Bu hafta vizyona giren filmler

kent55

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
31,409
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
ѕαмѕυηѕρσя



683386_detay.jpg



Tanıtımlarından yerli “Top Gun” ibaresiyle kucaklamaya hazırlandığımız “Anadolu Kartalları”, safkan bir Türk Hava Kuvvetleri tanıtım filmi bütününden öteye gitmiyor. Zira burada ‘hava uçuşu’ üzerinden ne bir blockbuster yaratılmış ne münferit görkem aşılanmış ne de milliyetçi bir başarı hikayesi filizlendirilmiş. Aksine ders öğretmeni kıvamındaki bir kısım rütbeli askerin, genç pilot adaylarının, didaktik diyalogların, asker marşlarının, güzel kızların ve tek boyutlu eğitimin dramatik yapıya geçirilmeden ortalıkta dolaştığını görüyoruz. “Anadolu Kartalları”nın, ‘sinema filmi nedir?’ sorusunun cevabını veremediği kesin. Ancak içinde komedi, dram, macera ve aşkı bulundurmasıyla yapımcısı Murat Akdilek’in etiketini hak eden bir ticari ürün olarak okunması mümkün.

Aslında ‘milliyetçi bir gençlik filmiyle yüz yüzeyiz’ deyip geri çekilebiliriz. Ancak işin özüne inmek lazım. Zira sinema sanatı belli kurallar üzerine bina edilen, dramatik yapı ve görsel yapı adlı iki önemli ‘yan kol’dan oluşan ve adına ‘film’ denen bütünler sunmalı. Bunların da belli kuralları olmalı. İlkinin senaryoya, ikincisinin perdeye yansıyan görüntülere dair çeşitli gözlemler yapıp analiz etmesi şart. Bu aşamada Ömer Vargı gibi dördüncü filmini çeken bir yönetmenle yüzleşmemize karşın halihazırdaki eser için bunları tekrarlamanın abes ama düşündürücü olduğunu da unutmayalım.

Temeli olmayan bir şeyle ilgili yorum yapılabilir mi?

Zira “Anadolu Kartalları”, ne hikmetse ‘öğrenci filmleri’nde gördüğümüz hatalardan mustarip. Hata aramaktan ziyade ‘temel yok’ tanımını yapmak daha uygun düşebilir. Temel olmayınca da ilk dakikadan itibaren; sinema filmini bir binaya benzetirsek zemin katından dahi yukarı çıkamayan, orada ‘sözler’ ve ‘kurgu metotları’ ile top dolaştıran bir ‘ticari ürün’ izliyoruz. ‘Sorunu nedir?’ sorusunu sormak o noktada incelenecek filmlere haksızlık olur.

Burada aslında ideolojik açılımlara vararsak o konuda da derin açmazlarla karşılaşabiliriz. Ancak işe ‘temel kazma töreni’ ile başlayalım derim. “Anadolu Kartalları”, aslında dört gencin aşkları, pilot olma arzuları ve asker hayatları odaklı bir öğretim/eğitim sürecini masaya yatırıyor. Süresi boyunca eğlenceli, dramatik, duygusal ve maceralı anlar da yaşatıyor ilgilisine. Tabii bu ‘anlar’ kelimesinin altını çizerken sayısını veya toplam süresini söylersek Ömer Vargı’ya ayıp etmiş oluruz.

Senaryo bir saatte yazılmış olabilir

Bu bağlamda daha çok ‘kurulmamışlık’ meselesiyle ilgilenmek daha doğru gibi. Zira tüm bunların planlamasını yapımcılık koltuğunda oturan Murat Akdilek’in yaptığı çok açık. Dramatik yapıyı oluştururken öncelikle bir hikayeniz ve onu bir araya getiren sekanslarınız olması gerekir. Ardından olay örgüsünü belirlemeniz, karakterler ve diyalogları da bunlara göre yönlendirmeniz süreci tamamlar.

Belli ki Hakan Evrensel’in bir saatte yazılmış gibi duran senaryosunda ‘derslik diyaloglar’, ‘üstünkörü karakterler’, ‘birkaç gökyüzü çekimi’ ve ‘sondaki zoraki heyecan patlaması’ başlıkları var. Bunu filmi izlerken çözebiliyoruz. Ancak onun hedefi bunları aralara Türk Hava Kuvvetleri’nin bedava reklamı niyetine sokup derme çatma bir dramatik yapı oluşturmak.

Kanatları aşktan olanların filmi

Ancak bundan ziyade kameraya veya karşısındakine bakan karaterlerin ‘zaman yerdeyken su gibi akar’, ‘kanatlarımız çelikten değil aşktan’ gibi özlü sözler sarf etmelerini izliyoruz. Bir süre sonra süreç öyle bir hal alıyor ki, adeta ilkokul birinci sınıf öğrencileri yanınızda not defterleriyle not tutarken canlanıyor.

“Dersimiz Atatürk”ün (2010) yaptığından hallice bu durum, aslında dünya sinemasında da karşımıza çıkan bir eksiklik. Ancak “İçimdeki Deniz” (“Mar Adentro”, 2004) gibi böylesi eğilimli örnekler en azından bir kelime ya da düşünce erbabının ağzından dişe dokunur sözler, keskin bir anlatı ve iyi oyunculuklar sunar. Burada ise müsamere kıvamında, çocuk kitleye uygun diyaloglar üstümüze üstmüze gelip yabancılaşma aracına dönüşüyor.

Çiğ milliyetçiliğe de razıyız

Aslında bunların ‘çiğ milliyetçilik’ için yapıldığını görsek yine bir gıdım mutlu olabilirdik. Zira burada milliyetçilik, ırkçılık, emperyalizm, faşizm, liberalizm gibi siyasi ideolojilerden dahi söz etmek mümkün değil. Hikayesizlik projenin ruhuna o kadar sinmiş ki seyirciye amaç dahi sunulmuyor. Sadece Düzyatan’ın can verdiği ilkokul öğretmeni kıvamındaki binbaşı karakterinin kör kör parmağım gözüne dersleriyle yüzleşiyoruz. Tamam bu stratejiler ‘usta-çırak ilişkileri’nin içinde Hollywood’da da var. Hatta buradaki gibi ‘başarı hikayesi’ ile de bağlanmaya çalışılır.

Ancak işin garibi “Anadolu Kartalları”, Türk Hava Kuvvetleri gerçeğinden bu macerayı, aksiyonu ve milliyetçi heyecanı bulamamış. Son 30 dakikadaki paralel kurgu ile verilen Anadolu Kartalları egzersizinin ucuna eklenen ‘yapma’ tansiyon da bir bakıma bu durumun tuzu biberi olmuş. Kabul edelim, düşmansız bir hava serüveni sekansı yaratmak için çok uğraşılmış!

Askerlik yapmaya sevk etme amacı çok bariz bir propaganda getirmiş

Zira ortada “Nefes: Vatan Sağolsun” (2009) gibi Türk Kara Kuvvetleri’ne odaklanıp askerlik sistemi ile ilgili muhalif şeyler söyleyen bir eser, onun başarısıyla üretilen bir proje ve özündeki romanın yazarına emanet edilen bir senaryo varken oluşan tablo garip. Çünkü hava ve deniz kuvvetleri genç askerler açısından bilindiği üzere en rahat yerlerdir. Burada ise filolar, uçaklar, kıyafetler, yatakhaneler ve daha nicesiyle tertemiz, hiçbir iz bulunmayan bir askerlik portresi çizilmiş. Hava çekimlerinde yedi uçak tipinin kullanılması da aslında ‘reklam’ niyetini dolduruyor sanki.

Komutanlar o kadar iyimser ki adeta anaokulu öğretmeni izlenimi veriyorlar. Hedef Türk Hava Kuvvetleri’nden alınan izni gençlerimizin beynine ‘toz pembe yol’dan koşulsuz sokmak. Bir bakıma ordu propagandası yapmak. Bu durum “Anadolu Kartalları”nı proje noktasındaki zaafının dışına çıkarmazken, sinemasal anlamda bir tanıtım filmi kıvamına taşımış. Ya da konuşan tipler, kamçılayıcı ordu ezgileri ve birkaç hava görüntüsü ile düzenlenmiş bir gençlik filmi diyebiliriz.

Bir oyuncak uçak tanıtılıyor da biz mi bilmiyoruz?

Zira Konya üssü dışındaki yerlerde sıfır genel plan alabilen Vargı’nın oraları ‘dizi’ ruhuna teslim etmesinin yanında ordunun içindeki montaj sekansları da tanıtım filmleri kıvamında bir çiğlikle halletmesi filmin sonunu hazırlamış. Senaryo ya da dramatik yapısızlık sebebiyle ister istemez yaslandığımız gökyüzü çekimleri ise bu boşluğu dolduramamış. İşin garibi o zaman da içinde insan olmayan uçakların ‘oyuncak uçak reklamı’na malzeme olduğunu veya bilmediğimiz bütün uçak türlerinin durup dururken gösteri uçuşu yaptığını düşünüyoruz. Bu da “Anadolu Kartalları”nı usta görüntü yönetmeni Uğur İçbak’ın dahi kurtaramamasını sağlamış.

Belli ki sıkıntı Türkiye’nin Jerry Bruckheimer’ı olma konusunda Faruk Aksoy ile çekişen yapımcı Murak Akdilek’te. Zira “Nefes: Vatan Sağolsun” gibi milliyetçi ya da tabiri caizse askerli filmler tutuyor diye, oradan en konformist asker platformuna bir öykü taşınması, sıfır dramatizasyonla temelsiz bir doku getirmiş. Serüven algısının yerli “Top Gun” (1986) noktasına ulaşmasına bile razıyken ise filmden başka her şeye benzeyen bir ‘TRT’nin ders saati’ programı çıkmış. Üstüne üstlük iki saatten uzun sürüyor. Akdilek buradan yara alır mı onu bilemeyiz, ancak Türk sineması alacak orası kesin.

FİLMİN NOTU: 2.2

Künye:

Anadolu Kartalları

Yönetmen: Ömer Vargı

Oyuncular: Engin Altan Düzyatan, Çağatay Ulusoy, Hande Subaşı, Alper Kemal Atalay, Özge Özpirinççi

Süre: 124 dk.

Yapım Yılı: 2011



FÜTÜRİSTİK BONNIE VE CLYDE

“Soylent Green”in oligarşik düzenini, “Hayal Şehir”in aksiyon-kovalamaca omurgalı bilimkurgu mizansenini ve “Bonnie ve Clyde”ın türsel motivasyonunu bir araya getiren özgün bir bilimkurgu denemesi. “Zamana Karşı”, kimi eksiklerine karşın “Truman Show” ile adını duyuran Andrew Niccol’un distopya vizyonunu belgeleyen bir eser. Hollywood’da A sınıf bilimkurguların, “Avatar” ile “Başlangıç”ın eleştirel-maddi başarısını takiben yeni milenyumun politik açılımlarıyla donatılarak yükselişe geçeceğinin de ilk ışığını yakıyor.

90’larda “Truman Show” (“The Truman Show”, 1998) ve “Gattaca” (1997) ile dikkat çeken Andrew Niccol, bilimkurgu konjonktürüne ‘zaman’ına göre uyum sağlayabilen bir yaratıcı. 2000’lerde “Simone” (“S1m0ne”, 2002) dışında bu düşüncesi boş geçen yönetmenin “Başlangıç” (“Inception”, 2010) ve “Avatar” (2009) sonrası stüdyoların ‘bilimkurgu’ açlığı çekmesiyle yeniden bir misyon üstlendiği kesin. “Zamana Karşı” (“In Time”, 2011) da yönetmenin türsel bilincini taşıyan, melez bir distopik bilimkurgu.

“Hayal Şehir” ile “Soylent Green”in iskeletlerinden beslenmiş

Aslında temeline baktığımızda alanın yükselişe geçtiği 70’lerin alt türler ve bağlantılı türler arasında gidip gelen kırma bilimkurgularına öykündüğü söylenebilir bu ürünün. “Hayal Şehir”in (“Logan’s Run”, 1976) olay örgüsü ile “Soylent Green”in (1973) yaşam düzenini iç içe geçiren bir distopik bilimkurgu konsepti izlediği görülebiliyor. “Başlangıç”ın rüyalara yaptığını zamana uygulasa da ‘iz sürme’, ‘belleğin içine girme’ ya da ‘katmanlar arasında dolaşma’ işlevinden sıyrılıp kendine özgü bir yol belirlemiş “Zamana Karşı”.

Esasen Niccol’un yarattığı evrenin Roger Deakins’in müthiş katkısıyla çekici olmasından ziyade özgünlük kat sayısını ve derinliğini sorgulamak lazım derim. Zira burada yaptığını ele almak gerekirse, öncelikle kapitalizmin gerçek bir kriz haline geldiği dünyada ‘zaman bankası’ gibi münferit kuruluşların hayatları kontrol ettiği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bu doğrultuda da ‘fakir’in ya da ‘alt sınıf’ın belli bir bölgeye sıkıştırılıp 25 yaşına kadar yaşayabildiği, zenginin ise bambaşka bir mahallede ömür boyu hüküm sürdüğü bir coğrafya inşa edilmiş.

Paranın yerini zamanın aldığı metaforik bir evren



Sınıfsal uçurumun fazlasıyla açıldığı, aristokrasi-proletarya denkleminden güç alan monarşinin akla geldiği, 19. yüzyıl öncesi bir portreleme mevcut. Ancak daha çok modern demokrasi olarak bilinen ve belli bir grubun kontrolünde yürüyen oligarşik bir siyasi düzen izliyoruz. Yani yönetimsel geriye dönüşle birlikte aristokrasinin ve ürettiği şirketlerin insanları tabiri caizse ‘fişleme’si ile bir de faşist ideoloji harekete geçmiş. Zira 25 yaşına gelince ölen, ancak ‘rüşvet’le aldığı ekstra ‘süre’yle bir şekilde bu zaman dilimini uzatabilen bir insan grubu izliyoruz.

Bu doğrultuda da filmin evreninde paranın yerini zaman alıyor. Yani paragözlük, zaman uzatma ile yer değiştiriyor. Böylelikle kapitalizmin ana sorunu olan ‘ev, iş ile aile arasında koşturmaktan zaman bulamama’ durumuna yani ultra sanayileşmeye dikkat çeken bir metafor oluşturuluyor. Paranın rüşvet mantığına hayat satma da eklenince, karakterlerin birbirine dokunarak zaman alma durumları ilginç bir ‘duygusal temas’la desteklenmiş. Bu durum ‘insanlık’ın ne hale geldiğine dair taşlama işlevi üstlenirken, ‘kumar’ motifi de zeki bir ‘rus ruleti’ malzemesine dönüştürülmüş.

Fütüristik kovalamacanın konsepti yer değiştirmiş

“Zamana Karşı” da esasen günümüz toplumundaki zaman ve aşırı nüfus sorunsalının distopik karşılığına odaklanmış. “Soylent Green”in tek bir yeşil tabletle Ortadoğu’ya benzeyen gettolarda yaşamaya ve mücadele etmeye mahkum bırakılmış proleter sınıfı ile teknolojinin içinde yaşayan aristokrasi sınıfı arasındaki uçurumdan güç alan oligarşik düzenini birebir transfer etmiş.

Bunun yanına ise “Hayal Şehir”in (“Logan’s Run”, 1976) sinemaya soktuğu aksiyon-bilimkurgu kırması iskeleti ya da teknolojik kovalamaca geleneğini farklılaştırarak eklemiş. Zira oradan son 30 senede ‘siber-punk bilimkurgu’ya sızan dramatik çatı, burada distopik bilimkurguya eklemlenmiş.

Bonnie ve Clyde distopik düzene karşı gelirse...

Buna istinaden bir süre sonra düzenden kaçan bir karakterin değil iki karakterin peşine takılmamız ise yönetmenin fütüristik bir “Bonnie ve Clyde” (“Bonnie Clyde”, 1967) için kolları sıvadığını gösteriyor.

Yani “Ölüm Takibi”nin (“Blade Runner”, 1982) ‘scifi-noir’ (bilimkurgu-kara film) tanımı burada ‘bilimkurgu-katil aşıklar filmi’ kırması bir iskelet için harekete geçirilmiş. Filmin bunun etrafını zaman sorumlularıyla sarıp sınıfsal kaosu simgesel bir açlığa bağlayacak derecede çarpıcı hale getirmesi de 11 Eylül sonrası korkulara kulak kesilmesini sağlamış.

70’lerin bilimkurgu ruhunu Post-Irak politikalarıyla canlandırmış

Niccol belli ki klonlama filmi “Gattaca”dan (1997) sonra bir özgün bilimkurgu daha armağan etmiş yedinci sanata. “Zamana Karşı”nın eksikleri yok mu? Elbette çok alışık olmadığı aksiyon yaratma konusunda çuvallamış ve bir-iki anda tempo yükseltememiş yönetmen. Bunun yanında inşa edilen düzenin içinde hapishane gibi çizilen proletarya tarafındaki pastel renklerle boyanan binalar ile farklı renk filtrelerinden güç alan çerçeveler önemli bir yere oturmuş. Buna paralel olarak aristokrasi kısmında genişliğin ve beyaz rengin öne çıkması da bir zıtlık getirmiş.

Lafın özü filmin 11 Eylül ya da Irak Savaşı sonrası portrenin içinde sarsıcı ve tedirgin edici ayrım noktası, içimizdeki tehditi temsil eden ‘gelecek görüşlü banka sahibi’nin her şeyi yönetebilmesi. Bunun devamında ‘Avatar-Başlangıç sonrası dönemi’nin, sosyopolitik arka plana uydurulmuş özgün ve kırma bilimkurgularından biri olarak anılması kesin. İtiraf etmeliyiz ki 70’lerin o melez ruhunun geri geleceğini de şimdiden hissedebiliyoruz. Muhtemelen 2010-2020 arasındaki bir on yıl bu eğilimle geçip Hollywood simalarında kaliteli tür ürünleri etrafı saracaktır.

FİLMİN NOTU: 6.9

Künye:

Zamana Karşı (In Time)

Yönetmen: Andrew Niccol

Oyuncular: Justin Timberlake, Amanda Seyfried, Olivia Wilde, Cillian Murphy, Alex Pettyfer

Süre: 109 dk.

Yapım Yılı: 2011



ULTRA ŞAPŞAL İNGİLİZ AJANI

‘Sessiz komedyen’ Rowan Atkinson’ın konuşan ana karakterinden güç alan 2003 tarihli ajan filmi parodisi “Johnny English”, “Johnny English’in Dönüşü” ile aynı ayarda bir devam filmine kavuşuyor. Ancak burada yapılmaya çalışılan ‘James Bond filmleri parodisi’nin artık çok geleneksel çıkarımlar verdiği kesin. Zira son yıllarda ‘Austin Powers’ (‘Avanak Ajan’) serisi gibi antolojik örnekler izlemişken, bu eseri tüketmek ‘Bourne serisine sıra gelmedi mi?’ sorusunu harekete geçiriyor. Sanki böylesi ürünlerin ‘modernlik’ yolu da oradan geçiyor gibi.

2000’lerde ‘Austin Powers’ ya da Türkiye’de bilinen adıyla ‘Avanak Ajan’ serisi bir formül yaratmışken, halen geleneksel parodi filmlerini izlemek aslında sinema yörüngesine bir şey katmıyor. Ancak “Johnny English’in Dönüşü”nü (“Johnny English Reborn”, 2011) bu durumu kabulllenerek seyrettiğinizde beklediğinizi alıyorsunuz. Zira “Akıllı Ol” (“Get Smart”, 2008) örneğinde görüldüğü gibi ‘bireysel gagler’ (komedi oyuncusunun görsel esprileri) ile yürüyen bir yapı var karşımızda.

Atkinson komedi yeteneğini dörde bölmüş

Bu durum da Rowan Atkinson’ın sessiz ve kaba komedi kimliğinden güç alırken, dramatik yapının omurgasının ona yüklenmesiyle sonuç veriyor. Demode vodvil uyarlamalarıyla isim yapan Oliver Parker’ın duruma ayak uydurup oyuncuya eşlik etmesi ve müzik kullanımı ile bir şekilde karşımıza akıcı bir seyirlik getirmesi durumu birazcık kurtarıyor. Zira ‘senaryo’ açısından baktığımızda sadece aradaki ‘belli skeçler’in güldürme yetisinden söz edebiliriz.

“Johnny English’in Dönüşü”, ilk film gibi o kadar geleneksel ve klasik yöntemlerle ilerliyor ki 1967 tarihli ajan filmi parodisi “Casino Royale”in bile gerisinde kalıyor. Bu da artık alanın içinde ‘Bourne’ serisinin, James Bond filmlerinin yerini almasını bekler hale gelmemize yol açıyor. Çünkü belli ki ‘modern bir duruş’ için o konuda da bu kavramı konuşturan eserlerin incelenmesi şart. İngiliz Charlie Chaplin lakaplı Rowan Atkinson gerçeği bir yere kadar götürebiliyor zira.

Ona alışamayan veya alışamayacağını düşünen izleyici için ise başka adresi şimdiden önerelim. ‘Bean’ ürünlerindeki sahne kimliğini ‘sesli’ye transfer eden Atkinson’ın o yetisini birazcık yitirdiğini ve kahkaha kat sayısını adeta dörde böldüğünü de eklememek olmaz.

FİLMİN NOTU: 4

Künye:

Johnny English’in Dönüşü (Johnny English Reborn)

Yönetmen: Oliver Parker

Oyuncular: Rowan Atkinson, Rosemund Pike, Gillian Anderson, Dominic West, Togo Igawa

Süre: 101 dk.

Yapım Yılı: 2011



HANGİSİ İKİLİ OYNUYOR?

Soğuk Savaş tabanlı bir casusluk filmi diyebiliriz. “İkili Oyun”, buradan yola çıkarken hedefini ‘sürpriz sonu zigzaglı hale getirecek entrikalar’a odaklanmak olarak belirleyince, kadrosunu da potansiyelini de reddetmiş. Bu da kafası karışık ve Rusya karşıtı bir eserle yüzleşmemizi sağlamış. Zaten en iyimser yorumla “Kirli İşler”in ‘köstebekli polisiye’ konseptinin sinemadaki yolculuğunu devam ettirmesiyle anılabilir.

‘Tecrübeli ajan ile çömez ajan bir araya gelir, gerisi teferruat’ cümlesinin arkasını doldurarak bu yazıyı şekillendirebilirdik aslında. Ancak durum göründüğünden biraz daha kapsamlı. Zira burada ajanlık müessesesinin yıllardır peşinde olduğu Sovyet suikastçi Casius’un, Richard Gere’in canlandırdığı Paul’ün yörüngesinde hareket kabiliyeti sağlama arayışları ele alınıyor. Onun çömezi Ben (Topher Grace) ise duruma kendi yöntemleriyle dahil olmaya çalışıyor.

Ana hedeften ziyade basit yollarla ilgilenmiş

Ancak işin ilginç tarafı posterde yazan ‘düşmanlarını yakın tut’ lafı. Zira böylece filmin ilk 20 dakikasında açığa çıkan suçlunun kim olduğu gerçeği, bir şekilde sıfırdan alevlenecek bir yol buluyor kendisine. O yazıyı sonradan gördüğüm için geç farketmiş olabilirim, ancak “İkili Oyun”un (“The Double”, 2011) sürpriz son algısı orada patlak verdikten sonra bir daha da bu bariz patlağı kapatamıyor.

Bunun sebebi filmin bildik polisiye alanı ‘iki kafadar filmi’ (‘buddy-movie’) ile muhalif tür casusluk gerilimi arasında tercihini yapamaması. Zira esas hedefini ‘sürprizle seyirciyi oyalarız’ olarak koyan Michael Brandt, hikaye akışını salgılaması gereken ana omurgayı elinin tersiyle itmiş. Bunun üzerine Soğuk Savaş meselesini es geçen yönetmenin, her şeyi Amerikan bilincinde aramaya soyunması da eklenmiş.

El attığı formül tokat yemekten bir türlü kendine gelememiş

Buradan çıkan sonucun dönüp dolaşıp ‘insan bile olamayan kimliksiz Rus’ noktasına bağlanması aslında bir şeyleri değiştirmiyor. Çünkü karşımızdaki eser, entrikası, olay örgüsü, karakterleri ve onların oluşturduğu dramatik çatısıyla gerçek bir ‘üflemeyle yıkılacak hassasiyet’ algısı yaratıyor.

Brandt’in görüntü yönetmeni ve kurgucudan aldığı güçle filmini çerçeveleme-çekme başarısı, ilerleyen dönemde ‘bir stüdyo memuru’ olmasını sağlayabilir. Bu durum filmi bir süre rahatlıkla izleyip ‘sürpriz üstüne sürpriz’ diyen son kısımda ipin ucunu kaçırmamıza yol açıyor. İşin doğrusu 2002 tarihli “Kirli İşler”in (“Mou gaan dou”) polisiyede ‘eğilim’leştirdiği, hatta yeniden çevrimine Oscar kazandırdığı ‘köstebeklik’ formülü de tokat yemekten bir türlü kendine gelememiş.

Ancak yine de izlenilir bir 96 dakika var karşımızda kabul edelim. Ajanı, polisi, aksiyonu, temposu, Richard Gere’i, Topher Grace’i ve Martin Sheen’iyle derin değil ama ihtişamlı.

FİLMİN NOTU: 4.1

Künye:

İkili Oyun (The Double)

Yönetmen: Michael Brandt

Oyuncular: Richard Gere, Topher Grace, Martin Sheen, Odette Yustman, Tamer Hassan

Süre: 96 dk.

Yapım Yılı: 2011









 
teşekkürler
 
Geri
Üst