
Ürpertici mumyalar yaşam üzerinde düşünmenizi sağlıyor.
Palermo’daki havaalanının adı, Falcone–Borsellino. Yetmişli yılların Amerikan polisiye dizilerini çağrıştıran ve daha önce duymadıysanız eğer, bunun için kimsenin sizi suçlamadığı isimler bunlar. Her ikisi de organize suçların çok eski tarihlerden bu yana ele geçirdiği Sicilya’da bu gidişe bir son vermeyi deneyen, ölümü göze alacak kadar cesur yargıçlardı. İkisi de suikaste kurban gitti. Burada halk yabancılarla Mafya hakkında konuşmayı pek sevmiyor; bu, utanç verici bir iç mesele ve aslında Sicilya sakinleri dışında kimseyi ilgilendirmeyen, kendilerine özel bir trajedi onlara göre. Sicilya sır tutan bir yer. Bunu başkent Palermo’nun kararmış yüzlü barok sokaklarında hissedebiliyorsunuz.
Temkinli ve erkeksi bir yer burası, güzel ve talihsiz...
Sicilya tarihinde, Avrupa’nın en dokunaklı, en sefil romantik öykülerinden biri yatıyor –bu insanlar ta 1950’li yıllara kadar Batı dünyasının en fakir köylüleriydi. Yüzyıllar boyunca, sonu gelmeyen kan davalarının, adaletsizliğin, sömürünün, namus cinayetinin ve mafya yasalarının hüküm sürdüğü, mandalina çiçekleri ve tütsü kokusuyla kuşatılmış, kıt kanaat bir yaşam içinde çabalayıp durdular.
Sicilya’da dökülen kan, çağlar boyunca, dökülecek kanı getirdi peşi sıra.
Palermo’daki Kapuçin Manastırı, pek de içinde sakladıklarını ele veren bir görünüm sergilemiyor. Mafyanın 1992’de Yargıç Borsellino’yu katlettiği kentin diğer ucunda, sessiz bir meydanda, bir mezarlığın yanı başında yer alıyor.
Kapı önünde bir köşede, birkaç seyyar satıcı var; kartpostal ve rehber kitap satma telaşındalar. İçeride ise, masa başında oturan bir keşiş, bilet ve gelen ziyaretçilere yine kartpostal ve adaklık incik boncuk satıyor.
Durgun bir gün; keşiş gazete okuyor.
Merdivenden inip, ahşaptan yapılma bir Meryem Ana heykelinin yanından geçince, katakompa, ölülerin bekleme odasına açılan kapıya geliyorsunuz.
Şaşırtıcı derecede büyük; yüksek, kemerli tavanları ve birbirine dik açılarla açılan upuzun koridorları var. Serin ve nemli; havada ekşi, baharatımsı bir toz ve çürüyen kumaş kokusu asılı. Güneş ışığı, yüksekteki pencerelerden dağılıp gelen solgun huzmelere dönüşüyor. Floresan ampullerin titreşen ışığı, havaya morgu andırır, cansız bir parlaklık ekliyor. Duvarlarda asılı, banklarda oturan, köhne kutularında dinlenen yaklaşık 2 bin ölü var burada. En iyi giysileri üstlerinde; mesleklerini ele veriyor. Burada onlardan başka hiç kimse yok.
Ölü bir bedenin kurutulması ve korunması, Avrupa’da özellikle Sicilya’ya özgü bir şey. İtalya’nın diğer bazı yerlerinde de örneklerine rastlanıyor ancak, büyük bölümü, yaşayanlarla ölüler arasındaki ilişkinin çok güçlü olduğu Sicilya’da bulunuyor.
Ne tam sayıları biliniyor, ne de kaçının –ölülere adak nesnesi gibi yaklaşan dini düşünce tarzından rahatsızlık duyan rahiplerce– katakomplardan alınıp mezarlara gömüldüğü... Bu durumda aklınıza bir soru geliyor:
Bir insan bunu neden yapar? Çürümekte olan cesetleri neden sergiler?
Kafam bu sorularla karışmış bir halde aralarında dolanırken, tam olarak neler hissettiğimi anlamaya çalışıyorum.
Batı kültüründe ölü bedenler genel olarak ortada pek sık görülmez –üzeri örtülür ölümün, gözlerden saklanır.
Burada ise ölüm gözler önünde; esrarengiz duruşlarından sanki kişisel tavırları ve özellikleri okunuyor.
Cesetleri pek de sağlıklı sayılamayacak bir ilgiyle incelerken –demek ki ölüm işte böyle bir şeymiş–, yaşayanlarla ölüler arasındaki en büyük farkın, ölülere, yaşayan insanların asla hoş görmeyeceği bir şekilde, çok yakından, büyük bir merakla, gözlerinizi dikip bakabilmek olduğunu fark ediyorum.