CounTRy
Gülen Manyak
- Katılım
- 5 Haz 2006
- Mesajlar
- 10,687
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
BLUES’UN KÖKLERİ
İlk Afrikalı köle kabilesi Amerika’nın Virginia eyaletinde, Jamestown’a 1619 yılında getirildi. Genellikle Batı Afrika’dan, Dahomey, Fulani, Arada gibi yerleşik, avcı olmayan, toplayıcı kabileler tercih ediliyordu. Sağ kalıp da Yeni Kıta’ya ulaşabilenler, gemi ambarlarına balık istifi doluşturulanların yarısından azdı. Bu tarihte Amerika’da beyaz köleler de mevcuttu. Amerika’daki yaşam koşulları beyazlar için de zordu, ama onların imkanlarını siyahlarla kıyaslamak da mümkün değildi. 1776’da ilan edilen Bağımsızlık Bildirgesi çerçevesinin içine –kadınlar ve Kızılderililerle birlikte- siyahlar da alınmadılar.
19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde köleler güney eyaletlerinde, pirinç ve pamuk tarlaları çevresine yoğunlaşmıştı. 1850’de ise 200 bin kadar özgür siyah vardı ve köleliğin kaldırılması için uğraşıyorlardı. Köleliğin kaldırılması Amerikan iç savaşı sonunda, 1865’e mümkün oldu. Yine de şiddet ve sömürü tam anlamıyla sona ermedi. Mülkiyet düzeninde, siyasal alanda, yaşam koşullarında herhangi bir değişiklik olmadı. Hatta siyahların evlerinin, mahallelerinin beyazların mekanlarından ayrılması yasayla sabit kılındı. Blues bu koşullarda doğdu.
Daha ilk kölelik günlerinden itibaren icra edilmeleri yasaklanan tribal törenler ve kabile alışkanlıkları, beyaz egemenlerin işine geldiği yerlerde, mesela çalışmayı rahatlattığı için tarlalarda nispeten serbest bırakılıyordu. Anadolu dahil pek çok coğrafyada ve folklorda rastlayabileceğimiz, Amerikan Blues’una Batı Afrika’dan geldiği düşünülen ‘call and response’ (çağrı-yanıt) gibi toplu atışmalar ya da kendi kendine ah çekmeler, ağıtlar, bağrışlar hoşgörülebiliyordu. Çoğunlukla tek cümlelik tekrarlar halinde kullanılan ilk blues şarkıları, bir arzuyu belirtiyor, bazen bir yakına halini alıyor, bazen de beyaz adamdan duyulan nefretin altını gizlice çiziyordu.
Siyahları kaba ve görgüsüz bulan beyazların bu müzikleri komik bulup eğlendikleri de oluyordu.kendilerine ait bir kültürü kalmayan, Avrupa kültürüyle karşılaşarak Hristiyanlaştırılmış siyahlar, kendilerine uygun görülen sessiz iş hayatına tamamen hapsolmak yerine, yeni dinlerini Afrika geleneklerinden de kopmayarak, adeta bir kabile ayini yaratarak yaşayabiliyorlardı.Siyahların söylediği ve beyazlar arasında da popülerleşen kilise ilahileri, geleneksel Blues’un temellerini arasına girecekti. "Jump-up" denilen ritmik dans şarkılarının yanında, yüzünü siyaha boyayıp sahnede siyah taklidi yaparak şarkı söyleyen beyazların "minstrel" geleneğini de blues kayakları arasına dahil etmek gerekir.
NEW ORLEANS’TA CAZ
Caz müziğinin miladı sayılan ragtime şüphesiz Blues’un şekillenmesinde rol oynamıştı. Daha ziyade New Orleans taraflarında tohumu atılan, Avrupa klasiklerini yorumlayan bu müzik, banço ritimlerinden uyarlanan bir piyano müziğiydi. Ragtime, karelerde, sirklerde, çadır gösterilerinde gelişti ve yüzyıl sonunda en büyük akımlardan oldu. New Orleans’ta Fransız kültürüyle yetişmiş siyah Creole müzisyenlerin ilk dönem cazcıların ham müziği ile karşılaşmaları ve Avrupa çalgılarıyla Afrika üsluplarının kaynaşması da önemli bir gelişmeydi.
BLUES PLAĞA ALINIYOR
1910’lu yılların sonunda Amerika büyük bir siyah göç dalgası yaşıyordu. Güney şehir ve kasabalarındaki baskıdan, yoksulluktan bunalan siyahlar, özgürlüğü kuzey şehirlerinde görüyorlardı. 1. dünya savaşı’nın başlamasıyla birlikte Avrupa’dan göç azalınca kuzeyin iş gücü ihtiyacı güneyli zenciler tarafından karşılandı. Chicago gibi şehirlerde hayat standardı kırsal kesimden daha yüksek olmasa da, daha özgürdü.
1910’lu yıllarda Charley Patton’ ın şöhret kazandığı yıllarda ‘Blues’un anası Ma Rainey’ hariç tutulursa çok fazla kadın blues şarkıcısı yoktu. Ama Blues’un ilk defa plağa alınması da kadınların sesiyle oldu. Bir blues şarkısı ilk defa 1920’de kaydedildi: Mamie Smith’ den That Thing Called Love... Ama asıl başarı, yine Smith’ in Crazy Blues’ uyla gelmiş, plak rekor denecek sayıda( altı ayda bir milyon) satmıştı. Smith tam anlamıyla bir blues şarkıcısı sayılmazdı, ama kendinden sonra gelen kadınlara olduğu kadar, bütün bir blues alemine de kapıları açmış oldu. Siyah plak pazarının çekiciliğin kapılan yapımcılar tehditlere rağmen blues plakları yayınlamaya başladılar. Böylece ‘ırk plakları’ denen dönem başlamış oldu. 1920’ler, daha sonra hiç olmayacağı kadar kadınların dönemiydi; caza hatta vodvil şarkılarına yakın şarkılarıyla Mamie Smith, Ma Rainey, Bessie Smith bugune kadar sürecek bir vokal geleneğinin başlatıcısı oldular.
Döneme damgasını vuran genellikle Mississippili müzisyenlerdi: bu dönemde plak yapan Robert Johnson, Tommy Johnson, Son House gibi isimler, ancak uzun yıllar sonra 1960’larda blues’ un yeniden doğuşu ile hatırlanacaktı.
Blues brothers dan hiç bahsedilmemesi enteresan tabiki blues a aşık insanlar ve bunu hayat tarzı edinip filmleştirmişler
BLUES’UN YUVASI: MİSSİSSİPPİ DELTASI
Blues’ un ne zaman, nasıl, kim tarafından çalındığı belli değilse de, Mississippi deltasından doğduğu ve buradan yayıldığı yaygın bir görüş. Müzik, siyahlar için duygularını dışa vurmalarının, baskıyı az da olsa hafifletmenin bir yoluydu. Yüzyıl başında gelişen üretim imkanlarıyla birlikte gitar fiyatları da ucuzlamıştı ya da insanlar kimi ilkel aletleri bizzat kendileri yapıyorlardı. El yapımı tek telli gitarlar ‘slide’ tarzının da yaygınlaştırmıştı. Bir şişe boynu kullanılarak gitarın sesini inceltip, ağlar gibi uzatabiliyorlardı. Bugün bildiğimiz, duyunca tanıdığımız blues’ un temelleri yüzyılın ilk çeyreğinde pek çok Mississippili müzisyen tarafından atılmıştı.
GÜNEY’ İN ÖTESİ
Blues Mississippi’den ibaret değildi. Başta Teksas, Memphis, Atlanta olmak üzere, İndianapolis, Louisville, Kansas City de blues merkezlerinden sayılabilir. 1940’larda ise başkent unvanını Chicago alacaktı.
Ağırlıklı olarak pamuk üreten Teksas’ ta köle nüfusu, Mississippi kadar kalabalık olmasa bile, her zaman yoğun olmuştu. Ülkenin en acımasız çiftlik hapishaneleri de buradaydı. Bu durum hapishane ve iş konulu şarkıların vücut bulmasını sağladı. Teksas blues’ unun ilk dönemlerinde Henry ‘ragtime blues’, Blind Lemon Jefferson öne çıkan isimlerdi. Bir sonraki kuşak ise Teksas blues’unu piyano ve nefeslilerle bezeyip daha dansa yakın bir grup müziği haline getirdi.
Öte yandan Memphis sadece kavgaları, kumarhaneleriyle değil blues’ uyla da efsaneleşiyordu. Memphis en çok çömlek orkestralarıyla ( Jug band) ünlüydü. Belli bir teknikle üflendiğinde bas sesi veren çömleğin etrafında kurulu bu orkestralar, çamaşır tahtaları, tenekeler, tencereler kullanıyordu. Bu orkestrada armonikanın da çok önemli bir yeri vardı. Çömlek orkestralarının bu fukara çalgıları sahnede görsel malzeme kaygısıyla kullandığı da oluyordu. Memphis Jug Band, Jug Stompers, bu orkestralardan en önemlileriydi.
1929 yaşanan ekonomik krizle beraber blues plaklarının üretim ve tüketimindeki büyük azalma Blues’ un ilk döneminin altın çağları kapanmış, 2. Dünya Savaşı ertesinde yeniden doğana kadar, bir duraklama evresi başlamış oluyordu.
BUHRAN VE SAVAŞ
Ekonomik buhranla beraber Amerika’da işsiz sayısı 15 milyona çıkmıştı. 1920’lerin refah ortamında iş güç sahibi olan pek çok insan yerini yurdunu terk ediyor,daha iyi bir hayat özlemiyle oradan oraya sürükleniyordu. Yine de siyahlar, özellikle blues müzisyenleri için değişen bir şey olmamıştı. İçkili eğlence yerleri kapanmış,müzisyenlerin para kazanabileceği çok az yer kalmıştı, ama bir blues müzisyeni için zaten eskiden de o kadar büyük paralar kazanmak mümkün değildi. Büyük şehirlerin gettolarında hayatı sürdürebilmek için yeni yollar icat ediliyordu. Kira partileri bunlardan biriydi. İki üç katına fırlayan ev kiralarını ödeyebilmek için kira günü gelen evde parti veriliyor , bu partilere blues müzisyenleri de katılıyordu. Böylece kiracılar için olduğu kadar müzisyenler için de bir gelir kapısı açılmış oluyordu.
Irk plaklarının yaygın olduğu 1920’lerin ikinci yarısında haftada on kadar plak basılabiliyordu. 30’lar boyunca pek az bluescunun plağı gün yüzü görebiliyordu. Toplumsal boyuttaki bu çatlama blues’cuların şarkılarını da hiç olmadığı kadar doğrudan politikleştirdi. Daha önce aşktan,genel olarak kederden, gündelik dertlerden bahseden - bazen de doğa olaylarından, mesela hasatı mahveden pamuk kurtlarından- blues’cular, şarkılarda hükümet kararlarını eleştirmeye, kamu yardımlarının boyutunu topa tutmaya başladılar. 1932’de başkanlık koltuğuna oturan Roosevelt “yeni düzen” vaadiyle iş başı yapmıştı. Bu dönemde sosyal yardımlar arttı, en azından açlıktan ölmenin önüne geçilebildi. Beyazların da siyahlarla anı mevkiye, en dibe inebildiği bu çalkantılı dönemin sonunda, siyahlar açısından sendikal haklara varıncaya kadar bir dizi görece gelişme sağlanabildi.
Kira partileri gibi yoksulların dayanışma ağları dışında, blues’cuların caza ve eğlence müziğine en çok kaydıkları dönem de herhalde buhran ve savaş yılları oldu. İnsanlar ekonomik baskılardan yıldıkları müddetçe az da olsa nefes alabilmek için hafif filmleri ve müzikleri tercih ediyorlardı. Bazı blues’cular sinema endüstrisinde çalışmaya başladılar, bazıları da kabarelerde, vodvillerde iş buldu.bu yıllardaki gelişmelerden biri,”ırk plakları”nın ardından,”ırk radyoları”nın kurulmasıdır. Siyahlara yönelik yerel ve ulusal radyolar , siyah yaşamında büyük yer edinmeye başlamıştı-o zamana kadar radyolarda ancak country,western gibi beyazlara hitap eden müzikler çalınırdı. 1941’lerde kurulan KFFA Radyosu , kısa zamanda sektörün hakimi olmuştu.1930’ların sonunda büyük şehirlerde blues, genellikle orkestralarca icra edilir olmuştu; Gitar, piyano ve basın yayınında nefesliler, bazen de davul… Daha sonraki yıllarda etkisi genişleyecek grup duygusunun temelleri de esas olarak bu yılarda atılmaya başlanmıştı.
BLUES’ A ELEKTRİK GİRİYOR
1940’lı yıllarda Güney bir göç dalgası daha yaşadı, siyah nüfusunu sanayileşmiş kentlere gönderdi. 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği seferberlik, siyahların ulusal bir kimlik duygusuna alışmasının kolaylaştırmış, fabrikalarda ya da cephede yaşayanlar ve savaş sonrası refah duygusu, iş olanakları farklı bir kültürel atmosfer yaratmıştı. O yıllara hakim olan Blues’lardan biri kulüp cazına, swing tarzına yakın şık takımlar içinde, büyük orkestralarla, büyük kulüplerde, nefesli çalgıların desteği ile icra ediliyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vuracak siyah halkın sorunları da bu dönemde belirginleşiyordu. Bazı siyahların hiyerarşik düzen içinde yükselmelerinin, toplum içinde kabul görülmelerinin yolu açılırken, şehirlerdeki gettolarda, Güney’in kasabalarında, eğitim, sağlık hizmetlerinde değişen bir şey olmuyordu. Ama Delta’nın sert, kirli, çamurlu ve gerçekçi blues’u da hala ayaktaydı ama sular u sefer sanayi şehirlerine akıyordu. Muddy Waters gibi Delta tedrisatından geçmiş pek çok blues’ cu Robert Johnson’ ların, Son House’ ların ham blues’ unu alıp bu dönemde elektriklendirdiler. Kendine gitarıyla eşlik eden, kendi şarkılarını ya da geleneksel blues’ları söyleyen şarkıcıya – sonradan rock’ u da etkileyecek- bir standart grup eşlik ediyordu: Elektrikli gitar, bas, davul…
Kalabalıklaşan, hızlanan şehirde blues’ un sesini duyurabilmesi için elektrik şarttı, ama bu dönemin blues’ u, özünde yine Delta’nın ruhunu, tavrını taşıyordu. 1950’li yıllarda bütün bir Amerikan toplumunu, giderek dünyayı etkisi altına alan rock’ n’ roll’ a ilham veren temel unsurların başında da blues geliyordu. Bugünlerde ülkemizi ziyaret edecek olan Chuck Berry’den Jimi Hendrix’e, Led Zeppelin’den Rolling Stones’ a pek çok rock yıldızı ve grubunda blues sesini duymak mümkündür. Bir anlamda rock’n roll, blues’ un bütün bir topluma yayılması anlamına geliyordu. Yine de plak satışları ve üslup çeşitliliği açısından, saf, geleneksel blues da 1950’lerde en canlı dönemini yaşıyordu. Lightnin’ Hopkins, John Lee Hooker gibi büyük blues’ cuların damgasını vurduğu Howlin’ Wolf, Muddy Waters gibi ustaların altın çağlarını yaşadığı bu dönemde, genellikle yumuşak, kibar bir salon tavrı geliştiren Batı Yakası’nda Otis Rush, Buddy Guy, Freddie King dinamik bir blues ortamı inşa ediyordu.
1960 – 1970 DÖNEMİ VE BLUES
1960’lı yılların başında, dönemin en popüler müzik tarzlarının başında rock’n roll ve soul geliyordu. Bu türler African- American olarak adlandırılan müzik akımdan etkilenmişlerdi. Özellikle beyaz sanatçılar African-American müziğini Amerika Birleşik Devletleri ve yurtdışında yeni seyirci kitleleriyle buluşturuyorlardı. İngiltere’de, 1960’lar boyunca Amerika blues efsanelerinin kayıtları ve İngiltere blues-rock tabanlı kayıtlar etkin rollere sahipti.
John Lee Hooker ve Muddy Waters gibi blues sanatçıları coşkulu seyirciler önünde perforsmanlarını sürdürmeye devam ettiler. Bu perforsmanlarda, New York doğumlu Taj Mahal gibi geleneksel bluesun parlayan isimlerini de seyircilere takdim ettiler. John Lee Hooker, kendi blues stilini rock elemanları ile zenginleştirdi. 1971 yılında çıkardığı Endless Boogie albümü bu yeni stili içeriyordu. B.B. King eşsiz gitar tekniği ile “Blues Kralı” ünvanını kazanmıştı. Gitar ve arpın kullanıldığı Chicago stilinin aksine King’in orkestrası saksafon, trompet ve trombon kullanıyordu. B.B. King gibi Tennessee doğumlu olan Bobby “Blue” Bland, blues ve R&B türlerinin önemli temsilcilerinden biriydi.
İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Hareketleri, Amerika’da African-American müziğine ve bu müziğin kökenlerine olan ilgiyi arttırdı. Newport Folk Festival gibi müzik festivalleri geleneksel bluesun ve Son House, Mississippi John Hurt, Skip James, Reverend Gary Davis gibi isimlerin yeni seyirci kitleleriyle buluşmasını sağladı. Savaş öncesi akustik bluesa duyulan ilginin yeniden canlanmasına yardımcı oldu. Savaş öncesi klasik bluesa ait pek çok derleme Yazoo Plak Şirketi tarafından yeniden yayımlandı. 1950’lerde Chicago blues hareketinin içerisinde yer almış olan J.B. Lenoir, akustik gitar kullandığı birçok LP’ler kaydetti. Bu kayıtlarda, akustik basta ve davullarda Willie Dixon Lenoir’e eşlik etti. Şarkıları, ırkçılık ve Vietnam Savaşı gibi politik konulara değiniyordu. Bu durum, o dönem için normal olarak nitelendirilmiyordu. Alabama blues kayıtlarında yer alan bir şarkı şöyle sesleniyordu:
I never will go back to Alabama, that is not the place for me
You know they killed my sister and my brother,
and the whole world let them peoples go down there free
(Bir daha Alabama’ya geri dönemeyeceğim. Artık orası benim için değil. Kardeşlerimi öldürdüklerini biliyorsunuz ve hala onların özgürce dolaşmalarına izin veriyorsunuz. )
Chicago kökenli Paul Butterfield Blues Orkestrası’na ve İngiliz Blues hareketine de bağlı olarak 1960’larda blues dinleyen ve bluesla ilgilenen beyaz sayısında artış kaydedildi. İngiliz blues tarzı; Fleetwood Mac, John Mayall ve the Bluesbreakers, The Rolling Stones, The Yardbirds ve Cream gibi grupların Delta ve Chicago blues gelenekleri ile harmanlanmış klasik blues performansları sergilediği dönemlerde gelişme gösterdi.
1960’larda İngiliz blues müzisyenleri Canned Heat, Janis Joplin, Johnny Winter, The J. Geils Band ve Ry Cooder gibi Amerikalı blues-rock fusion müzisyenlerinden ilham aldılar. Led Zeppelin’in ilk albümleri geleneksel blues şarkılarına yer veriyordu. Jimi Hendrix de kendi alanında bir dehaydı. Psychedelic Rock ve siyah bir adam…Hendrix, iyi bir gitarist olmanın ötesinde rock müziğinin gelişimi tetikleyen bir isimdir.
1960’ların sonlarına doğru, Chicago’da Magic Sam, Magic Slim ve Otis Rush ile birlikte Batı Yakası tarzı blues (West Side style blues) doğdu. Batı Yakası tarzı çok güçlü bir ritmik desteğe sahipti. Bu ritm desteğini, ritm gitar, elektro-bas gitar ve davullar sağlıyordu. Albert King, Buddy Guy ve Luther Allison amplified elektro lead gitarın baskın olduğu bir Batı Yakası tarzını benimsemişlerdi.
1980’LERDEN GÜNÜMÜZE BLUES
1980’lerden günümüze kadar olan döneme baktığımızda, Afro-Amerikan kökenli nüfusun bluesa ilgisinde bir dirilme gözlemlenmektedir. Z. Z. Hill’in "Down Home Blues" (1982) ve Little Milton'ın "The Blues is Alright" (1984) isimli albümlerinin beklenmedik başarıları, “Soul Blues” veya “Southern Soul” olarak adlandırılan ve diriliş hareketinin kalbini oluşturan müziğe hayat vermiştir. Bu tarzda eserler veren Afro-Amerikan kökenli çağdaş blues müzisyenleri Bobby Rush, Denise LaSalle, Sir Charles Jones, Bettye LaVette, Marvin Sease, Peggy Scott-Adams ve Willie Clayton’dır. Rip Daniels tarafından kurulmus olan “The American Blues Radio Network” çalma listelerinde soul blues parçalarına yer vermektedir.
1980’lerden günümüze, blues hem geleneksel formda hem de yeni formlarda gelişim kaydetti. Hem solo hem de ritm rollerinde gitar kullanan “Texas Rock-Blues” doğdu. West Blues’un tersine Texas Blues fazlasıyla İngiliz rock-blues hareketinden etkilenmişti. Texas Blues’un en önemli müzisyenleri Stevie Ray Vaughan, The Fabulous Thunderbirds ve ZZ Top’dır. 1980’lerde John Lee Hooker yeniden dirildi. Hooker, Carlos Santana, Miles Davis, Robert Cray ve Bonnie Raitt gibi isimlerle birlikte çalıştı. The Blues Breakers ve Cream ile tanınmış olan Eric Clapton, 1990’larda MTV Unplugged albümü ile blues dünyasına geri döndü. Bu albüm, bluesu akustik gitar ile buluşturuyordu. 1980’lerde ve 1990’larda, Living Blues and Blues Revue gibi blues yayınları okuyucu ile buluşuyordu. Büyük şehirlerde blues toplulukları kuruldu ve blues festivalleri daha sık düzenlenmeye başlandı. Daha çok gece klubünde blues çalınıyordu. 1990’larda Delta Groove Music, Arhoolie Records, Smithsonian Folkways Recordings, Yazoo Records ve Document Records gibi müzik şirketleri önemli blues parçalarını tekrar dinleyicilerle buluşturdu. Genç blues müzisyenleri, Delta Blues’tan Rock-Oriented Blues’a kadar çok farklı tarzları araştırdılar ve yeni bakış açıları oluşturmaya çalıştılar. Sean Costello, Shemikia Copeland, Johnny Lang, Corey Harris ve Susan Tedeschi gibi 1970 sonrası doğumlu müzisyenler kendi tarzlarını geliştirdiler.
MÜZİKAL ANLATIM
Blues çalmak için pek çok yaklaşım bulunmaktadır. Ritmik aksanların kullanılması ve tellerin seslerini değiştirmek bunlardan en yaygın uygulamalardandır. Bu müzik gücünü her zaman için çok gösterişli bir çalma tekniğinden almıştır.
Blues şarkılarının genel yapısını 4/4 lük zaman birimlerinde çalınan 12 ölçülük kalıp ifade eder. 4/4 lük zamanların aksanlarla ifade edilmesi, ritim kısmını tekdüzelikten kurtararak, şarkıyı canlı kılar.
Blues armonisi üç akorun etrafında kurulmuştur. Birincil akorlar majör veya minör olabilir ve herhangi bir tonun birinci, dördüncü ve beşinci dereceleri üzerine kurulur. İlk akorun kök notası, karşılık gelen pentatonik gamın ve tonun birinci derecesine denktir. Armoni 1-4-5 kalıbı ile hareket eder. Bu akorlar üzerine çalınan blues melodisi majör/minör bir sound yaratarak standart armoni kurallarını yıkar ve anlatım gücü yüksek bir dağarcık oluşturur. Örnek olarak Mi tonunda Mi Majör, La Majör be Si Majör akorları gelişme ve varyasyonlar için alt yapıyı sağlar. Minör ve dominant yedili akorları da doğaçlama kısımlarında sıksık kullanılır.
ŞARKI SÖZLERİ
Erken dönem Blues şarkıları incelendiğinde şarkı sözlerinin genel olarak birkaç ana temadan ve bunlara bağlı hikâyelerden esinlendiği görülür. Bu hikâyelerin temel kaynağı siyah adamın Yeni Kıta’ya yaptığı zor(un)lu yolculuk, burada tarlalarda bir köle olarak çalıştırılması ve başından geçen acı dolu yaşam öyküsüdür. Bu yüzdendir ki, bu dönem yapılan şarkılarda vokal, şarkının ana temasına uygun olarak anlatıcı bir tavırda, hüzünlü ve duygu yüklüdür. Bu müziğin ve sahiplerinin daha sonra deltalardan şehirlere taşınmasıyla birlikte değişen sosyal çevreye uygun olarak şarkı temalarının ve şarkıların söyleniş biçiminin de değiştiği gözlemlenebilir. Ancak değişen vokal tarzı ve konular yanında Blues müziği, ana yapısı olan 12 ölçü içinde yapılan tekrarları ve “call and response” olarak anılan çağrı ve cevap kısımlarını korumayı başarır. Blues müziğinin bugünlere kadar gelip, hala büyük bir kitle tarafından takip edilmesinin belki de en nadide sebebi, bir yandan köklerine bağlılığı ve üzerine inşa edilmiş geleneklerden beslenmesi, diğer taraftan da değişime ayak uydurabilen dinamik yapısı olmuştur. Bu şekilde, dünyada A.B.D.’nin önderliğinde vücuda gelen ve gelişen müzik endüstrisine de eklemlenmeyi başarmış ve daha sonra piyasanın önemli aktörlerinden biri haline gelmiştir.
İlk dönem kaydedilen Blues albümleri, müzikal açıdan, endüstrinin gözdesi olan ve gitgide daha fazla etkileşimde bulunduğu pop müziği kadar kolay dinlenilirken; şarkı sözleri poptan çok daha gerçekçi, sert ve çoğu zaman da edepsiz bulunmuştur. Şarkıların ve icracıların bu tarz bir anlatım yolu seçmesi yüzünden, o yıllarda, kiliseye bağlı Amerikan halkı ve birçok rahip tarafından da şeytanın müziği olarak damgalanmıştır. İlginçtir ki Blues her zaman temel anlamda Tanrı’ya ve Tanrı inancına bağlı kalabilmiş yegane müzik türlerinden olmuştur.
Blues müziği her zaman hüzün, acı, sefalet, zulüm ve sıkıntı gibi negatif anlamlı kelimelerle anılmış olsa da, bu müzik aynı zamanda içinde hicvi ve ironiyi barındırabilmiş, aynı zamanda eğlenceli de olabilmeyi başarabilmiştir.
Blues şarkıları tek bir dizeyle başlar ve müzik devam ederken bu sözler üç defa tekrarlanır. Dördüncü dize tekrar edilen ilk dizeye bir yanıt bazen de bir sonuç oluşturur. Bu form çoğunluk Blues şarkılarında kullanılır ve şarkı içinde müzikle bir bütünlük oluşturduğu gözlemlenir.
BLUES’UN MÜZİKAL ETKİSİ
Blues’un müzikal tarzı, formu, melodisi ve blues ölçüleri şimdiye değin rock&roll, jazz ve pop müzik gibi birçok müzik tarzını etkilemiştir. Bu sebeple blues’un bu büyülü tınılarının pek çok efsane müzisyen tarafından icra edildiğini ve Louis Armstrong, Duke Ellington, Miles Davis, Bob Dylan gibi zamanında topluma yön vermiş müzisyenlerin göze çarpan ve keyifli blues kayıtları olduğunu söyleyebiliriz. Belirttiğimiz gibi blues ölçüleri özellikle, popüler müzikte Harold Arlen’in “Blues in the Night”ında olduğu gibi, blues balladlarından “Since I Fell For You”da, “Please Send Me Someone to Love”da ve hatta George Gershwin’in “Rhapsody in Blue” ve “Concerto in F” inde olduğu gibi orkestra müziklerinde de kullanılmaktadır.
Blues ölçüleri modern popüler müziğin model yapıtaşlarında hazır ve nazırdır. Hatta salt popüler şarkılarda değil aynı zamanda film ve dizi müziğinde kullanılmaktadır. Pek çok kişinin yakından bildiği Batman’de, gençlik idolü Fabian’ın hit parçası “Turn Me Loose”, country müzik starı Jimmie Rodger’ın müziğinde ve Tracy Chapman’ın hiti “Give Me One Reason” karşımıza çıkmaktadır.
Kuşkusuz ki pek çokları için blues bir toplumun kurtuluşudur. Çocuklarına, açlığın ve acının ötesinde bakmak zorunda olan babanın, “sahibi”nden her gün hakaret işitip dayak yiyen, aşağılanan bir kadının haykırışıdır. Blues hüznün ve çaresizliğin melodramıdır. Yine de insandır bunu yapan, işte bu nedenle swing’de olduğu gibi kişi blues’da da herhangi bir kalıp olmadan, sadece hissiyatla, vücut temasıyla, doğaçlamayla dans etmesini de bilir. Blues dansı genellikle blues müziğiyle yapılsa da bazen 4/4’e inebilen tempolarda da icra edilebilir.
İşte bu noktada R&B’den bahsetmek yerinde olacaktır: R&B’nin kökenleri kilise ilahilerinde ve blues’da bulunan bir müzik çeşididir. Müzikal anlamda ilahiler New England’ın koro geleneklerinden ve hatta özellikle Isaac Watt’ın ilahilerinden, African Ritmlerinden filizlenmiştir. Benzer şekilde ilahi şarkılar Afrikan-Amerikan insan topluluklarının kitlesel halde bir araya getirilip köle olarak çalıştırıldığı toplu kamplarda köklerini salmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar blues ve jazz’ın arasındaki bağ daha az belirgindi. Jazz’ın harmonik yapısından kaynaklanan bir “brass band” havası varken, blues 12-bar blues notalarından oluşuyordu. Fakat 1940’lardan ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra blues jazz’ın üzerinde belirgin bir etkiye sahip oldu. Bazı bebop klasikleri, mesela Charlie Parker’ın “Now’s the Time”’ı; pentatonik (5 sesli) ölçekte ve blues notalarıyle harmanlanmış olarak karşımıza çıkar. Birçoklarına göre bebop müziğin geliştirilmesi, jazz için bir dönüm noktasıdır. Bundan böyle jazz artık dans için yapılan popüler bir müzikten çok daha ulaşılmaz, daha karışık notalı “müzisyen’in müziği” olmuştur. İşte bu noktada jazz ile blues belirgin biçimde yollarını ayırır ve aralarındaki müzikal farklılığı ayırt edici kılar. Bununla birlikte blues başka tarzlar için ilham kaynağı olur; örneğin bir dönem dünyayı kasıp kavuran rock and roll blues’un 12 barlı yapısından ve blues ölçeklerinden esinlenmiştir. Hatta rock and roll için “blues with a back beat” (back beat: özellikle rock müzik için kullanılan gürültülü, düzenli ve sabit bir hızda devam eden tempo) denmesi boşuna değildir. Örneğin Elvis Presley’in “Hound Dog”u, değiştirilmemiş 12-barlı yapısı ( hem armonik yapısında hemde şarkı sözlerinde) ile rock-and roll ‘ a dönüştürülmüş bir blues şarkısıdır.
Birçok erken dönem rock-and-roll şarkılarının temelinde blues vardır.Bunların en belirginleri ise " Johnny B. Goode", "Blue Suede Shoes", "Whole Lotta' Shakin' Going On", "Tutti-Frutti", "Shake, Rattle, and Roll", "What'd I Say", and "Long Tall Sally".
Erken dönem Afrika kökenli Amerikalı rock müzisyenleri blues müziğinin cinsel temalarını ve imalarını şarkı sözlerine yansıtmışlardır. Bunun en belirgin örneklerinden biri olarak "Tutti Frutti" ‘şarkısını gösterebilirz.Bu imaları şarkının şu sözlerinden anlayabilirz: Got a gal named Sue, knows just what to do" veya "See the girl with the red dress on, she knows how to do it all night long".Cinsel içerikli imalar "Hound Dog" şarkısının konusunda bile iyi gizlenmiş bir şekilde bulunmaktadır.
Daha arındırılmış olarak tabir edebileceğimiz "white" (beyazların yaptığı) rock müziği( örneğin; Bill Haley'in "Rock Around the Clock" şarkısı). , daha az harmonik yaratıcılık ve daha az cinsel samimiyet sahip olmasına rağmen blues’un yapısını ve armonisini ödünç almaktan da geri kalmamıştır.
O dönemlerde siyahların yapmış olduğu birçok şarkıyı seslendiren beyaz müzisyenler şarkıların orjinal sözlerini tepki gördükleri için değiştirmişlerdir mesela Pat Boone ‘un "Tutti Frutti" performansında orjinal sözlerini daha uysal bir versiyona ("Tutti frutti, loose booty . . . a wop bop a lu bop, a good Goddamn") dönüştürmesi gibi...
BLUES’UN SOSYAL ETKİSİ
Blues müziği tıpkı jazz , rock and roll, heavy metal ve hip hop müzikte de olduğu gibi "şeytan’ın müziği" olduğu ve şiddeti ve diğer zayıf davranışları tetikleyici ve yansıtıcı etkisinin olması gerekçesiyle yargılanmıştır.20. yüzyılın en başlarında blues kötü bir şöhrete sahipti özellikle blues müziğinin 1920’ lerde beyaz dinleyiciler tarafından da dinlenmeye ve ilgi çekmeye başlamasından sonra bu şöhret daha da arttı. 20. yüzyılın başlarında W.C. Handy siyah olmayan Amerikalılara blues’u daha saygı duyulur yapan ilk kişiydi.
Şimdi ise blues Afrika kökenli Amerika ve Amerika kültürel mirasının temel bileşiklerinden biri olarak görülmektedir. Bu statü sadece bu alanda yapılan akedemik çalışmalarla yansıtılmamış bunun yanında da ana-akım filmleri ( Sounder, 1972; the Blues Brothers ,1980 ve 1998 ; Crossroads,1986) ile de birçok insana ulaşacak şekilde görüntülenmiştir.
The Blues Brothers filmi neredeyse blues ile alakalı R&B veya Zydeco gibi bütün müzik türlerinin karşımını içinde barındırıp( daha fazla popüler olan 1.filmin çoğunun ritim ve blues dan oluşmasına rağmen), blues müziğinin imajının görüntülenmesinde büyük bir role sahip olmuştur.
Standart geleneksel blues şarkısı olan "Sweet Home Chicago" ( muhtemelen en iyi bilinen versiyonu Robert Johnson versiyonudur.) adlı parçayı Chicago’nun gayri resmi şehir marşı statüsüne kadar yükseltmişlerdir.
İlk Afrikalı köle kabilesi Amerika’nın Virginia eyaletinde, Jamestown’a 1619 yılında getirildi. Genellikle Batı Afrika’dan, Dahomey, Fulani, Arada gibi yerleşik, avcı olmayan, toplayıcı kabileler tercih ediliyordu. Sağ kalıp da Yeni Kıta’ya ulaşabilenler, gemi ambarlarına balık istifi doluşturulanların yarısından azdı. Bu tarihte Amerika’da beyaz köleler de mevcuttu. Amerika’daki yaşam koşulları beyazlar için de zordu, ama onların imkanlarını siyahlarla kıyaslamak da mümkün değildi. 1776’da ilan edilen Bağımsızlık Bildirgesi çerçevesinin içine –kadınlar ve Kızılderililerle birlikte- siyahlar da alınmadılar.
19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde köleler güney eyaletlerinde, pirinç ve pamuk tarlaları çevresine yoğunlaşmıştı. 1850’de ise 200 bin kadar özgür siyah vardı ve köleliğin kaldırılması için uğraşıyorlardı. Köleliğin kaldırılması Amerikan iç savaşı sonunda, 1865’e mümkün oldu. Yine de şiddet ve sömürü tam anlamıyla sona ermedi. Mülkiyet düzeninde, siyasal alanda, yaşam koşullarında herhangi bir değişiklik olmadı. Hatta siyahların evlerinin, mahallelerinin beyazların mekanlarından ayrılması yasayla sabit kılındı. Blues bu koşullarda doğdu.
Daha ilk kölelik günlerinden itibaren icra edilmeleri yasaklanan tribal törenler ve kabile alışkanlıkları, beyaz egemenlerin işine geldiği yerlerde, mesela çalışmayı rahatlattığı için tarlalarda nispeten serbest bırakılıyordu. Anadolu dahil pek çok coğrafyada ve folklorda rastlayabileceğimiz, Amerikan Blues’una Batı Afrika’dan geldiği düşünülen ‘call and response’ (çağrı-yanıt) gibi toplu atışmalar ya da kendi kendine ah çekmeler, ağıtlar, bağrışlar hoşgörülebiliyordu. Çoğunlukla tek cümlelik tekrarlar halinde kullanılan ilk blues şarkıları, bir arzuyu belirtiyor, bazen bir yakına halini alıyor, bazen de beyaz adamdan duyulan nefretin altını gizlice çiziyordu.
Siyahları kaba ve görgüsüz bulan beyazların bu müzikleri komik bulup eğlendikleri de oluyordu.kendilerine ait bir kültürü kalmayan, Avrupa kültürüyle karşılaşarak Hristiyanlaştırılmış siyahlar, kendilerine uygun görülen sessiz iş hayatına tamamen hapsolmak yerine, yeni dinlerini Afrika geleneklerinden de kopmayarak, adeta bir kabile ayini yaratarak yaşayabiliyorlardı.Siyahların söylediği ve beyazlar arasında da popülerleşen kilise ilahileri, geleneksel Blues’un temellerini arasına girecekti. "Jump-up" denilen ritmik dans şarkılarının yanında, yüzünü siyaha boyayıp sahnede siyah taklidi yaparak şarkı söyleyen beyazların "minstrel" geleneğini de blues kayakları arasına dahil etmek gerekir.
NEW ORLEANS’TA CAZ
Caz müziğinin miladı sayılan ragtime şüphesiz Blues’un şekillenmesinde rol oynamıştı. Daha ziyade New Orleans taraflarında tohumu atılan, Avrupa klasiklerini yorumlayan bu müzik, banço ritimlerinden uyarlanan bir piyano müziğiydi. Ragtime, karelerde, sirklerde, çadır gösterilerinde gelişti ve yüzyıl sonunda en büyük akımlardan oldu. New Orleans’ta Fransız kültürüyle yetişmiş siyah Creole müzisyenlerin ilk dönem cazcıların ham müziği ile karşılaşmaları ve Avrupa çalgılarıyla Afrika üsluplarının kaynaşması da önemli bir gelişmeydi.
BLUES PLAĞA ALINIYOR
1910’lu yılların sonunda Amerika büyük bir siyah göç dalgası yaşıyordu. Güney şehir ve kasabalarındaki baskıdan, yoksulluktan bunalan siyahlar, özgürlüğü kuzey şehirlerinde görüyorlardı. 1. dünya savaşı’nın başlamasıyla birlikte Avrupa’dan göç azalınca kuzeyin iş gücü ihtiyacı güneyli zenciler tarafından karşılandı. Chicago gibi şehirlerde hayat standardı kırsal kesimden daha yüksek olmasa da, daha özgürdü.
1910’lu yıllarda Charley Patton’ ın şöhret kazandığı yıllarda ‘Blues’un anası Ma Rainey’ hariç tutulursa çok fazla kadın blues şarkıcısı yoktu. Ama Blues’un ilk defa plağa alınması da kadınların sesiyle oldu. Bir blues şarkısı ilk defa 1920’de kaydedildi: Mamie Smith’ den That Thing Called Love... Ama asıl başarı, yine Smith’ in Crazy Blues’ uyla gelmiş, plak rekor denecek sayıda( altı ayda bir milyon) satmıştı. Smith tam anlamıyla bir blues şarkıcısı sayılmazdı, ama kendinden sonra gelen kadınlara olduğu kadar, bütün bir blues alemine de kapıları açmış oldu. Siyah plak pazarının çekiciliğin kapılan yapımcılar tehditlere rağmen blues plakları yayınlamaya başladılar. Böylece ‘ırk plakları’ denen dönem başlamış oldu. 1920’ler, daha sonra hiç olmayacağı kadar kadınların dönemiydi; caza hatta vodvil şarkılarına yakın şarkılarıyla Mamie Smith, Ma Rainey, Bessie Smith bugune kadar sürecek bir vokal geleneğinin başlatıcısı oldular.
Döneme damgasını vuran genellikle Mississippili müzisyenlerdi: bu dönemde plak yapan Robert Johnson, Tommy Johnson, Son House gibi isimler, ancak uzun yıllar sonra 1960’larda blues’ un yeniden doğuşu ile hatırlanacaktı.
Blues brothers dan hiç bahsedilmemesi enteresan tabiki blues a aşık insanlar ve bunu hayat tarzı edinip filmleştirmişler
BLUES’UN YUVASI: MİSSİSSİPPİ DELTASI
Blues’ un ne zaman, nasıl, kim tarafından çalındığı belli değilse de, Mississippi deltasından doğduğu ve buradan yayıldığı yaygın bir görüş. Müzik, siyahlar için duygularını dışa vurmalarının, baskıyı az da olsa hafifletmenin bir yoluydu. Yüzyıl başında gelişen üretim imkanlarıyla birlikte gitar fiyatları da ucuzlamıştı ya da insanlar kimi ilkel aletleri bizzat kendileri yapıyorlardı. El yapımı tek telli gitarlar ‘slide’ tarzının da yaygınlaştırmıştı. Bir şişe boynu kullanılarak gitarın sesini inceltip, ağlar gibi uzatabiliyorlardı. Bugün bildiğimiz, duyunca tanıdığımız blues’ un temelleri yüzyılın ilk çeyreğinde pek çok Mississippili müzisyen tarafından atılmıştı.
GÜNEY’ İN ÖTESİ
Blues Mississippi’den ibaret değildi. Başta Teksas, Memphis, Atlanta olmak üzere, İndianapolis, Louisville, Kansas City de blues merkezlerinden sayılabilir. 1940’larda ise başkent unvanını Chicago alacaktı.
Ağırlıklı olarak pamuk üreten Teksas’ ta köle nüfusu, Mississippi kadar kalabalık olmasa bile, her zaman yoğun olmuştu. Ülkenin en acımasız çiftlik hapishaneleri de buradaydı. Bu durum hapishane ve iş konulu şarkıların vücut bulmasını sağladı. Teksas blues’ unun ilk dönemlerinde Henry ‘ragtime blues’, Blind Lemon Jefferson öne çıkan isimlerdi. Bir sonraki kuşak ise Teksas blues’unu piyano ve nefeslilerle bezeyip daha dansa yakın bir grup müziği haline getirdi.
Öte yandan Memphis sadece kavgaları, kumarhaneleriyle değil blues’ uyla da efsaneleşiyordu. Memphis en çok çömlek orkestralarıyla ( Jug band) ünlüydü. Belli bir teknikle üflendiğinde bas sesi veren çömleğin etrafında kurulu bu orkestralar, çamaşır tahtaları, tenekeler, tencereler kullanıyordu. Bu orkestrada armonikanın da çok önemli bir yeri vardı. Çömlek orkestralarının bu fukara çalgıları sahnede görsel malzeme kaygısıyla kullandığı da oluyordu. Memphis Jug Band, Jug Stompers, bu orkestralardan en önemlileriydi.
1929 yaşanan ekonomik krizle beraber blues plaklarının üretim ve tüketimindeki büyük azalma Blues’ un ilk döneminin altın çağları kapanmış, 2. Dünya Savaşı ertesinde yeniden doğana kadar, bir duraklama evresi başlamış oluyordu.
BUHRAN VE SAVAŞ
Ekonomik buhranla beraber Amerika’da işsiz sayısı 15 milyona çıkmıştı. 1920’lerin refah ortamında iş güç sahibi olan pek çok insan yerini yurdunu terk ediyor,daha iyi bir hayat özlemiyle oradan oraya sürükleniyordu. Yine de siyahlar, özellikle blues müzisyenleri için değişen bir şey olmamıştı. İçkili eğlence yerleri kapanmış,müzisyenlerin para kazanabileceği çok az yer kalmıştı, ama bir blues müzisyeni için zaten eskiden de o kadar büyük paralar kazanmak mümkün değildi. Büyük şehirlerin gettolarında hayatı sürdürebilmek için yeni yollar icat ediliyordu. Kira partileri bunlardan biriydi. İki üç katına fırlayan ev kiralarını ödeyebilmek için kira günü gelen evde parti veriliyor , bu partilere blues müzisyenleri de katılıyordu. Böylece kiracılar için olduğu kadar müzisyenler için de bir gelir kapısı açılmış oluyordu.
Irk plaklarının yaygın olduğu 1920’lerin ikinci yarısında haftada on kadar plak basılabiliyordu. 30’lar boyunca pek az bluescunun plağı gün yüzü görebiliyordu. Toplumsal boyuttaki bu çatlama blues’cuların şarkılarını da hiç olmadığı kadar doğrudan politikleştirdi. Daha önce aşktan,genel olarak kederden, gündelik dertlerden bahseden - bazen de doğa olaylarından, mesela hasatı mahveden pamuk kurtlarından- blues’cular, şarkılarda hükümet kararlarını eleştirmeye, kamu yardımlarının boyutunu topa tutmaya başladılar. 1932’de başkanlık koltuğuna oturan Roosevelt “yeni düzen” vaadiyle iş başı yapmıştı. Bu dönemde sosyal yardımlar arttı, en azından açlıktan ölmenin önüne geçilebildi. Beyazların da siyahlarla anı mevkiye, en dibe inebildiği bu çalkantılı dönemin sonunda, siyahlar açısından sendikal haklara varıncaya kadar bir dizi görece gelişme sağlanabildi.
Kira partileri gibi yoksulların dayanışma ağları dışında, blues’cuların caza ve eğlence müziğine en çok kaydıkları dönem de herhalde buhran ve savaş yılları oldu. İnsanlar ekonomik baskılardan yıldıkları müddetçe az da olsa nefes alabilmek için hafif filmleri ve müzikleri tercih ediyorlardı. Bazı blues’cular sinema endüstrisinde çalışmaya başladılar, bazıları da kabarelerde, vodvillerde iş buldu.bu yıllardaki gelişmelerden biri,”ırk plakları”nın ardından,”ırk radyoları”nın kurulmasıdır. Siyahlara yönelik yerel ve ulusal radyolar , siyah yaşamında büyük yer edinmeye başlamıştı-o zamana kadar radyolarda ancak country,western gibi beyazlara hitap eden müzikler çalınırdı. 1941’lerde kurulan KFFA Radyosu , kısa zamanda sektörün hakimi olmuştu.1930’ların sonunda büyük şehirlerde blues, genellikle orkestralarca icra edilir olmuştu; Gitar, piyano ve basın yayınında nefesliler, bazen de davul… Daha sonraki yıllarda etkisi genişleyecek grup duygusunun temelleri de esas olarak bu yılarda atılmaya başlanmıştı.
BLUES’ A ELEKTRİK GİRİYOR
1940’lı yıllarda Güney bir göç dalgası daha yaşadı, siyah nüfusunu sanayileşmiş kentlere gönderdi. 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği seferberlik, siyahların ulusal bir kimlik duygusuna alışmasının kolaylaştırmış, fabrikalarda ya da cephede yaşayanlar ve savaş sonrası refah duygusu, iş olanakları farklı bir kültürel atmosfer yaratmıştı. O yıllara hakim olan Blues’lardan biri kulüp cazına, swing tarzına yakın şık takımlar içinde, büyük orkestralarla, büyük kulüplerde, nefesli çalgıların desteği ile icra ediliyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vuracak siyah halkın sorunları da bu dönemde belirginleşiyordu. Bazı siyahların hiyerarşik düzen içinde yükselmelerinin, toplum içinde kabul görülmelerinin yolu açılırken, şehirlerdeki gettolarda, Güney’in kasabalarında, eğitim, sağlık hizmetlerinde değişen bir şey olmuyordu. Ama Delta’nın sert, kirli, çamurlu ve gerçekçi blues’u da hala ayaktaydı ama sular u sefer sanayi şehirlerine akıyordu. Muddy Waters gibi Delta tedrisatından geçmiş pek çok blues’ cu Robert Johnson’ ların, Son House’ ların ham blues’ unu alıp bu dönemde elektriklendirdiler. Kendine gitarıyla eşlik eden, kendi şarkılarını ya da geleneksel blues’ları söyleyen şarkıcıya – sonradan rock’ u da etkileyecek- bir standart grup eşlik ediyordu: Elektrikli gitar, bas, davul…
Kalabalıklaşan, hızlanan şehirde blues’ un sesini duyurabilmesi için elektrik şarttı, ama bu dönemin blues’ u, özünde yine Delta’nın ruhunu, tavrını taşıyordu. 1950’li yıllarda bütün bir Amerikan toplumunu, giderek dünyayı etkisi altına alan rock’ n’ roll’ a ilham veren temel unsurların başında da blues geliyordu. Bugünlerde ülkemizi ziyaret edecek olan Chuck Berry’den Jimi Hendrix’e, Led Zeppelin’den Rolling Stones’ a pek çok rock yıldızı ve grubunda blues sesini duymak mümkündür. Bir anlamda rock’n roll, blues’ un bütün bir topluma yayılması anlamına geliyordu. Yine de plak satışları ve üslup çeşitliliği açısından, saf, geleneksel blues da 1950’lerde en canlı dönemini yaşıyordu. Lightnin’ Hopkins, John Lee Hooker gibi büyük blues’ cuların damgasını vurduğu Howlin’ Wolf, Muddy Waters gibi ustaların altın çağlarını yaşadığı bu dönemde, genellikle yumuşak, kibar bir salon tavrı geliştiren Batı Yakası’nda Otis Rush, Buddy Guy, Freddie King dinamik bir blues ortamı inşa ediyordu.
1960 – 1970 DÖNEMİ VE BLUES
1960’lı yılların başında, dönemin en popüler müzik tarzlarının başında rock’n roll ve soul geliyordu. Bu türler African- American olarak adlandırılan müzik akımdan etkilenmişlerdi. Özellikle beyaz sanatçılar African-American müziğini Amerika Birleşik Devletleri ve yurtdışında yeni seyirci kitleleriyle buluşturuyorlardı. İngiltere’de, 1960’lar boyunca Amerika blues efsanelerinin kayıtları ve İngiltere blues-rock tabanlı kayıtlar etkin rollere sahipti.
John Lee Hooker ve Muddy Waters gibi blues sanatçıları coşkulu seyirciler önünde perforsmanlarını sürdürmeye devam ettiler. Bu perforsmanlarda, New York doğumlu Taj Mahal gibi geleneksel bluesun parlayan isimlerini de seyircilere takdim ettiler. John Lee Hooker, kendi blues stilini rock elemanları ile zenginleştirdi. 1971 yılında çıkardığı Endless Boogie albümü bu yeni stili içeriyordu. B.B. King eşsiz gitar tekniği ile “Blues Kralı” ünvanını kazanmıştı. Gitar ve arpın kullanıldığı Chicago stilinin aksine King’in orkestrası saksafon, trompet ve trombon kullanıyordu. B.B. King gibi Tennessee doğumlu olan Bobby “Blue” Bland, blues ve R&B türlerinin önemli temsilcilerinden biriydi.
İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Hareketleri, Amerika’da African-American müziğine ve bu müziğin kökenlerine olan ilgiyi arttırdı. Newport Folk Festival gibi müzik festivalleri geleneksel bluesun ve Son House, Mississippi John Hurt, Skip James, Reverend Gary Davis gibi isimlerin yeni seyirci kitleleriyle buluşmasını sağladı. Savaş öncesi akustik bluesa duyulan ilginin yeniden canlanmasına yardımcı oldu. Savaş öncesi klasik bluesa ait pek çok derleme Yazoo Plak Şirketi tarafından yeniden yayımlandı. 1950’lerde Chicago blues hareketinin içerisinde yer almış olan J.B. Lenoir, akustik gitar kullandığı birçok LP’ler kaydetti. Bu kayıtlarda, akustik basta ve davullarda Willie Dixon Lenoir’e eşlik etti. Şarkıları, ırkçılık ve Vietnam Savaşı gibi politik konulara değiniyordu. Bu durum, o dönem için normal olarak nitelendirilmiyordu. Alabama blues kayıtlarında yer alan bir şarkı şöyle sesleniyordu:
I never will go back to Alabama, that is not the place for me
You know they killed my sister and my brother,
and the whole world let them peoples go down there free
(Bir daha Alabama’ya geri dönemeyeceğim. Artık orası benim için değil. Kardeşlerimi öldürdüklerini biliyorsunuz ve hala onların özgürce dolaşmalarına izin veriyorsunuz. )
Chicago kökenli Paul Butterfield Blues Orkestrası’na ve İngiliz Blues hareketine de bağlı olarak 1960’larda blues dinleyen ve bluesla ilgilenen beyaz sayısında artış kaydedildi. İngiliz blues tarzı; Fleetwood Mac, John Mayall ve the Bluesbreakers, The Rolling Stones, The Yardbirds ve Cream gibi grupların Delta ve Chicago blues gelenekleri ile harmanlanmış klasik blues performansları sergilediği dönemlerde gelişme gösterdi.
1960’larda İngiliz blues müzisyenleri Canned Heat, Janis Joplin, Johnny Winter, The J. Geils Band ve Ry Cooder gibi Amerikalı blues-rock fusion müzisyenlerinden ilham aldılar. Led Zeppelin’in ilk albümleri geleneksel blues şarkılarına yer veriyordu. Jimi Hendrix de kendi alanında bir dehaydı. Psychedelic Rock ve siyah bir adam…Hendrix, iyi bir gitarist olmanın ötesinde rock müziğinin gelişimi tetikleyen bir isimdir.
1960’ların sonlarına doğru, Chicago’da Magic Sam, Magic Slim ve Otis Rush ile birlikte Batı Yakası tarzı blues (West Side style blues) doğdu. Batı Yakası tarzı çok güçlü bir ritmik desteğe sahipti. Bu ritm desteğini, ritm gitar, elektro-bas gitar ve davullar sağlıyordu. Albert King, Buddy Guy ve Luther Allison amplified elektro lead gitarın baskın olduğu bir Batı Yakası tarzını benimsemişlerdi.
1980’LERDEN GÜNÜMÜZE BLUES
1980’lerden günümüze kadar olan döneme baktığımızda, Afro-Amerikan kökenli nüfusun bluesa ilgisinde bir dirilme gözlemlenmektedir. Z. Z. Hill’in "Down Home Blues" (1982) ve Little Milton'ın "The Blues is Alright" (1984) isimli albümlerinin beklenmedik başarıları, “Soul Blues” veya “Southern Soul” olarak adlandırılan ve diriliş hareketinin kalbini oluşturan müziğe hayat vermiştir. Bu tarzda eserler veren Afro-Amerikan kökenli çağdaş blues müzisyenleri Bobby Rush, Denise LaSalle, Sir Charles Jones, Bettye LaVette, Marvin Sease, Peggy Scott-Adams ve Willie Clayton’dır. Rip Daniels tarafından kurulmus olan “The American Blues Radio Network” çalma listelerinde soul blues parçalarına yer vermektedir.
1980’lerden günümüze, blues hem geleneksel formda hem de yeni formlarda gelişim kaydetti. Hem solo hem de ritm rollerinde gitar kullanan “Texas Rock-Blues” doğdu. West Blues’un tersine Texas Blues fazlasıyla İngiliz rock-blues hareketinden etkilenmişti. Texas Blues’un en önemli müzisyenleri Stevie Ray Vaughan, The Fabulous Thunderbirds ve ZZ Top’dır. 1980’lerde John Lee Hooker yeniden dirildi. Hooker, Carlos Santana, Miles Davis, Robert Cray ve Bonnie Raitt gibi isimlerle birlikte çalıştı. The Blues Breakers ve Cream ile tanınmış olan Eric Clapton, 1990’larda MTV Unplugged albümü ile blues dünyasına geri döndü. Bu albüm, bluesu akustik gitar ile buluşturuyordu. 1980’lerde ve 1990’larda, Living Blues and Blues Revue gibi blues yayınları okuyucu ile buluşuyordu. Büyük şehirlerde blues toplulukları kuruldu ve blues festivalleri daha sık düzenlenmeye başlandı. Daha çok gece klubünde blues çalınıyordu. 1990’larda Delta Groove Music, Arhoolie Records, Smithsonian Folkways Recordings, Yazoo Records ve Document Records gibi müzik şirketleri önemli blues parçalarını tekrar dinleyicilerle buluşturdu. Genç blues müzisyenleri, Delta Blues’tan Rock-Oriented Blues’a kadar çok farklı tarzları araştırdılar ve yeni bakış açıları oluşturmaya çalıştılar. Sean Costello, Shemikia Copeland, Johnny Lang, Corey Harris ve Susan Tedeschi gibi 1970 sonrası doğumlu müzisyenler kendi tarzlarını geliştirdiler.
MÜZİKAL ANLATIM
Blues çalmak için pek çok yaklaşım bulunmaktadır. Ritmik aksanların kullanılması ve tellerin seslerini değiştirmek bunlardan en yaygın uygulamalardandır. Bu müzik gücünü her zaman için çok gösterişli bir çalma tekniğinden almıştır.
Blues şarkılarının genel yapısını 4/4 lük zaman birimlerinde çalınan 12 ölçülük kalıp ifade eder. 4/4 lük zamanların aksanlarla ifade edilmesi, ritim kısmını tekdüzelikten kurtararak, şarkıyı canlı kılar.
Blues armonisi üç akorun etrafında kurulmuştur. Birincil akorlar majör veya minör olabilir ve herhangi bir tonun birinci, dördüncü ve beşinci dereceleri üzerine kurulur. İlk akorun kök notası, karşılık gelen pentatonik gamın ve tonun birinci derecesine denktir. Armoni 1-4-5 kalıbı ile hareket eder. Bu akorlar üzerine çalınan blues melodisi majör/minör bir sound yaratarak standart armoni kurallarını yıkar ve anlatım gücü yüksek bir dağarcık oluşturur. Örnek olarak Mi tonunda Mi Majör, La Majör be Si Majör akorları gelişme ve varyasyonlar için alt yapıyı sağlar. Minör ve dominant yedili akorları da doğaçlama kısımlarında sıksık kullanılır.
ŞARKI SÖZLERİ
Erken dönem Blues şarkıları incelendiğinde şarkı sözlerinin genel olarak birkaç ana temadan ve bunlara bağlı hikâyelerden esinlendiği görülür. Bu hikâyelerin temel kaynağı siyah adamın Yeni Kıta’ya yaptığı zor(un)lu yolculuk, burada tarlalarda bir köle olarak çalıştırılması ve başından geçen acı dolu yaşam öyküsüdür. Bu yüzdendir ki, bu dönem yapılan şarkılarda vokal, şarkının ana temasına uygun olarak anlatıcı bir tavırda, hüzünlü ve duygu yüklüdür. Bu müziğin ve sahiplerinin daha sonra deltalardan şehirlere taşınmasıyla birlikte değişen sosyal çevreye uygun olarak şarkı temalarının ve şarkıların söyleniş biçiminin de değiştiği gözlemlenebilir. Ancak değişen vokal tarzı ve konular yanında Blues müziği, ana yapısı olan 12 ölçü içinde yapılan tekrarları ve “call and response” olarak anılan çağrı ve cevap kısımlarını korumayı başarır. Blues müziğinin bugünlere kadar gelip, hala büyük bir kitle tarafından takip edilmesinin belki de en nadide sebebi, bir yandan köklerine bağlılığı ve üzerine inşa edilmiş geleneklerden beslenmesi, diğer taraftan da değişime ayak uydurabilen dinamik yapısı olmuştur. Bu şekilde, dünyada A.B.D.’nin önderliğinde vücuda gelen ve gelişen müzik endüstrisine de eklemlenmeyi başarmış ve daha sonra piyasanın önemli aktörlerinden biri haline gelmiştir.
İlk dönem kaydedilen Blues albümleri, müzikal açıdan, endüstrinin gözdesi olan ve gitgide daha fazla etkileşimde bulunduğu pop müziği kadar kolay dinlenilirken; şarkı sözleri poptan çok daha gerçekçi, sert ve çoğu zaman da edepsiz bulunmuştur. Şarkıların ve icracıların bu tarz bir anlatım yolu seçmesi yüzünden, o yıllarda, kiliseye bağlı Amerikan halkı ve birçok rahip tarafından da şeytanın müziği olarak damgalanmıştır. İlginçtir ki Blues her zaman temel anlamda Tanrı’ya ve Tanrı inancına bağlı kalabilmiş yegane müzik türlerinden olmuştur.
Blues müziği her zaman hüzün, acı, sefalet, zulüm ve sıkıntı gibi negatif anlamlı kelimelerle anılmış olsa da, bu müzik aynı zamanda içinde hicvi ve ironiyi barındırabilmiş, aynı zamanda eğlenceli de olabilmeyi başarabilmiştir.
Blues şarkıları tek bir dizeyle başlar ve müzik devam ederken bu sözler üç defa tekrarlanır. Dördüncü dize tekrar edilen ilk dizeye bir yanıt bazen de bir sonuç oluşturur. Bu form çoğunluk Blues şarkılarında kullanılır ve şarkı içinde müzikle bir bütünlük oluşturduğu gözlemlenir.
BLUES’UN MÜZİKAL ETKİSİ
Blues’un müzikal tarzı, formu, melodisi ve blues ölçüleri şimdiye değin rock&roll, jazz ve pop müzik gibi birçok müzik tarzını etkilemiştir. Bu sebeple blues’un bu büyülü tınılarının pek çok efsane müzisyen tarafından icra edildiğini ve Louis Armstrong, Duke Ellington, Miles Davis, Bob Dylan gibi zamanında topluma yön vermiş müzisyenlerin göze çarpan ve keyifli blues kayıtları olduğunu söyleyebiliriz. Belirttiğimiz gibi blues ölçüleri özellikle, popüler müzikte Harold Arlen’in “Blues in the Night”ında olduğu gibi, blues balladlarından “Since I Fell For You”da, “Please Send Me Someone to Love”da ve hatta George Gershwin’in “Rhapsody in Blue” ve “Concerto in F” inde olduğu gibi orkestra müziklerinde de kullanılmaktadır.
Blues ölçüleri modern popüler müziğin model yapıtaşlarında hazır ve nazırdır. Hatta salt popüler şarkılarda değil aynı zamanda film ve dizi müziğinde kullanılmaktadır. Pek çok kişinin yakından bildiği Batman’de, gençlik idolü Fabian’ın hit parçası “Turn Me Loose”, country müzik starı Jimmie Rodger’ın müziğinde ve Tracy Chapman’ın hiti “Give Me One Reason” karşımıza çıkmaktadır.
Kuşkusuz ki pek çokları için blues bir toplumun kurtuluşudur. Çocuklarına, açlığın ve acının ötesinde bakmak zorunda olan babanın, “sahibi”nden her gün hakaret işitip dayak yiyen, aşağılanan bir kadının haykırışıdır. Blues hüznün ve çaresizliğin melodramıdır. Yine de insandır bunu yapan, işte bu nedenle swing’de olduğu gibi kişi blues’da da herhangi bir kalıp olmadan, sadece hissiyatla, vücut temasıyla, doğaçlamayla dans etmesini de bilir. Blues dansı genellikle blues müziğiyle yapılsa da bazen 4/4’e inebilen tempolarda da icra edilebilir.
İşte bu noktada R&B’den bahsetmek yerinde olacaktır: R&B’nin kökenleri kilise ilahilerinde ve blues’da bulunan bir müzik çeşididir. Müzikal anlamda ilahiler New England’ın koro geleneklerinden ve hatta özellikle Isaac Watt’ın ilahilerinden, African Ritmlerinden filizlenmiştir. Benzer şekilde ilahi şarkılar Afrikan-Amerikan insan topluluklarının kitlesel halde bir araya getirilip köle olarak çalıştırıldığı toplu kamplarda köklerini salmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar blues ve jazz’ın arasındaki bağ daha az belirgindi. Jazz’ın harmonik yapısından kaynaklanan bir “brass band” havası varken, blues 12-bar blues notalarından oluşuyordu. Fakat 1940’lardan ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra blues jazz’ın üzerinde belirgin bir etkiye sahip oldu. Bazı bebop klasikleri, mesela Charlie Parker’ın “Now’s the Time”’ı; pentatonik (5 sesli) ölçekte ve blues notalarıyle harmanlanmış olarak karşımıza çıkar. Birçoklarına göre bebop müziğin geliştirilmesi, jazz için bir dönüm noktasıdır. Bundan böyle jazz artık dans için yapılan popüler bir müzikten çok daha ulaşılmaz, daha karışık notalı “müzisyen’in müziği” olmuştur. İşte bu noktada jazz ile blues belirgin biçimde yollarını ayırır ve aralarındaki müzikal farklılığı ayırt edici kılar. Bununla birlikte blues başka tarzlar için ilham kaynağı olur; örneğin bir dönem dünyayı kasıp kavuran rock and roll blues’un 12 barlı yapısından ve blues ölçeklerinden esinlenmiştir. Hatta rock and roll için “blues with a back beat” (back beat: özellikle rock müzik için kullanılan gürültülü, düzenli ve sabit bir hızda devam eden tempo) denmesi boşuna değildir. Örneğin Elvis Presley’in “Hound Dog”u, değiştirilmemiş 12-barlı yapısı ( hem armonik yapısında hemde şarkı sözlerinde) ile rock-and roll ‘ a dönüştürülmüş bir blues şarkısıdır.
Birçok erken dönem rock-and-roll şarkılarının temelinde blues vardır.Bunların en belirginleri ise " Johnny B. Goode", "Blue Suede Shoes", "Whole Lotta' Shakin' Going On", "Tutti-Frutti", "Shake, Rattle, and Roll", "What'd I Say", and "Long Tall Sally".
Erken dönem Afrika kökenli Amerikalı rock müzisyenleri blues müziğinin cinsel temalarını ve imalarını şarkı sözlerine yansıtmışlardır. Bunun en belirgin örneklerinden biri olarak "Tutti Frutti" ‘şarkısını gösterebilirz.Bu imaları şarkının şu sözlerinden anlayabilirz: Got a gal named Sue, knows just what to do" veya "See the girl with the red dress on, she knows how to do it all night long".Cinsel içerikli imalar "Hound Dog" şarkısının konusunda bile iyi gizlenmiş bir şekilde bulunmaktadır.
Daha arındırılmış olarak tabir edebileceğimiz "white" (beyazların yaptığı) rock müziği( örneğin; Bill Haley'in "Rock Around the Clock" şarkısı). , daha az harmonik yaratıcılık ve daha az cinsel samimiyet sahip olmasına rağmen blues’un yapısını ve armonisini ödünç almaktan da geri kalmamıştır.
O dönemlerde siyahların yapmış olduğu birçok şarkıyı seslendiren beyaz müzisyenler şarkıların orjinal sözlerini tepki gördükleri için değiştirmişlerdir mesela Pat Boone ‘un "Tutti Frutti" performansında orjinal sözlerini daha uysal bir versiyona ("Tutti frutti, loose booty . . . a wop bop a lu bop, a good Goddamn") dönüştürmesi gibi...
BLUES’UN SOSYAL ETKİSİ
Blues müziği tıpkı jazz , rock and roll, heavy metal ve hip hop müzikte de olduğu gibi "şeytan’ın müziği" olduğu ve şiddeti ve diğer zayıf davranışları tetikleyici ve yansıtıcı etkisinin olması gerekçesiyle yargılanmıştır.20. yüzyılın en başlarında blues kötü bir şöhrete sahipti özellikle blues müziğinin 1920’ lerde beyaz dinleyiciler tarafından da dinlenmeye ve ilgi çekmeye başlamasından sonra bu şöhret daha da arttı. 20. yüzyılın başlarında W.C. Handy siyah olmayan Amerikalılara blues’u daha saygı duyulur yapan ilk kişiydi.
Şimdi ise blues Afrika kökenli Amerika ve Amerika kültürel mirasının temel bileşiklerinden biri olarak görülmektedir. Bu statü sadece bu alanda yapılan akedemik çalışmalarla yansıtılmamış bunun yanında da ana-akım filmleri ( Sounder, 1972; the Blues Brothers ,1980 ve 1998 ; Crossroads,1986) ile de birçok insana ulaşacak şekilde görüntülenmiştir.
The Blues Brothers filmi neredeyse blues ile alakalı R&B veya Zydeco gibi bütün müzik türlerinin karşımını içinde barındırıp( daha fazla popüler olan 1.filmin çoğunun ritim ve blues dan oluşmasına rağmen), blues müziğinin imajının görüntülenmesinde büyük bir role sahip olmuştur.
Standart geleneksel blues şarkısı olan "Sweet Home Chicago" ( muhtemelen en iyi bilinen versiyonu Robert Johnson versiyonudur.) adlı parçayı Chicago’nun gayri resmi şehir marşı statüsüne kadar yükseltmişlerdir.