Mayhoş
mayhoş
Geçen gün bitişik apartmandaki komşum Faruk Bey kapımı çaldı. Suratı kıpkırmızıydı ve iri bedeni depreme tutulmuş gibi titriyordu. Kucağında da Lizi vardı. Lizi çok şirin beyaz ve uzun tüylü minik bir köpekti. Beni görünce keyifle kuyruğunu sallamaya başladı. Lizi'yi ben de çok severdim ve sık sık köfte ya da tavuklu yemek yapıp verirdim. Faruk Bey öfkeden kısılmış bir sesle;
"Bu ne!" diye yılan gibi tısladı.
"Bu bir köpek."
"Onu sormuyorum üstündekiler ne?"
"Köpeğin üstünde ne olur onlar tüy."
Faruk Bey'in dişleri kenetlendi. Sesi büsbütün hırıltılı bir hal aldı. Hani insan ciyak ciyak bağırmak ister de sesi bir türlü çıkmaz ya. İşte öyle bir hal.
"Tüylerin üstündekileri soruyorum. Bunlar ne bee!"
"Haa onlar mıı? Onlar boya. Hem de Ekolin denilen çok güzel bir mürekkep boyası."
"Köpeğimi sen mi boyadın?"
"Övünmek gibi olmasın ama bu kadar güzel desenleri çizebilecek kaç sanatçı var mahallemizde?"
"Köpeğimi de beni de mahalleye rezil ettin bunak herif!"
"Lizi niye rezil olsunmuş? Şu mavi ve yeşil bulutların hareketine ve kompozisyonuna bakın. Hele şu kırmızı gelincikleri yapabilmek için tüyleri tek tek boyadım. Adeta bir Van Gogh tablosu gibi oldu. Üstelik Lizi'nin tüyleri zor boya tuttuğu için çok uğraştım. Ama Lizi'ye helál olsun. Dünyanın en süslü ve en mutlu köpeği oldu. Ayrıca siz mahalleliye boşverin. Onlar sanattan anlamazlar."
"Bu boyalar yıkanınca çıkmıyor be!"
"Teessüf ederim Faruk Bey Lizi'ye bir yıkanışta çıkan adi boya kullanacak değildim ya. Bu ithal Ekolin boyalar sabittir ve çok pahalıdır. Ama korkmayın bu resimler için sizden para istemeyeceğim."
Faruk Bey'in yüzü kırmızıdan mora dönüştü. Gözlerinde vahşi pırıltılar uçuştu. Bir ara köpeği yere bırakıp ceketini çıkardı. Sonra ne düşündüyse bilemem köpeği de ceketi de alıp
"Ulan manyak moruk bunaklığına dua et!" diye homurdanarak gitti. Ben de kapının arkasında tuttuğum elimdeki iri odunu götürüp tekrar şömineye koydum. Karısı bir parmak kalınlığında rujla farla allıkla rimelle boyanınca Faruk Bey niye mahalleye rezil olmuyor da köpeği boyanınca rezil oluyor. İnsanoğlunu anlamak çok zor!
* * *
Basınla aralarını hoşça tutmak için bizim gazeteye sık sık parti kodamanları gelir. Bizim yöneticiler de ağzından laf kapıp atlatma haber çıkarırız umuduyla izzet ikramda bulunarak kodamana gazeteyi gezdirirler. Bu gezi sırasında adama benim odayı da gösterme gafletinde bulundukları bile olur. Geçenlerde yine
"Alçak espri ne cehennemdesin? Nereye kayboldun?" diye gazete haberlerine çekmecelere masa ve sandalye altlarına bakıp günlük karikatürümün esprisini aranırken her yerinden azamet ve ciddiyet fışkıran bir parti kodamanını odama getirdiler. Yayın Yönetmenimiz bizi tanıştırınca kodaman
"Sizi hep merak ederdim. Benim bir sürü karikatürümü yaptınız. Hatta beni kadın kılığında bile çizdiniz. Ama inanın size hiç kızmadım. Keh Keh" deyip hıçkırır gibi bir ses çıkardı. Bu hıçkırık herhalde gülme anlamında çıkarılmış bir ses olmalıydı. Adam bununla da kalmadı masama kadar gelip bana elini uzattı. Ben de uzattığı eline boşverip parmağımı kodamanın kulağına soktum. Hatta kulağını biraz da kurcaladım. Adam dehşet içinde
"Hööst lan ne halt ediyorsun!" diye höykürüp geriye doğru zıpladı. Arkasındaki koruma görevlisi olduğunu tahmin ettiğim adam azmanı da elini göğüs cebine attı.
"Sizin için kulağı delik adamdır diyorlar. Öyle biri misiniz diye baktımdı."
Yazı İşleri Müdürümüz Fikret Ercan her zamanki dayanılmaz kibarlığıyla aramıza girip kodamanın kulağına bir şeyler fısıldadı. Adamın öfke dolu yüz hatları gevşedi. Hatta bana biraz da acıyarak bakıp gülme niyetine çıkardığı keh keh'lerinden birini ikram etti. Fikret'in fısıltılarından ancak "Bunadı" sözcüğünü duyabilmiştim.
* * *
Önüm sıra yürüyen genç kızın yuvarlacık kalçaları vardı. Yürürken edalı edalı da sallıyordu. Elimi uzattım
"Vanki de vanki!" deyip iki kere sıkıp bıraktım. Kız çığlık atarak döndü.
"Yaşından başından utanmıyor musun pis moruk!"
"Ne yaptım ki oğlum?"
"Ben senin oğlun değilim."
"Ya kimin oğlusun?"
"Kimsenin oğlu değilim. Kör müsün ben kızım!"
"Kız isen niye pantolon giyiyorsun?"
"Sana ne be!"
"Bana ne olur mu? Benim pantolon giyen kızlardan hoşlanmadığımı bilmiyor musun? Erkek olduğunu saklama. Bak senin göğüslerin de yok."
Kız öfkeyle göğsünü şişirdi.
"Bunlar ne be? O kadarı bende de var. İstersen ölçelim." deyip göbeğimin üstüne yatmış olan memelerimi avuçladım. Tabii bunca patırtı ve gürültünün ülkemizde seyircisiz kalması mümkün değildi. Çevremizde oluşan kalabalık kaldırımı tıkamıştı. Bu nedenle de seyirci sayısı mecburen artıyordu.
"Moruğunkiler daha iri."
"Hadi lan! Kızınkiler taş gibi!"
"O sutyeni ben de taksam Nadide Sultan gibi olurum be!" gibisinden jüri tartışmalarına boşverip yakınımda duran palabıyıklı bir herife
"Kızım beni tuvalete götür çişim geldi" dedim. Adam acıyan gözlerle yüzüme bakıp koluma girdi. Beni camiinin helasına kadar götürdü. Poposunu mıncıkladığım genç kız arkamdan
"Böyle bunakları niye sokağa salıyorlar?" diye söylenip duruyordu.
* * *
Ben ömür boyu hep böyle şirinlikler yapmak istemişimdir. Ama deneyince başıma türlü bela gelmiştir. Bunların en hafifi ya dayak yemek ya da işten kovulmak olmuştur. 60'ını geçince bunamanın nimetlerini keşfettim. İnsanlar birbirlerine göstermedikleri hoşgörüyü bunaklara gösteriyorlardı. Hatta üstüne bir de acıyorlardı. Gençken içinizde ah kalmış her türlü edepsizliği bunaklığa sığınıp yapabilirdiniz. Ben de artık öyle yapıyorum. Borçlu olduğum birinden gidip alacağımı istiyorum. Lokantada yediğim yemeğin parasını ödemeden kalkıp gidiyorum. Üstelerlerse başka müşterilerin yemeğine parmağını daldırıp sonra emiyorum.
"Pek de lezzetliymiş canım." diyorum. Elimdeki sigarayı kızdığım birinin çayında söndürüyorum. Öfkelenirse
"Seni İsmet Paşa'ya şikáyet ederim!" diyorum. Ya da gidip hoşlandığım bir genç kızın kucağına oturuyorum. Sonra da
"İmdat benim sandalyemde biri var!" diye bağırıyorum.
Bunak taklidi yapın ve yaşamın keyfini çıkarın. Hele ihtiyarsanız bunak taklidi yapmak çok kolay.
Ama şu aralar buzdolabıma ağzına kadar dolu kül tablalarını kim koyuyor ve niçin kendimi mutfakta çiş etmeye çalışırken buluyorum?
Oğuz Aral
"Bu ne!" diye yılan gibi tısladı.
"Bu bir köpek."
"Onu sormuyorum üstündekiler ne?"
"Köpeğin üstünde ne olur onlar tüy."
Faruk Bey'in dişleri kenetlendi. Sesi büsbütün hırıltılı bir hal aldı. Hani insan ciyak ciyak bağırmak ister de sesi bir türlü çıkmaz ya. İşte öyle bir hal.
"Tüylerin üstündekileri soruyorum. Bunlar ne bee!"
"Haa onlar mıı? Onlar boya. Hem de Ekolin denilen çok güzel bir mürekkep boyası."
"Köpeğimi sen mi boyadın?"
"Övünmek gibi olmasın ama bu kadar güzel desenleri çizebilecek kaç sanatçı var mahallemizde?"
"Köpeğimi de beni de mahalleye rezil ettin bunak herif!"
"Lizi niye rezil olsunmuş? Şu mavi ve yeşil bulutların hareketine ve kompozisyonuna bakın. Hele şu kırmızı gelincikleri yapabilmek için tüyleri tek tek boyadım. Adeta bir Van Gogh tablosu gibi oldu. Üstelik Lizi'nin tüyleri zor boya tuttuğu için çok uğraştım. Ama Lizi'ye helál olsun. Dünyanın en süslü ve en mutlu köpeği oldu. Ayrıca siz mahalleliye boşverin. Onlar sanattan anlamazlar."
"Bu boyalar yıkanınca çıkmıyor be!"
"Teessüf ederim Faruk Bey Lizi'ye bir yıkanışta çıkan adi boya kullanacak değildim ya. Bu ithal Ekolin boyalar sabittir ve çok pahalıdır. Ama korkmayın bu resimler için sizden para istemeyeceğim."
Faruk Bey'in yüzü kırmızıdan mora dönüştü. Gözlerinde vahşi pırıltılar uçuştu. Bir ara köpeği yere bırakıp ceketini çıkardı. Sonra ne düşündüyse bilemem köpeği de ceketi de alıp
"Ulan manyak moruk bunaklığına dua et!" diye homurdanarak gitti. Ben de kapının arkasında tuttuğum elimdeki iri odunu götürüp tekrar şömineye koydum. Karısı bir parmak kalınlığında rujla farla allıkla rimelle boyanınca Faruk Bey niye mahalleye rezil olmuyor da köpeği boyanınca rezil oluyor. İnsanoğlunu anlamak çok zor!
* * *
Basınla aralarını hoşça tutmak için bizim gazeteye sık sık parti kodamanları gelir. Bizim yöneticiler de ağzından laf kapıp atlatma haber çıkarırız umuduyla izzet ikramda bulunarak kodamana gazeteyi gezdirirler. Bu gezi sırasında adama benim odayı da gösterme gafletinde bulundukları bile olur. Geçenlerde yine
"Alçak espri ne cehennemdesin? Nereye kayboldun?" diye gazete haberlerine çekmecelere masa ve sandalye altlarına bakıp günlük karikatürümün esprisini aranırken her yerinden azamet ve ciddiyet fışkıran bir parti kodamanını odama getirdiler. Yayın Yönetmenimiz bizi tanıştırınca kodaman
"Sizi hep merak ederdim. Benim bir sürü karikatürümü yaptınız. Hatta beni kadın kılığında bile çizdiniz. Ama inanın size hiç kızmadım. Keh Keh" deyip hıçkırır gibi bir ses çıkardı. Bu hıçkırık herhalde gülme anlamında çıkarılmış bir ses olmalıydı. Adam bununla da kalmadı masama kadar gelip bana elini uzattı. Ben de uzattığı eline boşverip parmağımı kodamanın kulağına soktum. Hatta kulağını biraz da kurcaladım. Adam dehşet içinde
"Hööst lan ne halt ediyorsun!" diye höykürüp geriye doğru zıpladı. Arkasındaki koruma görevlisi olduğunu tahmin ettiğim adam azmanı da elini göğüs cebine attı.
"Sizin için kulağı delik adamdır diyorlar. Öyle biri misiniz diye baktımdı."
Yazı İşleri Müdürümüz Fikret Ercan her zamanki dayanılmaz kibarlığıyla aramıza girip kodamanın kulağına bir şeyler fısıldadı. Adamın öfke dolu yüz hatları gevşedi. Hatta bana biraz da acıyarak bakıp gülme niyetine çıkardığı keh keh'lerinden birini ikram etti. Fikret'in fısıltılarından ancak "Bunadı" sözcüğünü duyabilmiştim.
* * *
Önüm sıra yürüyen genç kızın yuvarlacık kalçaları vardı. Yürürken edalı edalı da sallıyordu. Elimi uzattım
"Vanki de vanki!" deyip iki kere sıkıp bıraktım. Kız çığlık atarak döndü.
"Yaşından başından utanmıyor musun pis moruk!"
"Ne yaptım ki oğlum?"
"Ben senin oğlun değilim."
"Ya kimin oğlusun?"
"Kimsenin oğlu değilim. Kör müsün ben kızım!"
"Kız isen niye pantolon giyiyorsun?"
"Sana ne be!"
"Bana ne olur mu? Benim pantolon giyen kızlardan hoşlanmadığımı bilmiyor musun? Erkek olduğunu saklama. Bak senin göğüslerin de yok."
Kız öfkeyle göğsünü şişirdi.
"Bunlar ne be? O kadarı bende de var. İstersen ölçelim." deyip göbeğimin üstüne yatmış olan memelerimi avuçladım. Tabii bunca patırtı ve gürültünün ülkemizde seyircisiz kalması mümkün değildi. Çevremizde oluşan kalabalık kaldırımı tıkamıştı. Bu nedenle de seyirci sayısı mecburen artıyordu.
"Moruğunkiler daha iri."
"Hadi lan! Kızınkiler taş gibi!"
"O sutyeni ben de taksam Nadide Sultan gibi olurum be!" gibisinden jüri tartışmalarına boşverip yakınımda duran palabıyıklı bir herife
"Kızım beni tuvalete götür çişim geldi" dedim. Adam acıyan gözlerle yüzüme bakıp koluma girdi. Beni camiinin helasına kadar götürdü. Poposunu mıncıkladığım genç kız arkamdan
"Böyle bunakları niye sokağa salıyorlar?" diye söylenip duruyordu.
* * *
Ben ömür boyu hep böyle şirinlikler yapmak istemişimdir. Ama deneyince başıma türlü bela gelmiştir. Bunların en hafifi ya dayak yemek ya da işten kovulmak olmuştur. 60'ını geçince bunamanın nimetlerini keşfettim. İnsanlar birbirlerine göstermedikleri hoşgörüyü bunaklara gösteriyorlardı. Hatta üstüne bir de acıyorlardı. Gençken içinizde ah kalmış her türlü edepsizliği bunaklığa sığınıp yapabilirdiniz. Ben de artık öyle yapıyorum. Borçlu olduğum birinden gidip alacağımı istiyorum. Lokantada yediğim yemeğin parasını ödemeden kalkıp gidiyorum. Üstelerlerse başka müşterilerin yemeğine parmağını daldırıp sonra emiyorum.
"Pek de lezzetliymiş canım." diyorum. Elimdeki sigarayı kızdığım birinin çayında söndürüyorum. Öfkelenirse
"Seni İsmet Paşa'ya şikáyet ederim!" diyorum. Ya da gidip hoşlandığım bir genç kızın kucağına oturuyorum. Sonra da
"İmdat benim sandalyemde biri var!" diye bağırıyorum.
Bunak taklidi yapın ve yaşamın keyfini çıkarın. Hele ihtiyarsanız bunak taklidi yapmak çok kolay.
Ama şu aralar buzdolabıma ağzına kadar dolu kül tablalarını kim koyuyor ve niçin kendimi mutfakta çiş etmeye çalışırken buluyorum?
Oğuz Aral