Bu hafta vizyona giren filmler

kent55

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
31,409
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
ѕαмѕυηѕρσя



681401_detay.jpg



Karakterlerle özdeşleşerek, lineer hikaye kurgusunu takip ederek, mükemmeliyetçi görkeme-görüntülere kapılarak veya ana akım anlatıyla izlenerek tüketilmeyi reddeden bir salgın filmi. ‘Bir bağımsız film-bir stüdyo filmi’ içeren filmografisiyle bilinen Steven Soderbergh, bu sefer bunların ilkini ikincisinin bütçe ve oyuncu kadrosuyla dengelemiş. Çevreci bir salgın filmiyle dünyanın döngüsel sorunlarına dikkat çekerken, türün kalıplarını bozup ‘ana akışın başı ile sonunun yerini değiştirmek’ gibi dönüşümsel şeylere de imza atmış. İlerleyen dönemde “Salgın”, “Yeryüzündeki Aşk” ve “Körlük” ile birlikte yeni milenyumun ‘postmodern’ algılı salgın filmlerinden biri olarak anılacak ona şüphe yok.


Zombi filmi ve felaket filmi ile akrabalık kuran salgın filmi, aslında 2000’ler coğrafyasına ve sinemasına uygun bir alan değil. Zaten türün, “Körlük” (“Blindness”, 2008) ve “Yeryüzündeki Son Aşk” (“Perfect Sense”, 2011) gibi dönüşümcü ya da tabiri caizse postmodern ürünler dışında bir ‘gövde gösterisi’ yapması da kolay değil formatına bakınca. Bu sebeple de Soderbergh’in önünde şapka çıkarmak gerek.

‘Paranormal Activity’nin salgın filmi versiyonu

En son iddialı stüdyo projesini 1995 tarihli “Tehdit” (“Outbreak”) ile hatırladığımız alanı, o günlerine geri götürmek için yola çıkmış zira kendisi. “Trafik” (“Traffic”, 2000) sonrası “Ocean’s Eleven” (2001) ile stüdyolara anlatı tekniği olarak soktuğu renk filtresi dokusunun yerini, burada ayrıksı bir ‘video günlüğü’ estetiği almış. RED (gelişmiş HD kamera türü) ile çekilmiş ama ışık yalıtımıyla dijital dokusunu korumuş bir yapıdan bahsedebiliriz. Yani ‘Paranormal Activity’, ‘REC’ gibi korku serilerinde gördüğümüz ‘gerçekçi’ ya da ‘belgeci’ anlayışın farklı bir versiyonu ile yüzleşiyoruz.

Onların atmosfer dokusunu oturtmak için başvurduğu üç-dört sabit kamera odaklı sessiz anlayış veya el kamerası hakimiyeti burada bir anlatı gösterisine çevrilmiş. Bir salgının 4.5 ayına odaklanan filmin, ikinci günden başlayarak o olayı gün gün portreleme duygusuyla hareket ettiğini gözleyebiliyoruz. 1.85:1 yani geniş sinemaskop formatının daha dar versiyonuyla yol alan eserin, bunu da ‘karakterlerin çevresel sıkışmışlıkları’nı göstermek için yaptığı ortada.

Türün omurgasını allak bullak etmiş

Orijinal isminin tam çevirisi ‘bulaşma’ anlamına gelen “Salgın” (“Contagion”, 2011) da zaten bu durum üzerinden hareket ederek bir salgın meselesinin çevresinde olabilecek her türlü insanın hayatına girmiş. Bunun ardından salgın filminin, ‘salgın ile mücadele etmek için bir araya gelip toplumu temsil etme’ klişesini ve ana karakterin yenilmezliği gerçeğini elinin tersiyle itmiş. Zira kesişen hayatlar filmi edasında bir 4.5 aya odaklanmış.

Filmin bunu ölümle, virüsle, itaatsizlikle ve iktidar gerçeğiyle sarsılan hayatlar üzerinden akmasını sağladığı çok açık. “Balon”un (“Bubble”, 2005) görsel yapısına yakın, Alan J. Pakula’nın ağır tempolu hallerini hatırlatan eserin, böylesi bir ‘boyutsuzluk’u ya da HD dokusunu lehine çevirdiği görülebiliyor. Zira amacı video günlüklerinin estetiğini gerçekleştirerek, aralarda bunu gün atlamasıyla da yapıp karşımıza sadece salgından doğan insani kıyımları, psikolojiyi ve hüzünleri yansıtmak. Bu durum zaman zaman ‘yalancı belgesel algısıyla çekilmiş bir modern sinema ürünü’nün içinde olduğumuzu da düşünmemizi sağlıyor aslında.

Çevrenin dengesinin bozulmasıyla gerçekleşebilecek kıyamet

Bu doğrultuda da gerçek bir olay akışından veya hikaye yapısından söz etmek mümkün değil. Zaten Soderbergh, filmi ‘ölüm’ ile açıp ‘salgının başladığı an’ ile kapatarak, yani ikinci günü açılış, birinci günü kapanış sekansı yaparak seyirci ile arasına mesafeyi daha en baştan koymuş. Aradaki boşluklarda gelişen antifrizin devreye girmesi ve insanlar üzerinde etki kurması da bu anlayış ışığında gerçekleşmiş. Zira onun üreticisi, taşıyıcısı veya hükümet sorumlusu noktasında gerçek bir karakter incelemesi sunmayı asla istememiş yönetmen.

Aksine salgının ‘çevrenin dengesini bozarsan virüs yayılır ve dünyanın sonu gelir’ mesajıyla ufacık bir tesadüfle değişen hayatları taşlamayı ana amaç belirlemiş kendisine. Soderbergh’in esaslı yola çıkış sebebi ise; kapitalizm, küreselleşme, hükümet gibi kavramlardan ziyade insanoğlunun olmaması gereken yerde bulunmasıyla hayatının tepetaklak olabileceğini ve yaşam döngüsünün şansa bağlı seyrettiğini ele almak. Tabiri caizse evrenin bozulan dengesiyle nasıl canlar yanabileceğini o sisteme dokunan kişilere göstermek istemiş yönetmen.

Ayrıksı görsel yapı ‘gerçeklik’ten beslenmiş

Bunu birçok bilimkurgu filminde gördüğümüz çevreci bir mesajla yaparken de, lineer akmayan hikaye kurgusunun, ayrıksı geniş açı-orta açı dengesinden oluşan olağan dışı sekansların, dijital renklerin ve açı-karşı açı tekniğinin çeşitliliğinin seyirciyi rahatsız etmesini istemiş. İlk gününde birkaç ölümle açılan filmin, bunun normalde sonda olması gerektiğini bilmesi ise aslında amacını belli etmiş. ‘Gerçeklik’ ile ilgilenip ışık yalıtımını öne çıkaran Soderbergh, salgın filminin genelgeçer kuralları ve muhafazakar söylemleriyle ilgilenmiş.

Onlardan farklı olmak için de dokusal, anlatısal ve merceksel deformasyona gitmiş. Yani “Körlük” ve “Yeryüzündeki Son Aşk”ın duyusal evrenlerinin uzağında adeta tür alanında bir “Paranormal Activity” denemesi var diyebiliriz. Bu da sinemanın yenilikçi eğilimleri açısından bir tuğla da yönetmenin koymasını sağlıyor. Bağımsız dokusunu “Ocean’s Eleven”da olduğu gibi bir kez daha stüdyoların içine taşıması da aslında “Trafik”-“Balon” arasında gidip gelen yapısını daha cüretkar ve önemsenir hale getirmiş kendisinin. “Salgın”, kuşkusuz süprizlerle dolu, ayrıksı ve yapıbozucu bir salgın filmi.

FİLMİN NOTU: 7.4

Künye:

Salgın (Contagion)

Yönetmen: Steven Soderbergh

Oyuncular: Laurence Fishburne, Matt Damon, Kate Winslet, Gwyneth Paltrow, Jude Law, John Hawkes, Marion Cotillard

Süre: 106 dk.

Yapım Yılı: 2011



YENİ CONAN, HELLBOY’UN OĞLU ÇIKTI!

80’lerin kaslı kahramanlarından ‘Conan’ın 1982 tarihli ilk filminin yeniden çevrimi. Neyse ki o zamanın ‘kılıç’larla yüklü dokusunu yinelemekten ziyade çatısını, aksiyon ve macera özelliklerini güçlendiren fantastik düello, kovalamaca ve çatışma sahnelerinin üzerine kurmayı seçmiş. Bu da 2011 model “Conan”ı demode durmaktan kurtarıp sürükleyici bir beyaz perde seyirliğine dönüştürmüş.

Morgan Freeman’ın ses tonuyla açılır celse. Conan’ın doğumu, babası Corin’in yüzü ve daha nicesiyle yüzleşiriz ilk kalemde. Bunun devamı ise çok açıktır. Corin öldürülür ve karakterimiz intikam için ant içer. Aslında her şey 1982 tarihli John Milius imzalı ilk film “Barbar Conan” (“Conan the Barbarian”) ile paralel bir hikaye yapısıyla akar. Tek bir fark vardır. O da 70’lerin Yeni Hollywood ekolünden çıkma bir yönetmen ile korku filmlerinde oluk oluk kan dökmesine alışık olduğumuz bir yönetmenin yer değiştirmesidir.

Çöp süper kahraman filmleri gibi kendini ciddiye almıyor

Aslında bu durum belli ki 50 milyon dolarlık bütçe farkına da yansımış. Zira bu yeni Conan, Jason Momoa başta olmak üzere neredeyse hiçbir karakteri ve oyuncusuyla tat veren bir ürün değil. Halbuki ilk filmdeki James Earl Jones’un kötü adamı halen akıllarda değil midir? Ancak 2011 etiketli eserin dramatik çatısını incelemeye kalktığımızda dahi karşımıza çıkan şeyler, gerçek anlamda bu görüşün bir özetini geçiyor. Senaryo için üç senaristin toplanması ve ‘detaycı bir uğraş’ izlenimi yaratılması da aslında bir hayli enteresan.

Sadece baba rolündeki nam-ı diğer Hellboy’un, yani Ron Perlman’ın performansının dikkat çekici ve sinefiller için incelenesi bir tarafı var. Zira son dönemin en katıksız çizgi roman anti-süper kahramanının bir anda ondan 25 sene önce perdeyi fetheden tek boyutlu bir süper kahramanın babası olması ilginç bir yol açmış. Perlman, kısa zamanlı varlığına rağmen tabiri caizse herkesten rol çalıyor.

Ancak bu ince detayı saymazsak böyle bir ihtiyaçtan ziyade Nispel’in ve projenin hedefi aksiyon ve düello sahnelerinin üzerinden bir iki saat inşa etmek olmuş. Seyirciyi de günümüzün üç boyut teknolojisiyle yakalamak ana amaca dönüşmüş. “Conan”ın (“Conan the Barbarian”, 2011) bu doğrultuda keyifli, sürükleyici ve oyalayıcı bir süreçle karşısına geçenleri yormadığı kesin. En azından son zamanda bolca gördüğümüz demode ve çöp süper kahraman filmleri (Bkz. “Kaptan Amerika”, “Thor”) gibi kendi metnini ve karakterlerini ciddiye alıp gülünç duruma düşmüyor film.

Yüksek tempo, aksiyon sahneleri ve kan oranından güç almış

Hatta derme çatma Orta Çağ malzemelerinden de yaratıcı sonuçlarla ilk filmi aratmayan sahneler çıkartmayı beceriyor. Ancak elbette Nispel’in memurluğu bu şekilde işlemiş sadece. Kan oranını yükseltip tempo açısından gaza basmayla üreyen bir omurga servis etmiş bizlere. Bunu yitirdiğinde dizi kalitesine düşen eserin ‘Xena’dan farksız bir üsluba kavuştuğu şüphesiz.

Bu noktada Milius’un yakaladığı çizgi roman estetiği dokusu ve Arnold Schwarzenegger’in karizması konularında da bir şeyler verdiğini söylemek güç bu yeni ‘Conan’ filminin. Ancak maceranın ve tarihi-epiğin demodeliğine saplanmayıp sürekli gaza basması ve kan oranını yukarılarda tutması lehine yansımış.

Bu da kağıt üstünde kolay unutulur duran ama izlenirken sinema ihtişamı aşılayan bir ürünle yüzleştiriyor bizleri. Ancak salonu terkederken başta Momoa olmak üzere hiçbir oyuncunun yüzünün aklınızda kalmayacağını da ekleyelim. Bu durum büyük oranda Nispel’in tempo yaparken orta-yakın ölçekli mercekleri tercih eden bir anlayış benimsemesinden kaynaklanıyor. “Conan” da işte tam olarak bu sebeple keyifli bir beyaz perde seyirliği sunabilmiş. Perlman dışında kendini kanıtlamamış oyuncularını arka plana itmesi sebebiyle...

FİLMİN NOTU: 4.9

Künye:

Conan (Conan the Barbarian)

Yönetmen: Marcus Nispel

Oyuncular: Jason Momoa, Ron Perlman, Rose McGowan, Rachel Nichols, Said Taghmoui, Stephen Lang

Süre: 113 dk.

Yapım Yılı: 2011



ARAYIŞI AŞKTA BULANLARIN ÖYKÜSÜ

Kocasının kendisini aldatmasıyla soluğu Türkiye’de, kendisine göre ‘gizemli’ bir diyarda alan bir kadının varoluşsal yolculuğunun öyküsü. Katalin’in alt sınıftan bir inşaat işçisine ‘ilgi duyması’yla yeşeren aşka bel bağlayan “İstanbul”, ne yazık ki bunu kaldıracak ne bir yönetmene ne de bir senariste sahip değil. Sadece ‘soyut kültürel buluşma’ üzerinden her ülkedeki çıkışsızlığın farklı boyutlarını ele alma hedefi açısından belli ölçüde takdiri hak ediyor.

Bizim ulusumuzdaki çok kültürlülük sebebiyle sinemamızda fazlaca gördüğümüz bir alan. ‘Kendi coğrafyasında yalnızlık çeken bireyin Türkiye’ye gelip soyut ilişkiyi-dostluğu-varoluşu tatması’ meselesi, bu sefer Macaristan’a uyarlanmış. Ferenc Török’ün dördüncü uzun metrajlı filmi “İstanbul” (“Isztamboul”, 2010), kocasının aldattığı o ülke mensubu bir kadının Türkiye’deki ‘umut’ arayışını ele alıyor.

Hikaye anlatmayı minimalist zeminde yapması bir anlatı boşluğu getirmiş

Aslında projenin temeline baktığımızda Yavuz Bingöl’ün canlandırdığı ‘en saf haliyle ulusal kültürü temsil eden’ inşaat işçisi karakteriyle dramatik çatışma kurulması fikri üzerine gidilebilecek bir malzeme sunuyor. Zira Avrupa ülkelerinde karşımıza çıkan kadın bireyin bir cesaretle dağları bayırları aşıp tanımadığı, bilmediği diyarlarda çıkış araması bir feminist okuma da getirmiş. O noktada Katarin’in açıldığı noktanın Bingöl’ün alt sınıf bireyi Halil olması da bir hayli garip. Ancak tam da orada filmin Wong Kar-Wai, Pen Ek- Ratanaruang gibi ‘soyut aşk’ meselesinde sınıf atlamış Uzakdoğulu yönetmenlerden birine ihtiyaç duyduğu kesin.

Török, hikaye anlatma sinemasının en asgari dehlizlerini o kadar abartmış ki, sıfıra yakın müzik kullanımının yanında İstanbul’daki mekansal geçişlerde de zamansal sıkıntılar yaşamış. Bunların tamamı da yönetmenin ‘minimalist tabana uygun bir hikaye anlatma güdüsü’ taşıdığı izlenimi yaratıyor. Bu durum yönetmensel açmazı, kafa karışıklığını ya da uyumsuzluğu beraberinde getirirken, filmin ağır temposunu da ‘yapma’ hale sokmuş. Elbette bu tökezlemenin tohumları Macar karakterlerin tek boyutlu ve inandırıcılık yoksunu olmasıyla atılmış.

‘Türk’ soslu öykünün dibini bulamamış

Zira o merkezden yola çıkan dramatik yapının, Halil ile Katarin’in yalnızlık, aşk, kıvılcım ve tutku açlığı konusunda incelemeye tabi tuttuğu kesin. Bu noktada da onların niye böylesi bir açmaza düştüklerini etüd ederek yola çıkmış. Ancak Katarin’den ilerlerken fazla zaman kaybedip tek boyutlu yan karakterlerle inandırıcı olamaması, Halil’in ‘karton Türk temsili’ halini de tersinden aynı tanıma maruz bırakmış.

Bunun devamında Stiege-Bingöl ikilisinin iletişimsiz-soyut halleri öylecene bırakılıp çekime o gün gelmiş gibi davranmaları sağlanınca her açıdan hasarlı bir yapıyla yüzleşiyoruz. “İstanbul”, ya dört ortak yapımcılı olmasıyla ya da Macar ekibin üzerine gitmesiyle ‘Türk’ soslu öykünün dibini bulmakta sıkıntı çekmiş. Kendi içinde tutarlı, bir şeyler anlatmak isteyen görüşünü de bu şekilde çöpe atmış.

Yalnızlaştırılmış soyut bireylerin aşk hikayesini halbuki dünya sinemasında fazlaca kaliteli temsilde görüyoruz. Ancak ‘İstanbul’ isminden “Bir Konuşabilse..”nin (“Lost in Translation”, 2003) Tokyo’su çıkmamış maalesef. Halbuki Bela Tarr ile Miclos Jancso ekolünden yürüyen minimalist Macar sinemasının can yakmışlığını çokça görmüşlüğümüz var. Belli ki Török, o ekole mensup değil.

FİLMİN NOTU: 4.2

Künye:

Istanbul (Isztamboul)

Yönetmen: Ferenc Török

Oyuncular: Johanne Ter Stiege, Yavuz Bingöl, Lukats Andor, Varga Norbert, Selçuk Uluergüven, Hikmet Karagöz

Süre: 99 dk.

Yapım Yılı: 2010











 
Bir-G%C3%BCn.jpg


ONE DAY

Filmin konusu: "Emma, işçi sınıfından bir aileden gelen prensipli bir kızdır. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeyi düşler. Dexter ise çapkın bir zengin çocuğudur. Onun düşü, dünyayı kendi oyun parkına çevirmektir. Üniversiteden mezun oldukları gün tanışan zıt kutuplardaki bu iki insan, birlikte geçirdikleri bir günden sonra hayat boyu sürecek bir arkadaşlığa adım atar."


Eğer fragmanını izlemek istersen.

Bende gitmeyi düşünüyorum bu filme giden arkadaşlarım çok beğenmiş, güzel bi hafta sonu için iyi bir plan olabilir :)
 
Geri
Üst