Bertolt Brecht'in 'Üç Kuruşluk Opera'sından 'Korsan Jenny'

maybe_

New member
Korsan Jenny / Bertolt Brecht

Hey ahali! Görürdünüz ya beni
Yerleri ovup silerken hani
Bu rezil kasabada Güney’de
Bu köhnemiş cenabet otelde
Bakardınız aval aval ve bir teklik atardınız
Havanız artsın diye –ne kadar da cömertsiniz!-
Ama bilmezdiniz hiç kim’le dans edersiniz
Hayır. Karşınızda kim var bilemezdiniz

Ama durun bakalım karanlık basınca bir gün
Bir çığlık duyacaksınız geceyi yırtan
Kim acaba diyerek fırlıycaksınız yataktan
Ben hınzır bi tebessümle yerleri silerken hâlâ
“Ne sırıtır bu ya?” diye sorucaksınız
Anlatayım da öğrenin o zaman

Bir korsan gemisi açıkta
Adı Kara Kadırga
Ve bir kuru kafa pruva direğinde
Buraya gelmek üzere

Siz cici beyler, tersleneceksiniz hâlâ:
“Hey sürtük, elini çabuk tut, yerleri bitir ve çık hemen üst kata
Derdin ne senin ya? Ekmek kapın burası!”
Toslarsınız bahşişi
Ve gözlersiniz gemileri
Ama ben sayıyorum şimdiden kellelerinizi
Bir yandan da yatakları yapıyorum sessizce
Bu rahat döşeklerde kimse uyuyamıycak, tatlım
KİMSE!
HİÇ KİMSE!

Sonunda bir gece çığlığı duyunca
Diyceksiniz: “Ne bu gürültü ya?”
Görceksiniz beni orda pencereden bakarken
Ve diyceksiniz: “Nere bakar bu ya?”
Anlatayım da öğrenin o zaman

Bir gemi var biliyorum
Kara Kadırga
Limanı dönmek üzere
Ve topları dizilmiş güvertesinde


Şimdi beyler!
Yüzünüzden o rahat gülüşü silseniz iyi olur
Kasabanın tüm evleri yerle bir oluyor
Bu cenabet kasabada taş üstünde taş kalmayacak
Bir tek bu ucuz otel dimdik ve ayakta
Bağırcaksınız, “Neden ona bir şey yok?” diye
Evet.
Diyceğiniz bu olacak sadece:
“Neden dokunmadılar ona?”

Bütün gece gürültü-patırtı arasında
Düşünceksiniz kim yaşar orda yukarda
Ve sabah görceksiniz beni otelden çıkarken
İki dirhem bir çekirdek saçımda bir kurdela

Ve malûm gemi
Kara Kadırga
Bir bayrak çekecek direğine
Bir alkış tufanı yeri göğü inletecek

Tam öğleyin rıhtımda
İğne atsan yere düşmez kalabalıktan
Hayalet gemiden süzülenler
Gölgeler gibi dolaşacak ortalıkta
Ama kimse göremiycek onları
Ve zincire vuracaklar tekmil ahaliyi
Getirip karşıma dikecekler
Ve soracaklar bana:
“ŞİMDİ mi gebertelim bunları, yoksa SONRA mı?”
BANA soracaklar:
“ŞİMDİ mi bitirelim işlerini, SONRA mı?”

Tam öğleyin oracıkta
Yaprak kımıldamazken rıhtımda
Bir canavar düdüğü duyulacak uzaklardan
Ve o ölüm sessizliğinde:
“Tam zamanı.” diyeceğim onlara
“İşte şimdi tam zamanı.”

Yığacaklar cesetleri üst üste sonra
Ve ben bakıp diyeceğim ki:
“Öğrendiniz mi şimdi?”

Ve gemi
Kara Kadırga
Açık denizde kaybolup gidecek
Güvertesinde
onun
bir
tek
ben.
 

maybe_

New member
kaynak../uyarlanan film ve filme yapılan eleştiriler...




Danimarka'nın yalnız kurdu

Lars von Trier'in son filmi 'Dogville'de, Nicole Kidman, kaçıp hayali bir Amerikan kasabasına sığınan bir kadını canlandırıyor. Von Trier, senaryoyla, Danimarka'nin göç politikası arasında parallelik kuruyor.

'Dogville'in, Nicole Kidman'ın başrolde oynaması dışındaki en şaşırtıcı tarafı, çıplak ve ekonomik dekoru. Büyük bir stüdyoda, kaba bie siyah halıyla kaplı sahne zemininin üzerinde geçen film, büyük ölçüde tiyatroyu andırıyor. Binalar, beyaz çizgi ayrımlarıyla belirleniyor, zemin bir okulun spor salonunu andırıyor.

Her bina, filmin geçtiği 1930'lardan sembolik bir özellik barındırıyor. Eski püskü bir duvar kağıdıyla kaplanmış bir duvar, demirden bir karyola, eski tip bir yazar kasa ve kiliseyi temsilen bir kulenin havaya asılmış tepe kısmı. Trier, bu filmi yaparken Bertolt Brecht'in Üç Kuruşluk Opera'sından esinlenmiş.

Yaptığınız her yeni filmde kendinize meydan okur gibisiniz. Bu, 'Dogville'de de devam ediyor galiba?
Evet böyle söylemek mümkün. Nedense hep kendime eziyet etmek zorundayım. Filmi sadece altı haftada çekmek çok aptalcaydı. Gayet rahat, sekiz ya da dokuz hafta diyebilirdim ama altı haftanın iyi olacağını düşündüm. Tüm filmi tek bir mekanda çektik. Bu nedenle de havadan ya da mekan değişikliğinden kaynanklanan sınırlamalarla karşılaşmadık. Bu açıdan bakınca, kolaydı. Öte yandan, sahnede, aynı anda 15 oyuncu bir aradaydı. Bu, tamamıyla farklı bir problem, ya da zorlayıcı bir durumdu. Özellikle de benim için, çünkü bir yandan yönetirkeni diğer yandan da iyi bir ev sahibi olmak istiyordum. Herkesin mutlu olmasını istedim. Bu yüzden kafanız bambaşka bir yerdeyken, etrafta dolanıp insanlarla konuşmanız gerekiyor. Herkesi bu partiye davet eden ben olduğumdan, herkesin kendini iyi hissetmesini istedim.

Görünen o ki, film, daha önce gördüklerimizden farklı olacak. Bu fikir nereden aklınıza geldi? Aklınıza ilk gelen şey form muydu, yoksa hikaye mi?
Aslında her şey Sebastian'ı (Danimarkalı halk müziği şarkıcısı) dinlerken başladı. Pop müziğe bayılırım ve bence o harika. Greatest Hits albümünde, Brecht'in 'Pirate Jenny' şarkısının bir versiyonunu duydum ki, bunu daha önce hiç dinlememiştim. Çok iyidi ama tabii ki Brecht'e yaklaşmanın en uygun yolu değildi. Çoğunluğun ifade ettiği gibi, bu Kurt Weill'in müziğiyle olmalı. Annem büyük bir Brecht hayranıydı ve babam bir öfke krizi sonucu tüm plaklarını paramparça ettiğinde evi terk etmişti. Ona göre, Brecht ve Weill hayal edebileceği en yenilikçi kişilerdi. Ben onlarla hiçbir zaman yakından ilgilenmedim ama bazı oyunları gördüm ve Pirate Jenny'nin yer aldığı Üç Kuruşluk Opera'yı da biliyorum. Bu oyunu hep sevmiştim ama arabada şarkıyı dinleyene kadar ne kadar harika bir şarkı olduğunu -özellikle de şarkının sözleri ve intikam fikri- fark etmemişim. Bunlar o kadar Danimarka'ya ait olmayan şeyler ki...

Bu nedenle şarkıya aşık oldum ve hikayeyi yazma fikri aklıma geldi. Ayrıca Amerika'da geçen bir film yazmak istediğimi de biliyordum, çünkü 'Dancer in the Dark'ın Cannes'da aldığı tepkiler beni kışkırtmıştı. Orada Amerikalı gazeteciler, hiç bulunmadığım bir ülkeyi eleştirdiğim için bana verip veriştirmişlerdi. Ben de aynı şeyi tekrarlamaya karar verdim. Bence o kadar çok insan Amerika'ya gidiyor ki, onu hiç görmemiş birinin filmini seyretmek ilginç olmalı. Amerika bunu zaten yıllardır yapıyor. Hollywood bu tarz filmlerde uzmanlaştı. Yasaklanmış olması da benim için çekici kıldı. Böylece Jenny'nin ve Amerika'nın 1930'lardaki bunalım döneminde geçen hikayesi ortaya çıkmış oldu.

Bu dönemi anlatan pek çok görsel materyal olduğundan, bunları inceledim ve -bu konuda uzman sayılmam ama- Brecht'ten esinlendiğine inandığım bu formu düşündüm. Film, Rocky Dağları'ndaki küçük bir kasaba hakkındaydı ama oraya gitmek istemiyordum. Harika bir yer olduğunu düşünmediğimden değil, eminim ki öyledir, ama sadece oraya gitmeyi göze alamazdım. Ve en başından itibaren hikayeyi, bir haritadan bakar gibi gördüğüm için, neden bunun sonuçlarına katlanmayayım diye düşünerek filmi radikal bir biçimde şekillendirdim. Yaptığımız şey buydu.


Psikolojik bir bakış
Ama neden?
Yerinde bir soru. Hayattaki alçakgönüllü amacımın, çalıştığım medya organını zenginleştirmeye çalışmak olduğu söylenebilir. Bunu yapmanın farklı yolları var. Teknik bir bakış açısını vurgulayabilir, ya da bizim Dogma hareketinde yaptığımız gibi, bunu azaltmaya çalışabilirsiniz. Oldukça teatral bir yaklaşım olan dışavurumu en aza da indirgeyebilirsiniz. Deneyimi bu şekilde artırdığınıza inanıyorum, çünkü seyirci kendinden daha fazla şey koymaya başlıyor. Bu düşüncenin daha çok televizyonla bağlantılı olduğunu kabul etmem gerek. Danimarka televizyonunda yayınlanan Televizyon Tiyatrosu diye şey vardı. Panduro ve Pinter gibi oyun yazarlarının ve absürd tiyatro oyunlarının yayınlandığı bir programdı. Tek kamera, iki oyuncu ve gri renkte bir perdenin olduğu bu tarzı çok özlüyorum. Günümüzde televizyon, daha çok film ve diziler gibi. O zaman kullanılan stil, şüphesiz biraz da gereklilikten kaynaklanıyordu ama bunu gerçekten özlüyorum. Televizyonda ne zaman teatral yaklaşımın olduğu bir şey görsem, kanallar arasında gezinmekten vazgeçiyorum.

Yani seyircinin kendini 'Dogville'e daha mı fazla vermesi gerekiyor?
Film bunu yapabilir. Dışarıda bir şey olmadığını görmek zorunda değiliz, çünkü yok. Bu bir dekor, ya da set olabilir ama önemi yok, çünkü bu ilginç değil. Odaklanmanızı ve ilgilenmenizi istediğimiz şeyse; karakterler, oyuncular ve öykü. Bu teknik, karakterlere giderek yakından bakmanızı sağlayan bir tür psikolojik zumu andırıyor. Bu noktada şunu sorabilirsiniz: "Doğallığı çıkarırsanız, bir şeyler yitirip, önemini kaybetmesi riskini almış olmaz mısınız?" Bence olmazsınız. Bu duruma çabuk alışıldığına ve seyirciyle çabucak bir anlaşma yaptığınıza inanıyorum. Tüm mesele, oyunun kurallarını kabullenmek. Allahtan ki, insanın muazzam bir hayal gücü var da, her tür oyunu oynayabiliyor. Teknik açıdan daha rafine olsa da, kurallar üzerinde mutabık olmalıyız. Bir dağ resmi, sinemanın duvarına yansıtıldı diye, birdenbire başka bir yere gitmiş olmazsınız. Hala bu görüntülerin ne anlama geldiği konusunda hemfikir olmanız gerekir. Bu sadece farklı türde bir anlaşmadır. Evet farklı, ama benim bakış açıma göre daha az soyut değil.
 

maybe_

New member
devamm...



Kubrick'e saygı duruşu
Ama önceki filmlerinizde, gerçekçilik önemli bir role sahipti, en azından mekanlar açısından. Bunu 'Dogville'e nasıl uyarlıyorsunuz?
Bence burada da diğer filmlerimdeki kadar gerçekçilik var ama stilize edilmiş bir halde. Kubrick'in, dağlarda istediği ışığı elde edene dek aylarca beklemesine hayranlık duyuyorum. Oysa bunu bilgisayarda bir buçuk dakikada yapabilirsiniz ama bunu hissediyor ve bunu etkileyici bulmuyorum. Şimdi her şey o kadar film gibi ki, bir şeyleri başarmanın zor olduğu zamanlardaki kadar ilginç gelmiyor. Filmle ilgili farklı düşüncelerin olmasının iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. 'Dogville'de oldukça gerçekçi bir ses tasarımı yaptık, öyle ki, gözlerinizi kapatırsanız kendinizi Rocky Dağları'nda hissedebilirsiniz. Amaç sanki her şey orada çekilmiş gibi bir sound yaratabilmekti. Ortada hiçbir şey yok sound yaratmak çok zor ve biz klişelerden kaçınmaya çalıştık.

Ya film müziği?
Orijinal enstrümanlarla kaydettiğimiz Vivaldi ve çağdaşlarının (barok) müziklerini kullandım. Bu, büyük ölçüde, en sevdiğim filmlerden biri olan Stanley Kubrick'in Barry Lyndon'a bir saygı duruşu. Varolan müzikleri kullama şekli beni hep etkilemiştir. O filmi ilk seyredişimden beri, "Bunu nasıl yapabiliyor?" diye düşünmüşümdür. Bu filmdeki bir sahnede, bütünün toplamı daha da büyüktür gibi bir anlayışla yapılmış olan, yönetmenin hikayesine ve filmine olan mesafesi bana çok ilham vermiştir. Bunu 'Dogville'deki Barry Lyndon vari anlatıcı seste ve mizah anlayışında görebilirsiniz.


Onları yoruyorum
Yani Dogville komik mi?
Benim kendi iğneleyici bakış açımı yansıtan, anlatacının söylediklerini yazarken çok eğlendim. Aslında 'Riget'i (The Kingdom, Krallık) yazarken yaptığımın aynısını yaptım. Ama Film Okulu'na göre yapmanıza izin verilmeyen her şeyi yaptım. Çok edebi bir film yaptım ama, seyrettiğinizde gerçek bir film gibi gözüküyor.

Daha önce yönetmen, oyuncularla fazla yakınlaşmazsa daha iyi olur demiştiniz. Ama şimdi kamerayı bile taşıyorsunuz. Niçin?
Bir zamanlar böyle hissetmiş olabilirim. Ayrıca monitörlerin ardında oturup, oyuncularla sadece asistanları aracılığıyla konuşan yönetmenleri de anlıyorum. Bu şekilde, çatışmadan kaçınmış oluyorlar ve bazı şeyler daha kolay hale geliyor. Şimdi, her ne kadar kamerayı kendim taşısam da, kameraman yeleği içinde nasıl göründüğümü bilmiyorum; ama oyunculara o kadar yakınım ki, çekimler sırasında onları itip kakabilirim. Bunun iyi sonuç verdiğine inanıyorum ama bu diğer metotlardan daha çok, ya da daha az manipülatif mi? Sanmıyorum. Presinsip şu: İki ya da üç dakikalık bir sahne çekiyorsak, bunu tam 45 dakika (dijital bir kasedin süresi) boyunca hiç durmadan çekiyorum. Yani onları yoruyorum.


İnat edersen...
Yeni teknoloji kendinize meydan okumanın yeni bir yolu mu?
HD teknolojisini ilk kez kullanıyoruz. Ama geçen sefer ('Dancer in the Dark'tan bahsediyor) fikir, güzel bir manzarayı kötü bir çözünürlükte çekmekti. Şimdi ise, elimizde hiçbir şey olmadığı için çok iyi bir çözünürlüğe ihtiyacımız var. İşin mantığı bu. Gerçekte kamera ağır ve bazı efekt çekimleri için küçük DV kameraları da kullandık ama buna değip değmediğini söylemek için henüz çok erken. Çünkü henüz basılmış filmi görmedim.

'Dogville' için bir deneme çekimi yaptınız. Denemeniz gereken şey neydi?
Test etmemiz gereken esas şey HD ekipmanı değil, fikrin kendisiydi. Bundan emin olmadığımdan değil, çünkü bir yönetmen olarak en büyük erdemim inatçılığımdır. Bu hipnoz hakkında öğretilen şeylerden biri: Eğer inat edersen, her şeyi yapabilirsin. Deneme çekiminden sonra bazı ufak değişiklikler yaptım, ama oyunculuk tarzıyla da bir o kadar ilgiliydik. Filmin teatral görüntüsüne karşıt olan şey aslında, oyunculuğun çok minimalist ve gerçekçi olması.

Böylesi yetenekli bir oyuncu kadrosunu toplamayı nasıl başardınız?
Aksi kanıtlanana kadar her şeyi yapabileceğime inanırım. Hepsi mükemmel oyunculardı. Philip Baker Hall gibi bir aktörün bu kadar küçük bir rolde oynamak zorunda kalması kendimi suçlu hissetmeme sebep oldu. Tek yaptığı bir sandalyede oturup Mark Twain okumaktı ama o, umurunda olmadığını söyledi. Ben Gazzara'yla çalışmayı hep hayal etmişimdir. Sonra bu birdenbire gerçekleşti, üstelik de onlara fazla ödeme yapamamıza ve İsveç'te 6 hafta geçirmek zorunda kalmalarına rağmen. Neden bilmiyorum ama bir şekilde hepsi kabul ettiler ve bunun eğlenceli olacağını düşündüler. Sanırım alıştıklarından çok farklı bir deneyimdi. Herkesin birlikte kalıyor olması da iyi bir fikirdi.

Bu oyuncuları kullanarak, kullanmadığınız takdirde başaramayacağınız neyi başarmış oluyorsunuz?
Ünlü oyuncuların, satın alamayacağınız kendilerine has bir karizması vardır. Bunu yaparak çok para kazandıklarından değil ama, kişilikleri ve yetenekleri sayesinde bir karaktere çabucak hayat verip canlandırdıklarına inanıyorum. Tüm karakterlerin yer ettiği ve sadece ana karakterin açısından dışarı bakmadığınız topluluk piyeslerine bayılıyorum.

Nicole Kidman için uzun zaman beklemeye razı oldunuz. Onu bu kadar çok istemenize sebep neydi?
Onun hakkında çok az şey bilsem de, o rolü onun için yazmıştım. Daha önce beraber çalışmaktan bahsetmiştik. Bu nedenle, bu rolde onun dışında birini düşünmek çok zordu ve onun da rolü kabul ettiğine çok seviniyorum. O gerçekten mükemmel. Onu Björk'le karşılaştıracak olursanız, en temel farklılık onun gerçekten film çevirmek istiyor oluşu. Björk'ün sinema için tutkusu yokken, Nicole bunu tam tersi ve çok disiplinli. Aynı zamanda kendisine meydan okunmasını da çok seviyor. Kendisi son derece cesur davranarak, sürekli yeni şeyler denemeye hazır olduğunu da gösterdi. Sürekli zoru yapmak istemek ve yeni yollar denemek gibi arzuları bir aktristte görmek inanılmaz bir şey.



A, B ve D
Bu filmin politik olduğunu söylediniz. Neden?
Öncelikle, bu film Amerika'da geçen bir üçlemenin ilk filmi, ki ben buna A, B ve D diyorum. Daha sonra oturup bunun ne anlama geldiğini düşünmeniz lazım. Tüm çocuklum ve hayatım boyınca, Amerikan toplumuna eleştirel yaklaşmış olmam bir sır değil. Hayır orada bulunmadım, ne şimdi, ne de 30'larda ama Amerika'yı algılayış şeklim, mesela Amerikalıların Hans Christian Andersen hakkında film yaptıklarında sahip oldukları bilgi ve görüntülerden fazlasına dayanıyor.

Amerika'yı, o filmi yapanlar için Danimarka'nın olduğundan çok daha fazla tanıyorum. Danimarka basınına bir bakın: Belki haberlerin yüzde 70'i Amerika hakkında. Gençken komünisttim, şimdi de hala sola yakın durduğumu hissediyorum. Bence Amerikan toplumu, yoksullara karşı pek de sevecen sayılmaz. Bunun, orada bulunmamış olsam bile, eleştirmem gereken bir şey olduğuna inanıyorum. Bu nedenle 'Dogville' bir açıdan bir Amerikan eleştirisi ama aynı zamanda da değil, çünkü günümüzün Danimarka politikasıyla olan benzerlikleri de son derece çarpıcı.

Danimarka hakkında ne hissediyorsunuz?
Danimarka'da yaşamaktan dolayı mutluyom. Sadece evdeyken kendimi rahat hissediyorum. Ama korkunç hükümetimiz hakkında da konuşmak, tepki vermek lazım. Yabancı ve mültecilere olan davranma biçimlerini şiddetle eleştiriyorum. Bu kulağa basmakalıp gelebilir ama bu gerçekten kınanması gereken bir şey. Zenginlik ve mal varlığı açısından dünyanın iyi bir yerinde yaşıyoruz ve toplumumuzun temeli, mümkün olan en iyi yere taşınmak gerektiği gibi liberal fikirlere dayanıyor. Bu nedenle, başkalarına "Sen başka ülkedensin, bu nedenle bunu yapamazsın", ya da "Buraya önce biz geldik" diyemezsin. Bu, bazıları için bir özgürlüktür, herkes için değil.


Medyayı zorlamak
Filmlerinizi yaptığınız ülke olması açısından Danimarka hakkındaki yorumunuz nedir?
Zentropa'nın şu an olduğu gibi bir stüdyo yaratmak gibi bir arzumuz yoktu. Ekipmanla ilgili tek isteğimiz, istediğimizi yapabilme özgürlüğüne sahip olmaktı. Sanırım bunun en iyi yansıması Dogville gibi bir film yapabilmemiz olmuştur. Bu filmin dünyanın herhangi başka bir yerine yapıldığını düşünemiyorum. Bu kadar tuhaf bir şey yapabilmektan ötürü tabii ki heyecan duyuyorum. Bunu prodüksiyon araç gereçlerimize ve Danimarka Film Enstitüsü'ne borçluyuz. Film komisyon sistemi harika ve buna dokunmamalılar.

Görüldüğü gibi, hala iyi filmler yapıldığına göre buradaki yaratıcı ruh çok güçlü. Sadece iki kişi için bile olsa, medyayı zorladığı ve dünyaya farklı bir şey gibi yansıdığı sürece, her şey iyi film yapmakla ilgili.

Diğer Danimarkalı yönetmenler arasında bir tür akıl hocalığı mertebesine ulaştınız. Nasıl hissediyorsunuz?
Bu aslında hoş, kadınlarla, erkeklerle olduğundan daha kolay. Burada rahatım yerinde ve sadece iyi tavsiye olduğuna inandığım şeyleri söylüyorum. Bunu kullanıp kullanmamak onlara kalmış. Çoğu zaman kullanmıyorlarç İnsanların danışması gururumu okşuyor ama bu elde etmeye çalıştığım bir rol değil. Psikolojik olarak, tuhaf şeyler yaparak çölde koşturan yalnız bir kurt olmaktan dolayı rahat hissediyorum. Bir an saldıran, sonra da oturup patilerini yalayan bir kurt...
 

HTML

Üst