Bu hafta vizyona giren filmler

kent55

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
31,409
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
ѕαмѕυηѕρσя


699680_detay.jpg



Emperyalist, boş yere kılıç sallayan, star simsarı blockbusterların bir yenisi. Dördüncü ‘Görevimiz Tehlike’ filmi “Mission Impossible: Ghost Protocol”, teknolojik yenilikleri; iPad, USB, yeni model BMW, demir yığını ve ses gürültüsünden öte algılayamayan bir casusluk aksiyonu sunmuş. Buna ulaşırken serinin ekip stratejilerini de görkemli aksiyon sahnelerini de ana karakter odaklı aşk çatısını da ajanlardan gelen mizahi dokusunu da tutturamamış. Brian De Palma ile John Woo’nun imzasını taşıyan ilk iki filmin özenini aratırken ne yazık ki alanında günümüz ruhuna uygun bir esere de dönüşememiş. Bunun en önemli sebebi “İnanılmaz Aile” ile çıkış yapan animasyon yönetmeni Brad Bird’ün bilmediği ‘kurmaca’nın içinde ne yapacağını çözememesi elbette.

1960’ların Nükleer Savaş arka planlı dizisi ‘Görevimiz Tehlike’ (‘Mission: Impossible’) kuşkusuz olay örgüsüyle, aksiyonuyla, karakterleriyle ve en çok da ekip stratejileriyle dikkat çekmişti. Ama sanki onun yükselen trendi 1996’daki ilk filmde tükendi. Dizinin kahramanı Jim Phelps’in ölmesi ise Ethan Hunt’ın yolu açıyordu. Daha genç ve daha dinamik bir çerçeve bizleri beklerken, bu omurga arkasına Tom Cruise’un egosunu ve çekiciliğini alıyordu.

Üçüncü filmin düştüğü yerden almış

Aslında 15 yıl önce Brian De Palma’nın eseri içimizdeki tehdit meselesinin üzerine giden tabanıyla ve plan-program düşüncesinden yükselen gizli görev metotlarıyla ilgi çekmişti. 2000 tarihli John Woo imzalı “Mission: Impossible II” ise bu durumu daha stilize, mitolojik ve dövüş sahnelerini öne çıkaran bir yapıya kavuşturdu. Ancak 2006’da izlediğimiz üçüncü filmin J.J. Abrams imzasıyla duygusal ajan ve sıradan aksiyon tabanıyla bir rahatsız edicilik aşılaması, serinin kökenindeki etiketi yitirme tehlikesini harekete geçiriyordu işin doğrusu.

Ancak en azından oradaki olay örgüsü, merak edilirlik ve Amerikalı kötü meselesi birazcık durumu toparlıyordu. “Mission Impossible: Ghost Protocol” (2011) ise teknolojinin yeni olanaklarıyla harmanlanmış gibi duruyor durmasına. Fakat filmin oradan aldığı yolda çok da bilinçli adımlar attığı söylenemez. Tamamının Stieg Larsson’ın ‘Ejderha Dövmeli Kız’ ile başlayan Milenyum Üçlemesi’nin sinema versiyonunun oyuncularından Michael Nyqvist’in ‘Rusa benzeyen Soğuk Savaş kötüsü tiplemesi’nin kartonluğundan öteye gidemediği ortada.

Teknolojik yenilikler görgüsüzlükten öte bir katkı yapmamış

Bu durum da ‘Kremlin’in bombalanması’ üzerinden ilerleyen Soğuk Savaş nostaljisini son derece eski model bir ırkçılıkla canlandırıyor ne yazık ki. Buna dur deyip sazı eline alacak bir yönetmen bulunamaması bir tarafa, Ving Rhames kaynaklı ekibin üçüncü filmden sonra bir kez daha yeni IMF ajanlarıyla sarılması, eğlence kıstasını da devre dışı bırakmış. Yani hikayenin etkisizliğini unutunca dahi serinin özünden bildiğimiz aksiyon ve eğlence gerçekleriyle yüzleşemiyoruz.

Bu da USB, iPad gibi yeni model teknoloji ürünlerini görgüsüzlük ve ‘ürün yerleştirme’ düzeyinde bırakırken, “İnanılmaz Aile” (“The Incredibles”, 2004) sonrası bir ‘Fantastik Dörtlü’ veya ‘Görevimiz Tehlike’ filmi çekmesine şaşırmayacağımız yönetmen Brad Bird’ün tavırsızlığını ortaya koyuyor. Zira Hollywood’un Zack Snyder (Bkz. “Baykuş Krallığı Efsanesi”) ve Steven Spielberg’i (Bkz. “Tintin’in Maceraları”) animasyona yerleştirmesinden alamadığı verimi burada da tersi için hüsrana dönüştürdüğü söylenebilir.

Brad Bird’ün animasyon gözü serinin ruhunu zedelemiş

Bu durum koreografisiz aksiyon sahnelerinin ‘plan’ noktasında da tıkanıp adeta bütün özelliklerini yitirdiğini anlatıyor bizlere. Beki biraz Kremlin Sarayı’nın içindeki sekans ile sonda arabalar arasındaki koşuşturmaca temponun tavan yaptığı anları sunuyor. Ancak Bird bir şekilde film karesini animasyon karesi olarak görüp araya ‘kaba komedi’ ya da ‘sakarlık’ sıkıştırma sevdasına düşmüş. Böyle olunca da açılış jeneriğinin kristalize ya da animasyonalize halinden başlayan süreçte gerçek bir casusluk aksiyonu izlediğimizi dahi unutuyoruz.

Zira daha çok Cruise’un eldivenini düşürme, Jeremy Renner’in plana ayak uyduramama sakarlıklarının yanında, Simon Pegg’in İngiliz mizahından ziyade Rowan Atkinson kıvamında ‘sessiz’ tavırlarıyla kullanılmak istenmesi, birkaç gülücüğün ötesini getirememiş. Hatta sadece aksiyon ve ekip planı üzerinden kendini izlettiren serinin, gerçek anlamda ‘geri kalmış’ bir doku sahibi olmasına da yardım etmiş. Bu durumları; Bird’ün aksiyon sahneleri için koreografi çalışması yapmadan sadede gelmesi ve planlı stratejilerden öte eldeki metni bir an önce parayla bütünleme görüşü dolduruyor aslında.

Demir yığınından ve amaçsız ses gürültüsünden öteye gidememiş

Tüm bunların sonucunda ne John Woo, ne De Palma filmlerinin kıvamında bir bütün izliyoruz. Aksine demir yığını ve ses gürültüsünün içinde kaybolup bir şekilde Cruise’un koşuşturmacasına odaklanıyoruz. Blockbuster bütününün içinde bizi oyalayacak Rade Serbedzija gibi karizmatik bir kötü adam veya Thandie Newton gibi gizemli bir sevgili aradığımızda ise hiçbir şey bulamamanın sıkıntısını iki saatin üzerindeki süreye yayıyoruz ister istemez. Bunların ikincisi, üçüncü filmle başlayan ‘o artık evli barklı bir adam’ özel hayatından kaynaklanıyor elbette.

Ancak bu durum “Mission Impossible: Ghost Protocol”ın, casusluk, aksiyon, aşk ve komedi tonunun gerekliliklerini yerine getirmesini engellemiş. Film, ‘büyük perde’ görkemini de birkaç helikopter çekimi, ürün yerleştirmesine tabi tutulan malzemeler, patlama sahneleri ve zenginlik ihtişamı ile aşılamasını talep etmiş seyirciden. Gerçek bir aksiyondan söz edersek belki Renny Harlin, Jan De Bont gibilerinin 90’lardaki filmleri can çekişebilir. Fakat ne yazık ki onların seviyesinde bir iş buradaki. Genel anlamda bakınca ise ilk iki filmin farklı ruhunun yanında J. J. Abrams ve Brad Bird kaynaklı son iki halkanın ‘seri üretim’ olarak görülmesi olası. Kuşkusuz bundan sonra ‘Mission Impossible’ filmleri devam ederse bu görüş sürecektir. Bu dördüncü ‘Görevimiz Tehlike’ filminden de çıkarılabilecek en önemli ders bu kanımca.

FİLMİN NOTU: 3.8

Künye:

Mission Impossible: Ghost Protocol
Yönetmen: Brad Bird
Oyuncular: Tom Cruise, Simon Pegg, Jeremy Renner, Paula Patton, Michael Nyqvist, Léa Seydoux
Süre: 134 dk.
Yapım Yılı: 2011

TANENE HAKİM OL!

Joseph Losey’nin üst-orta sınıf ahlakının üzerine gittiği, tiyatro estetiğini hakim kılan ve tek mekanda geçen eserlerinden etkilenen “Nar”, o noktadan kendine ‘distopik’ bir yön belirlemiş. Türkiye’deki sınıfsal adaletsizliğin, intikam, şiddet, ikiyüzlülük gibi kavramlar çevresinde ‘dolaşım’ yapan hikayesi olarak anılabilecek eser, ‘çıkmayacak lekelerimiz’in filmsel bütününü sunmuş. Böylece tanelerin boyut farkından yükselen eşitsizliğin her detaya sindiği bir evrenin analizini modern sinema etkisiyle ve yabancılaştırıcı bir yaklaşımla perdeye yansıtmayı becermiş. Herkesin aynı rolü oynayabileceği ve yine adaletsizliklerin değişmeyeceği bir dünyanın tasvirini yapan Ünal, “9”, “Anlat İstanbul” ve “Ara” ile bizlere hissettirdiği ‘modern sinemaya hakim’ düşüncesine üç yıllık aradan sonra geri dönmüş.

Dünyayı bir nara benzetip onun etrafındaki ‘tabaka’nın kırılmasıyla dağılmaya açık olan farklı nar tanelerinden oluştuğunu ima eden tersine bir kesişen hayatlar filmi diyebiliriz. “Nar”ın (2011), Joseph Losey’nin “Kaza Gecesi”nde (“Accident”, 1967) gördüğümüz ‘bir olay’ çevresinde dönen ve sosyolojik-ahlaki hesaplaşma üzerinden yürüyen tiyatro etkili omurgayı transfer ettiği söylenebilir. Ünal; “9” (2002), “Ara” (2008) ve senaryosunu yazıp tek filmini çektiği “Anlat İstanbul”dan (2005) daha farklı sulara yelken açmış gibi gözüküyor belki bu sefer. Ancak yönetmenin burada temaları ve dramatik yapısı açısından kariyerinin sözünü ettiğim başarılı halkalarıyla bağlar kurduğu kesin.

Esas kozu çıkmayan lekeler üzerinden oluşturduğu metaforik dili

Filmin bozucu bir vigilante film (intikam filmi) görünümü sunmasından ziyade ‘kesişen hayatlar’ tarafıyla bu tanımı hakim kıldığı iddia edilebilir. Buna ulaşırken İstanbul’un gecekondu mahallesinde ve konformist bölgesinde yaşayan dört karakteri seçtiği gözlemlenebiliyor. Buna araya giren flashbackler eklense de “Nar”ın esas kozu isminin anlamını arkasına alarak ‘beyaz bir gömlek’in üzerine yayılınca bir kerede çıkması mümkün olmayan ‘leke’nin tanımını yapmak istemesi.

Bu durum da bir bölüme kadar lineer akan akışın bozulmasıyla birlikte kendimizi paralel evrenlerde ya da Ünal’ın distopik dünyasında var olan bireylerin evrenlerinde bulmamıza yol açıyor. Hiçbiri gerçek olmayan bu karakterlerin tamamı adalet, sınıfsal uçurum ve ahlak gibi sorunları sorguluyorlar. Bu noktada çok belirgin bir sınıfsal taraf tutma göremiyoruz aslında.

Ümit Ünal yaşayan karakterlerden ziyade alegorik temsiller peşinde

Bu da Serra Yılmaz, İrem Altuğ ile Erdem Akakçe’nin karakterlerini bir sorgulamaya sokan İdil Fırat’ın devlet temsilcisi, kariyer sahibi ve hayata kıyan tiplemesini; daha işlevsel ve hikaye dışı hale getiriyor. Zira yönetmenin esas amacı dört karakter üzerinden nar tanesi kıvamında bir kesişen yollar hikayesi çıkarmak. Bunu yaparken belleksel dehlizlere girip son yılların klişe formülleriyle bir tutam bile bağ kurmadan dengeli olabilmek beceri ister.

Zira araya giren bazısı siyah-beyaz grenli, bazısı rengiyle oynanmış flashbackler ile parçalanan nar metaforunu anlatan müzikli kısımların, gerçek anlamda bu ‘dağılma’ya dikkat çektiği görülebiliyor. Filmin hayatsal düzlemini yuvarlak değil de tepsi olarak gören yönetmen de dünyayı kendine göre yabancılaşmış bir evrende, soyut bir buluşma noktasında canlandırıyor. Bu durumun öne çıkarıldığı alt metinlerde, elbette felsefik dozajın ve toplumun her kanadında adaletsizlikten çeken bireylerin filizlendiği çok açık.

Şiddet, ikiyüzlülük ve eşitsizlik üzerinden yürüyen bir sınıfsal bakış

Minimalist bir algıyla alt sınıfın yalnızlığına vurgu yapan girişteki bir tarafında ‘çöplük’ bulunduran portrelemenin yanında, ‘şiddet arzusu’ ile gelen çok yakın planlar ve ‘seyirciye bakma’ odaklı yönetmenlik stili de işlemiş işin doğrusu. Zira Ünal sürprizli ve bozucu algıyı böylesi bir yolla izleyenlere hissettirmeyi amaç edinmiş kendisine. Bu duruma yüksek sınıfın konformizmle gelen izole edilmişliğinin sıkıntısını çeken İrem Altuğ’un karakterini daha orta ölçekli merceklerle resmetmesi de eklenince adeta bütün tamamlanmış.

Böylece Yılmaz-Altuğ arasındaki dengeden bir ‘iki yüz’ durumu açığa çıkmış. Üst-orta sınıfın ve alt sınıfın yalnızlık sorunları da filmin bu doğrultuda yüklendiği algının ve hesaplaşmanın çatısını belirlemiş. Oyuncuların mücadelesini, keskin ses efektleriyle ve bol minimal müzik kullanımıyla yansıtan yönetmenin böylesi bir amacı olduğu net.

Tanelerden yükselen adaletsizlik her yere dağılmış

Narın tanelerine odaklı hafif distopik duruş da esasen alternatif hamlelerle ve elbette seyirciyi aktif hale getirme numaralarıyla kendini hissettirmiş. Ünal’ın da amacı adaletsizliğin yalnızlaştırdığı her sınıfa mensup bireylerin aynı sıkıntıları çektiğini vurgularken, bambaşka bir narın ya da dünyanın varlığıyla bir şeylerin ayırt edilemeyeceği üzerinden meselelerine alt metinler açmak.

Uç noktalara gidip zor sahneler çekmeye ve dramatizasyonu kalkındırmaya çalıştığı anlarda ‘gerçekçilik’ sıkıntısı çekse de mesajsal anlamda bir zarara uğramamış yönetmen. Böylece “Anlat İstanbul”u (2005) saymazsak “Ara”dan (2008) beri en iyi filmini vermiş. Modern sinemayı uygulama yanlısı yönetmenlerimiz arasındaki işlevini zamanla daha da kuvvetlendirebilmesi ise muhtemel kendisinin. O da ancak yönetmenin sektördeki ‘düzensizlik’ ya da ‘adaletsizlik’ten dolayı çekmek zorunda kaldığı “Kaptan Feza” (2010) ve “Ses” (2010) gibi ısmarlama projelerden sıyrılmasıyla mümkün olabilir.

FİLMİN NOTU: 6.1

Künye:

Nar
Yönetmen: Ümit Ünal
Oyuncular: Serra Yılmaz, İrem Altuğ, İdil Fırat, Erdem Akakçe
Süre: 90 dk.
Yapım Yılı: 2011


İNTERNET GENÇLİĞİ İÇİN DE TEHLİKELER Mİ?

“Jaws: Denizin Dişleri” ile başlayan köpek balığı istilası filmlerinden bildiğimiz ‘kapalı alana sıkışma’, ‘denizin ortasında kalma’ gibi köşeye sıkıştırıcı stratejilerden arınan güncel bir alt-alt tür denemesi. “Katil Köpek Balığı”, Amerika’nın güneyinde yaşayan cahil toplumla ilgili eleştirel yapısını da ekleyince her cinayet sahnesini günümüz gençliğine göre ince ince örme becerisiyle sınıfı geçmiş. Efektsel bir sıkıntısı çekmemesi ve üç boyut teknolojisinde köpek balıklarını inandırıcı hale getirmesi ise filmin boyutsuz senaryosunu bertaraf etmiş.

Hiç kuşkusuz üç boyutlu “Piranha”nın (“Piranha”, 2010) tutup devam filmine açılmasının getirdiği ‘cüret’le üreyen bir proje. ‘Son Durak’ (‘Final Destination’) serisinden ‘tesadüf’ ve ‘kan’ sever mizacıyla bildiğimiz, ikinci ve dördüncü filmlerin yönetmeni David R. Ellis, “Katil Köpekbalığı”nda (“Shark Night 3D”, 2011) köpek balığı istilası filmi konseptini günümüze uyarlamış. Bunu yaparken bizleri “Anaconda” (1997) kadar trajik bir şeyle yüzleştirmediği kesin kendisinin.

Efektleri ve konsepti günümüze taşımakta sıkıntısı yok

Buna ulaşırken öncelikle Ellis’in yeni nesil öğelerden ‘ölüm sahnesi’ çıkartma zekası takdir edilmesi. Jetskiden farklı kamera çeşitlerine kadar gerçek anlamda bir teknolojik gelişmeye alan açarak izleyiciyi 2000’ler ruhuna adapte ettiği kesin. Üstüne üstlük korkuda gerçeklik, internet, üç boyut ve gençlerin hikayelerine uzanma gibi gelenekleri içinde bulundurduğu bir yapı da sunması sevindirici. Tüm bunları yaparken belli eksikleri olsa da korku izleyicisini yakalama açısından sıkıntı yaşamadığı kesin “Katil Köpek Balığı”nın.

Ana karakterlerin çizilmesi noktasında da bir samimiyet aşılıyor film şüphesiz. Ancak köpek balıklarının var olduğu gölün çevresinde yaşayan ‘güneyli yerel halk’ın, bir kişinin ‘köpek balığı diş’li çizilmesi başta olmak üzere fazlaca karton hale getirilmesi biraz düzeni irtifaya uğratmış. Bunun yanında köpek balığı efektlerinin fazla ‘gündüz’e kaymayıp şafak vaktine ve gece dönemine uyarlanınca çekici olduğu da bir gerçek.

Cinayet sahneleri korkutucu, sosyolojik metinler dikkat çekici

Bu da sadece karaya getirilen köpek balığı maketinde bir ‘yapay’lık hissiyatı getirmiş. Ellis bu duruma fazlaca dikkat edip hayvan türünü; seyircinin üstüne doğrudan yönlendirerek, ağaca kaçan Joel David Moore’a hücum ettirerek, yavrularına cinayet işlettirerek ve bakış açısı çekimleriyle yansıtarak bertaraf etmiş. Bunlardan sonuncusu ‘insan’ görüntüsüne yer verip ‘frikik’ seviyesinde kalsa da finalde bunun da mantıklı bir açıklaması yapılıyor.

Lafın özü Amerika’da bazı kesimlerin cahil büyütülmesinin ve her şeyi yanlış algılamasının topluma vereceği zararlar üzerine yürüyen son kısım bir söylem ve sosyolojik eleştiri depolamış. Bunun yanında ‘20 milyon kişinin izlediği “İmparatorun Yolculuğu” (“Le Marche de L’Empereur”, 2005) kamerası ile çekilmiş köpek balığı cinayetleri’ fikri günümüzün ‘Paranormal Activity’ geleneğindeki gerçekçi öğeleri bir an için de olsa harekete geçirerek projenin fikrini güncel hale getirmiş.

Köpek balığı istilası filminin çapsızlığını açığa çıkarmış

Ellis de belli ki genel çerçeve dışında özündeki ‘Son Durak’ etkisini kanıtlayarak cinayetlere odaklanmış. Onları da gençlerin aşkları, çekişmeleri ve frikiklerinin uzağında yerine getirmeyi becermiş.

Böylece “Katil Köpek Balığı”, “Jaws: Denizin Dişleri”nin ( “Jaws”, 1975) sahici halini günümüze uyarlamakta görsel anlamda olması gerektiği gibi hareket etmiş. Senaryo konusunda belli sıkıntılar çekmesi ise köpek balığı istilası filminin niye bir alt türe dönüşemediğini ispatlamaya yaramış. Son bir not olarak alt-alt türün kökünde olan ‘kapalı alan gerilimi’nin burada tercih edilmemesinin bir avantaja dönüştüğünü de ekleyelim.

FİLMİN NOTU: 4.7

Künye:

Katil Köpek Balığı (Shark Night 3D)
Yönetmen: David R. Ellis
Oyuncular: Sara Paxton, Dustin Milligan, Chris Carmack, Katharine McPhee, Joel David Moore
Süre: 91 dk.
Yapım yılı: 2011

BİR KARADENİZ PROBLEMİ

Karadeniz’deki Ünye-Fatsa çekişmesini tabanına yerleştiren bir belgesel denemesi karşımızdaki. “Ünye de Fatsa Arası”, bir kültür farkları komedisi eğlenceliği sunarken işi sulandırmadan akıcı anlatının, gerçekçi detayların ve işlevsel röportajların üzerine gitmiş. Bu noktada seyircisini hikayeye alıştırma sıkıntıları çekse de, ülkemizde kritik bir dönemde her şeyin ‘barışçıl’ yollarla çözülmesi gerektiğini aşılayarak doğru bir söylem depolamış.

Karşımızdaki bir etnik grup çatışması değil belki. Ancak Ordu ile Samsun arasında vuku bulan Ünye-Fatsa çekişmesi, şaşırtıcı bir şekilde böylesi bir derinliği kalkındırıyor. Öyle ki dünya sinemasında gördüğümüz ‘kültür farkları komedisi’ geleneğinin ‘belgesel’ şubesi olmayı kafaya takan “Ünye de Fatsa Arası”, özündeki malzemeyi iyi değerlendirmiş.

“Entelköy Efeköy’e Karşı”nın üzerinde

Zira Esra Alkan, ‘Fatsa kurabiyesi-Ünye lokumu’ tartışmasından başlayan süreçte spor dalından yemek çeşidine yaşayıştan tarihsel sürece kadar gerçek bir araştırma ile doğru gözlemler yapmış. Bir anlatıcı ile doldurduğu bu eğlenceli hikayeyi de ne masalsı, ne de sıkıcı bir dil ile yoğurmuş. Aksine her şeyi akışına bırakıp bir Ünye bir Fatsa manzarası alarak önümüze sunmuş.

Bu yemekten de yörenin efsanevi tarihini açıklayan zeki açılış sekansının ardına yerleştirilen ‘Fatsa hatırası’ ile ‘Ünye hatırası’ geçişli resimlerin katkısıyla sonuç almış. Böylesi mizahi bir çatışmanın devamında aslında ülkemizde her şeyin barışçıl olması gerektiğinin mesajını vermeyi bilmiş. Röportajlarla ve detay görüntülerle yoğrulan anlatı ise asla hedefinden şaşmadan amacına düz bir yoldan ulaşmış.

Belgeselin, sonunu da iki bölgenin sınırında yer alan ‘çekişmenin neredeyse kavgaya dönüştüğü mekan’da bağlaması değerini arttırmış. Üstüne üstlük “Ünye de Fatsa Arası”, “Entelköy Efeköy’e Karşı” gibi son dönemin bu konuda ‘ne olacağını bilemeyen’ denemelerinden daha bilinçli bir seyirlik sunmuş.

FİLMİN NOTU: 5.5

Künye:

Ünye de Fatsa Arası
Yönetmen: Esra Alkan
Konuk oyuncular: Kadir İnanır, Ediz Hun, Mustafa Altıoklar, Ferhan Şensoy
Süre: 70 Dk.
Yapım Yılı: 2011











 
Geri
Üst