Benim oğlum bina Okur...

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Erdem Türkmence

Erdem Türkmence
"Benim oğlum bina okur, döner gene okur." Osmanlı eğitimciliğinde mesel olmuş bir deyiştir. Bina, Arapça bir dilbilgisi terimidir. Arapçanın eylem çatılarıyla ilgili olarak: dildeki eylemlerin geçişli (müteaddi), geçişsiz (lazım, gayrı, mütaddi), edilgen (mechul fiil), dönüşlü adıl (mutavaat zamiri), dönüşlü çatı (mutavaatı), ve dönüşlü eylem (mutavaat fiili) vb. gibi dilbilimsel yapıları öğreten değil de, ezberleten dilbilgisi kuralları bina terimi çatısı altında toplanırdı. Ama Osmanlı eğitimi bir türlü bu arap saçına dönmüş karmaşık kuralların içiinden çıkamazdı. onun için olacak ki, "Benim oğlum bina okur, döner gene okur." alaysama sözü üretilmiştir. Cumhuriyet gazetesinde yazan dğerli dilbilimcimiz Prof. Dr. Talat Tekin ile Yeniyüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazan iki yazar arasında, birtakım Arapça-farsça sözcüklerin yazımlarından dolayı çıkan tartışma, bana bu alaysama sözünü anımsattı.
Bilindiği gibi, dil devrimi, büyük Türk devriminin, Türk aydınlanmacılığının ekinsel ayağıdır. Osmanlıca denen Jargon'dan kurtuluş savaşımıdır. Bu savaşım açık ve kesin iki ana temele dayanır:
1. Bir sözcüğün Türkçesi varsa, asla yabancı karşılığını kullanmamak;
2. Türkçeyi yabancı dil kurallarından kesinlikle arındırmak!..

Atatürk devrim ve ilkelerini doğru alımlamış, aoğru algılamış olanlar, bu iki ana kurula titizlikle uyar ve özen gösterirler. Çünkü Türkçe'nin özleşmesi ve yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması, bu iki temel kuralın gözden ırak tutulmasına, iyi ve doğru işletilmesine bağlıdır. Dile yerleşmiş kimi yabancı terim ve sözcükler, Türkçe karşılıkları bulununcaya dek kuşkusuz zorunlu olarak kullanımda kalacaktır. Fakat, yabancı bir dil ya da yazım kuralının dilde tutulması, tutturulmaya çalışılması için dilsel hiçbir zorunluluk yoktur.

Genel dilbilim göstergelerine göre, ulusal dilleri sakatlayan ve başka dillerin egemenligine yönlendiren en sakıncalı durum; birtakım yabancı sözcük ve terimlerin, karşılıkları bulunmadığı için dilde yaşaması değil, o sözcük ve trimlerin kendilerine özgü çekim ve yazım kurallarıyla dilsel yaşamlarını sürdürmesidir. Bir anlamda bu, o sözcük ve terimin, kendi ekinsel ortamını yaşatmasıdır. Tıpkı bir ulusu egemenliğine alan bir başka ulusun, kendi hukukunu, kendi yaşam felsefesini egemenliğine aldığı ulusa dayatması gibi. Hemen her dil, kendi sözcük ve terimleriyle karşılayamadığı kavramlar için bir başka dilden ya da dillerden ödünç sözcük ve terim alabilir. Ama o sözcük ya da terim kendi yazım ve çekim okullarıyla değil, salt kavram ya da gösterilen karşılıklarıyla alınır. Yukarıda adı geçen gazeteler arasında çıkan tartışma da, cami, bayi, irtica gibi sözcüklerin yazılışı üstünde yoğunlaşıyor. SayınTekin bu tür sözcüklerin Türkçe ekleriyle yazılmasını, karşı yanda olan iki gazete yazarı ise, madem ki sözcüklerin aslı Arapça, yazılışları da asıllarına uygun olmalı düşüncesini savunuyorlar. Bilindiği gibi cami arapça, hem ad, hem sıfat görevi yapan bir sözcük. Toplanılan yer, toplayan, toplayıcı... Anlamlarına geliyor. Sözcüğün Arap yazımıyla sıfat anlamı, çök şükür ki, dilimizde kullanılmıyor. Ama karşılığı henüz bulunmadığı için, yer/yapı adı olarak cami sözcüğünü kullanıyoruz. Bence bir sakıncası da yok. Fakat asıl sakıncalı olan yan, sözcüğün iyelik ekiyle birlikte yazımının ve kullanılmasının savunulmasıdır. Ulu Cami demek varken, tutar da "Cami-i Kebir" dersek, ya dil devrimini henüz çözümlememiş ya da bir başka amaç gütmüş oluruz. türkçede sı, si, su ve sü sonekleri, aynı zamanda iyelik ekleridir. Arapça camii neden Türkçe camisi denmesin?.. Sözcüğün yapısı bozuluyor, ne anlamına ilişiliyor. Arapça ve Farsça'ya bulaşmamış olanlar, halk zaten camii demiyor, camisi diye konuşuyor, yazıyor. İrtica sözü de öyle. Kimse artık irtica-i diye konuşup yazmıyor. İrticayı istemiyorum,irticaya karşıyım diyor. Bayi, mevki, terfi, terfih, saneyi vb. sözcükleri kimse bugün bayii, mevkii, tirfii,terfihi biçimleriyle yazıp konuşmuyor. Türkçe iyelik ve durum ekleriyle yazıyor, konuşuyor. Ama diyeceksiniz ki, burada sözkonusu olan yabancı bir sözcüğün kendi kuralları içinde kalıp kalmaması... ben bu mantığa hak veremiyorum. dilin kendi mantığı ve onu kullanan halkın gerekirci mantığı, çoğu kez bizim gibi mürekkep yalamışların mantığını aşıyor. Ne pahasına olursa olsun, dilini yabancı bir dilden esirgeme yolunu buluyor. O yabancı sözcüğün ya da terimin, anlamı değişmiyor, dilsel görevi sakatlanmıyorsa, ne yitiririz onları kendi kurallarımızla okuyup yazmakla... Hiçbir şey!..

Talat Tekin'in, yabancı sözcük ve terimler Türkçe kurallarıyla yazılmalı görüşüne karşı çıkan iki yazar, nedense ağırlıklarını hep Arapça ve Farsça yazım kurallarından yana koyuyorlar. Okurlarına Arapça ve Farsça sözcüklerin okunuş ve yazışlarını öğretmeye çalışıyorlar. Doğru yazmak için "sarf- ü nahiv" okumalarını sağlık veriyorlar. " Osmanlı'cadan öcü gibi korkulmaması..." gerektiğini savunuyorlar. Onun için de yazılarında: "Eşref-i mahlûkat ", "muzaffer ve hükümran olmak", "beyanatta bulunmak", "...mensubu olmak", "iddiasında mısır olmak" gibi deyiş ve tamlamaları kullanmaktan çekinmiyorlar. bununla da yetinmiyor, Arapça "tahribat" sözcüklerini ve türevlerini ele alarak bunlara Türkçe'de "bozma", "yıkma", "değişim", "dönüşüm", "değiştirme", "dönüştürme", "aslını yok etme", "aslını bozma" vb. karşılıklar verilmesini yetersiz buluyorlar.

Dilbilimsel süreçte, her kavramın tek bir sözcükle karşılanması ülküsel bir erektir. Ancak bu ülküsel ereğe henüz hiçbir dil ulaşabilmiş değildir. Bugün en varsıl, en kurumlaşmış dillerde bile, birçok anlamı birden içeren, bir bir çok göstergeyi birden simgeleyen yüzlerce sözcük var. Bilinen bir şeydir ki, dillerin varsıllığı sözcük yığını, sözcük bolluğu ile değil, sözcük ve kavram üretkenliğiyse bir başka özelliktir. Bir de dillerin yazılı konuşulmasından ileri gelen kazanımları var. Türkçe en eski, sözcük ve terim üretmede çok özel bir yapıya sahip olduğu halde, yapısına uygun bir abeceye geç kavuşmuş olmasından dolayı, büyük sıkıntılar, büyük yoksunluklar yaşamıştır. dilde, geçmişin yığdığı sorunları, olumsuzlukları henüz aşabilmiş değiliz. Ama aşacağız Türk Devrim zincirine, dil devrimi halkası bunun için eklendi. Bugün büyük sayılan, kurumlaşmış-uygarlaşmış sayılan hemen bütün diller, geçmişlerinde, bugün Türkçe'nin çektiği sıkıntıları çekmiş, olumsuzlukları yaşamışlardır. Fakat yılmamışlar, kendi iç dinamikleri ve bilinçli özverileriyle üstesinden gelmişlerdir. Kuşkusuz Türkçe de bütün bu sıkıntıların üstesinden gelecek, bilim, ekin ve sanat dili olarak uygar bir toplumun saygın bir dili olarak kurumlaşacaktır.

Yeter ki bizler, içimizdeki altsanma canavarını yenebilelim. Birtakım yabancı sözcük ve terimlerin yazım kurallarını dayatacak yerde, anadilimizin olanakları üzerinde düşünmemizi yoğunlaştırabilelim, yakalayabildiğimiz bu olanakları zorlamayı sürdürebilelim.!..


alıntı
 
Üst