Beşiktaşın efsane şampiyonlukları

PePeSanceS

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Katılım
1 Mar 2009
Mesajlar
4,720
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Beşiktaş'ın KaLbi KAPALI'dan...






Altın Çağın Miladı: 1981-82


İnönü tribünlerinden yükselen “Başın öne eğilmesin! Aldırma Kartal, aldırma!” şarkısıyla başlamıştı bir sezon daha… Atilla Gökçe’nin sözleriyle 15 yıldır yaşanamayan şampiyonluktan sonra siyah-beyaza gönül verenler, kendilerini Sabahattin Ali’nin ölümsüz dizelerine bırakmışlar, acıları bal eylemişlerdi… Tabii bir de İnönü ahalisinin Sabahattin Ali’nin dizelerini o yılların en güzel müzik yapıtlarından birisine dönüştüren Edip Akbayram’ın şarkısını bayrak edinmelerinin bir sebebi daha vardı. Gizli anayasası “Üçten fazla kişi bir araya gelirse devlet düzeni risk altına girer” olan 12 Eylül 1980 darbesi TRT’de Edip Akbayram’ın söylediği şarkıların çalınmasını yasaklamıştı.
15 yıl sonra gelen şampiyonlukta hayati bir rol oynayan Ziya Doğan o günleri şöyle anlatmaya başlıyor: “Beşiktaş bizim dönemimizden önce 1970’lerde her sezon flaş transferler yapardı ama doğru bir takım kimyası oluşmadığı için, değil şampiyon olmak kümede bile zar zor kaldığımız sezonlar olurdu. Biz genç takımdayken A takım maçlarında sürekli ‘Aldırma Kartal’ tezahüratı yankılanırdı. Bir gün bizi yetiştiren, gerçekleştirdiği özkaynak devrimiyle Beşiktaş’ın ve Türk futbolunun tarihini değiştiren Serpil Hamdi Tüzün hocamız elini masaya vurdu ve şöyle haykırdı: ‘Hayır, siz aldıracaksınız! Herkesten iyi olduğunuza inanacaksınız ve şampiyon olacaksınız!’ Tüzün’ün sayesinde yıllardır erozyona uğramış özgüven, en baştan inşa edildi. Tüzün’ün o zaman gerçekleştirdiği devrimle Rıza-Ziya’lardan, Metin-Ali-Feyyaz’lara uzanan köprünün temeli atılmış oldu. Serpil hoca bir kültür inşa etti; o kültür sayesinde Beşiktaş’ın üst üste şampiyonlukları geldi.”

Çok değil, iki sezon önce o zamanlar UEFA Kupası’na katılma mücadelesi veren Zonguldakspor karşısında Serpil Hamdi hocanın altyapıdan yetiştirdiği oyunculardan Ercan’ın golüyle kümede kalınmıştı. 13 Haziran 1982’de gelen şampiyonlukta, kümede kalma mücadelesi veren Eskişehirspor’la deplasmanda oynanan maçta da goller Ziya Doğan’dan gelecekti.

Artık uzun yıllar Beşiktaş’ı istikrarlı başarılara taşıyacak özkaynak devrimi ilk meyvelerini vermişti. Şimdilerde Beşiktaş altyapısının başında olan 1982’nin kaptanı Mehmet Ekşi ise “Dorde Miliç, çok gözü kara bir teknik adamdı” diye söze başlıyor, “Serpil Hamdi hocanın yetiştirdiği oyuncuların hepsi pırıl pırıl çocuklardı. Miliç’le sezon başında bir toplantı yaptık ve kamplarda, deplasmanlarda gençleri ve ağabeyleri eşleştirmeye karar verdik. Böylece çok iyi bir takım kimyası oluşturduk.” Hâlâ şampiyonluk kupasını kaldırdığı günkü kadar fit gözüken Mehmet Ekşi’ye göre 1982 takımının sırrı o gençler-ustalar harmanında: “18 yaşındaki Rıza Çalımbay 32 maçta da oynayan tek oyuncuydu, 21 yaşındaki Ziya Doğan ise orta sahada oynamasına rağmen attığı gollerle sezonun kahramanı oldu ve 15 yıllık hasretin bitmesinde büyük rol oynadı. Başta Fikret olmak üzere o takımın diğer gençleri Kadir ve Ulvi de önemli rol oynadılar. Üç sezon üst üste şampiyon olan takımın vazgeçilmez oyuncuları yine Rıza-Kadir-Ulvi üçlüsüydü.13 Haziran 1982 Beşiktaş tarihinin dönüm noktası oldu”

Atilla Gökçe’ye göre 12 Eylül darbesinin sıkıyönetim uygulaması yüzünden kutlanamayan şampiyonluğun bir sırrı da futbolcuların daha önce 1970’lerde Beşiktaş forması giymiş oyunculara göre aşırı derecede alçakgönüllü ve mütevazı insanlar olmalarında: “Bora Öztürk 30 kişilik ailesine bakmak zorundaydı. Trabzonspor’da şampiyonluklar yaşamış takımın ağabeyleri Mehmet Ekşi, Necdet ve devre arasında Fenerbahçe’den gelen Ali Kemal de Anadolu nefesini solumuş gerçek halk insanlarıydı. Beşiktaş paragöz yıldızların takımı olmaktan kurtulmuş; İskenderunspor’dan gelen Samet Aybaba’sı, Elazığspor’dan alınan Ulvi Güveneroğlu’suyla kavruk Anadolu çocuklarının takımına dönüşmüştü. Bu gelenek 90’ların efsane kadrosuna Bergamaspor’dan Zeki Önatlı, Kahramanmaraşspor’dan ‘Şifo’ Mehmet Özdilek gibi isimlerin transfer edilmesiyle süreklilik kazandı. O dönemde başkan Mehmet Üstünkaya hem Serpil Hamdi Tüzün vasıtasıyla uzun yıllar Kara Kartal’ı yüksekten uçuracak bir modelin temelini attı, hem de Beşiktaş’ı yeniden bir halk takımına dönüştürmeyi başardı. Süleyman Seba da bu temeli hiç kimsenin hayal edemeyeceği kadar geliştirdi. Bu uğurda her şeyi göze alıp dönemin en kudretli iktidar odağı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’a bile karşı durdu.”

Süleyman başkan katıksız bir Beşiktaş aşkına heyecandan maça gidemezken, Semra hanım sürekli maçlara gelip kendince şov yapıyordu. Yine de Süleyman Seba’nın meşhur Arnavut inadı Özal’ları da yenmeyi başaracak, efsane başkan boyun eğmeyecekti. Yine bir şampiyonluktan sonra Semra Özal, şampiyonluk kutlamasını sırça köşklerinden birinde düzenlemek istediğini söylediğinde, Süleyman Seba’nın verdiği cevap o yıllarda sporun iktidarlara attığı en güzel tokat niteliğindeydi: “Hanımefendi, Beşiktaş tarihi olarak halkın takımıdır ve her zaman halkın takımı olarak kalacaktır. Bu yüzden de şampiyonluğunu ilham aldığı halkıyla beraber sokakta, İnönü’de, yüreğinde kutlar.” Atilla Gökçe üstat bu cevaptan sonra Semra Özal’ın uzun bir süre Süleyman Seba’yı devirmeye çalıştığını anlatıyor: “Ama temel çok sağlamdı. Beşiktaşlı duruşunun ta kendisiydi!”
Dorde Miliç, yönetimin kendisini geri plana çekmesiyle kafasındaki projeyi daha rahat hayata geçirebilecek bir ortam bulmuştu. Ligin devre arasında bir sabah Mehmet Ekşi’nin telefonu çalmıştı. Hattaki Dorde Miliç’ten başkası değildi: “Mehmet, ikinci devre 4-4-2 oynamaya başlayacağız. Bize Necdet gibi bir oyuncu daha lazım, önereceğin bir isim var mı?” Kaptan hiç düşünmedi bile, “Ali Kemal var hocam, siz bakmayın Fenerbahçe’de bekleneni veremediğine; bize gelsin canavar kesilir!” Gerçekten de has halis Faroz çocuğu olan Ali Kemal canavar kesilecek, Beşiktaş’ın yıllar sonra liderlik koltuğuna oturacağı 7 Mart 1982’de Galatasaray’a kornerden attığı golle sezonun hem en kritik, hem de en jenerik golüne imza atacaktı. Miliç’e göre önemli olan sistemdi, sistem oturduktan sonra kimin oynadığı çok da önemli değildi ki 1982 şampiyonluğunda Beşiktaş orta sahasının iki maestrosu Serdar Bali ve Fikret Demirer’in sakatlıklarına rağmen Küçük Haluk, Rıza ve zaman zaman santrfordan orta sahaya çekilen Bora Öztürk’lü takım o sezonun en güzel futbolunu sergileyecekti. Ziya Doğan’ın da altını çizdiği gibi bu uzun zamandır Türkiye liginde görülen en kolektif futboldu: “Bizim 1982’de kanıtladığımız ekolün doğuşu ve gelişimi sayesinde Beşiktaş Türk futboluna uzun yıllar damgasını vurdu: Özkaynaktan oyuncuları yetiştir, takımı onların üzerine kur ve istikrarı sağla!”

Metin-Ali-Feyyaz’ın ilk şampiyonluğu: 1985-86

Artık taşlar yerine oturmuş, istikrar sağlanmıştı. Ziya Doğan’lar, Rıza Çalımbay’ların başarısı sayesinde Serpil Hamdi Tüzün ekolünün ikinci hasatı daha da verimli olacaktı. Genç yaşlarda altyapıya transfer edilen oyuncular 1985-86 sezonunun başında artık takımın kilit oyuncuları olmuşlardı: Forvet Metin Tekin, o sezon daha çok sol açık oynayan Feyyaz Uçar, orta sahada oyun kurucu Gökhan Keskin ve o zaman sağ bek oynatılan Ali Gültiken! 1982’de üçüncü kaleci olan Zafer Öğer ise sezona yedek olarak başlayacak ve son maçta Trabzon deplasmanında Beşiktaş tarihinin en efsanevi kalecilik performansını sergileyerek şampiyonluğu getiren isim olacaktı. 2009 şampiyonluğunda da kaleci antrenörü olarak rol alan Zafer Öğer söze şöyle başlıyor: “Ulvi çok iyi bir stoperdi, 10 yıl savunmanın belkemiği oldu. Zaten Ulvi örneğindeki gibi takımın asıl yıldızı bütün takımdı! Fenerbahçe’ye son kupa şampiyonluğunu yaşatmış Branko Stankoviç çok tecrübeliydi, amiyane tabirle kurt hocaydı. Bizi sezon başında rakım farkından dolayı kampa Van’a götürmüştü, diğer takımlar Avrupa’ya giderken biz orada büyük kondisyon depolamıştık. Lige süper başlamadık, sonradan açıldık. İlk kez 17. haftada deplasmanda Sakaryaspor’u yenerek liderlik koltuğuna oturduk. Tabii bir de o sezon namağlup ikinci olan Galatasaray’la oynadığımız kader maçını asla unutamam”

Kemal Sunal ustanın ödüllü “Garip” filmindeki sahneyi kim unutabilir ki zaten? Beşiktaş yenikken Stankoviç oyuna Sinan Engin ve Ziya Doğan’ı sokar, birçok kişinin artık gitti dediği maç ve şampiyonluk Sinan’ın ortasına Ziya’nın kafa vuruşu sonrası gelen golle geri gelir. Son iki maç ise Zafer Öğer’in deyimiyle iğne fıçısından beter deplasmanlardır. Önce 1982’nin intikam maçı olarak tarihe geçen Eskişehirspor karşılaşmasının en zor anlarında 1982’den kalma altyapı mahsulü iki yıldız sahneye çıkarlar: Rıza ortalar Fikret atar, Fikret ortalar Rıza atar; geriye sadece son haftadaki Trabzonspor maçı kalır.

Ama ne maç! Rıza Çalımbay’ın sözleriyle “Şike spekülasyonları yüzünden Trabzonspor, o sezonki performansının iki katı oynamıştı. Bütün sezon öyle oynasalar, açık ara şampiyon olurlardı. Hele o gün genç olan bir Hami vardı ki! Ama bizim kalede de Zafer vardı. İnanılmaz, efsanevi bir performanstı. 1986 şampiyonluğunu herkesten önce ona borçluyuz!”

Söze “Ben sadece görevimi yaptım, kimsenin bana borcu falan yok” diye başlayan Zafer Öğer, o günü şöyle anlatıyor: “Maçtan önce bir sürü ‘hediye’ geldi ama hiç umurumda olmadı, arkamı dönüp bakmadım, açmadım bile…” Sadece hediyeleri değil, o maç kaleyi de hiç açmayacak ardına dek gole kapatacaktı. Bir kez daha altyapı mahsulü bir oyuncu sahneye çıkacak, Beşiktaş Gökhan Keskin’in attığı golle dört yıl sonra yeniden şampiyon olacaktı.

Daha sonra 1993-94 sezonunda 34 yaşındayken yuvaya geri dönen, 1995 şampiyonluğunda bir maçta forma giyen, 2009’da kaleci antrenörü olan Zafer Öğer Beşiktaş’ın üç evresine de şahit olacaktı: “Metin Türel, 1980’de beni Vefaspor’dan transfer ettiğinde Şeref Stadı’nın yarı taş yarı toprak zemininde çalışırdık. Fareler arasında duş alırdık. O zamanlar hiç kaleci antrenörüyle çalışmadım. Antrenman bitince, malzemeci sert şut çekiyor diye beni antrenör niyetine çalıştırırdı. Takım arkadaşlarımın da benim gibi mütevazı bir hayatları vardı. 1986 şampiyonluk kutlamasında TRT’ye çıkıp el çırpa çırpa ‘Civelek’ türküsünü söylemiş, sonra da eve gidip yatmıştık. 1993-1994 sezonunda geri döndüğümdeyse Fulya tesisleri cennet gibi geldi. 2008’de Ümraniye tesislerinden adımımı attığımda ‘Biz artık Barcelona olmuşuz’ dedim. En büyük idealim Beşiktaş’a altyapıdan bir kaleci yetiştirmek. 29 yılda içimde kalan tek uhde ise üç yıl üst üste şampiyon olan takımda forma giymemiş olmam.”

“Milne’in şampiyonları, Denizli’nin takımını yener!” 1989-90, 1990-91, 1991-92

O takımda kim oynamak istemezdi ki? Atilla Gökçe’nin deyimiyle “İngiliz sterlini gibi” taraflı tarafsız herkesin kabullendiği, ayakta alkışladığı bir takımdı. Serpil Hamdi hocanın keşfedip yetiştirdiği, Stankoviç tedrisatında cilalanan Beşiktaş tarihinin en narin mücevherlerinin ışıl ışıl parlayıp tüm siyah-beyaz futbol gecelerini aydınlattığı, biri namağlup olmak üzere üç yıl üst üste şampiyonluğa abone olan rüya takım…
1990-95 arasında siyah-beyazlı formayla dört şampiyonluk yaşayan “takozların en güzeli” Recep Çetin’le 2009 şampiyonluğunun hemen ertesinde buluşuyoruz. Sanki biraz evvel karşılıklı top sektiren Maradona ve Castro’nun arasına kademeye girmiş, sonra da yine orta yapmış gol olmuşçasına keyifli keyifli purosunu tellendiriyor.

“Mustafa Denizli çok büyük iş başardı! Bu kadroyla bu kadar geriden gelip dört rakibi geçmek her babayiğidin harcı değil! Ama bizim Metin-Ali-Feyyaz’lı 90’lar kadrosu 2009 takımını rahat yener, 2003 takımıyla da nefes kesen bir kapışma sonrası gollü berabere kalır!” diyerek orta şut karışımı bir giriş yapıyor.

“Biz Türkiye’nin Barcelona’sıydık” diyor Recep Çetin. “Süleyman Seba ve Gordon Milne öyle bir sistem kurmuşlardı ki kimin oynadığının pek bir önemi yoktu, sistem tıkır tıkır işlerdi: Şenol, Turan, Hamit, Mutlu; hiç fark etmez! Müthiş bir takım ruhu vardı. Transfer görüşmelerine tek tek girmezdik, hepimizin adına Kaptan Rıza hallederdi.”

Atilla Gökçe, Rıza’nın tarihsel önemini şöyle özetliyor: “Dondurma her şeyle yapılır ama sütsüz olmaz; o takımın sütü de Rıza’ydı, onsuz bunların hiçbiri olmazdı.” Güven Taner ustanın taktığı lakapla “Atom Karınca” olarak anılan Rıza Çalımbay, Milne tarafından efsanevi muz ortalarını yapacağı sağ kanada alınacak, saha içi ve dışında dünya efendisi Rıza’nın anti-tezi olan takım ve oyun disiplinine uymayan Sinan Engin gibi oyuncular elden çıkarılırken, son anda kalan Metin Tekin önce Milne ile takışmasına rağmen daha da büyük bir efsane olarak geri dönecekti. Gökhan Keskin orta sahadan takım savunmasının beyni olarak liberoya kaydırılacak, artık ilk 11’e adı yazılan ilk oyunculardan olan Feyyaz Uçar 1963’teki Güven Önüt’ten sonra 1990’da Beşiktaş formasıyla gol krallığı tahtına oturan ikinci oyuncu olacaktı. O yıllarda üç ay kadar sakat sakat oynayan Recep Çetin’e göre 1990 şampiyonluğunun yıldızları oda arkadaşı Feyyaz Uçar ve Milne’in asıl yeri olan santrforda oynattığı Ali Gültiken’di. “1991’in tartışmasız yıldızı Metin Tekin’dir” diyor Recep Çetin, “1992 ise o zamanlar Kilyos’tan otobüsle antrenmana gelen Sergen çocuk yaşta herkesi büyülese de Şifo Mehmet’in yılıdır ama üç şampiyonluğun da gizli kahramanı yani 1990’ların Ernst’i Rıza Çalımbay’dan başkası değildir!” Ama o yılların bir başka gizli kahramanı Zeki Önatlı’ya göre takımın tek büyük yıldızı var, o da başkan Süleyman Seba!

Gerçekten de o zamanlar Süleyman Seba’nın başkanlığı, renklerin ötesinde taraflı tarafsız herkes tarafından eşine az rastlanır büyük bir saygı görüyordu. Hatta bir keresinde Beşiktaş 19 yıl önceki son dublesini yaptığı 1990’daki Türkiye Kupası finalinden sonra başta başkan Mehmet Ali Yılmaz olmak üzere rakip Trabzonspor’un yöneticilerinin hepsi tek tek Süleyman Seba’nın elini öpmeye gelmişti. Israrla elini öptürmemeye çalışan efsane başkan “İnanın sizin kaybettiğinize çok üzüldüm. Biz zaten ligde şampiyon olduk, keşke kurduğunuz bu güzel takımınız kupa şampiyonluğuyla taçlansaydı ama sahaya çıkan takıma da ne olur kazanmayın diyemezdim ki, çok özür dilerim” diyecekti.

1982’nin kaptanı Mehmet Ekşi, 90’larda üç sezon üst üste şampiyon olan takımın Beşiktaş tarihinin en parlak kadrosu olduğunu düşünüyor ve Recep Çetin’in altını çizdiği takım kültürünü yere göğe sığdıramıyor: “1990’lar takımının bizim 1982 kadrosundan farkı, omurgasının çok kültürlü gençlerden oluşmasıydı. O takım Serpil Hamdi hocanın ektiği tohumların en bereketli hasadıydı. 1970’lerin sonu 80’lerin başında özkaynak devrimini başlattığında hep böyle bir takımın hayalini kurmuştu. 11 kişi bir oyuncu gibiydi, herkes kaptandı! Birçoğu bize göre daha Avrupalı gençlerdi. Çoğu tıkır tıkır İngilizce konuşuyor ama asla ukalalık taslamıyorlardı”

Gerçekten de Gordon Milne, 1987’de Beşiktaş tarihini değiştiren imzayı attığında 4-4-2 oynamayı İngiliz oyuncular kadar bilen bir futbolcu kadrosu devralacaktı. Atilla Gökçe’ye göre 90’ların şampiyonluklarında Serpil Hamdi Tüzün, Miliç ve Stankoviç’in de yadsınamaz bir payı var: “Normalde Yugoslav hocalar 4-3-3 oynatırlardı ama 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında başta Liverpool olmak üzere İngiliz takımları Avrupa kupalarına ambargo koymuşlardı. Miliç ve Stankoviç de dediğim dedikçi Aragones’ten çok her zaman kendisini yenilemeyi başaran Mustafa Denizli tipinde pragmatik hocalardı.”

1982 ve 1986’da 4-4-2 dizilişiyle şampiyon olan siyah-beyazlılar 90’lı yılların ilk yarısında sistemi tamamen oturtacak, İnönü ahalisi 0-0 devam eden maçların son dakikasında bile galibiyetten emin bir şekilde maç izleyeceklerdi.

Recep Çetin, o sabır ve kendine güven üzerine kurulu sistemi şöyle anlatıyor: “Karbon kâğıt kopya bir 4-4-2 değildi ki Gordon Milne de daha sonra 1981-82’nin ikinci yarısı ve 1985-86’daki sarkık liberolu 4-4-2’yi Beşiktaş’ta başarıyla uyguladı.

Gordon Milne döneminde üç sezon üst üste şampiyonluk yaşamasının yanı sıra 1995’te Daum’la kazanılan şampiyonlukta da çok önemli bir rol oynayan Recep Çetin için en efsane şampiyonluk tarihi üçlemeyi başlatan 1989-90 sezonunda yaşanan. “O sezon Anadolu’dan gelmiş genç bir oyuncu olarak hayatım boyunca hayalini bile kuramayacağım kadar güzeldi” diyen Beşiktaş tarihinin gelmiş geçmiş en iyi sağ beki sözünü kazanılamayan bir şampiyonluğa getirerek son sözünü söylüyor: “Ben de birçok kişi gibi 1993’te de Beşiktaş’ı şampiyon olmuş sayıyorum. Zalad’a ‘tersine teşvik’ primleri giderken bir yandan da Oğuz Sarvan İstanbul’daki maçın başında beni atarak nasıl iyi bir Beşiktaş karşıtı olduğunu kanıtlamakla meşguldü.”

“Allah aldıklarını vermeye başladı başkanım!” 1994-95

Gordon Milne’den sonra Beşiktaş’ın başına geçmek akıllı bir insanın kolay cesaret edeceği cinsten bir iş değildi. Zaten Türkiye’deki ilk macerasındaki Alman hoca Christoph Daum geldiğinde bir türlü kimse karar verememişti: Kupalarda coşup ligde bocalayan, oyuncuları motive etmek uğruna soyunma odasına engelli taraftarları getiren bu Alman deli mi yoksa sahiden de dâhi miydi? Saha kenarında sessizce oturup hiç yerinden kalkmayan Gordon Milne’den sonra kafasını yedek kulübesine vuracak kadar kendiden geçen Daum, 2009 şampiyonluğundaki Mustafa Denizli misali sürekli şampiyon olacaklarını söylüyordu.
Recep Çetin’in “Beşiktaş tarihine gelmiş geçmiş en iyi teknik direktör” olarak nitelendirdiği, zaman zaman Rıza Çalımbay’ı libero, Alpay Özalan’ı sol açık ve santrfor oynatacak kadar takımla oynayan ve yine Mustafa Denizli gibi takımın ne oynadığının bir tek kendisi farkında olan Alman hoca, sezon sonunda biraz da Galatasaray’ın aldığı şok mağlubiyetler sayesinde sezon sonunda haklı çıkacak, bir anda dâhiliğe terfi edecekti.

Sezon boyunca Daum’un deli mi dâhi mi olduğuna bir türlü karar veremeyip “Şampiyon olacağız” sözüne ısrarla inanmayanlardan birisi de Atilla Gökçe’ydi: “Tabii ki Daum’un hakkını yememek lazım, bir anda 3-5-2’ye geçmesi ve maç içinde yaptığı olağanüstü cesur değişikliklerle Daum çok önemli bir rol oynadı. Ayrıca 1995 şampiyonluğunun gizli kahramanının onun yardımcısı Roland Koch olduğunu mutlaka belirtmek lazım ama tarihsel olarak bakınca aslında bir yerde Allah Beşiktaş’ın hakkını teslim ediyordu. Beşiktaş özellikle 1992-93 sezonu olmak üzere, Süleyman Seba döneminde birçok kez şampiyonluğu hak etmesine rağmen şanssızlıklar, tartışmalı olaylar yüzünden pisi pisine kaçırmıştı”

Recep Çetin’e göre takımın yıldızlarının Daum ve Sergen Yalçın, gizli kahramanının ise 1995’te hem Ernst hem de Nobre rolünde olan Eyjolfur Sverrisson olduğu sezonda kaptan Rıza bir kez daha perde arkasındaki asıl kahramandı. Beşiktaş’taki 15. sezonunu oynayan Atom Karınca, bir kez daha çok zor bir dönemde takımı bir arada tutmayı başarmış, zaman zaman yedek bırakılmasına rağmen görev verildiğinde kale hariç her yerde oynamış, Daum’un saha içindeki jokeri, saha dışında da futbol takımıyla yönetim arasındaki köprü olarak bir nevi genel kaptanlık, futbol direktörlüğü rolünü üstlenmişti. Sezon başındaki iç transfer görüşmelerinde ortaya çıkan bürokratik bir yanlış anlama sonucu Feyyaz Uçar, Beşiktaş’la yollarını acı bir şekilde ayırmak zorunda kalırken hem Daum hücumu üzerine kurmayı planladığı en önemli gol silahından yoksun kalmış, hem de ilk kez taraftarlar yönetimle karşı karşıya gelmişti.
Bu atmosferde Süleyman Seba yıllardır ilk kez transferde çok büyük bir para harcamak zorunda kaldı ve Ertuğrul Sağlam 67 milyar liralık bonservis bedeliyle Beşiktaş’a transfer edilerek sezonun transfer rekoru kırıldı. Önce Avrupa kupalarına bir kez daha erken havlu atmanın yarattığı hayal kırıklığı ve daha sonra da bir önceki sezon kazanılan Türkiye Kupası’ndan elenmenin yarattığı moral bozukluğu derken ligin son çeyreğinde de şampiyonluk yolundaki en kritik maçta Galatasaray karşısında alınan yenilginin ertesinde yıllar sonra İnönü’den protesto sesleri yükselmeye başladı. Ancak 3-2 kaybedilen Galatasaray maçında sarı-kırmızılılar buldukları üç pozisyonu da gole çevirirken, siyah-beyazlı oyuncular gol kaçırma rekorları kıracaklardı. Ancak önce Süleyman Seba’nın Rıza Çalımbay ile yaptığı toplantıdan sonra takım yavaş yavaş toparlanmaya başladı ve Galatasaray maçındaki oyun planında ısrar eden Daum’un inadı sayesinde iyi bir galibiyet serisi yakalandı.

Beşiktaş toparlanmasına toparlanmıştı ama çoktan bütün gazeteler “Galatasaray şampi…” manşetlerini atmışlardı. Ama birden 8 gün içinde olmayacak şeyler oldu! Galatasaray, Ali Sami Yen’de önce Gaziantepspor’a yenilecek daha sonra da sis yüzünden ertelenen maçta yine kendi sahasında Antalyaspor karşısında 3-0’lık şok bir yenilgi alacaktı. O iki maçın şokundan bir türlü kurtulamayan Galatasaray, ezeli rakibi Fenerbahçe’ye de yenilince 8 günde 9 puan kaybetmiş olacak ve birden Beşiktaş öne geçecekti. Siyah-beyazlılar ligin bitmesine iki hafta kala Fenerbahçe’yle golsüz berabere kalırken Kaptan Rıza altıncı şampiyonluk kupasını Şenes Erzik’in ellerinden alıp gökyüzüne doğru kaldırıyordu.

O yaz, Beşiktaş Şampiyonlar Ligi’ne hazırlanırken Süleyman Seba ve Atilla Gökçe, Bora Ersoy’un babasının cenaze namazında yan yana saf tutacaklardı. Atilla Gökçe, önce ellerini havaya kaldıracak, sonra Süleyman Seba’nın kulağına eğilecek: “Başkanım, nihayet yukarıdaki aldıklarını geri vermeye başladı!” Namaz bittiğinde ise önce başkan ellerini yüzüne götürerek şükredecek, sonra da Atilla Gökçeye dönüp döndü “Haklısın, biraz daha dua et, konuş da diğer aldıklarını da yollamaya başlasın!” diyecekti.

MAF’larla başa baş oynayacak 100. yıl şampiyonları: 2002-03

Türkiye Milli Takımı’nın tarihi bir başarıya imza attığı 2002 yazı… Beşiktaş, Süleyman Seba ve Atilla Gökçe’nin dualarını ettiklerinden beri siyah-beyazlılar yedi yıldır şampiyonluk yüzü görmemiş! Seba sonrası Beşiktaş yönetimleri efsane başkanın hiç olmadığı zamanki kadar iddialı başlamışlar ama o yaza kadar vaatler ne kadar beyazsa, yaşananlar da o kadar siyah olmuş. 100. yılda ya o siyah ile beyaz bir şekilde yan yana gelecek, ya da…

“Ya da…” ihtimalini hiç düşünmemek isteyenlerin başında bütün yaz İbrahim Altınsay ve Mircea Lucescu ile kafa kafaya veren Beşiktaş idari menajeri Erdil Arpacı geliyor: “Hatalarımızdan büyük ders aldık. Süleyman Seba’dan sonra Beşiktaş’ı yönetmek çok zor tabii ancak bu yıl olması gerektiği gibi her şey çok farklı olacak. Herkes İlhan Mansız, Tümer Metin, Ahmet Dursun gibi ‘arızalı yıldız’ların yanına Pascal Nouma, Zago, Cordoba ve Sergen gibi en az onlar kadar büyük yıldız ve arızaları kadroya katmanın risklerinden bahsediyor ama bir noktayı unutuyorlar. Onların başında bir baba, mütevazı bir dehâ olacak: Mircea Lucescu!”

Sezon başındaki fikstürü belirleyecek kura çekimineyse Beşiktaş yönetimi adına İbrahim Altınsay katılıyor, sondan bir önceki hafta Lucescu’yu yollayıp yerine Fatih Terim’i getiren Galatasaray çıkınca Altınsay Mustafa Denizlivari bir kehanette bulunuyor: “O hafta Galatasaray’ı yenip şampiyonluk turunu atarız!” Alntınsay, neye mi bu kadar güveniyor. Bizzat kendi sözleriyle emeğe ve çok çalışmaya: “Aslında o sezon yenilmemiz bile bir mucizeydi, çünkü o kadar çok çalışmış, tüm maçları sezon başlamadan önce defalarca oynamış, en küçük ayrıntıya dahi günlerce kafa patlatmıştık. Lucescu tüm maçların senaryosunu bir bir yazmış, Fenerbahçe’nin kaçıncı dakikada oyuncu değişikliği yapıp, Galatasaray’a oyunun hangi bölümünde pres yapınca sarı-kırmızılıların bocalayacağına kadar hepsini dakika dakika kafasında oynayıp kazanmıştı.”

Gerçekten de zaman zaman haklı olarak defansif oynamakla eleştirilen Lucescu’nun takımı tarihin en çok gol atan ve en çok puan toplayan Beşiktaş’ı oldu. Hiçbir zaman yeteneklerinin yarısı kadar bile bir performans sergileyemeyen Sergen Yalçın bir anda sezonun yıldızına dönüştü ve yine altyapıdan çıkan bir oyuncu olarak şampiyonluk golüne imzasını attı. Scala ve Daum dönemlerinde “Dövüş Kulübü”nün yeşil sahalardaki en kudretli temsilcisi olan Pascal Nouma önce şişelerce sakinleştirici içmiş gibi İlhan Mansız ve Ahmet Dursun’la beraber ligin en güçlü hücum hattına eklemlendi, daha önce kafalarına cep telefonu fırlattığı hocaların aksine Lucescu’nun elini öptü. Lucescu gerçekten de ikizi gibi benzediği Neyzen Tevfik’in neyinden insan ruhuna sızan nağmeler gibiydi: Bazısını heyecanlandırıyor, coşturuyor; bazısını da sakinleştiriyor ama her şekilde herkesten % 100 verim almayı başarıyordu.
“Mesela Zago” diyor Atilla Gökçe, “100. yılın gizli kahramanlarından birisiydi. Brezilyalı usta, sadece mücadelesiyle 18’lik gençlere taş çıkartmakla kalmadı, taktiksel açıdan da Beşiktaş’ın kilidi oldu. Üçlü defansta stoper olarak oynamasına rağmen, Premier Lig sağ bekleri gibi top taşıdı, oyun kurdu; Beşiktaş’ta daha önceki sezonlarda kopuk olan orta saha savunma bağlantısını kurdu. Zago’nun yanı sıra Tayfur-Giunti ikilisi de 2009’daki Ernst gibi takımın hem ciğerleri hem de her mevkiye futbol taze kanı pompalayan kalbi oldular”
Yine de Erdil Arpacı ile beraber bizzat yönetimle Lucescu arasındaki en önemli köprü olan İbrahim Altınsay ısrarla hiçbir oyuncuyu diğerinden ayırmak istemiyor: “O takımın baş kahramanı emekti. Herkes gol attı, herkes savunma yaptı; hatta kaleci Cordoba diğer takımların orta saha oyuncularına taş çıkartırcasına asistler yaptı. Takımda herkes kilit oyuncuydu. Ama asla hafızamdan çıkmayacak tek bir an varsa o da Pancu’nun Trabzonspor maçında attığı beraberlik golünde topun yüzyıllar kadar uzun süren o saliselerde rakip kaleye süzülüşüydü. Denizli 2009’da ‘İçimde volkanlar patlıyor’ dedi ya ona çok duygudaş bir andı o. Hissettiğim baskıdan gözbebeğim dahi sabitlenmişti, hiç oynamıyordu! Eğer yönetim şampiyonluktan sonra kendi içinden pastadan pay kavgasına girişip dinamizmini kaybetmeseydi ve gerekli yenilenmeler yapılsaydı o takım Şampiyonlar Ligi`nde gruptan çıkar, finale gider, Türkiye’de de daha uzun yıllar şampiyon olurdu. Öyle bir havası vardı o takımın. 2003 takımını kimse yenemezdi.”

Beşiktaş, 100. yılda ne kadar mutlu olduysa 101. yılda da o kadar üzüldü, kahroldu. 101. yıl takımından Ümit Aydın da İbrahim Altınsay ile aynı fikirdeydi: “O takım dağılmasaydı, dağıtılmasaydı uzun yıllar şampiyonluğa ambargo koyacak güçteydi.”

Ali Ece / Haber1903
 
Geri
Üst