|Dynamic|
Banned
- Katılım
- 1 Nis 2007
- Mesajlar
- 171
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
BİLİMSEL SOSYALİZM VE BİLİMİN DORUĞU
Köyde Mao’ya göndermede bulunuyor musunuz?
Şimdi ben hepimizin kafasını açacağını tahmin ettiğim bir soru atıyorum ortaya. İsmail Durna kardeşimiz köylere gittiğinde, köylüye bir gerçekliği anlatırken; hiç Marks’a, Lenin’e, Mao’ya göndermede bulunuyor mu?
Niyazi Işık, Avcılar’da işçilere, çarşıda esnafa gittiği zaman, Marks’a, Lenin’e, Mao’ya gönderme yaparak mı anlatıyor görüşlerini? Biz halkımıza, emekçimize gerçeği anlatma çabası içinde iken, Lenin’e, Mao’ya gönderme yapıyor muyuz? Hakikate gönderme yapıyoruz! Kanıtlarımızı gerçeklerden seçiyoruz. Köylüye nasıl anlatıyoruz: Arkadaş bak, destek akçalarını kaldırdılar, toprağını bile kaybetme noktasına geldin, toprakları satıyorlar, cebine bir şey girmiyor, falan, filan…
İnsanlar arasındaki ilişkide gönderme yaptığımız düzlem, gerçeklikler düzlemidir, hayattır. Ve bilim böyle üretilir ve insanlar böyle ikna edilir; öbürü safsatadır.
Buradan şuraya geçeceğim; İsmail Durna, köylülerle gidip konuşurken onlarla Marks’tan söz etmeden konuşur. Doğu Perinçek’e geldiği zaman Marks, Lenin diye konuşur. Bu da jargon, yani ağız oluyor. Bilimsel düzlemde Einstein neyse, Hz Muhammed de odur, Marks da odur, Engels de odur, Lenin de odur, Atatürk de odur. Ve onların bütün söyledikleri, gerçeklikle, hayatla sınanarak kaynak olabilir. Atatürk çok güzel söylüyor: “Benim milletime beyni sulanmış hafızlar gibi, yüzyıllardan beri bu dogmaları ezberlettiler.”… Şimdi kendilerini Marksist diye tanımlayan kimilerinin de beyni sulanmış hafızlara dönüştüğünü bütün dünyada görüyoruz.
Biz ne yapıyoruz, köylüyle, işçiyle, esnafla veya uluslararası bir düzlemde? Örneğin Semih Koray arkadaşımız gidiyor Roma’da tartışmalara katılıyor, dergilerde bilim adamlarıyla karşılaşıyor, uluslararası toplantılara gidiyor. Oralarda bilimsel, akademik düzlemlerde, “Mao şöyle dedi, Marks böyle dediydi, hayır öyle demedi, böyle dedi” diye bir tartışma yapıyor mu? Köylüyle falan değil en üst düzeydeki tartışmalarda da kanıt araçlarımız gerçekliktir. Hatta yüzyıllardan beri dogmaların etkisinde olduğu için köylü içinde göndermede bulunmak, biraz daha geçerlidir ama halktan bilime doğru yükseldikçe, göndermecilik kalkar, gerçeklikle kanıtlama gelir. İspat vasıtası gerçekliktir. Bunu Mustafa Kemal Atatürk nasıl ifade etmiştir; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bilimin ispat aracı, gerçektir. Biz programımıza bunu koyuyoruz. Bunun iki yönü var: Bir yandan ayağımızı gerçeklikler zeminine basıyoruz. Hem birbirimizi iknada, hem halkı iknada, hem de akademik düzeyde, tek bir düzlem oluşturuyoruz. Tek bir ikna yöntemi belirliyoruz. Birbirimizi de gerçeklikle ikna ediyoruz. Bu açıdan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”; olağanüstü esaslı ve olumlu bir çözümdür.
Bilimsel Sosyalizm bilimin doruğunda tahta oturmuş değil
Hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğu formülünün tehlikesi nedir?
Bilimsel Sosyalizm gerçekten de bilimin doruğudur. Bilim yapmak için, başlangıçta bir teorinizin olması şarttır. Bilimsel Sosyalizmden vazgeçmek, bu anlamda bilim için gerekli teorik anahtarı kaybetmektir. Ancak bu teorik anahtarı kimseye dayatamazsınız. Parti içinde Milliyetçi ve Halkçılar olacaksa, onlar bu teorik kaynaktan bilimdeki genel etkisi nedeniyle beslendikleri ölçüde yararlanacaklardır. Ortak düzlem bilim diye adlandırılmaktadır.
Bilimsel Sosyalizmin bilimin doruğu olmasını açmak gerekir: Her hangi bir tezi, bu bilimsel sosyalisttir diye bilimin doruğuna oturtamazsınız. Herhangi bir tezin bilimin doruğunda olmasını belirleyen, Bilimsel Sosyalizmle kurduğu bağlantı değil, fakat bilimin gerçekten doruğunda olması, yani o güne kadarki bilimsel verilere dayanması ve bilimsel bir yöntemle üretilmiş olmasıdır. Ölçüt, yine hayattır. Burada bilimin doruğu önceliklidir. Bilimsel Sosyalizm ona tabi olur. Yani Bilimsel Sosyalizm, gerçeklerin keşfine, bilimin gelişmesine yaptığı katkılarla doruğa tırmanmasına devam eder. Yoksa bilimin doruğunda Bilimsel Sosyalizm için, bir taht kurulmuş değildir. Bilimsel Sosyalizm adına ileri sürülen tezler, kendiliğinden bilimin doruğuna yerleştirilemez. Bilimsel Sosyalizm, hayatın akışından ve bilimin en geliştirilmiş verilerinden beslenir. Yoksa Bilimsel Sosyalizmi dogmalaştırmış oluruz; Bilimsel Sosyalizmi bir çuval gibi bilimin başına geçirmiş oluruz. Bu tavır, Bilimsel Sosyalizmi hayattan kopartır ve köreltir; öte yandan bilimin gelişmesine katkı yollarını da karatır.
Bilimsel Sosyalizm bilimin doruğudur. Doğru, ama hangi anlamda? Dogmalar, bilimin üzerindedir anlamında değil. Bilimsel Sosyalizm, gerçekle ilgili her yeni bilgiyi izleyecek ve teoriyi buna göre geliştirecek anlamında. Orada sana söylenen şudur: “Hep bilimin doruğunda ol”.
Bilimsel tezlerin görece doğruluğu
Bilgi teorimiz, göreceliliği kabul etmiştir. Gerçeği tam olarak, mükemmel olarak hiçbir zaman kavrayamayız ancak ona yaklaşabiliriz. Teori, her saniye eskimektedir. Hatta saniyenin sonsuzda biri kadar olan bir anda teori eskimektedir. Bir nehirde iki kere yıkanılamaz. Yıkandın çıktın, çıkar çıkmaz o nehre bir daha atladın, o atladığın nehir bir başka nehirdir artık… Bu şu demektir: Biraz evvel o nehir ile ilgili yaptığın bütün teori artık eskimiştir. Bir saniye sonraki nehrin teorisini yeniden yapacaksın. Bunun anlamı arkada kalan bütün teorik birikimden, nehirle ilgili bütün bilgilerden yararlanabilirsin, o bir hazinedir ama o birikim, seni yeni nehrin teorisini yapmaktan kurtaramaz. Yeni nehrin teorisi de yeni olacaktır.
Tüzük ve Millî Hükümet Programı, bizim için çok önemli bir gelişme, kara kaplı kitabımız yok. Akademik düzlemlerdeki, uluslararası düzlemlerdeki ispat vasıtalarımız, kanıtlama araçlarımız neyse; o bilimin doruğudur. Parti içinde beni hiç kimse, Hz. Muhammed’in hadisinde şöyle yazıyor, Lenin, Mao böyle dedi, Atatürk böyle dedi diye ikna edemez. Kimsenin elinde öyle bir kanıtlama aracı, öyle bir yetenek yok. Birbirimizi bu göndermelerle ikna edemeyiz. Onların hepsi hayatı ve gerçeklikleri yakaladıkları ölçüde bizim için geçerlidir. Einstein’ın, herhangi bir bilim adamının, Galile’nin, Kopernik’in insanlığın bilgi gelişmesine, serüvenine katkısı neyse, Marks’ın, Lenin’in Mao’nun, Atatürk’ün katkısı da öyle ele alınır; gerçeklikle sınanır. Bütün doğrular, görece doğrudur ve her doğru eskir, yerini daha doğruya bırakır.
Kaynağı teori olan, teoriye gönderme yapan, halkla birleşemez. Kendi pratiklerimizden bunu anlayalım. Eğer İsmail Durna gidip, “Marks şöyle dedi, Lenin böyle dedi” diye köylü ile birleşemiyorsa, demek ki o göndermelerle halkı kazanamayız. Partinin bunu anlaması lâzım. Hayatta en hakiki mürşidin bilim olduğuna yeni gelmedik, 5–10 senedir bunları tartışıyoruz. Dikkat edin bizim bütün teorik çabalarımızda, gerçekliklere, olgulara, tarihsel süreçlere, rakamlara gönderme vardır. Marks, Lenin, Mao, Atatürk de öyleydi… Onlarda “şu sunu dedi, bu bunu dedi” diye ispat araçları var mı? O ki, halkla birleşmek istiyoruz, o zaman gerçekleri kanıt olarak kullanacağız. Kafamıza çuval geçirmeyeceğiz.
Bizim, Marksizm veya Marksizm-Leninizm veya Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi isimlendirmelerini değil de, Bilimsel Sosyalizm kavramını yeğlememiz de anlamlıdır. Çünkü herhangi bir öğretmenin veya öğretmenlerin adıyla teoriyi dondurmuyoruz. Teorisyenler, ölüyor, ama teori sürekli gelişiyor. Teorisyen isimleri, teoriyi daha başından dondurmuş oluyor.
DEMOKRATİK DEVRİMLER VE BİLİMSEL SOSYALİZM
Bilimsel Sosyalizmin üç kaynağı
Şimdi ben size Marksizmi, daha doğrusu Bilimsel Sosyalizmi anlatmaya çalışacağım. Dünyada insanlığın bilgi hazinesinden, bilim dediğimiz birikimden kopuk bir Bilimsel Sosyalizm yoktur. Marks’ın kendisi Marksizmi burjuva kaynaklardan beslenerek kurmuştur. Marksizm adına konuşanlar, Marksizmin kaynaklarını biliyorlar mı? Teori Dergisi’nde, “Marksizm’in Üç Kaynağı” diye Ekim sayısında yayınlandı. Lenin ansiklopediye yazmış “Marksizm nedir?” diye. Diyor ki:
Marksizm’in üç kaynağı var;
Bir, Alman burjuva felsefesi. Burjuva!
İki, İngiliz burjuva iktisadı. O da burjuva!
Üç Fransız burjuva sosyalizmi; O da burjuva!
Marks, 1853’de Weydemeyer’e yolladığı meşhur mektupta özetle şöyle yazıyor; ‘Ben burjuvazinin ve insanlığın bana getirdiği bilgi birikimini aldım, buna bir tek bu tarihsel sürecin işçi sınıfının iktidarına doğru gittiğini ekledim. Yani Marksizm’in kendisinin kaynakları, felsefede olsun, ekonomi politikte olsun, kuracağı toplum düzeni olsun, burjuvadır. Başka deyişle Marksizm, bilimin verileri üzerine kurulmuştur. Burjuva biliminin getirdikleri üzerine kurulmuştur; başka bir temel üzerine de oturamazdı. Çünkü gökten inmemiştir.
Ama gökten inmeyen Marksizm, daha sonra birilerinin kafasında gökten iner hale getirilmiştir. Marksizmin kaynağını oluşturan burjuva bilim adamlarının ortaya koyduğu verileri, diyelim Ricardo’nun, diyelim Adam Smith’in, diyelim Hegel’in, Feuerbach’ın teorilerini, biz Marks’tan öğrendiğimiz zaman, Marksizm diye öğreniyoruz. Yüzeysel bir Marksist, o teorileri, Ricardo, Adam Smith, Fourier veya Hegel’den okuduğu zaman, burun kıvırıyor, burjuva diyor, ama Marks’tan okuduğu zaman, bir ayet veya hadisi şerif gibi görüyor. Feuerbach diye okuduğun zaman başka bir şey, ama altında Marksın imzasını görünce “tamam” diyor “bu ayet”! Ayet oluyor o anda… Bu, büyük yanlıştır. Bu yanlışları aşmak zorundayız. Zaten bu yanlışları aşanlar dünyada bir şey yapmış. Bu yanlışları aşamayanlar debelenip durmuşlar. Partimizi de debelendirmenin bir anlamı yok!
Teori nasıl gelişti ve gelişir
20. yüzyıla gelmiş insanlık; Lenin bakmış ki dünyada emperyalizm diye bir olgu çıktı. Ne var ki, kara kaplı kitapta emperyalizm yok. Marks’ta emperyalizm yok. Ne yapacağız? Emperyalizm gerçeğini anlamayacak mıyız veya gözardı mı edeceğiz?
Yine Lenin bakmış ki 20. yüzyılda artık burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeden bir devrim çıkmaz. 1871 Paris Komünü, son örnek, 19. yüzyılda kalmış. O zaman Lenin, Marks’ın devrim teorisini almış çöpe atmış ve şu gerçeği saptamış: Ezen dünya ile ezilen dünya arasındaki çelişme, artık baş çelişmedir. Devrim, Marks zamanındaki gibi, artık gelişmiş kapitalist ülkelerde olmayacak, ezilen dünyada olacak. Nitekim 20. yüzyılda devrimler, hep doğuda olmuş, hep vatan savunmasında olmuş.
Eğer Lenin, o kara kaplı kitaba bağlı kalsaydı, Lenin olmazdı. 20. yüzyılın başlarında kara kaplı kitaba bağlı kalmayan, denebilir ki, bir tek Lenin çıkıyor. Bilimsel Sosyalizm, o sayede, tekrar oradan bir atak yapıyor. Atatürk de bunu yakalamış, zalim milletler, mazlum milletler olayı. Atatürk’ün kaynakları dünyanın o günkü gerçekleri, ezen dünya var, ezilen dünya var. Esas sınıf mücadelesi, milletlerarası düzlemde.
Bizim bugün Türkiye’deki diğer sosyalistlerle bütün farkımız buradadır. İşte Lenin’in o ispatlanmış teorisini, ezen ezilen millet çelişmesini temele oturtmamızdır. Çünkü doğrulamış ve doğrulamaya devam ediyor. Ancak bu çelişme de sonsuza kadar devam edecek değildir. Türkiye’de o bütün devrim teorilerini proletarya-burjuvazi mücadelesi üzerine kuranlar, hâlâ 19.yüzyılda çırpınıyorlar ve görüyorsunuz her tür mücadelenin kenarına düşüyorlar.
Teorinin gelişmesini 20. yüzyılda izlemeye devam edelim. Çin Devrimi sürecinde Mao demiş ki, ‘Bizim doğru dürüst işçi sınıfımız yok, bizde köylülük var, biz köylüyle bu işi yapacağız.’ O zaman o kafalarında hamam tası bulunanlar, ‘Vay kara kaplı kitapta, köylülük yok, işçi sınıfı esas itici güçtür’ dediler. Hatta Sovyetler Birliği’nden de Çin Devrimi’ne bu yönde müdahaleler geldi. Ama Çin’deki yaşananlar hiç de teoriye uymuyordu. Mao, teoriyi pratikten çıkardığı için, Çin’de esas güç köylüdür dedi.
Mao, ikinci olarak, Çin’de devrimin kırlardan şehirlere doğru gelişeceğini ortaya koydu. Marksizmi bir dogma olarak gören, teoriyi mukaddes sayanlar, Mao’yu aforoz ettiler. Onlara göre, şehirler devrimin merkeziydi ve bu bütün dünya için geçerliydi. Mao’nun dedikleri kara kaplı kitapta yoktu.
İşçi sınıfına ve şehirlere vurgu yapanlar, Çin’de milyonlarca komünistin ve emekçinin mahvına yol açmışlardır. O büyük Nancing, Şanghay gibi ayaklanmalarda yüzbinler heder edilmiştir 1934’e kadar o solcu bağnazlar, Mao’yu zengin köylünün temsilcisi, burjuvanın adamı diye suçlamışlardır; sözünü dinlememişlerdir. ÇKP’nin başına peş peşe dört aşırı solcu yönetim geçmiştir. ÇKP’nin şehirlerdeki bütün üyeleri dağılmıştır. Kırlarda da yüzde 90’ı… Kimi ölmüş, kimi partiyi bırakmış. ÇKP şehirlerde sıfıra, köylerde yüzde 10’a inmiştir.
1960’lı yıllarda Bilimsel Sosyalizm, yine o teoriyi pratiğin önüne koşan bağnazlıkla cephe cepheye gelmiştir. Mao Zedung bakıyor, Sovyetler Birliği kapitalizme geri dönüş sürecine girmiş. Ancak bu saptamanın kitapta yeri yok. Gerçekten de, sosyalizmden kapitalizme geri dönüş tehdidinin artık ortadan kalktığını, Stalin 1936 yılında ilan etmişti. Üretim araçlarının mülkiyetinin esas olarak kolektifleştirilmesinden sonra kapitalizme geri dönüş tehlikesinin kalmadığı söylenmişti. 1960’lı yılları hatırlayınız, o bağnaz Sovyet yandaşları, ‘Hani nerede, Lenin’de Stalin’de var mı geri dönüş teorisi, gösterin bize’ diyorlardı. İspat kaynağı, hayatın kendisi değil, fakat teori idi, kitaplar idi. Lenin ve Stalin, kuşkusuz sosyalizmin ilerlemesi için büyük mücadeleler verdiler. Ancak arkalarında başka bir tecrübe yoktu. Stalin, geri dönüşün başını çekenleri, hain ve ajan olarak ilan etmek durumuna düşüyordu. Oysa onlar, ajanlar değil, fakat kapitalist yolculardı. Ve onlara karşı mücadele, ajanlara karşı mücadele düzleminde değil, sınıf mücadelesi düzleminde yürütülmeliydi.
Teori, hayattan, yani tecrübelerden üretilir. Biz, bilimsel olduğumuz için, hayata öncelik verdiğimiz için, kafamızda hamam tası olmadığı için, 1960’lı yılların sonunda, Sovyetler Birliği kapitalizme geri gidiyor dedik. Bakın bu bizim partimizin tarihinde en kritik kararlardan biridir. O sayede ayakta kaldık, Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında alabora olmadık, tam tersine teorimizin hayata uygun olduğunu gördük ve Bilimsel Sosyalizme olan güvenimiz güçlendi. Ayrıca yalnız gerçeğe değil, halkımıza ve vatanımıza bağlı olduğumuz için Sovyetler Birliği’ni eleştirebilmiştik. Devrimi bir başka ülkenin gelip bizim yerimize yapmayacağını biliyorduk. Bu süreçte kendi halkımıza olan güvenimiz daha da sağlamlaştı.
Dünya ve Türkiye ölçeğinde yaşanan bu tecrübeler gösteriyor ki, değerli arkadaşlarım, özellikle kritik noktalarda, birbirimizi kitaplarla ikna tutumuna düşmemek, dünyayı anlamak, gerçekliği anlamak, partinin gelişmesinde belirleyici olmuştur. Partinin hayatla, insanlarla, toplumla bağı başka türlü kurulamaz.
Hadi birbirimizi Lenin’den Mao’dan Atatürk’ten alıntılarla ikna ettik diyelim, hayatın akışını da o alıntılarla ikna edebilir miyiz? Bakın ben Atatürk’ü de onun içine koyuyorum. Hiç kimse beni alıntılarla ikna edemez; teoriyle ikna edemez. Bilimsel Sosyalizmin öğretmenleri veya Atatürk gibi büyük devrim önderleri, peygamber değiller. Yani söyledikleri gökten indirilmiş, mutlak gerçeklikler, kesin doğrular değildir. Onların yaşamadıkları tecrübeler var; ayrıca bilgilerinde sınırlar var. Bu nedenle teorilerinde eksikler ve yanlışlar var. Yanlışlarının olmaması mümkün değil.
Parti, kendi halkıyla ve hayatla birleşebilmek için, bu zemine otaracak. Ve bu zemine otururken tabi bütün birikimden yararlanacak, Lenin’in doğruları, Atatürk’ün doğruları, Mao’nun doğruları, Einstein’ın doğruları Kopernik’in doğruları, İbn Haldun’un doğruları vb, hepsi insanlığın birikimi içindedir. Ama elbette bilim yapmak için başlangıçta gerekli olan teori, Bilimsel Sosyalizmdir. Peki bu teorik aracı kullanmayanlar, bilim yapamazlar mı? Kuşkusuz yaparlar ve yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Ancak onların bilimlerinde, bazı zayıflıklar olması kaçınılmazdır. Buna rağmen, onların katkıları da bilimin hazinesi içindedir ve hayata uygunluk açısından tartışılır. Bazı bilim adamları, Bilimsel Sosyalizmi teorik bir araç olarak benimsemeseler bile, kimi bilimsel sosyalistlerden daha gelişmiş verilere ulaşabilmişlerdir.
Bu nedenle arkamızdaki bilgi birikimini, bu bilimsel sosyalist teoriye aittir; şu ait değildir diye ayıramayız. Bu doğrudur, şu doğru değildir diye ayırabiliriz. Marks, Lenin, Mao ve bütün önemli teorisyenler, öyle yapmışlar. Gerçeğin ölçütü olarak teoriyi değil, hayatı almışlar. Bilimsellik budur. Teori, hayatı kavrayabildiği kadarıyla bilimseldir. Teorinin doğrulanan, yaşayan dağarcığı bilimseldir; yanlış çıkan, ölen unsurları ise artık bilimsel değildir ve kaçınılmaz olarak terk edilecektir. Bilim düzleminde, ölçüt Bilimsel Sosyalizme uygunluk değildir; böyle bir ölçütü bilim alemine kabul ettirecek bir babayiğit bulunmuyor. Bilim dünyasında ölçüt, bilimsel yöntemlerin kullanılmasıdır; hayata uygunluktur. Bu ölçütler, bizi bilim düzlemiyle buluşturuyor. Partinin kılavuzunu o düzleme oturtuyoruz.
Kemalist Devrim ve Bilimsel Sosyalizm
Türkiye’nin tecrübe birikimi, aynı zamanda bilim ve düşün birikimidir. Önümüzdeki pratik ve bilimsel gelişme, o birikimden beslenerek olacaktır. Her ırmak kendi yatağında akar; kendi dere ve çaylarından, kendi dağlarından beslenir. Kuşkusuz bütün millî süreçlerin milletlerarası beslenme kaynakları da vardır. Onların bilince çıkarılması da bizim işimiz olmuştur.
Kemalist Devrim’in milletlerarası kaynaklarına girdiğimiz zaman, Bilimsel Sosyalizmle arasındaki bağlantıların bizim bildiğimizden daha güçlü olduğunu saptıyoruz. Kemalizm ile Bilimsel Sosyalizm arasında sanıldığı gibi duvarlar olmadığını, araştırmalara yöneldikçe, kuyulardan gerçekleri çıkardıkça öğrenmeye başladık. Bilimsel sosyalist akım, bir dönem kendi bağımsız kişiliğini oluşturmaya çalıştı. O dönem, Kemalizm ile kendi arasındaki sınırları belirlemek önemliydi. Öncünün ideolojik inşası döneminde böyle oluyor. Ancak şimdi o kişilik oluştu. Bu kez de, kitlelerle birleşerek ülkenin geleceğine ağırlığımızı koyma aşamasına geldik. Bu durumda Türkiye’nin devrim tarihinden beslenmek öne çıktı.
Türk Devrimi’nin kökünde Fransız Devrimi etkisi biliniyor. O kaynak, yani Fransız Devrimi, zaten Marks’ta da var. Türk Devrimi’nin ikinci milletlerarası kaynağı, Narodnizm, yani halkçılık ve üçüncüsü de Sovyet Devrimi’nin etkisi.
Biz Kurtuluş Savaşı’nı hangi ideolojiyle yaptık? Atatürk’ün 1920–1921 yıllarında Kurtuluş Savaşı’nın ortasında yazdığı Hâkimiyeti Milliye başyazılarını incelemeliyiz. Orda, Büyük Devrimci Önder, yazdığı veya kontrol ettiği başyazılarda, başlık atmış, “Rus Bolşevizmi Türk Komünizmi” diye. Özetle, Türkiye’de Komünizmin Rus Bolşevizminden farklı yollardan gerçekleşeceğini anlatıyor. ‘Bolşeviklerin emrine girmeyiz, bağımsızız, ama biz de aynı davanın takipçileriyiz’ görüşü belirtiliyor. Hâkimiyeti Milliye, Ankara’daki devrimci karargâhın resmi görüşlerini dile getirmektedir. Başyazarı Atatürk... Çoğu başyazıları kendisi yazmış, bütün başyazılar onun denetiminden geçmiş. O başyazılarda savunulan görüşlerde, Sovyet Devrimi’nin çok kuvvetli etkisini görüyoruz. Atatürk, hiçbir zaman bunu gizlemedi. Daha sonra Lise Tarih kitaplarına da yazdırdı, aynen şöyle: “Anadolu’da çıkan silahlı millî ayaklanma hareketi siyasî konum ve hedeflerde Sovyet Rusya’yla tam benzerlik arzediyordu.” Lise 4. sınıf öğrencilerine okutuluyor bu kitap. Ne zaman yayınlanmış? Birinci basım 1932’de, ikinci basım 1934’te. Cumhuriyet’in devrimci kuşakları, “Anadolu’daki silahlı millî ayaklanma hareketi” ile Sovyet devrimciliğinin “siyasî konum ve hedeflerde tam benzerlik” bulunduğunu öğrenerek yetişmiş.
Sosyalistler Kemalizm ile kendi aralarına duvar koymayacak, aynı şekilde kendisini Kemalist olarak tanımlayanlar da, Bilimsel Sosyalizm ile kendi aralarına duvar çekmeyecekler. Neyle aramıza duvarlar koyacağız; Safsatayla... Bilimsel olmayan her görüşle aramıza duvarlar koyacağız. Burada ölçü o. “Bu Kemalist’tir, bu sosyalisttir” diye armutları seçmek yerine, “bu hayata uygundur, bu hayata uygun değildir” diye bakmak gerekir olaylara. Gerçek olgularda aranır. ÇKP de bu konuda büyük mücadeleler yaşadı.
Yalnız Türkiye’de değil, Ezilen Dünya’nın demokratik devrimciliği, Sosyalizm ile Milliciliğin bileşimidir. Çünkü emperyalizm çağında, bir Ezilen Dünya ülkesinde, demokratik devrimi sonuna kadar götürebilmek için, Sosyalizmden beslenmek ve sosyalizme yönelmek zorundasın
Milletimizden gizlenmeye çalışılıyor; Atatürk’ün sosyalizme ilgisi, ta 1904 yılında başlıyor. 23 yaşında Harp Akademisi’ndeyken not defterine şöyle yazıyor: “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı.”
1921 Anayasasını da gizlemeye çalışırlar. 1921 de bir anayasa yapmışlar, bakın biz Partimizin programının başına Halkçılık Programı’nın en önemli bölümlerini yazdık. 1921 Anayasasının taslağıdır Halkçılık Programı. Mustafa Kemal kendi imzasıyla Meclis’e vermiş. Meclis, ayrıca 17 Kasım 1920’de bu önergenin esaslarını Halkçılık Beyannamesi adıyla dünyaya yayınlamış. Orada diyor ki;
“TBMM hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak” -kapitalizmden kurtarmak ne demek sosyalizm demek- “İrade ve hâkimiyetin hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı kanaatindeyiz”.
Yani emperyalizm ve kapitalizmden kurtulmadan, millî iradenin ve halk yönetiminin temelini kuramazsın. Devam edelim:
“Milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve harici düşmanlarla işbirliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada çalışan dâhili hainlerin cezalandırılması için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu milli bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayarız”.
Burada ne var; halkın demokratik diktatörlüğü… Hainlere işbirliği yapanlara karşı devrimci diktatörlük fikri var. Fransız Devrimciliği ile Sovyet Devrimciliğinin buluştuğu yer.
Kemalist Devrim’in sınıfsal karakteri
Kemalist Devrim halk sınıflarına dayanır. O koşullarda küçük sermaye ve orta sermaye de halkın bir parçasıdır. Sakarya’da savaşan Mehmetçiktir. İzmir’e yırtık postalla veya postalsız koşan Anadolu köylüsünün devrimidir. İşçi de yoktu o zaman, Atatürk, işte o köylüyle devrim yapmıştır. Bütün demokratik devrimler gibi köylü devrimidir. Atatürk, memleketin efendisi köylüdür diyerek, “Kimsesizlerin cumhuriyeti” gibi kavramlarla hep o köylü devrimini sürdürmüştür. Önderlik ise, küçük burjuvazinin asker ve sivil aydınlarıdır. Program olarak, millî burjuvazi de diyebilirsiniz, ama tam da oturmuyor. Kanımca bazı teorik kalıpların içine zorla oturtmak yerine, dünyadaki bazı süreçlerle benzetmeler yerine, olayı bütün özgünlüğüyle açıklamak, daha doğru oluyor.
Kemalist Devrim’in milli burjuva yaratma çabası üzerinde de durmak gerekir. Tarih, iradeyle yürümüyor. Toplumların içinde bulunduğu aşama ve devrimi kuşatan koşullar da var. Yalnız Atatürk değil ki, her devrim ve her devrim önderi o kuşatmanın altındadır. Lenin’de 1921’de NEP politikasıyla burjuva yarattı. Lenin yarattığı zaman iyi oluyor, Atatürk yarattığı zaman kötü oluyor. Hayatın koşulları var. Kuşkusuz Kemalist Devrim’in de yetersizlikleri, zayıflıkları ve önderliğin hataları var, bunları yıllardır saptadık.
Kendisini Atatürkçü sayanlardan bazıları, Atatürk Devrimi’nin sınıfsallığını anlamak istemezler. Atatürk sınıf gerçeğini reddetmiştir diyenler bile vardır. Peki, sultanlığın, ağalığın, beyliğin şeyhliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin tasfiyesi, bütün bu uygulamalar sınıfsal değil midir?
Burada mesele, hangi sınıflara karşı ve hangi sınıflarla beraber, bunu doğru saptamak, doğru mevzilenmektir. Atatürk, bu tarihsel materyalist tavrı, konuşmalarında ortaya koymuştur. Biz, işçisinden sermayedarına kadar mazlum bir milletiz demiştir. Bu sınıfsal bir tahlildir ve doğrudur. Lenin de Türkiye’yi öyle tahlil etmiştir.
Atatürk de sınıf mücadelesi verdi; ama dönemin gerçeklerine uyan ve toplumun önündeki sorunu çözen bir sınıf mücadelesi! Kemalist Devrimin ağalık-paşalık unvanlarını kaldıran kanunun bir gerekçesi vardır. Orada derki; Biz ağa, bey ve paşaların yalnız unvanlarını kaldırmıyoruz, bu unvanların temelindeki sosyal sınıfları da ortadan kaldırıyoruz. Kemalist Devrim, bir yandan emperyalist sermayeye ve acentalarına, öte yandan Ortaçağ sınıflarına karşı bir devrimdi. Mustafa Kemal de sınıfları kabul ediyor ve sınıf mücadelesi veriyordu. Sultanların bütün mülklerini, tekkelerin bütün mallarını ve mülklerini, 1934 yılında çıkan İskan Kanunuyla bir takım ağaların ve aşiret reislerinin tapuya kayıtlı ve kayıtsız mallarını kamulaştırmıştır. Birçok yabancı şirketi millileştirmiştir. O günün doğru sınıf mücadelesinin içeriği buydu. Mehmet Perinçek’in “Atatürk’ün Sovyet Temsilcileriyle Görüşmeleri” başlıklı kitabından okuyabilirsiniz, Büyük Devrimci Önder, Sovyet temsilcileriyle yaptığı konuşmalarda, bunları anlatır, Samanpazarı’ndaki bakkalı kamulaştırmanın hiçbir devrimci yönü olmadığını saptar. Çok doğru ve önemli! 1920 ve 1930’ların Türkiye’sinde burjuvaziye karşı işçi sınıfı mücadelesi vermeye kalkışanlar, bilimsel sosyalist değil, fakat ancak dangalak veya hain olabilirlerdi.
Hele bugün, Atatürkçülük adına sınıfları reddetmek, bazılarını emperyalizmin yanına düşürmektedir. Atatürk zamanında sınıflar arasında önemli farklar yoktu, doğru. Ancak bugün öyle mi? O büyük mafya sermayesi, her yıl devlet bütçesinin yüzde 40’ını, 45 katrilyon lirayı faiz olarak cebe indirenler, dolar ve borsa vurguncuları, bunlar sınıf oluşturmuyor mu? O şarap havuzlarında yıkananlar kim? Dün Bartu Soral arkadaşımız rakamlarla anlattı. Türkiye’nin muazzam zenginleri var artık. Bunları görmeden hangi Atatürkçülüğü uygulayacaklar? Ancak mesele, hangisini hedef alacağız sorusunda düğümleniyor. Biz burjuva-proletarya çelişmesini elbette kurcalayacak değiliz. Ezilen Dünya ülkesindeyiz. Ama emperyalizmle işbirliği yapan burjuvazi elbette karşımızdadır; hortumcu, dolar vurguncusu ve tefeci dediğimiz kapitalizmin gelişmesine de köstek olan mafyalaşmış kesim, milletin karşısındadır. Ancak milli burjuvazi bizim dostumuzdur.
Önümüzdeki dönem için arkadaşlarımızın uyarıları faydalıdır. Biz esas olarak Türkiye’nin çalışan kesimine, yoksullarına, daha orta halli kesimlerine dayanacağız bu çok açık ortada. Vatan savunması onlarla yapılıyor.
Türkiye’nin önündeki dönemi arkada kalan yıllar gibi düşünmemek lazım. İkinci İsrail kuruluyor, içeride bölücülük, yıkıcılık, Haçlı gericilik, ABD güdümlü cemaatler, iç yıkıcılığı çok farklı boyutlara yükseltebilirler. O zaman emekçiler ve yoksullar ortaya çıkar. Cumhuriyeti kurtaracak olan, esas, işçidir, köylüdür, esnaftır, zenaatkardır ve diğer yurtsever güçlerdir. Şu anda burjuvazi ile bir iktidar kavgası ruh haline girmek, çok yanlış. İşçiyi ve köylüyü birleşebileceği müttefiklerinden koparıyoruz. İşçiye önderlik vasfı veriyoruz, ama ona önderlik yapabileceği bir dost bırakmıyoruz.
Kemalist Devrim’i tamamlamak ve arasız devrimler
Ali Çelik arkadaşımız, “Daha ileri bir proje olmadan Kemalist Devrim’i tamamlayamayız” dedi. Çok doğru. Kemalist Devrimi daha ileri bir proje olmadan tamamlayamayız. Atatürk’ün de daha ileri projesi vardı. Arasız devrimler diyordu. Arasız devrimler kavramı, Lenin’deki kesintisiz devrimdir. O zaman daha güzel bir Türkçe karşılık bulmuşlar.
Nereye doğru “arasız devrimler”?
Atatürk’ün 15 yıl dışişleri bakanlığını yapan Tevfik Rüştü Aras, Yakup Kadri ve Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray, Atatürk’ün sınıfsız toplum idealini benimsediğini açıkça belirtirler. Tanıklıklarına da gerek yok, açıkça belirtmiş Atatürk: Renklerin, sınıfların olmadığı bir uyum dünyası, yurtta sulh, cihanda sulh… Bunların hepsi sınıfsız kaynaşmış bir toplum idealidir. Bunların hepsi o gün yapılmakta olan emperyalizmi, ortaçağı ve sultanlığı tasfiye projesinin ötesinde projelerdir ve çağdaş uygarlık hedefiyle programın ucu açık bırakılmıştır. Atatürk, çağdaş uygarlığı hiçbir zaman Batı uygarlığı olarak tanımlamamıştır. Atatürk’e göre, uygarlık evrenseldir ve onu almayanlar yanar kül olur. Atatürk’te kültür ve uygarlık, Ziya Gökalp’teki gibi iki farklı kavram değildir. Tekdir, birdir ve evrenseldir. Bu da Atatürk’ün enternasyonalizmidir.
Şimdi Tüzüğümüze bakalım. Bizim ileri bir projemiz var mı, yok mu? Bazen programlar yalnızca yaşanan aşamayla sınırlı tutulabilir. Burada bir arkadaşımız söyledi, sırf Kemalist Devrimi tamamlamakla da sınırlanabilirdi hedefimiz. Bazı koşullarda öyle programlar da yapılabilir. Fakat biz öyle yapmadık.
Tüzüğümüze ne koymuşuz, Türkiye’mizin bugün Asya’dan yükselen çağdaş ve toplumcu uygarlığın önündeki seçkin yerini alması için, artık mafyalaşan kapitalizmin her tür sömürü ve baskısını arasız devrimlerle ortadan kaldırmayı amaçlıyoruz. Arkadaşlar biz programımızı Türkiye devriminin dinamiğine oturttuk ve ifadeleri de Türk Devrimi’nden aldık. Biz Atatürk’ten alıyoruz, ama Atatürk de insanlığın o günkü birikiminden almıştı. Marks da öyle yapmamış mıydı?
Çok önemli bir iş yapıyoruz. Aslında biz bu işe 1980 öncesinde başlamıştık. 1987 Programımız da, Türk Devrim dinamiği üzerinde üretilmiştir. Şimdi daha da olgunlaştırıyoruz. Tüzük ve Programın dilimizi tarihe daha sıkı bağlıyor ve iyice yerlileştiriyoruz. Başka milletlerin hayatlarında üretilmiş kavramları bırakıyoruz, onun yerine kendi milletimizin devrimci pratiklerinde oluşturulmuş, kendi hayatımıza uyan kendi milletimizle bizi birleştirecek, ama aynı anlama gelen, çoğu dışardan alınmış, ama bizim pratiklerimizde bizden olmuş kavramlar. Bunların hepsi, halkla birleşmek içindir, devrim içindir.
Bu program bundan önceki programdan çok daha devrimcidir, çok daha esaslıdır, çok daha hakla birleşiktir, çok daha Türkiye toprağına basmaktadır. Ve kendi devrimci yatağımıza mücadelemizi oturtuyoruz.
Bir örnek verelim. Programda emperyalizmin, İstiklal Marşımızda belirtildiği gibi “Tek dişi kalmış canavar” haline geldiğini saptıyoruz. Lenin bunu okusaydı kıskanırdı. “Tek dişi kalmış canavar”, emperyalizmin çürümesi olayının şiirleştirilmesidir. Mehmet Akif, çok güzel anlatmış. Lenin’in teoride yaptığını şiirde yapmış. Sen o teoriyi alıyorsun, senin İstiklal Marşına girmiş haliyle programına yazıyorsun. Bu da bir icat. Bu sayede İsmail Durna köylüye daha kolay anlatacak. Sizin elinizde Partimizi halkınızla birleştirici bir kılavuz veriyoruz. Dogmatik anlayışta olan arkadaşlar bizim kendi içimizdeki tartışmalarda teorik ağızları kullanıyorlar. Hadi gidin bakalım, o teorik ağızlarla işçiyle, köylüyle, sınıfla, emekçiyle birleşin. Oraya gittiğiniz zaman başka oluyorsunuz. Buraya gelince bu şekilde oluyorsunuz.
Kemalist Devrim sistemin içinde mi, dışında mı?
Atatürk Devrimi’nin bazı arkadaşlar, sistemin içinde kaldığını belirtiyorlar. Oysa Atatürk Devrimi’nin esas yönü sistem değiştirmesidir. Emperyalizme bağımlı Osmanlı Ortaçağı’ndan bağımsızlıkçı Cumhuriyet sistemine geçildi. Marks’ın burjuva-proletarya çelişmesi açısından baktığımız için öyle konuşuyoruz. Eğer Ezen-Ezilen çelişmesi içinden bakarsak, Türkiye 1922 yılında 30 Ağustostan sonra sistemin dışında çıktı. Ama 15–20 yıllık bir çaba sonunda bir yere geldi, bir karşı devrimle tekrar sistemin içine yuvarlandı. Ama tarih böyle gelişiyor. Bir atak yetmiyor. Sovyet Devrimi de öyledir. Sistemin dışına çıkarken, tekrar sistemin içine düştü.
Dün Millî Hükümet Programı Konferansı’nda bir arkadaş ilginç bir şey söyledi. “Kemalist devrim tamamlanmadı, Atatürk tamamlayamadan gitti” dedi. Ben yerimden şöyle mırıldandım; “Kemalist Devrim tamamlanmadı, hatta yıkıma uğradı, doğru ama Lenin’in yaptığı Sovyet Devrimi de yıkıldı”.
Hayata kalıpların, şablonların içinden ve önyargılarla bakanlarımız var. Hangi devrim 15 senelik bir atakla tamamlanmış, var mı örneği dünyada?
Kemalizm ile Sosyalizm arasına örülen duvarlar yıkılıyor
Bazı arkadaşlarımız, Kemalizm ile Sosyalizm arasına duvarlar çekmeye çalışırken, Türkiye’de o duvarlar yıkılıyor. Yukarda gördük ve “Kemalist Devrim-5 Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları” başlıklı yeni çıkacak kitabımda da gösterdim, o duvarlar, Kurtuluş Savaşı sırasında yoktu. Atatürk’ün önderlik ettiği Hakimiyeti Milliye gazetesinde, “Rus Bolşevikleri ve Türk Komünistleri” diye başyazılar çıkıyordu. 1921 Anayasası’nın bir Şuralar, Sovyetler sistemi getirdiğini bizzat Atatürk söylüyordu, hem de Sovyet sözcüğünü kullanarak.
Biz, Kurtuluş Savaşımızı Kemalizm ile Sosyalizm arasına duvar koymayarak, hatta ikisi arasındaki birlikteliği vurgulayarak kazandık. Şimdi yine o olay gündeme geliyor. Türkiye’nin başı dara girdi mi, o duvarlar yıkılıyor. Bunun en etkili kanıtı, 30 Ağustos’tan sonra Genelkurmay başkanımızın ve kuvvet komutanlarımızın konuşmalarıdır. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt, bu konuşmaların hepsine katıldığını ifade etmiştir. Komuta kademesi arasındaki silah arkadaşlığının, aynı zamanda Kemalist Devrim’i ilerletmek için bir devrim arkadaşlığı, bir dava arkadaşlığı boyutunda olduğunu görüyoruz. Türk Devrimi, yüz elli yıldan beri sivil ve asker öncülerin önderliğinde ilerliyor. Bu olay, Ezilen Dünya’ya, hatta bütün demokratik devrimlere, bütün devrimlere özgüdür ve Türk Devrimi’nin de tunç yasasıdır.
Komutanlar, her şeyden önce program ve stratejiyi doğru saptamışlardır. Kara Kuvvetleri Komutanımız İlker Başbuğ, bugün devrimi savunmak değil, “Kemalist Devrimi ilerletme” göreviyle karşı karşıya olduğumuzu belirtti. Biz de Parti olarak, onyıllardan beri artık savunulacak bir cumhuriyetimiz olmadığını saptıyor ve Kemalist Devrim’i tamamlama amacını izliyoruz.
Sayın Deniz Kuvvetleri Komutanımız Ora.Yener Karahanoğlu, Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir tanımını yaptı.
Birincisi, bizim milliyetçiliğimizin “evrensel kapitalizme ve emperyalizme karşı” olduğunu saptadı. Bu olağanüstü önemlidir, Atatürk’ün Halkçılık Programı’ndaki tavrı çağrıştırmaktadır.
İkincisi, milliyetçiliğimizin Ortaçağ kurum ve ilişkilerini tasfiye etmek ve milleti bu temelde oluşturmak anlamına geldiğini belirtti; milliyetçiliğin devrimci karakterini ortaya koydu.
Üçüncüsü, Türk milliyetçiliğinin, Türkiye sınırları dışındaki Türkleri kapsayan bir Türkçülük olmadığını, hangi etnik kökten gelirse gelsin Türkiye’de yaşayan bütün halkı kucakladığını vurguladı. Yani Atatürk’ün ünlü “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı. Çok cesur bir tavır. Turancılık değil, Türk milliyetçiliği diyor. Türkiye sınırları içinde yaşayan çeşitli etnik gruplardan gelen insanları bir millet olarak birleştiriyor. Zaten Türk Devrimi boyunca yaşanan süreç budur. Yani Kürt benim milletimden diyor. Dış Türkler meselesine, aynı Atatürk gibi, Asya’nın büyük birliği anlayışı içinde yaklaşıyor. İran’a, Çin’e, Rusya’ya da mesajlar var bu açıklamada. Oralarda ABD ile birlikte ayrılıkçılığı kışkırtmayacağız tavrı sergilenmektedir.
Yine Sayın Genelkurmay Başkanı, irticanın tepelerde olduğunu vurguladı. Bizim Haçlı irtica brifinglerimizde açıkladığımız gerçek de bu değil miydi? Sonra ne diyor Deniz Kuvvetleri Komutanı? “Tarikat ve cemaatler Anadolu’nun bağrında boğulacaktır.” Mustafa Kemal de böyle konuşurdu. Cumhuriyetin yumruğu Ortaçağın tepesine inecektir. İnmezse, Ortaçağ güçleri Cumhuriyetin tepesine bineceklerdir. Olay budur. Bütün demokrasiler, Ortaçağ ilişkilerine karşı devrimci diktaların ürünüdür. Cromwell, Robespierre, Washington, Lincoln, Bismark, Garibaldi, Bolivar, Lenin, Mustafa Kemal, Mao, Ho Şi Minh, hepsi budur.
Haçlı gericiliği, Ortaçağ güçlerini temizlemek, bu bir sınıfsal ve sosyal devrimdir. Tarikatlar cemaatler belli sınıfın örgütlenmeleri, feodal sınıfların örgütlenmeleri.
Evrensel kapitalizme karşı olmak ne demektir? Tarikatları ve cemaatleri bir devrimle tasfiye etmek ne demektir? Etnik özelliklere değil, vatana ve kültüre dayanan Türk milliyetçiliği ne demektir? Komutanların bu tarihi tutumlarının ideolojik ve düşünsel kaynakları nedir? Evensel kapitalizmi ve Ortaçağ ilişkilerini tasfiye programı, Türkiye’nin önüne hangi ufukları açar?
sorulara cevap vermeye başladığınız anda kendi beyinlerinizde ördüğünüz duvarları yıkmaya başlarsınız, zaten bu süreç o duvarları yıkmaktadır. Avrasya yüzyılına girmişiz, Çin ve Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar kamucu ekonomiler gelişiyor ve öncülüğü almış. Bolivarcılık, Ortadoğu’da BAAS, Afrika’da yerli sosyalizmler yükseliyor. Çin ve Vietnam, mevzilerini demokratik devrimler ile sosyalizmin başlangıç aşamalarında kurmuşlar ve olağanüstü ataklar gerçekleştiriyorlar. Dünya’da kamplaşma ve mücadeler, bir bakıma yeniden demokratik devrimler mevzisinde yaşanıyor. Başka deyişle Kemalizm, dünyanın her yerinde başka adlandırmalarla ve Bilimsel Sosyalizm ile iç içe yaşanıyor. Eğer bilim yapıyorsak, eğer pratik teoriyi belirleyecek ise, bu olay da bir hikmet yok mu? Bu pratiği teori haline getirmeyen bir Bilimsel Sosyalizm olabilir mi?
Bazı arkadaşlar Kemalizmle aralarına duvar çekmeye çalışıyorlar, oysa o duvarlar Parti’nin dışından yıkılıyor. Bu durumde senin kerametin ne? Sen neden kaçıyorsun? Neyle arana duvar çekmeye çalışıyorsun? Niçin birleşmek istemiyorsun? Devrimin dışında kalmak, kumda oynamak için mi?
Şimdi hayat size böyle büyük bir güç getirirken, gelen insanlara, “Gidin gelmeyin, yanlış kapı çalıyorsunuz, biz sizi istemiyoruz, birlikte olmayı biz istemiyoruz, yanlış yere geliyorsunuz” mu diyeceğiz? O zaman yanlış yere giden biz oluruz. Çünkü kendimizi devrimci pratiklerin dışına atarız.
Devrimci gelenek, millî devrimci pratiklerde oluşur
Devrim, tarihin içinde yapılır. Zamanın dışında bir devrim olmaz. O nedenle her devrim, o ülkenin tarihsel birikiminin ürünüdür. Milletlerarası etkenler, o dinamik üzerinde etkileriyle tarihe müdahale ederler. Bunu anlamayanlar bizde de bulunuyor.
Türk Devrimi, köklü ve büyük bir gelenek. Ama sığ sularda yüzenler, derinlikleri ne bilecekler? Atatürkçü olduklarını söyleyen bazıları da, o kökleri sevmiyorlar. Talat Paşa diyorsun ona hayır diyor. Oysa Talat Paşa olmasa, Atatürk olmayacak, Namık Kemal olmasa Talat Paşa olmayacak…
Büyük bir devrimci birikim var arkamızda. Programda onlara vurgu yapmamızdan rahatsız niçin rahatsız oluyoruz? Değerli arkadaşlar buradaki vurgu herhangi bir ideolojik tavra değil, devrimci pratiğe vurgudur, devrimlere vurgudur.
Namık Kemal, 1876 devriminin lideri; Talat Paşa, 1908 Devrimi’nin ve Mustafa Kemal 1920 Devrimi’nin. Suphi Karman da arkadaşlarıyla birlikte 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin. Arkamızdaki devrim pratiği bu. Programımızda gerçekleşmiş devrim pratiklerine gönderme yapıyor; olmayan devrimlere gönderme yapamaz ki. Sosyalistler, henüz Türkiye’nin devrim tarihinde, devrimlerin başına geçen pratikler yürütemediler. Gerçek bu. Programımızın tavrı materyalisttir; yani olgulara dayanır; sosyalistlere iltimas geçemez; o zaman sosyalist olamaz.
Bir de devrimci çabalar var, biz de 1960’lardan beri o çabaların içinde yer aldık. Kendimizin veya partimizin adını yazmıyoruz. Çünkü biz henüz tarihi yönlendiren bir şey yapmadık. Bir birikim yarattık. Devrim yaptığımız gün oraya adımızı yazarız.
Bir arkadaş gelmiş bana ölen devrimcilerin adı niye yok diye soruyor. İnsan ölmekle gelenek yaratacak olsa hadi ben gideyim şu köprüden atlayayım, öleyim. Önemsiz adamlar ölerek önemli olur. Bernard Show’un galiba, “tarihte önemsiz insanlar ölerek önemli olur” diye ir sözü vardır. Atatürk ölse idi Atatürk olur muydu? Mao ölmediği için Mao oldu, Lenin de ölmediği için Lenin oldu.
Devrimciliği teori mi belirliyor, pratik mi?
Şimdi söyleyeceğim çok önemli. İstanbul’da Şefik Hüsnü’nün partisi var; Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası. Tüzüğünde işçi sınıfı öncülüğü yazıyor. Tramvay işçilerine bildiri dağıtıyor. Atatürk ise o tarihte Ankara’da Kurtuluş Savaşı veriyor. Şimdi Ali Çelik arkadaşıma soruyorum: Hangisi devrimci? Atatürk devrimin pratiğini yapıyor, öbürü devrimi ıskalıyor. Ötekinin adı komünist, programında işçi sınıfı önderliği var, her şey var, o var bu var. Ama teori ve program değil, Kurtuluş Savaşı pratiği belirliyor o günü devrimciliğini. Bazıları, Kemalizmi beğenmiyor. Ama görüyorsunuz, keskin sözler değil, doğru pratik belirliyor devrimciliği. İkisi arasındaki farkı tespit edelim. İkisi arasındaki fark arkadaşlar teoride bir fark değil, pratikte bir fark. İnsanı teoriler devrimcileştirmiyor, pratikler devrimcileştiriyor. Biz de işte böyle bir yerdeyiz. Devrimci pratiklere girersek, devrimcileşeceğiz. Öyleyse teorimiz ve programımız bizi devrimci pratiklere sokmalı. Ölçü bu olmalı. Yeni Tüzük ve Programın her maddesini bu açıdan değerlendirmeliyiz.
İşte Sovyetler Birliği’nin de 1960 sonrasında programları vardı, Komünizme gidiyoruz diyorlardı. Adları Komünist Partisi’ydi ve ülkelerini kapitalizme sürüklediler.
Fidel Castro, devrimi yaparken Küba’da, Komünizmden ve Sosyalizmden söz etmedi. Havana’ya, Batista’yı yıkmak için girerken, Havana’da lafta Komünist Partisi, faşist diktatör Batista’yı destekleyen bildiriler dağıtıyordu.
Şimdi bir soru soruyorum; Niçin bugün Chavez’ler, Morales’ler, oradaki küçük burjuva, burjuva vs dediğimiz milli devrimci veya halkçı devrimci yönetimler kendi milletlerinin başına geçip ABD emperyalizmine karşı savaşırken, oradaki sözüm ona komünist partileri kumda oynuyor.
Peki, biz ne yapıyoruz? Biz partimizi mücadele pratiğinin içine sokacak bir çizgi inşa ediyoruz. Partimizde bazı arkadaşlarda çok yanlış fikirler var. Partimize yeni katılan arkadaşların “bizi devrimcilikten uzaklaştıracağını”, “devrimci disiplinden uzaklaştıracağını” vb düşünüyorlar. Tam tersine bu katılımlar, bizi mücadele mevzilerine sokuyor. Böyle bir katılım olmasa ve iktidara yönelmesek, mücadele mevzilerine girmesek, Partimizi ne hedef alan olur; ne psikolojik savaş yapan olur, ne de cenaze namazına durdu diye çarşaf çarşaf yazılar yazılır. Yeni gelen arkadaşlar, Partimizi devrimcileştiriyor. Kafamızdaki yanlışları düzeltelim. Partinin hayatında her gün, her çalışmada yaşıyoruz bunu. Millî Hükümet Programı konferansı’nda iki gün bunu yaşadık. O gelenler bizi devrimcilikten uzaklaştırmıyor. Yeni katılan arkadaşlar, bizi daha ileri pratiklere zorluyor. Onların katılımıyla güçlendikçe, büyüdükçe daha devrimci pratiklere giriyoruz. Daha devrimci pratikler de bizi adam ediyor, örneğin beni adam ediyor.
Devrimci disiplin ve vicdanın kaynağı
Bir arkadaşımız, “Bilimsel Sosyalizmi açıkça ifade etmezsek, partide bir ortak vicdan ve disiplin olmaz” diyor. Peki, Şefik Hüsnü’nün İstanbul’daki partisi, Komünizm diyordu. Ama o komünizmin ancak tramvay işçisine bildiri dağıttıracak kadar disiplini vardı. Atatürk ise, Ankara’da insanları ölüme gönderecek kadar kuvvetli bir disiplin kurdu. Bunlar çok önemli. Disiplini sağlayan, davanın büyüklüğüdür, milletin vicdanında yankı bulmasıdır ve devrimci pratiktir. Devrimci pratik ise, sağlam zemine basarak olur; yani hayatı yakalayarak.
Vicdan, kendisini bilimsel sosyalist olarak adlandıran bir azınlığın vicdanı değildir. Vicdan, tarih içinde oluşur. İşçi Partisi, bu milletin vicdanını neyle ayağa kaldıracak? Milletin vicdanı, Atatürk deyince, Sakarya deyince titrer, Çanakkale deyince ayağa kalkar. Vicdan meselesini iyi anlayalım. Ortak vicdan, milletin vicdanıdır. Ortak vicdan, sosyalistlerin kendi aralarında oluşturdukları vicdan değildir.
Türkiye insanını Sakarya’da ölüme götüren, Çanakkale’de ölüme götüren, İzmir yollarında ölüme götüren bir vicdan var. Eğer vicdanın kaynağını Bilimsel Sosyalizmle sınırlarsak, Kurtuluş Savaşı’nın fedakarlıklarını ve kahramanlıklarını açıklayamayız. Öte yandan İstanbul’da o tarihte tramvay işçisine İngiliz işgali altında bildiri dağıtmakla yetinen bazı bilimsel sosyalistlerin vicdanlarının niçin yetersiz kaldığını da açıklayamayız.
Stalin, İkinci Dünya Savaşı’nda, Sovyet ordusuna şöyle sesleniyordu: “Kuduzof’un aslanları!” Kuduzof kim? Çarlık generali! Dikkat ediniz, “Lenin’in aslanları” demiyor. Oysa 24 yıl önce Lenin devrim yapmış, o hala Kuduzof’un aslanları diyor. Neden? Çünkü savaşı kazanacak. Kuduzof Rus tarihine oturmuş. Napolyon’a karşı vatan savunması yapan Çarlık generali. Vatan savunması denince vicdana o yerleşmiş.
Köyde Mao’ya göndermede bulunuyor musunuz?
Şimdi ben hepimizin kafasını açacağını tahmin ettiğim bir soru atıyorum ortaya. İsmail Durna kardeşimiz köylere gittiğinde, köylüye bir gerçekliği anlatırken; hiç Marks’a, Lenin’e, Mao’ya göndermede bulunuyor mu?
Niyazi Işık, Avcılar’da işçilere, çarşıda esnafa gittiği zaman, Marks’a, Lenin’e, Mao’ya gönderme yaparak mı anlatıyor görüşlerini? Biz halkımıza, emekçimize gerçeği anlatma çabası içinde iken, Lenin’e, Mao’ya gönderme yapıyor muyuz? Hakikate gönderme yapıyoruz! Kanıtlarımızı gerçeklerden seçiyoruz. Köylüye nasıl anlatıyoruz: Arkadaş bak, destek akçalarını kaldırdılar, toprağını bile kaybetme noktasına geldin, toprakları satıyorlar, cebine bir şey girmiyor, falan, filan…
İnsanlar arasındaki ilişkide gönderme yaptığımız düzlem, gerçeklikler düzlemidir, hayattır. Ve bilim böyle üretilir ve insanlar böyle ikna edilir; öbürü safsatadır.
Buradan şuraya geçeceğim; İsmail Durna, köylülerle gidip konuşurken onlarla Marks’tan söz etmeden konuşur. Doğu Perinçek’e geldiği zaman Marks, Lenin diye konuşur. Bu da jargon, yani ağız oluyor. Bilimsel düzlemde Einstein neyse, Hz Muhammed de odur, Marks da odur, Engels de odur, Lenin de odur, Atatürk de odur. Ve onların bütün söyledikleri, gerçeklikle, hayatla sınanarak kaynak olabilir. Atatürk çok güzel söylüyor: “Benim milletime beyni sulanmış hafızlar gibi, yüzyıllardan beri bu dogmaları ezberlettiler.”… Şimdi kendilerini Marksist diye tanımlayan kimilerinin de beyni sulanmış hafızlara dönüştüğünü bütün dünyada görüyoruz.
Biz ne yapıyoruz, köylüyle, işçiyle, esnafla veya uluslararası bir düzlemde? Örneğin Semih Koray arkadaşımız gidiyor Roma’da tartışmalara katılıyor, dergilerde bilim adamlarıyla karşılaşıyor, uluslararası toplantılara gidiyor. Oralarda bilimsel, akademik düzlemlerde, “Mao şöyle dedi, Marks böyle dediydi, hayır öyle demedi, böyle dedi” diye bir tartışma yapıyor mu? Köylüyle falan değil en üst düzeydeki tartışmalarda da kanıt araçlarımız gerçekliktir. Hatta yüzyıllardan beri dogmaların etkisinde olduğu için köylü içinde göndermede bulunmak, biraz daha geçerlidir ama halktan bilime doğru yükseldikçe, göndermecilik kalkar, gerçeklikle kanıtlama gelir. İspat vasıtası gerçekliktir. Bunu Mustafa Kemal Atatürk nasıl ifade etmiştir; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bilimin ispat aracı, gerçektir. Biz programımıza bunu koyuyoruz. Bunun iki yönü var: Bir yandan ayağımızı gerçeklikler zeminine basıyoruz. Hem birbirimizi iknada, hem halkı iknada, hem de akademik düzeyde, tek bir düzlem oluşturuyoruz. Tek bir ikna yöntemi belirliyoruz. Birbirimizi de gerçeklikle ikna ediyoruz. Bu açıdan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”; olağanüstü esaslı ve olumlu bir çözümdür.
Bilimsel Sosyalizm bilimin doruğunda tahta oturmuş değil
Hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğu formülünün tehlikesi nedir?
Bilimsel Sosyalizm gerçekten de bilimin doruğudur. Bilim yapmak için, başlangıçta bir teorinizin olması şarttır. Bilimsel Sosyalizmden vazgeçmek, bu anlamda bilim için gerekli teorik anahtarı kaybetmektir. Ancak bu teorik anahtarı kimseye dayatamazsınız. Parti içinde Milliyetçi ve Halkçılar olacaksa, onlar bu teorik kaynaktan bilimdeki genel etkisi nedeniyle beslendikleri ölçüde yararlanacaklardır. Ortak düzlem bilim diye adlandırılmaktadır.
Bilimsel Sosyalizmin bilimin doruğu olmasını açmak gerekir: Her hangi bir tezi, bu bilimsel sosyalisttir diye bilimin doruğuna oturtamazsınız. Herhangi bir tezin bilimin doruğunda olmasını belirleyen, Bilimsel Sosyalizmle kurduğu bağlantı değil, fakat bilimin gerçekten doruğunda olması, yani o güne kadarki bilimsel verilere dayanması ve bilimsel bir yöntemle üretilmiş olmasıdır. Ölçüt, yine hayattır. Burada bilimin doruğu önceliklidir. Bilimsel Sosyalizm ona tabi olur. Yani Bilimsel Sosyalizm, gerçeklerin keşfine, bilimin gelişmesine yaptığı katkılarla doruğa tırmanmasına devam eder. Yoksa bilimin doruğunda Bilimsel Sosyalizm için, bir taht kurulmuş değildir. Bilimsel Sosyalizm adına ileri sürülen tezler, kendiliğinden bilimin doruğuna yerleştirilemez. Bilimsel Sosyalizm, hayatın akışından ve bilimin en geliştirilmiş verilerinden beslenir. Yoksa Bilimsel Sosyalizmi dogmalaştırmış oluruz; Bilimsel Sosyalizmi bir çuval gibi bilimin başına geçirmiş oluruz. Bu tavır, Bilimsel Sosyalizmi hayattan kopartır ve köreltir; öte yandan bilimin gelişmesine katkı yollarını da karatır.
Bilimsel Sosyalizm bilimin doruğudur. Doğru, ama hangi anlamda? Dogmalar, bilimin üzerindedir anlamında değil. Bilimsel Sosyalizm, gerçekle ilgili her yeni bilgiyi izleyecek ve teoriyi buna göre geliştirecek anlamında. Orada sana söylenen şudur: “Hep bilimin doruğunda ol”.
Bilimsel tezlerin görece doğruluğu
Bilgi teorimiz, göreceliliği kabul etmiştir. Gerçeği tam olarak, mükemmel olarak hiçbir zaman kavrayamayız ancak ona yaklaşabiliriz. Teori, her saniye eskimektedir. Hatta saniyenin sonsuzda biri kadar olan bir anda teori eskimektedir. Bir nehirde iki kere yıkanılamaz. Yıkandın çıktın, çıkar çıkmaz o nehre bir daha atladın, o atladığın nehir bir başka nehirdir artık… Bu şu demektir: Biraz evvel o nehir ile ilgili yaptığın bütün teori artık eskimiştir. Bir saniye sonraki nehrin teorisini yeniden yapacaksın. Bunun anlamı arkada kalan bütün teorik birikimden, nehirle ilgili bütün bilgilerden yararlanabilirsin, o bir hazinedir ama o birikim, seni yeni nehrin teorisini yapmaktan kurtaramaz. Yeni nehrin teorisi de yeni olacaktır.
Tüzük ve Millî Hükümet Programı, bizim için çok önemli bir gelişme, kara kaplı kitabımız yok. Akademik düzlemlerdeki, uluslararası düzlemlerdeki ispat vasıtalarımız, kanıtlama araçlarımız neyse; o bilimin doruğudur. Parti içinde beni hiç kimse, Hz. Muhammed’in hadisinde şöyle yazıyor, Lenin, Mao böyle dedi, Atatürk böyle dedi diye ikna edemez. Kimsenin elinde öyle bir kanıtlama aracı, öyle bir yetenek yok. Birbirimizi bu göndermelerle ikna edemeyiz. Onların hepsi hayatı ve gerçeklikleri yakaladıkları ölçüde bizim için geçerlidir. Einstein’ın, herhangi bir bilim adamının, Galile’nin, Kopernik’in insanlığın bilgi gelişmesine, serüvenine katkısı neyse, Marks’ın, Lenin’in Mao’nun, Atatürk’ün katkısı da öyle ele alınır; gerçeklikle sınanır. Bütün doğrular, görece doğrudur ve her doğru eskir, yerini daha doğruya bırakır.
Kaynağı teori olan, teoriye gönderme yapan, halkla birleşemez. Kendi pratiklerimizden bunu anlayalım. Eğer İsmail Durna gidip, “Marks şöyle dedi, Lenin böyle dedi” diye köylü ile birleşemiyorsa, demek ki o göndermelerle halkı kazanamayız. Partinin bunu anlaması lâzım. Hayatta en hakiki mürşidin bilim olduğuna yeni gelmedik, 5–10 senedir bunları tartışıyoruz. Dikkat edin bizim bütün teorik çabalarımızda, gerçekliklere, olgulara, tarihsel süreçlere, rakamlara gönderme vardır. Marks, Lenin, Mao, Atatürk de öyleydi… Onlarda “şu sunu dedi, bu bunu dedi” diye ispat araçları var mı? O ki, halkla birleşmek istiyoruz, o zaman gerçekleri kanıt olarak kullanacağız. Kafamıza çuval geçirmeyeceğiz.
Bizim, Marksizm veya Marksizm-Leninizm veya Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi isimlendirmelerini değil de, Bilimsel Sosyalizm kavramını yeğlememiz de anlamlıdır. Çünkü herhangi bir öğretmenin veya öğretmenlerin adıyla teoriyi dondurmuyoruz. Teorisyenler, ölüyor, ama teori sürekli gelişiyor. Teorisyen isimleri, teoriyi daha başından dondurmuş oluyor.
DEMOKRATİK DEVRİMLER VE BİLİMSEL SOSYALİZM
Bilimsel Sosyalizmin üç kaynağı
Şimdi ben size Marksizmi, daha doğrusu Bilimsel Sosyalizmi anlatmaya çalışacağım. Dünyada insanlığın bilgi hazinesinden, bilim dediğimiz birikimden kopuk bir Bilimsel Sosyalizm yoktur. Marks’ın kendisi Marksizmi burjuva kaynaklardan beslenerek kurmuştur. Marksizm adına konuşanlar, Marksizmin kaynaklarını biliyorlar mı? Teori Dergisi’nde, “Marksizm’in Üç Kaynağı” diye Ekim sayısında yayınlandı. Lenin ansiklopediye yazmış “Marksizm nedir?” diye. Diyor ki:
Marksizm’in üç kaynağı var;
Bir, Alman burjuva felsefesi. Burjuva!
İki, İngiliz burjuva iktisadı. O da burjuva!
Üç Fransız burjuva sosyalizmi; O da burjuva!
Marks, 1853’de Weydemeyer’e yolladığı meşhur mektupta özetle şöyle yazıyor; ‘Ben burjuvazinin ve insanlığın bana getirdiği bilgi birikimini aldım, buna bir tek bu tarihsel sürecin işçi sınıfının iktidarına doğru gittiğini ekledim. Yani Marksizm’in kendisinin kaynakları, felsefede olsun, ekonomi politikte olsun, kuracağı toplum düzeni olsun, burjuvadır. Başka deyişle Marksizm, bilimin verileri üzerine kurulmuştur. Burjuva biliminin getirdikleri üzerine kurulmuştur; başka bir temel üzerine de oturamazdı. Çünkü gökten inmemiştir.
Ama gökten inmeyen Marksizm, daha sonra birilerinin kafasında gökten iner hale getirilmiştir. Marksizmin kaynağını oluşturan burjuva bilim adamlarının ortaya koyduğu verileri, diyelim Ricardo’nun, diyelim Adam Smith’in, diyelim Hegel’in, Feuerbach’ın teorilerini, biz Marks’tan öğrendiğimiz zaman, Marksizm diye öğreniyoruz. Yüzeysel bir Marksist, o teorileri, Ricardo, Adam Smith, Fourier veya Hegel’den okuduğu zaman, burun kıvırıyor, burjuva diyor, ama Marks’tan okuduğu zaman, bir ayet veya hadisi şerif gibi görüyor. Feuerbach diye okuduğun zaman başka bir şey, ama altında Marksın imzasını görünce “tamam” diyor “bu ayet”! Ayet oluyor o anda… Bu, büyük yanlıştır. Bu yanlışları aşmak zorundayız. Zaten bu yanlışları aşanlar dünyada bir şey yapmış. Bu yanlışları aşamayanlar debelenip durmuşlar. Partimizi de debelendirmenin bir anlamı yok!
Teori nasıl gelişti ve gelişir
20. yüzyıla gelmiş insanlık; Lenin bakmış ki dünyada emperyalizm diye bir olgu çıktı. Ne var ki, kara kaplı kitapta emperyalizm yok. Marks’ta emperyalizm yok. Ne yapacağız? Emperyalizm gerçeğini anlamayacak mıyız veya gözardı mı edeceğiz?
Yine Lenin bakmış ki 20. yüzyılda artık burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeden bir devrim çıkmaz. 1871 Paris Komünü, son örnek, 19. yüzyılda kalmış. O zaman Lenin, Marks’ın devrim teorisini almış çöpe atmış ve şu gerçeği saptamış: Ezen dünya ile ezilen dünya arasındaki çelişme, artık baş çelişmedir. Devrim, Marks zamanındaki gibi, artık gelişmiş kapitalist ülkelerde olmayacak, ezilen dünyada olacak. Nitekim 20. yüzyılda devrimler, hep doğuda olmuş, hep vatan savunmasında olmuş.
Eğer Lenin, o kara kaplı kitaba bağlı kalsaydı, Lenin olmazdı. 20. yüzyılın başlarında kara kaplı kitaba bağlı kalmayan, denebilir ki, bir tek Lenin çıkıyor. Bilimsel Sosyalizm, o sayede, tekrar oradan bir atak yapıyor. Atatürk de bunu yakalamış, zalim milletler, mazlum milletler olayı. Atatürk’ün kaynakları dünyanın o günkü gerçekleri, ezen dünya var, ezilen dünya var. Esas sınıf mücadelesi, milletlerarası düzlemde.
Bizim bugün Türkiye’deki diğer sosyalistlerle bütün farkımız buradadır. İşte Lenin’in o ispatlanmış teorisini, ezen ezilen millet çelişmesini temele oturtmamızdır. Çünkü doğrulamış ve doğrulamaya devam ediyor. Ancak bu çelişme de sonsuza kadar devam edecek değildir. Türkiye’de o bütün devrim teorilerini proletarya-burjuvazi mücadelesi üzerine kuranlar, hâlâ 19.yüzyılda çırpınıyorlar ve görüyorsunuz her tür mücadelenin kenarına düşüyorlar.
Teorinin gelişmesini 20. yüzyılda izlemeye devam edelim. Çin Devrimi sürecinde Mao demiş ki, ‘Bizim doğru dürüst işçi sınıfımız yok, bizde köylülük var, biz köylüyle bu işi yapacağız.’ O zaman o kafalarında hamam tası bulunanlar, ‘Vay kara kaplı kitapta, köylülük yok, işçi sınıfı esas itici güçtür’ dediler. Hatta Sovyetler Birliği’nden de Çin Devrimi’ne bu yönde müdahaleler geldi. Ama Çin’deki yaşananlar hiç de teoriye uymuyordu. Mao, teoriyi pratikten çıkardığı için, Çin’de esas güç köylüdür dedi.
Mao, ikinci olarak, Çin’de devrimin kırlardan şehirlere doğru gelişeceğini ortaya koydu. Marksizmi bir dogma olarak gören, teoriyi mukaddes sayanlar, Mao’yu aforoz ettiler. Onlara göre, şehirler devrimin merkeziydi ve bu bütün dünya için geçerliydi. Mao’nun dedikleri kara kaplı kitapta yoktu.
İşçi sınıfına ve şehirlere vurgu yapanlar, Çin’de milyonlarca komünistin ve emekçinin mahvına yol açmışlardır. O büyük Nancing, Şanghay gibi ayaklanmalarda yüzbinler heder edilmiştir 1934’e kadar o solcu bağnazlar, Mao’yu zengin köylünün temsilcisi, burjuvanın adamı diye suçlamışlardır; sözünü dinlememişlerdir. ÇKP’nin başına peş peşe dört aşırı solcu yönetim geçmiştir. ÇKP’nin şehirlerdeki bütün üyeleri dağılmıştır. Kırlarda da yüzde 90’ı… Kimi ölmüş, kimi partiyi bırakmış. ÇKP şehirlerde sıfıra, köylerde yüzde 10’a inmiştir.
1960’lı yıllarda Bilimsel Sosyalizm, yine o teoriyi pratiğin önüne koşan bağnazlıkla cephe cepheye gelmiştir. Mao Zedung bakıyor, Sovyetler Birliği kapitalizme geri dönüş sürecine girmiş. Ancak bu saptamanın kitapta yeri yok. Gerçekten de, sosyalizmden kapitalizme geri dönüş tehdidinin artık ortadan kalktığını, Stalin 1936 yılında ilan etmişti. Üretim araçlarının mülkiyetinin esas olarak kolektifleştirilmesinden sonra kapitalizme geri dönüş tehlikesinin kalmadığı söylenmişti. 1960’lı yılları hatırlayınız, o bağnaz Sovyet yandaşları, ‘Hani nerede, Lenin’de Stalin’de var mı geri dönüş teorisi, gösterin bize’ diyorlardı. İspat kaynağı, hayatın kendisi değil, fakat teori idi, kitaplar idi. Lenin ve Stalin, kuşkusuz sosyalizmin ilerlemesi için büyük mücadeleler verdiler. Ancak arkalarında başka bir tecrübe yoktu. Stalin, geri dönüşün başını çekenleri, hain ve ajan olarak ilan etmek durumuna düşüyordu. Oysa onlar, ajanlar değil, fakat kapitalist yolculardı. Ve onlara karşı mücadele, ajanlara karşı mücadele düzleminde değil, sınıf mücadelesi düzleminde yürütülmeliydi.
Teori, hayattan, yani tecrübelerden üretilir. Biz, bilimsel olduğumuz için, hayata öncelik verdiğimiz için, kafamızda hamam tası olmadığı için, 1960’lı yılların sonunda, Sovyetler Birliği kapitalizme geri gidiyor dedik. Bakın bu bizim partimizin tarihinde en kritik kararlardan biridir. O sayede ayakta kaldık, Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında alabora olmadık, tam tersine teorimizin hayata uygun olduğunu gördük ve Bilimsel Sosyalizme olan güvenimiz güçlendi. Ayrıca yalnız gerçeğe değil, halkımıza ve vatanımıza bağlı olduğumuz için Sovyetler Birliği’ni eleştirebilmiştik. Devrimi bir başka ülkenin gelip bizim yerimize yapmayacağını biliyorduk. Bu süreçte kendi halkımıza olan güvenimiz daha da sağlamlaştı.
Dünya ve Türkiye ölçeğinde yaşanan bu tecrübeler gösteriyor ki, değerli arkadaşlarım, özellikle kritik noktalarda, birbirimizi kitaplarla ikna tutumuna düşmemek, dünyayı anlamak, gerçekliği anlamak, partinin gelişmesinde belirleyici olmuştur. Partinin hayatla, insanlarla, toplumla bağı başka türlü kurulamaz.
Hadi birbirimizi Lenin’den Mao’dan Atatürk’ten alıntılarla ikna ettik diyelim, hayatın akışını da o alıntılarla ikna edebilir miyiz? Bakın ben Atatürk’ü de onun içine koyuyorum. Hiç kimse beni alıntılarla ikna edemez; teoriyle ikna edemez. Bilimsel Sosyalizmin öğretmenleri veya Atatürk gibi büyük devrim önderleri, peygamber değiller. Yani söyledikleri gökten indirilmiş, mutlak gerçeklikler, kesin doğrular değildir. Onların yaşamadıkları tecrübeler var; ayrıca bilgilerinde sınırlar var. Bu nedenle teorilerinde eksikler ve yanlışlar var. Yanlışlarının olmaması mümkün değil.
Parti, kendi halkıyla ve hayatla birleşebilmek için, bu zemine otaracak. Ve bu zemine otururken tabi bütün birikimden yararlanacak, Lenin’in doğruları, Atatürk’ün doğruları, Mao’nun doğruları, Einstein’ın doğruları Kopernik’in doğruları, İbn Haldun’un doğruları vb, hepsi insanlığın birikimi içindedir. Ama elbette bilim yapmak için başlangıçta gerekli olan teori, Bilimsel Sosyalizmdir. Peki bu teorik aracı kullanmayanlar, bilim yapamazlar mı? Kuşkusuz yaparlar ve yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Ancak onların bilimlerinde, bazı zayıflıklar olması kaçınılmazdır. Buna rağmen, onların katkıları da bilimin hazinesi içindedir ve hayata uygunluk açısından tartışılır. Bazı bilim adamları, Bilimsel Sosyalizmi teorik bir araç olarak benimsemeseler bile, kimi bilimsel sosyalistlerden daha gelişmiş verilere ulaşabilmişlerdir.
Bu nedenle arkamızdaki bilgi birikimini, bu bilimsel sosyalist teoriye aittir; şu ait değildir diye ayıramayız. Bu doğrudur, şu doğru değildir diye ayırabiliriz. Marks, Lenin, Mao ve bütün önemli teorisyenler, öyle yapmışlar. Gerçeğin ölçütü olarak teoriyi değil, hayatı almışlar. Bilimsellik budur. Teori, hayatı kavrayabildiği kadarıyla bilimseldir. Teorinin doğrulanan, yaşayan dağarcığı bilimseldir; yanlış çıkan, ölen unsurları ise artık bilimsel değildir ve kaçınılmaz olarak terk edilecektir. Bilim düzleminde, ölçüt Bilimsel Sosyalizme uygunluk değildir; böyle bir ölçütü bilim alemine kabul ettirecek bir babayiğit bulunmuyor. Bilim dünyasında ölçüt, bilimsel yöntemlerin kullanılmasıdır; hayata uygunluktur. Bu ölçütler, bizi bilim düzlemiyle buluşturuyor. Partinin kılavuzunu o düzleme oturtuyoruz.
Kemalist Devrim ve Bilimsel Sosyalizm
Türkiye’nin tecrübe birikimi, aynı zamanda bilim ve düşün birikimidir. Önümüzdeki pratik ve bilimsel gelişme, o birikimden beslenerek olacaktır. Her ırmak kendi yatağında akar; kendi dere ve çaylarından, kendi dağlarından beslenir. Kuşkusuz bütün millî süreçlerin milletlerarası beslenme kaynakları da vardır. Onların bilince çıkarılması da bizim işimiz olmuştur.
Kemalist Devrim’in milletlerarası kaynaklarına girdiğimiz zaman, Bilimsel Sosyalizmle arasındaki bağlantıların bizim bildiğimizden daha güçlü olduğunu saptıyoruz. Kemalizm ile Bilimsel Sosyalizm arasında sanıldığı gibi duvarlar olmadığını, araştırmalara yöneldikçe, kuyulardan gerçekleri çıkardıkça öğrenmeye başladık. Bilimsel sosyalist akım, bir dönem kendi bağımsız kişiliğini oluşturmaya çalıştı. O dönem, Kemalizm ile kendi arasındaki sınırları belirlemek önemliydi. Öncünün ideolojik inşası döneminde böyle oluyor. Ancak şimdi o kişilik oluştu. Bu kez de, kitlelerle birleşerek ülkenin geleceğine ağırlığımızı koyma aşamasına geldik. Bu durumda Türkiye’nin devrim tarihinden beslenmek öne çıktı.
Türk Devrimi’nin kökünde Fransız Devrimi etkisi biliniyor. O kaynak, yani Fransız Devrimi, zaten Marks’ta da var. Türk Devrimi’nin ikinci milletlerarası kaynağı, Narodnizm, yani halkçılık ve üçüncüsü de Sovyet Devrimi’nin etkisi.
Biz Kurtuluş Savaşı’nı hangi ideolojiyle yaptık? Atatürk’ün 1920–1921 yıllarında Kurtuluş Savaşı’nın ortasında yazdığı Hâkimiyeti Milliye başyazılarını incelemeliyiz. Orda, Büyük Devrimci Önder, yazdığı veya kontrol ettiği başyazılarda, başlık atmış, “Rus Bolşevizmi Türk Komünizmi” diye. Özetle, Türkiye’de Komünizmin Rus Bolşevizminden farklı yollardan gerçekleşeceğini anlatıyor. ‘Bolşeviklerin emrine girmeyiz, bağımsızız, ama biz de aynı davanın takipçileriyiz’ görüşü belirtiliyor. Hâkimiyeti Milliye, Ankara’daki devrimci karargâhın resmi görüşlerini dile getirmektedir. Başyazarı Atatürk... Çoğu başyazıları kendisi yazmış, bütün başyazılar onun denetiminden geçmiş. O başyazılarda savunulan görüşlerde, Sovyet Devrimi’nin çok kuvvetli etkisini görüyoruz. Atatürk, hiçbir zaman bunu gizlemedi. Daha sonra Lise Tarih kitaplarına da yazdırdı, aynen şöyle: “Anadolu’da çıkan silahlı millî ayaklanma hareketi siyasî konum ve hedeflerde Sovyet Rusya’yla tam benzerlik arzediyordu.” Lise 4. sınıf öğrencilerine okutuluyor bu kitap. Ne zaman yayınlanmış? Birinci basım 1932’de, ikinci basım 1934’te. Cumhuriyet’in devrimci kuşakları, “Anadolu’daki silahlı millî ayaklanma hareketi” ile Sovyet devrimciliğinin “siyasî konum ve hedeflerde tam benzerlik” bulunduğunu öğrenerek yetişmiş.
Sosyalistler Kemalizm ile kendi aralarına duvar koymayacak, aynı şekilde kendisini Kemalist olarak tanımlayanlar da, Bilimsel Sosyalizm ile kendi aralarına duvar çekmeyecekler. Neyle aramıza duvarlar koyacağız; Safsatayla... Bilimsel olmayan her görüşle aramıza duvarlar koyacağız. Burada ölçü o. “Bu Kemalist’tir, bu sosyalisttir” diye armutları seçmek yerine, “bu hayata uygundur, bu hayata uygun değildir” diye bakmak gerekir olaylara. Gerçek olgularda aranır. ÇKP de bu konuda büyük mücadeleler yaşadı.
Yalnız Türkiye’de değil, Ezilen Dünya’nın demokratik devrimciliği, Sosyalizm ile Milliciliğin bileşimidir. Çünkü emperyalizm çağında, bir Ezilen Dünya ülkesinde, demokratik devrimi sonuna kadar götürebilmek için, Sosyalizmden beslenmek ve sosyalizme yönelmek zorundasın
Milletimizden gizlenmeye çalışılıyor; Atatürk’ün sosyalizme ilgisi, ta 1904 yılında başlıyor. 23 yaşında Harp Akademisi’ndeyken not defterine şöyle yazıyor: “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı.”
1921 Anayasasını da gizlemeye çalışırlar. 1921 de bir anayasa yapmışlar, bakın biz Partimizin programının başına Halkçılık Programı’nın en önemli bölümlerini yazdık. 1921 Anayasasının taslağıdır Halkçılık Programı. Mustafa Kemal kendi imzasıyla Meclis’e vermiş. Meclis, ayrıca 17 Kasım 1920’de bu önergenin esaslarını Halkçılık Beyannamesi adıyla dünyaya yayınlamış. Orada diyor ki;
“TBMM hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak” -kapitalizmden kurtarmak ne demek sosyalizm demek- “İrade ve hâkimiyetin hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı kanaatindeyiz”.
Yani emperyalizm ve kapitalizmden kurtulmadan, millî iradenin ve halk yönetiminin temelini kuramazsın. Devam edelim:
“Milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve harici düşmanlarla işbirliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada çalışan dâhili hainlerin cezalandırılması için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu milli bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayarız”.
Burada ne var; halkın demokratik diktatörlüğü… Hainlere işbirliği yapanlara karşı devrimci diktatörlük fikri var. Fransız Devrimciliği ile Sovyet Devrimciliğinin buluştuğu yer.
Kemalist Devrim’in sınıfsal karakteri
Kemalist Devrim halk sınıflarına dayanır. O koşullarda küçük sermaye ve orta sermaye de halkın bir parçasıdır. Sakarya’da savaşan Mehmetçiktir. İzmir’e yırtık postalla veya postalsız koşan Anadolu köylüsünün devrimidir. İşçi de yoktu o zaman, Atatürk, işte o köylüyle devrim yapmıştır. Bütün demokratik devrimler gibi köylü devrimidir. Atatürk, memleketin efendisi köylüdür diyerek, “Kimsesizlerin cumhuriyeti” gibi kavramlarla hep o köylü devrimini sürdürmüştür. Önderlik ise, küçük burjuvazinin asker ve sivil aydınlarıdır. Program olarak, millî burjuvazi de diyebilirsiniz, ama tam da oturmuyor. Kanımca bazı teorik kalıpların içine zorla oturtmak yerine, dünyadaki bazı süreçlerle benzetmeler yerine, olayı bütün özgünlüğüyle açıklamak, daha doğru oluyor.
Kemalist Devrim’in milli burjuva yaratma çabası üzerinde de durmak gerekir. Tarih, iradeyle yürümüyor. Toplumların içinde bulunduğu aşama ve devrimi kuşatan koşullar da var. Yalnız Atatürk değil ki, her devrim ve her devrim önderi o kuşatmanın altındadır. Lenin’de 1921’de NEP politikasıyla burjuva yarattı. Lenin yarattığı zaman iyi oluyor, Atatürk yarattığı zaman kötü oluyor. Hayatın koşulları var. Kuşkusuz Kemalist Devrim’in de yetersizlikleri, zayıflıkları ve önderliğin hataları var, bunları yıllardır saptadık.
Kendisini Atatürkçü sayanlardan bazıları, Atatürk Devrimi’nin sınıfsallığını anlamak istemezler. Atatürk sınıf gerçeğini reddetmiştir diyenler bile vardır. Peki, sultanlığın, ağalığın, beyliğin şeyhliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin tasfiyesi, bütün bu uygulamalar sınıfsal değil midir?
Burada mesele, hangi sınıflara karşı ve hangi sınıflarla beraber, bunu doğru saptamak, doğru mevzilenmektir. Atatürk, bu tarihsel materyalist tavrı, konuşmalarında ortaya koymuştur. Biz, işçisinden sermayedarına kadar mazlum bir milletiz demiştir. Bu sınıfsal bir tahlildir ve doğrudur. Lenin de Türkiye’yi öyle tahlil etmiştir.
Atatürk de sınıf mücadelesi verdi; ama dönemin gerçeklerine uyan ve toplumun önündeki sorunu çözen bir sınıf mücadelesi! Kemalist Devrimin ağalık-paşalık unvanlarını kaldıran kanunun bir gerekçesi vardır. Orada derki; Biz ağa, bey ve paşaların yalnız unvanlarını kaldırmıyoruz, bu unvanların temelindeki sosyal sınıfları da ortadan kaldırıyoruz. Kemalist Devrim, bir yandan emperyalist sermayeye ve acentalarına, öte yandan Ortaçağ sınıflarına karşı bir devrimdi. Mustafa Kemal de sınıfları kabul ediyor ve sınıf mücadelesi veriyordu. Sultanların bütün mülklerini, tekkelerin bütün mallarını ve mülklerini, 1934 yılında çıkan İskan Kanunuyla bir takım ağaların ve aşiret reislerinin tapuya kayıtlı ve kayıtsız mallarını kamulaştırmıştır. Birçok yabancı şirketi millileştirmiştir. O günün doğru sınıf mücadelesinin içeriği buydu. Mehmet Perinçek’in “Atatürk’ün Sovyet Temsilcileriyle Görüşmeleri” başlıklı kitabından okuyabilirsiniz, Büyük Devrimci Önder, Sovyet temsilcileriyle yaptığı konuşmalarda, bunları anlatır, Samanpazarı’ndaki bakkalı kamulaştırmanın hiçbir devrimci yönü olmadığını saptar. Çok doğru ve önemli! 1920 ve 1930’ların Türkiye’sinde burjuvaziye karşı işçi sınıfı mücadelesi vermeye kalkışanlar, bilimsel sosyalist değil, fakat ancak dangalak veya hain olabilirlerdi.
Hele bugün, Atatürkçülük adına sınıfları reddetmek, bazılarını emperyalizmin yanına düşürmektedir. Atatürk zamanında sınıflar arasında önemli farklar yoktu, doğru. Ancak bugün öyle mi? O büyük mafya sermayesi, her yıl devlet bütçesinin yüzde 40’ını, 45 katrilyon lirayı faiz olarak cebe indirenler, dolar ve borsa vurguncuları, bunlar sınıf oluşturmuyor mu? O şarap havuzlarında yıkananlar kim? Dün Bartu Soral arkadaşımız rakamlarla anlattı. Türkiye’nin muazzam zenginleri var artık. Bunları görmeden hangi Atatürkçülüğü uygulayacaklar? Ancak mesele, hangisini hedef alacağız sorusunda düğümleniyor. Biz burjuva-proletarya çelişmesini elbette kurcalayacak değiliz. Ezilen Dünya ülkesindeyiz. Ama emperyalizmle işbirliği yapan burjuvazi elbette karşımızdadır; hortumcu, dolar vurguncusu ve tefeci dediğimiz kapitalizmin gelişmesine de köstek olan mafyalaşmış kesim, milletin karşısındadır. Ancak milli burjuvazi bizim dostumuzdur.
Önümüzdeki dönem için arkadaşlarımızın uyarıları faydalıdır. Biz esas olarak Türkiye’nin çalışan kesimine, yoksullarına, daha orta halli kesimlerine dayanacağız bu çok açık ortada. Vatan savunması onlarla yapılıyor.
Türkiye’nin önündeki dönemi arkada kalan yıllar gibi düşünmemek lazım. İkinci İsrail kuruluyor, içeride bölücülük, yıkıcılık, Haçlı gericilik, ABD güdümlü cemaatler, iç yıkıcılığı çok farklı boyutlara yükseltebilirler. O zaman emekçiler ve yoksullar ortaya çıkar. Cumhuriyeti kurtaracak olan, esas, işçidir, köylüdür, esnaftır, zenaatkardır ve diğer yurtsever güçlerdir. Şu anda burjuvazi ile bir iktidar kavgası ruh haline girmek, çok yanlış. İşçiyi ve köylüyü birleşebileceği müttefiklerinden koparıyoruz. İşçiye önderlik vasfı veriyoruz, ama ona önderlik yapabileceği bir dost bırakmıyoruz.
Kemalist Devrim’i tamamlamak ve arasız devrimler
Ali Çelik arkadaşımız, “Daha ileri bir proje olmadan Kemalist Devrim’i tamamlayamayız” dedi. Çok doğru. Kemalist Devrimi daha ileri bir proje olmadan tamamlayamayız. Atatürk’ün de daha ileri projesi vardı. Arasız devrimler diyordu. Arasız devrimler kavramı, Lenin’deki kesintisiz devrimdir. O zaman daha güzel bir Türkçe karşılık bulmuşlar.
Nereye doğru “arasız devrimler”?
Atatürk’ün 15 yıl dışişleri bakanlığını yapan Tevfik Rüştü Aras, Yakup Kadri ve Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray, Atatürk’ün sınıfsız toplum idealini benimsediğini açıkça belirtirler. Tanıklıklarına da gerek yok, açıkça belirtmiş Atatürk: Renklerin, sınıfların olmadığı bir uyum dünyası, yurtta sulh, cihanda sulh… Bunların hepsi sınıfsız kaynaşmış bir toplum idealidir. Bunların hepsi o gün yapılmakta olan emperyalizmi, ortaçağı ve sultanlığı tasfiye projesinin ötesinde projelerdir ve çağdaş uygarlık hedefiyle programın ucu açık bırakılmıştır. Atatürk, çağdaş uygarlığı hiçbir zaman Batı uygarlığı olarak tanımlamamıştır. Atatürk’e göre, uygarlık evrenseldir ve onu almayanlar yanar kül olur. Atatürk’te kültür ve uygarlık, Ziya Gökalp’teki gibi iki farklı kavram değildir. Tekdir, birdir ve evrenseldir. Bu da Atatürk’ün enternasyonalizmidir.
Şimdi Tüzüğümüze bakalım. Bizim ileri bir projemiz var mı, yok mu? Bazen programlar yalnızca yaşanan aşamayla sınırlı tutulabilir. Burada bir arkadaşımız söyledi, sırf Kemalist Devrimi tamamlamakla da sınırlanabilirdi hedefimiz. Bazı koşullarda öyle programlar da yapılabilir. Fakat biz öyle yapmadık.
Tüzüğümüze ne koymuşuz, Türkiye’mizin bugün Asya’dan yükselen çağdaş ve toplumcu uygarlığın önündeki seçkin yerini alması için, artık mafyalaşan kapitalizmin her tür sömürü ve baskısını arasız devrimlerle ortadan kaldırmayı amaçlıyoruz. Arkadaşlar biz programımızı Türkiye devriminin dinamiğine oturttuk ve ifadeleri de Türk Devrimi’nden aldık. Biz Atatürk’ten alıyoruz, ama Atatürk de insanlığın o günkü birikiminden almıştı. Marks da öyle yapmamış mıydı?
Çok önemli bir iş yapıyoruz. Aslında biz bu işe 1980 öncesinde başlamıştık. 1987 Programımız da, Türk Devrim dinamiği üzerinde üretilmiştir. Şimdi daha da olgunlaştırıyoruz. Tüzük ve Programın dilimizi tarihe daha sıkı bağlıyor ve iyice yerlileştiriyoruz. Başka milletlerin hayatlarında üretilmiş kavramları bırakıyoruz, onun yerine kendi milletimizin devrimci pratiklerinde oluşturulmuş, kendi hayatımıza uyan kendi milletimizle bizi birleştirecek, ama aynı anlama gelen, çoğu dışardan alınmış, ama bizim pratiklerimizde bizden olmuş kavramlar. Bunların hepsi, halkla birleşmek içindir, devrim içindir.
Bu program bundan önceki programdan çok daha devrimcidir, çok daha esaslıdır, çok daha hakla birleşiktir, çok daha Türkiye toprağına basmaktadır. Ve kendi devrimci yatağımıza mücadelemizi oturtuyoruz.
Bir örnek verelim. Programda emperyalizmin, İstiklal Marşımızda belirtildiği gibi “Tek dişi kalmış canavar” haline geldiğini saptıyoruz. Lenin bunu okusaydı kıskanırdı. “Tek dişi kalmış canavar”, emperyalizmin çürümesi olayının şiirleştirilmesidir. Mehmet Akif, çok güzel anlatmış. Lenin’in teoride yaptığını şiirde yapmış. Sen o teoriyi alıyorsun, senin İstiklal Marşına girmiş haliyle programına yazıyorsun. Bu da bir icat. Bu sayede İsmail Durna köylüye daha kolay anlatacak. Sizin elinizde Partimizi halkınızla birleştirici bir kılavuz veriyoruz. Dogmatik anlayışta olan arkadaşlar bizim kendi içimizdeki tartışmalarda teorik ağızları kullanıyorlar. Hadi gidin bakalım, o teorik ağızlarla işçiyle, köylüyle, sınıfla, emekçiyle birleşin. Oraya gittiğiniz zaman başka oluyorsunuz. Buraya gelince bu şekilde oluyorsunuz.
Kemalist Devrim sistemin içinde mi, dışında mı?
Atatürk Devrimi’nin bazı arkadaşlar, sistemin içinde kaldığını belirtiyorlar. Oysa Atatürk Devrimi’nin esas yönü sistem değiştirmesidir. Emperyalizme bağımlı Osmanlı Ortaçağı’ndan bağımsızlıkçı Cumhuriyet sistemine geçildi. Marks’ın burjuva-proletarya çelişmesi açısından baktığımız için öyle konuşuyoruz. Eğer Ezen-Ezilen çelişmesi içinden bakarsak, Türkiye 1922 yılında 30 Ağustostan sonra sistemin dışında çıktı. Ama 15–20 yıllık bir çaba sonunda bir yere geldi, bir karşı devrimle tekrar sistemin içine yuvarlandı. Ama tarih böyle gelişiyor. Bir atak yetmiyor. Sovyet Devrimi de öyledir. Sistemin dışına çıkarken, tekrar sistemin içine düştü.
Dün Millî Hükümet Programı Konferansı’nda bir arkadaş ilginç bir şey söyledi. “Kemalist devrim tamamlanmadı, Atatürk tamamlayamadan gitti” dedi. Ben yerimden şöyle mırıldandım; “Kemalist Devrim tamamlanmadı, hatta yıkıma uğradı, doğru ama Lenin’in yaptığı Sovyet Devrimi de yıkıldı”.
Hayata kalıpların, şablonların içinden ve önyargılarla bakanlarımız var. Hangi devrim 15 senelik bir atakla tamamlanmış, var mı örneği dünyada?
Kemalizm ile Sosyalizm arasına örülen duvarlar yıkılıyor
Bazı arkadaşlarımız, Kemalizm ile Sosyalizm arasına duvarlar çekmeye çalışırken, Türkiye’de o duvarlar yıkılıyor. Yukarda gördük ve “Kemalist Devrim-5 Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları” başlıklı yeni çıkacak kitabımda da gösterdim, o duvarlar, Kurtuluş Savaşı sırasında yoktu. Atatürk’ün önderlik ettiği Hakimiyeti Milliye gazetesinde, “Rus Bolşevikleri ve Türk Komünistleri” diye başyazılar çıkıyordu. 1921 Anayasası’nın bir Şuralar, Sovyetler sistemi getirdiğini bizzat Atatürk söylüyordu, hem de Sovyet sözcüğünü kullanarak.
Biz, Kurtuluş Savaşımızı Kemalizm ile Sosyalizm arasına duvar koymayarak, hatta ikisi arasındaki birlikteliği vurgulayarak kazandık. Şimdi yine o olay gündeme geliyor. Türkiye’nin başı dara girdi mi, o duvarlar yıkılıyor. Bunun en etkili kanıtı, 30 Ağustos’tan sonra Genelkurmay başkanımızın ve kuvvet komutanlarımızın konuşmalarıdır. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt, bu konuşmaların hepsine katıldığını ifade etmiştir. Komuta kademesi arasındaki silah arkadaşlığının, aynı zamanda Kemalist Devrim’i ilerletmek için bir devrim arkadaşlığı, bir dava arkadaşlığı boyutunda olduğunu görüyoruz. Türk Devrimi, yüz elli yıldan beri sivil ve asker öncülerin önderliğinde ilerliyor. Bu olay, Ezilen Dünya’ya, hatta bütün demokratik devrimlere, bütün devrimlere özgüdür ve Türk Devrimi’nin de tunç yasasıdır.
Komutanlar, her şeyden önce program ve stratejiyi doğru saptamışlardır. Kara Kuvvetleri Komutanımız İlker Başbuğ, bugün devrimi savunmak değil, “Kemalist Devrimi ilerletme” göreviyle karşı karşıya olduğumuzu belirtti. Biz de Parti olarak, onyıllardan beri artık savunulacak bir cumhuriyetimiz olmadığını saptıyor ve Kemalist Devrim’i tamamlama amacını izliyoruz.
Sayın Deniz Kuvvetleri Komutanımız Ora.Yener Karahanoğlu, Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir tanımını yaptı.
Birincisi, bizim milliyetçiliğimizin “evrensel kapitalizme ve emperyalizme karşı” olduğunu saptadı. Bu olağanüstü önemlidir, Atatürk’ün Halkçılık Programı’ndaki tavrı çağrıştırmaktadır.
İkincisi, milliyetçiliğimizin Ortaçağ kurum ve ilişkilerini tasfiye etmek ve milleti bu temelde oluşturmak anlamına geldiğini belirtti; milliyetçiliğin devrimci karakterini ortaya koydu.
Üçüncüsü, Türk milliyetçiliğinin, Türkiye sınırları dışındaki Türkleri kapsayan bir Türkçülük olmadığını, hangi etnik kökten gelirse gelsin Türkiye’de yaşayan bütün halkı kucakladığını vurguladı. Yani Atatürk’ün ünlü “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı. Çok cesur bir tavır. Turancılık değil, Türk milliyetçiliği diyor. Türkiye sınırları içinde yaşayan çeşitli etnik gruplardan gelen insanları bir millet olarak birleştiriyor. Zaten Türk Devrimi boyunca yaşanan süreç budur. Yani Kürt benim milletimden diyor. Dış Türkler meselesine, aynı Atatürk gibi, Asya’nın büyük birliği anlayışı içinde yaklaşıyor. İran’a, Çin’e, Rusya’ya da mesajlar var bu açıklamada. Oralarda ABD ile birlikte ayrılıkçılığı kışkırtmayacağız tavrı sergilenmektedir.
Yine Sayın Genelkurmay Başkanı, irticanın tepelerde olduğunu vurguladı. Bizim Haçlı irtica brifinglerimizde açıkladığımız gerçek de bu değil miydi? Sonra ne diyor Deniz Kuvvetleri Komutanı? “Tarikat ve cemaatler Anadolu’nun bağrında boğulacaktır.” Mustafa Kemal de böyle konuşurdu. Cumhuriyetin yumruğu Ortaçağın tepesine inecektir. İnmezse, Ortaçağ güçleri Cumhuriyetin tepesine bineceklerdir. Olay budur. Bütün demokrasiler, Ortaçağ ilişkilerine karşı devrimci diktaların ürünüdür. Cromwell, Robespierre, Washington, Lincoln, Bismark, Garibaldi, Bolivar, Lenin, Mustafa Kemal, Mao, Ho Şi Minh, hepsi budur.
Haçlı gericiliği, Ortaçağ güçlerini temizlemek, bu bir sınıfsal ve sosyal devrimdir. Tarikatlar cemaatler belli sınıfın örgütlenmeleri, feodal sınıfların örgütlenmeleri.
Evrensel kapitalizme karşı olmak ne demektir? Tarikatları ve cemaatleri bir devrimle tasfiye etmek ne demektir? Etnik özelliklere değil, vatana ve kültüre dayanan Türk milliyetçiliği ne demektir? Komutanların bu tarihi tutumlarının ideolojik ve düşünsel kaynakları nedir? Evensel kapitalizmi ve Ortaçağ ilişkilerini tasfiye programı, Türkiye’nin önüne hangi ufukları açar?
sorulara cevap vermeye başladığınız anda kendi beyinlerinizde ördüğünüz duvarları yıkmaya başlarsınız, zaten bu süreç o duvarları yıkmaktadır. Avrasya yüzyılına girmişiz, Çin ve Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar kamucu ekonomiler gelişiyor ve öncülüğü almış. Bolivarcılık, Ortadoğu’da BAAS, Afrika’da yerli sosyalizmler yükseliyor. Çin ve Vietnam, mevzilerini demokratik devrimler ile sosyalizmin başlangıç aşamalarında kurmuşlar ve olağanüstü ataklar gerçekleştiriyorlar. Dünya’da kamplaşma ve mücadeler, bir bakıma yeniden demokratik devrimler mevzisinde yaşanıyor. Başka deyişle Kemalizm, dünyanın her yerinde başka adlandırmalarla ve Bilimsel Sosyalizm ile iç içe yaşanıyor. Eğer bilim yapıyorsak, eğer pratik teoriyi belirleyecek ise, bu olay da bir hikmet yok mu? Bu pratiği teori haline getirmeyen bir Bilimsel Sosyalizm olabilir mi?
Bazı arkadaşlar Kemalizmle aralarına duvar çekmeye çalışıyorlar, oysa o duvarlar Parti’nin dışından yıkılıyor. Bu durumde senin kerametin ne? Sen neden kaçıyorsun? Neyle arana duvar çekmeye çalışıyorsun? Niçin birleşmek istemiyorsun? Devrimin dışında kalmak, kumda oynamak için mi?
Şimdi hayat size böyle büyük bir güç getirirken, gelen insanlara, “Gidin gelmeyin, yanlış kapı çalıyorsunuz, biz sizi istemiyoruz, birlikte olmayı biz istemiyoruz, yanlış yere geliyorsunuz” mu diyeceğiz? O zaman yanlış yere giden biz oluruz. Çünkü kendimizi devrimci pratiklerin dışına atarız.
Devrimci gelenek, millî devrimci pratiklerde oluşur
Devrim, tarihin içinde yapılır. Zamanın dışında bir devrim olmaz. O nedenle her devrim, o ülkenin tarihsel birikiminin ürünüdür. Milletlerarası etkenler, o dinamik üzerinde etkileriyle tarihe müdahale ederler. Bunu anlamayanlar bizde de bulunuyor.
Türk Devrimi, köklü ve büyük bir gelenek. Ama sığ sularda yüzenler, derinlikleri ne bilecekler? Atatürkçü olduklarını söyleyen bazıları da, o kökleri sevmiyorlar. Talat Paşa diyorsun ona hayır diyor. Oysa Talat Paşa olmasa, Atatürk olmayacak, Namık Kemal olmasa Talat Paşa olmayacak…
Büyük bir devrimci birikim var arkamızda. Programda onlara vurgu yapmamızdan rahatsız niçin rahatsız oluyoruz? Değerli arkadaşlar buradaki vurgu herhangi bir ideolojik tavra değil, devrimci pratiğe vurgudur, devrimlere vurgudur.
Namık Kemal, 1876 devriminin lideri; Talat Paşa, 1908 Devrimi’nin ve Mustafa Kemal 1920 Devrimi’nin. Suphi Karman da arkadaşlarıyla birlikte 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin. Arkamızdaki devrim pratiği bu. Programımızda gerçekleşmiş devrim pratiklerine gönderme yapıyor; olmayan devrimlere gönderme yapamaz ki. Sosyalistler, henüz Türkiye’nin devrim tarihinde, devrimlerin başına geçen pratikler yürütemediler. Gerçek bu. Programımızın tavrı materyalisttir; yani olgulara dayanır; sosyalistlere iltimas geçemez; o zaman sosyalist olamaz.
Bir de devrimci çabalar var, biz de 1960’lardan beri o çabaların içinde yer aldık. Kendimizin veya partimizin adını yazmıyoruz. Çünkü biz henüz tarihi yönlendiren bir şey yapmadık. Bir birikim yarattık. Devrim yaptığımız gün oraya adımızı yazarız.
Bir arkadaş gelmiş bana ölen devrimcilerin adı niye yok diye soruyor. İnsan ölmekle gelenek yaratacak olsa hadi ben gideyim şu köprüden atlayayım, öleyim. Önemsiz adamlar ölerek önemli olur. Bernard Show’un galiba, “tarihte önemsiz insanlar ölerek önemli olur” diye ir sözü vardır. Atatürk ölse idi Atatürk olur muydu? Mao ölmediği için Mao oldu, Lenin de ölmediği için Lenin oldu.
Devrimciliği teori mi belirliyor, pratik mi?
Şimdi söyleyeceğim çok önemli. İstanbul’da Şefik Hüsnü’nün partisi var; Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası. Tüzüğünde işçi sınıfı öncülüğü yazıyor. Tramvay işçilerine bildiri dağıtıyor. Atatürk ise o tarihte Ankara’da Kurtuluş Savaşı veriyor. Şimdi Ali Çelik arkadaşıma soruyorum: Hangisi devrimci? Atatürk devrimin pratiğini yapıyor, öbürü devrimi ıskalıyor. Ötekinin adı komünist, programında işçi sınıfı önderliği var, her şey var, o var bu var. Ama teori ve program değil, Kurtuluş Savaşı pratiği belirliyor o günü devrimciliğini. Bazıları, Kemalizmi beğenmiyor. Ama görüyorsunuz, keskin sözler değil, doğru pratik belirliyor devrimciliği. İkisi arasındaki farkı tespit edelim. İkisi arasındaki fark arkadaşlar teoride bir fark değil, pratikte bir fark. İnsanı teoriler devrimcileştirmiyor, pratikler devrimcileştiriyor. Biz de işte böyle bir yerdeyiz. Devrimci pratiklere girersek, devrimcileşeceğiz. Öyleyse teorimiz ve programımız bizi devrimci pratiklere sokmalı. Ölçü bu olmalı. Yeni Tüzük ve Programın her maddesini bu açıdan değerlendirmeliyiz.
İşte Sovyetler Birliği’nin de 1960 sonrasında programları vardı, Komünizme gidiyoruz diyorlardı. Adları Komünist Partisi’ydi ve ülkelerini kapitalizme sürüklediler.
Fidel Castro, devrimi yaparken Küba’da, Komünizmden ve Sosyalizmden söz etmedi. Havana’ya, Batista’yı yıkmak için girerken, Havana’da lafta Komünist Partisi, faşist diktatör Batista’yı destekleyen bildiriler dağıtıyordu.
Şimdi bir soru soruyorum; Niçin bugün Chavez’ler, Morales’ler, oradaki küçük burjuva, burjuva vs dediğimiz milli devrimci veya halkçı devrimci yönetimler kendi milletlerinin başına geçip ABD emperyalizmine karşı savaşırken, oradaki sözüm ona komünist partileri kumda oynuyor.
Peki, biz ne yapıyoruz? Biz partimizi mücadele pratiğinin içine sokacak bir çizgi inşa ediyoruz. Partimizde bazı arkadaşlarda çok yanlış fikirler var. Partimize yeni katılan arkadaşların “bizi devrimcilikten uzaklaştıracağını”, “devrimci disiplinden uzaklaştıracağını” vb düşünüyorlar. Tam tersine bu katılımlar, bizi mücadele mevzilerine sokuyor. Böyle bir katılım olmasa ve iktidara yönelmesek, mücadele mevzilerine girmesek, Partimizi ne hedef alan olur; ne psikolojik savaş yapan olur, ne de cenaze namazına durdu diye çarşaf çarşaf yazılar yazılır. Yeni gelen arkadaşlar, Partimizi devrimcileştiriyor. Kafamızdaki yanlışları düzeltelim. Partinin hayatında her gün, her çalışmada yaşıyoruz bunu. Millî Hükümet Programı konferansı’nda iki gün bunu yaşadık. O gelenler bizi devrimcilikten uzaklaştırmıyor. Yeni katılan arkadaşlar, bizi daha ileri pratiklere zorluyor. Onların katılımıyla güçlendikçe, büyüdükçe daha devrimci pratiklere giriyoruz. Daha devrimci pratikler de bizi adam ediyor, örneğin beni adam ediyor.
Devrimci disiplin ve vicdanın kaynağı
Bir arkadaşımız, “Bilimsel Sosyalizmi açıkça ifade etmezsek, partide bir ortak vicdan ve disiplin olmaz” diyor. Peki, Şefik Hüsnü’nün İstanbul’daki partisi, Komünizm diyordu. Ama o komünizmin ancak tramvay işçisine bildiri dağıttıracak kadar disiplini vardı. Atatürk ise, Ankara’da insanları ölüme gönderecek kadar kuvvetli bir disiplin kurdu. Bunlar çok önemli. Disiplini sağlayan, davanın büyüklüğüdür, milletin vicdanında yankı bulmasıdır ve devrimci pratiktir. Devrimci pratik ise, sağlam zemine basarak olur; yani hayatı yakalayarak.
Vicdan, kendisini bilimsel sosyalist olarak adlandıran bir azınlığın vicdanı değildir. Vicdan, tarih içinde oluşur. İşçi Partisi, bu milletin vicdanını neyle ayağa kaldıracak? Milletin vicdanı, Atatürk deyince, Sakarya deyince titrer, Çanakkale deyince ayağa kalkar. Vicdan meselesini iyi anlayalım. Ortak vicdan, milletin vicdanıdır. Ortak vicdan, sosyalistlerin kendi aralarında oluşturdukları vicdan değildir.
Türkiye insanını Sakarya’da ölüme götüren, Çanakkale’de ölüme götüren, İzmir yollarında ölüme götüren bir vicdan var. Eğer vicdanın kaynağını Bilimsel Sosyalizmle sınırlarsak, Kurtuluş Savaşı’nın fedakarlıklarını ve kahramanlıklarını açıklayamayız. Öte yandan İstanbul’da o tarihte tramvay işçisine İngiliz işgali altında bildiri dağıtmakla yetinen bazı bilimsel sosyalistlerin vicdanlarının niçin yetersiz kaldığını da açıklayamayız.
Stalin, İkinci Dünya Savaşı’nda, Sovyet ordusuna şöyle sesleniyordu: “Kuduzof’un aslanları!” Kuduzof kim? Çarlık generali! Dikkat ediniz, “Lenin’in aslanları” demiyor. Oysa 24 yıl önce Lenin devrim yapmış, o hala Kuduzof’un aslanları diyor. Neden? Çünkü savaşı kazanacak. Kuduzof Rus tarihine oturmuş. Napolyon’a karşı vatan savunması yapan Çarlık generali. Vatan savunması denince vicdana o yerleşmiş.