçmıyordu ve bir şey onların ışık saçmaya başlamalarını sağlamıştı.
En uzaktaki yıldızların ışığının hala yolda olduğunu söyleyen ilk kişi, kehanet gibi şiirsel düzyazısı Eureka(1848) ile Edgar Allen Poe idi.
2003’te Hubble Uzay Teleskobu’nun Ultra Derin Alan Kamerası, geceleyin gökyüzünün en boş görünen kısmına doğrultuldu ve film bir milyon saniye boyunca ışıklandı.
Ortaya çıkan fotoğraf, her birinde evrenin belirsiz uçlarına uzanan yüz milyonlarca yıldızın bulunduğunu ve bugüne dek bilinmeyen onbinlerce galaksiyi gösteriyordu.

23-Mars ne renktir?
Sarımsı kahverengi.
Ya da kahverengi. Ya da turuncu. Ya da soluk pembe lekelerle haki.
Mars gezegeninin en bilindik özelliklerinden biri, geceleyin gökyüzünde kırmızı görünüşüdür. Fakat bu kızıllık, gezegenin atmosferindeki tozdan kaynaklanmaktadır. Mars’ın yüzeyi için farklı bir durum söz konusudur.
Mars’tan çekilen ilk fotoğraflar, Neil Armstrong’un Ay’a ayak bastığı meşhur günden yedi yıl sonra Viking 1 tarafından gönderildi. Bu fotoğraflar, tam da beklediğimiz gibi, koyu renkli kayalarla bezeli ıssız bir kırmızı toprak gösteriyordu.
Bu durum komplo teorisyenlerini süpheye düşürdü: Bu teorisyenler, fotoğraflar daha tanıdık görünsün diye NASA’nın fotoğraflar üzerinde kasıtlı olarak oynadığını öne sürdüler.
1976’da Mars’a ulaşan iki Viking gezgin robotun üzerindeki fotoğraf makineleri renkli fotoğraf çekmiyordu. Dijital görüntüler gri tonlamayla alınıyor ve daha sonra üç renk filtresinden geçiriliyordu.
“Doğru” renkte bir görüntüyü elde etmek üzere bu filtreleri ayarlamak son derece güçtür ve bir sanat olduğu kadar bir bilimdir de.
2004’te New York Times, Mars’tan gelen ilk fotoğrafların “pembesinin biraz fazla olduğunu”, ama daha sonraki ayarlamaların Mars’ın yüzeyini sarımsı kahverengi gösterdiğini belirtti.
NASA’nın gezgin robotu, Spirit 2004’ten beri Mars’ta faaliyet gösteriyor. En son yayınlanan fotoğraflar, gri-mavi kayalarla ve somon renginde kum lekeleriyle yeşil-kahverengi, çamur renginde bir manzara gösteriyordu.
Biri oraya gidene kadar muhtemelen Mars’ın gerçek rengini bilemeyeceğiz.
1887’de İtalyan gökbilimci Gİovanni Schiaparelli, Mars üzerinde uzun düz çizgiler gördüğünü söyledi ve bunlara canali (kanal, oluk) adını verdi. Ama bu kelime İngilizce’ye, olması gerektiği gibi “channel” olarak değil, “canal” olarak çevrildi; bu da Mars’ta kayıp bir uygarlık olduğu söylentilerini başlattı.
Suyun Mars’ta buhar halinde ve kutuplardaki buz örtüsünde buz olarak varolduğu düşünülür; ama daha güçlü teleskoplar geliştirildiğinden bu yana, Schiaparelli’nin kanallarının varlığına dair hiçbir kanıt bulunamadı.
Mars’ın Arapçası Kahire’dir(al-Qâhirah).

24-Su ne renktir?
Alışıldık cevap suyun rengi olmadığıdır; su “şeffaf” ya da “saydam”dır ve denizin mavi görünmesinin tek sebebi gökyüzünün denizin üzerine yansımasıdır.
Yanlış. Su aslında mavidir. Son derece soluk bir tonudur, ama mavidir. Bunu doğada, kardaki derin bir deliğe ya da donmuş bir şelalenin kalın buzlarının içine baktığınızda görebilirsiniz. Çok büyük ve çok derin beyaz bir havuzu suyla doldurup içine baktığınızda su mavi görünecektir.
Bu soluk mavi ton, suyun içine değil ama suya baktığımızda, bazen neden şaşırtıcı bir biçimde mavi renk aldığını açıklamaz. Gökyüzünden yansıyan renk, kesinlikle önemli bir rol oynar. Bulutlu bir günde deniz tam olarak mavi görünmez.
Ama gördüğümüz ışığın tamamı suyun yüzeyinden yansımaz; bu ışığın bir kısmı yüzeyin altından gelir. Su ne kadar bulanıksa, o kadar çok renk yansıtır.
Denizler ve göller gibi büyük su kütleleri genellikle son derece yoğun bir biçimde mikroskobik bitki ve su yosunu içerir. Irmaklar ve göletler son derece yoğun bir biçimde toprak ve diğer katı asıltıları içerir.
Bütün bu parçacıklar, suyun yüzeyine geri dönen ışığı yansıtıp dağıtarak gördüğümüz renklerde büyük sapmalara neden olurlar. Parlak mavi bir gökyüzünün altında bazen göz kamaştırıcı yeşil bir Akdeniz görmemizin sebebi budur.

25-Dünya’nın ne kadarı sudur?
Dünya yüzeyinin %70’i sularla kaplı olabilir ama su gezegenin kütlesinin 5000’de 1’inden daha azına tekabül eder.
Dünya oldukça büyüktür; 6 milyon, milyar, milyar kg gelir. Bunun yarısı mantoda bulunur. Görünüşe göre sulu olan yerkabuğunda bile, kara kütlesi okyanuslarınkinden 40 kat daha fazladır.
2002’de Science dergisinde yayınlanan bir Japon deneyine göre, alt mantoda çözünmüş su, Dünya’nın yüzeyinde dolaşan sudan beş kat fazla olabilir.
Araştırmacılar, cm’ye 200.000 kg’lık basınç ve 1600 C0’lik sıcaklık altında, alt mantoda bulunanlara benzer dört mineral bileşik oluşturdular. Daha sonra buna su ekleyip bu suyun ne kadar emildiğini ölçtüler. Eğer Japonlar haklıysa Dünya’daki su oranı gözden geçirilerek daha yüksek söylenmelidir: Binde bir.

26-Amerika adını nelerden almıştır?
İtalyan tüccar ve haritacı Amerigo Vespucci’den değil, Galli ve zengin bir Bristol tüccarı Richard Ameryk’ten almıştır.
Ameryk, John Cabot’un ikinci transatlantik yolculuğundaki baş sermayedardı. Cabot 1484’te Cenova’dan Londra’ya gitti ve Kral VII. Henry’den batıdaki bilinmeyen toprakları araştırma izni aldı.
Cabot, küçük gemisi Matthew’le Mayıs 1497’de Labrador’a ulaştı ve Amerika toprağına ayak basan ilk Avrupalı oldu:Vespucci’den iki yıl erken davranmıştı.
Cabot, Nova Scotia’dan Newfoundland’a kadar Kuzey Amerika kıyı şeridinin haritasını çıkardı. Richard Ameryk yolculuğun baş sponsoru olarak keşiflere kendi adının verilmesini bekleyecekti. O yıl Bristol yıllığında şöyle bir not vardır: “…. Vaftizci Yahya Günü’nde (24 Haziran) Amerika toprağı, Matthew adlı bir Bristol gemisiyle Bristollü tüccarlar tarafından bulundu.” Bu not neler olup bittiğini gayet iyi açıklıyor.
Bu yıllığın orijinal el yazması mevcut olmamasına rağmen, günümüze ulaşan diğer belgelerde bu metne bir dizi referans vardır. Bu, yeni kıtadan bahsedilirken “Amerika” tabirinin ilk kullanılışıdır.
Bu adı kullanan ve günümüze ulaşan en eski harita, Martin Waldseemüller’in 1507 tarihli büyük dünya haritasıdır; ama bu harita sadece Güney Amerika’yı gösteriyordu. Waldseemüller notlarında Amerika isminin Amerigo Vespucci’nin adının Latince versiyonundan türetildiğini varsaydı, çünkü Vespucci 1500-1502 arasında Güney Amerika kıyısını keşfedip buranın haritasını çıkarmıştı.
Bu durum, onun emin olmadığını ve diğer haritalarda (Muhtemelen Cabot’unkinde) görmüş olduğu bir ismin kökenini açıklamaya çalıştığını akla getiriyor. “Amerika” adının bilindiği ve kullanıldığı tek yer Bristol’dü –Fransa’da yaşayan Waldseemüller’in gitmesi muhtemel olan bir yer değildi. Waldseemüller anlamlı bir biçimde, 1513 tarihli dünya haritasında “Amerika”yı Terra Incognita (Bilinmeyen Topraklar) olarak değiştirdi.
Vespucci Kuzey Amerika’ya hiç varamadı. Yapılan ilk haritalar ve ticaret İngilizler tarafından gerçekleştirildi. Yaptığı keşif sırasında “Amerika” adını kullanmadı.
Bunun için geçerli bir neden daha var. Yeni ülkelere ya da kıtalara hiçbir zaman bir kişinin adı verilmemiştir; buralara daima bu kişinin soyadı verilmiştir.
Eğer İtalyan kaşif buraya bilinçli olarak kendi adını vermiş olsaydı, Amerika’nın adı muhtemelen “Vespucci Toprağı” (ya da Vespuccia) olacaktı.

27-ABD’de kaç eyalet vardır?
Teknik olarak 46 eyalet vardır.
Virginia, Kentucky, Pennsylvania ve Massachusetts resmi olarak birer Commonwealth’tir.(Buradaki Commonwealth, “İngiliz Uluslar Topluluğu” anlamındaki Commonwealth değil, ABD’deki bu dört bölgenin “eyalet” kelimesi yerine, “ortak rızayla oluşturulmuş siyasi topluluk” anlamında kullandıkları terimdir.
Bu durum onlara özel anayasal güçler tanımaz. Bu eyaletler bu sıfatı Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra kendilerini tanımlamak için seçtiler. Bu, onların Kralın ihtiyaçlarına cevap veren “Kralın sömürgeleri” olmaktan çıkıp, “halkın ortak rızasıyla” yönetilen eyaletler haline geldiğini açıklığa kavuşturdu.
Virginia (adını Bakire [Virgin] Kraliçe 1. Elizabeth’ten aldı) kuruluştaki 13 eyaletten (dolayısıyla ABD bayrağındaki 13 çizgiden) biriydi ve 1776’da kendisini Commonwealth ilan eden ilk eyaletti.
Pennsylvania ve Massachusetts de kısa bir süre sonra kendilerini Commonwealth ilan etti. İlk başlarda Virginia’nın bir idari bölgesi olan Kentucky ise 1792’de bir Commonwealth oldu.
Yabancı topraklarda da iki Amerikan Commonwealth’ı vardır. Karayipler’deki Porto Riko adası Temmuz 1952’de anayasasını yaparak kendisini ABD’nin bir Commonwealth’i ilan etti. Büyük Okyanus’taki Kuzey Mariana Adaları da 1975’te aynı şeyi yaptı. Bunların ikisi de ABD eyaleti değil.

28-İlk ABD Başkanı kimdir?
Peyton Randolph.
Randoplh, George Washington’dan önceki on dört Kıtasal Kongre Başkanının ilkiydi.
Kıtasal Kongre, şikayetlerini İngiliz tahtına iletmek için 13 koloni tarafından oluşturulmuş müzakere organıydı. Kıtasal Kongre, Randolph başkanlığındaki ikinci toplantısında Britanya’nın kolonilere savaş ilan ettiğine hükmetti ve karşılık olarak Kıta Ordusu’nu kurdu; George Washington’u başkomutan yaptı.
Randolph’un halefi John Hancock

29-Tayland’ın başkenti neresidir?
Grung Tape.
Şehrin günlük hayattaki adı “Melekler Şehri” anlamına gelen ve şehrin resmi isminin kısaltmasıdır; bu resmi isim dünyadaki en uzun yer adıdır.
Sadece cahil yabancılar buraya Bangkok der; bu isim 200 yılı aşkın süredir kullanılmamaktadır. Avrupalıların ve onların bütün ansiklopedilerinin Tayland’ın başkentine Bangkok deyip durmaları, Taylandlıların Britanya’nın başkentinin Billngsgate ya da Winchester olduğunu iddia etmeleri gibi bir şeydir.
Grung Tape (kabaca telaffuz edilişidir) genellikle Krung Thep olarak okunur.
Bangkok, Kral I.Rama 1782’de başkenti buraya taşımadan önce varolan küçük bir balıkçı limanının adıydı; Kral bu bölgede bir şehir kurdu ve yeni bir isim verdi. ((Krungthepmahanakornamornratanakosinmahintarayutthayamahadilokphopnopparatrajathaniburiromudom)
Tayca’da bu şehrin adı 152 harf ya da 64 hecelik tek bir kelime halinde yazılır.
Bu isim kabaca şöyle çevrilebilir: “Büyük Melekler Şehri, göz kamaştırıcı mücevherlerin büyük hazinesi, fethedilemez büyük toprak, görkemli ve seçkin topraklar, kimyasal değişim göstermeyen dokuz değerli taşın da bulunduğu şirin kraliyet başkenti, en yüksek kraliyet meskeni ve heybetli saray, reenkarnasyon geçirmiş ruhların kutsal barınağı ve yaşadığı yer.”
Bangkok isminin ilk kısmı Tayca’da yaygın olarak kullanılan “bang” kelimesidir ve “köy” anlamına gelir. İkinci kısmının ise eski bir Tayca kelime olan “makok”tan geldiği sanılmaktadır. Yani Bangkok’un anlamı “Zeytin Köyü” ya da “Erik Köyü”dür. Hiçkimse bu ikisinden hangisi olduğu konusunda emin değil; ya da kimse bunu umursamıyor.
Krung Thep (ya da çok istiyorsanız Bangkok) Tayland’daki tek şehirdir ve kendisinden sonra gelen en büyük kasabadan yaklaşık 40 kat daha büyüktür.

30-Dünyanın en büyük şehri hangisidir?
Mexico City? Sao Paolo? Honolulu? Mumbai? Tokyo?
Bu tuzak bir soru olsa da yanıt Honolulu’dur.
Hawaii eyaletinde 1907’de çıkarılmış bir yasaya göre Honolulu şehri ve Honolulu İdari Bölgesi aynı anlama gelir. Bu idari bölge, Honolulu şehrinin bulunduğu Oahu adasının yanı sıra, Büyük Okyanus’ta 2400 km boyunca uzanan Kuzeybatı Hawaii adalarının kalanını da kapsar.
Bu da Honolulu’nun 5509 km2’lik en büyük yüzölçümüne sahip şehir olduğu anlamına gelir; ama bu şehrin nüfusu sadece 876.156’dır. Şehrin yüzde 72’si deniz suyuyla kaplıdır.
Dünyanın en kalabalık şehri 12,8 milyonluk nüfusu ve 440 km2’lik yüzölçümüyle Mumbai’dir; km2’ye 29.042 kişi!
Eğer bütün anakent dahil edilirse en kalabalık şehir, 13.500 km2 üzerinde yaşayan 35,2 milyon kişiyle Tokyo’dur.
Honolulu, Hawaii eyaletinin başkentidir ama Hawaii’de değildir. Çok daha küçük, ama nüfus yoğunluğu çok daha fazla olan Oahu adasında yer alır. Hawaii büyük nüfus merkezlerinin en ıssızıdır.
Hawaii Takımadası’ndaki adalar dünyanın en büyük dağ silsilesinin çıkıntı yapan tepeleridir. Hawaii kahve yetişen tek ABD eyaletidir. Dünyada yetişen ananasların üçte birinden fazlası Hawaii’den gelir ve kişi başına en çok konserve eti Hawaiililer tüketir: Yılda yedi milyon teneke.
Konserve etin bu kadar yaygın olmasının sebebi bilinmiyor ama muhtemelen İkinci Dünya Savaşı sırasında adada çok sayıda Amerikan askeri bulunmasından ve bir hortum sırasında konserve etin çok kullanışlı olmasından kaynaklanıyor. Kızarmış konserve etli pilav bir Hawaii klasiğidir.
Kaptan Cook, Hawaii adalarını 1778’de keşfetti ve sponsoru Kont Sandwich’in anısına buranın adını Sandwich Adaları olarak değiştirdi. Cook 1779’da Hawaii’de öldürüldü.
19. yüzyılın başına gelindiğinde bu adalar Hawaii Krallığı olarak biliniyordu. Hawaii 1900’de ABD topraklarına dahil edilmesine ve 1959’da ABD’nin 50. Eyaleti olmasına rağmen, bayrağında Birleşik Krallık’ın bayrağını taşıyan tek ABD eyaletidir.

Ah bi de şu 50.000 karakter sorunu olmasa...
 

MaLum-kişi

Hbeşer-i KamilH
çok ilginç bilgilerdi saol maddenin haleri hergün yeni halini buluyorlar teknonaji ...
 

RFurkan

New member
Ben de okumuştum bu kitabı.İçinde pek de kullanışlı bilgiler yoktu.Yine de emeğin için teşekkürler.
 

HTML

Üst