TraFoo
Banned
- Katılım
- 3 Ağu 2009
- Mesajlar
- 2,032
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Avrupa’nın ABD Egemenliğinden Çıkışı
TEORİ’nin bu (Aralık/2009) sayısında, Avrupa’nın çekirdeğini oluşturan Almanya ve Fransa’daki, ABD-Avrupa ilişkileri konusunda gittikçe güçlenmekte olan bir siyaseti inceliyoruz.
Dikkate değer olan, Avrupa üzerinde 2. Dünya Savaşı sonrasından bu yana süregelen ABD egemenliğinden kurtulmaya yönelik bu siyasetin, artık halk içindeki bir eğilim olmaktan çıkıp, devlet ve hükümetler düzeyinde izlenen bir siyaset haline gelmesi ve güçlenmekte oluşudur.
ABD’nin dünya egemenliğine ilk soyunması
ABD 2. Dünya Savaşı’ndan güçlenerek çıkan tek ülke oldu. Savaş toprakları dışında sürdüğü için ülke olarak bir yıkım görmedi. Askeri kayıpları da, ne Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa, ne de Almanya, Japonya, İtalya düzeyinde idi. Sonuncular, savaşın mağlupları olarak en büyük yıkımın yaşandığı, en büyük kayba uğrayan ülkeler oldular. Doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine savaşın yaşandığı merkez olan Avrupa, galipler de dâhil, bir bütün olarak savaştan büyük yıkım ve kayıpla çıktı. Hitler saldırganlığının püskürtülmesinin ve Alman savaş gücünün kırılmasının ağır yükünü, Sovyetler Biriliği çekti. SB’nin insan kaybı, askeri ve ekonomik güç kaybı, müttefiklerinin(ABD, İngiltere, Fransa) toplamından bile fazlaydı.
Savaştan sonra, Almanya, Japonya ve İtalya, emperyalist sömürge rekabetinin dışına itildi. Fransa ve İngiltere’nin kıta dışı rekabet ve savaş yürütme gücü zayıfladı. Bu koşullarda, savaş sırasında daha da büyüyen ekonomik ve askeri gücü ile ABD kapitalist dünyanın liderliği tahtına kolayca oturdu. Kuşkusuz, bunu kolaylaştıran diğer bir etken de, savaşın galipleri arasında bulunmasıydı.
ABD sadece kapitalist dünyanın liderliği ile yetinmedi. Dünyanın, sosyalizm ve demokratik halk iktidarları coğrafyası dışında kalan bütün alanlarını da egemenliği altına almaya girişti. Bununla da kalmadı, devrim ülkelerini kuşatıp yok etme ve böylece dünyanın tek egemeni olma sevdasına kapıldı. Stalin’e, Mao’ya ve dönemin diğer dünya devrimci liderlerine, “ABD 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Hitler’in çizmelerini giydi” dedirten gerçek buydu. Hitler de, Alman ırkının ve Almanya’nın dünyanın efendisi olduğu teziyle dünyayı fethe çıkmıştı.
Sosyalizm ve halk iktidarları, ABD kuşatmasını boşa çıkardılar. Dünyayı fethe çıkan ABD emperyalizmine karşı mücadelede kazanılan başarılar bu kadarla da kalmadı. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler halkları, milli ve sosyal devrimlerle, dünyadaki genel olarak emperyalist egemenliği ve özel olarak ABD egemenliğini sınırladılar ve zayıflattılar. ABD tek başına dünya egemenliği emeline ulaşamadı, ama kapitalist sistemin egemen olduğu dünyanın tek ve tartışılmaz lideri olmayı başardı. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku sisteminin 1990’daki çöküşünden sonra ABD, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çıktığı ve başarılı olamadığı dünyanın tek efendisi olma seferine bir kez daha çıktı. Bugün dünya halen ABD’nin bu ikinci seferinin büyük baskısını ve yarattığı devasa sorunları yaşamaktadır.
Avrupa üzerinde ABD egemenliğinin kuruluşu
2. Dünya Savaşı’nda sonra ABD esas olarak Avrupa üzerinde tam egemenlik kurdu. Burada “tam” sözcüğünün altını çizdik, çünkü 1940’ların ikinci yarısından 1990’a kadar olan 45 yıllık sürede, ABD egemenliğinin en ağır biçimde yaşandığı ülkeler, 1820’lerden beri “arka bahçe” olan Latin Amerika’nın özel konumunu bir kenara bırakırsak, ne Asya ülkeleri ne de Afrika oldu. Tam tersine, 2. Dünya Savaşından sonra Asya ve Afrika “dünya devriminin fırtına merkezleri” oldu. Çok sayıda sömürge ülke milli kurtuluş devrimleri yolu ile ya emperyalist sistemin tamamen dışına çıktılar, ya da SB’nin ABD’yi dünya çapında dengeleyen bir güce ulaşmasının yarattığı olanaklardan yararlanarak, emperyalist sistemin denetiminden ve ABD’den büyük ölçüde bağımsızlaştılar.
Savaş sırasında askeri olarak Avrupa’ya yerleşen ABD, “Marshall Planı” ile Avrupa’nın ekonomik yapısına da yerleşti. Savaşta yıkılmış Avrupa’ya “kurtarıcı” olarak “yardım” elini uzatırken, yeniden ayağa kalkmakta olan devlet yapılarına da sızdı. Avrupa devletlerinin askeri ve istihbarat kuruluşlarını kendi elleriyle “yeniden örgütledi”. Türkiye’de 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan ve ABD askerlerinin “ihtiyaçları” için genelevlerin badanalanıp boyanması maskaralığına kadar vardırılan “I love you America!” rüzgârı Avrupa’da da estirildi. Büyük Sovyet romancısı İlya Ehrenburg, Paris Düşerken, Fırtına ve Dipten Gelen Dalga adlı nehir roman dizisinin son ikisinde, ABD’nin savaş yıllarından başlayarak Fransa, Belçika, Hollanda ve tabii ki Almanya’ya yerleşmesini ve Avrupa’yı boyunduruk altına almasını anlatır. NATO, Soğuk Savaşın ilanı ve en temel aygıtıdır, ama ondan daha önemlisi, Avrupa üzerindeki ABD denetiminin aygıtıdır. ABD dünya egemenliği seferine, Avrupa’yı denetim altına alarak çıkmıştır. Bunda da gerçekçidir, o yılarda da, bugün de, Avrupa’ya egemen olmadan dünya egemenliği hayal bile değildir. Bu stratejik gerçeği bilen Amerikan emperyalist eliti, savaş sonrasında Sovyetler, Çin ve dünya halklarından önce Avrupa’nın bağımsızlık ve egemenliği üzerine çullanmıştır. NATO ve Soğuk Savaş, Gladyolar, SüperNATOlar, Kontrgerillalar ile Avrupa’nın egemenlik haklarını boğmuştur.
Asya’nın yükselişi ve Avrupa’nın ABD boyunduruğundan çıkışı
Teori’nin bu sayısında yer alan Ali Mercan ve Ali Rıza Taşdelen’in incelemeleri, okurlarımıza, dünya çapındaki iki büyük gelişmeyi sunuyor. Bu gelişmelerden birincisi, Asya’daki, Çin ve Hindistan eksenli büyük yükseliştir. Teori okurları bu gerçeğe yabancı değildir. 2000 yılından bu yana dergimiz en az 6 sayısını “Asya’nın yükselişi ve Batı’nın düşüşü” konusuna ayırdı.¹ Bugün bu gelişme en yüksek perdeden, gerileme ve düşüşün merkezlerinden seslendiriliyor. Avrupa’nın çekirdeği Fransa ve Almanya’nın devlet için dış siyaset planları üreten resmi ve yarı resmi kurumları, akademik çevreleri, strateji kuruluşları, en çok bu gelişme üzerinde kafa yoruyorlar. A. Mercan ve A. R. Taşdelen’in yazıları, Teori okurlarına bu konuda çok zengin bir malzeme sunmaktadır.
1990’lı yıllarda dile getirdiğimiz ve toplumun öncülerinin dikkatine sunduğumuz bu gerçekler, bir avuç devrimci ve öncü insan dışında kimse tarafından, özellikle Türkiye’nin AB hummasına kapılmış egemen çevreleri tarafından dikkate alınmadı. Batı’ya iman edercesine bağlanmış egemenler, gazetecisinden tv’cisine, akademisyeninden dış siyaset uzmanına, yüksek bürokratından siyasetçilerine ve hükümetlerine kadar, dikkate almamak bir yana, örtbas etmeye çalıştılar. “Eller (hatta bizzat Avrupa’nın kendisi) giderken Mersin’e, onlar gitti tersine”. Avrupa’nın en kodaman ülkeleri geleceklerini yükselen Asya’da aramaya yönelirken, Türkiye’nin liberalinden sosyal demokratına, merkez sağından dincisine kadar, kıbleyi Washington ve Brüksel bellemiş işbirlikçileri, gerileyen ve çöken ABD ve AB’ye bağlanmayı seçtiler. Onca aşağılama ve sömürge muamelesine rağmen, bugün de Batı’ya ve özellikle ABD’ye, ABD’nin Türkiye’yi “Batı kapısına bağlama” planı olan AB’ye iman etmeye devam ediyorlar.
A. Mercan ve A. R. Taşdelen’in zengin kaynaklara dayanan yazılarının ortaya koyduğu ikinci büyük gelişme ve gerçek, Asya’daki yükselişin, Avrupa’yı da ABD egemenliğinden kurtulma ve kaderini ABD’ye bağlamama yönünde harekete geçirmesidir. 2000’lerin başından beri Avrupa’da, özellikle de Avrupa’nın lokomotifi olan Almanya ve Fransa gibi büyük devletlerde, ABD tahakkümünden, devlet egemenlikleri üzerindeki ABD ipoteğinden kurtuluş yönünde ciddi ve güçlü bir eğilim gelişmektedir. Rusya’nın toparlanması ve Asya’daki yükseliş, bu konuda belirleyici etkiye sahiptir. ABD’nin özellikle ekonomik alanda Avrupa’dan daha hızla gerilemekte oluşu, Afganistan ve Irak macerasında yenilgiyle yüz yüze gelmesi, BOP’un batağa saplanması, siyasi bakımdan dünyanın en çok tepki duyulan devleti haline gelmesi ve Latin Amerika’daki devrimci yükseliş, Avrupa’yı ABD’den ipleri çözmeye ve bağımsız davranmaya iten diğer etkenlerdir.
Avrupa ABD’yi çılgınlıktan alıkoyabilir
ABD dünya egemenliği seferine, Avrupa’yı yedeğinde tutarak çıkmıştır. Gerçi, Avrupa’yı sonuna kadar ve istediği ölçüde yedeğinde tutsa bile bu projesinin yine başarı şansı yoktur. Ama Avrupa’yı peşinden sürüklemesi, onun umudunu ve hevesini artırmaktadır. ABD’nin, karşı karşıya bulunduğu onca güçlüklere, ekonomik bakımdan gerilemesine ve yaşadığı derin krize rağmen, SB gibi yenilgiyi ve kabuğuna çekilmeyi barışçı yollarla kabul edeceğine dair, en azından şimdilik bir işaret görülmemektedir. Elindeki tek araç, büyük askeri gücüdür. Bu durum ona, karşılaştığı güçlükleri savaşla aşma dışında bir seçenek bırakmamaktadır. Fakat geniş alana yayılmış konvansiyonel silahlarla yürütülen bölgesel savaşlar, onun büyük askeri gücünü de etkisizleştirmektedir. Geriye kala kala, nükleer silahların da kullanılacağı bir dünya savaşına başvurma kalmaktadır. Avrupa’nın ABD’nin denetiminden çıkması, sadece kendisini bağımsızlaştırmakla kalmayacaktır. ABD’nin sonunda işi bir dünya savaşına dökme çılgınlığına kalkışmasını önlemede de önemli bir caydırıcı etken olacaktır..
ABD-Avrupa ilişkilerinde bugün egemen olan yön hala işbirliği ve uzlaşmadır. 60 yıllık bir geçmişi olan bu olgunun bugünden yarına tersine dönmesini beklemek, kuşkusuz gerçekçi değildir. Ama bütün etkenler, gelişmenin tersine dönme yönünde ilerleyeceğinin lehindedir. Bu noktada, Stalin’in hem de Soğuk Savaş’ın başında, 1951 yılında dile getirdiği ve bilimsel sosyalist bakış açısının büyük uzak görüşlülüğünü yansıtan şu saptama ve tahlillerini anmadan geçemiyeceğiz: “Görünürde, ‘sükûnet’ her yerde egemendir. ABD, Batı Avrupa’yı, Japonya’yı ve öteki kapitalist ülkeleri kıt kanaat geçinecek duruma düşürmüştür. [Federal] Almanya, Büyük Britanya, Fransa, İtalya, Japonya, ABD’nin pençesine düşmüş, onun buyruklarını kesin olarak yerine ge-tirmektedirler. Ancak bu ‘sükûnet’in ‘sonsuza dek’ sürebileceğini; Amerikan boyundu-ruğundan kopup bağımsızlık yoluna girmeye uğraşmayacaklarını sanmak yanlıştır.
“Önce İngiltere ile Fransa’yı göz önüne getirelim. Kuşkusuz bunlar emperyalist ülke-lerdir. Kuşkusuz bunlar için ucuz hammaddelerin ve güvenilir pazarların son derece bü-yük önemi vardır. Amerika’nın ‘Marshall Planı’ adı altında bir ‘yardım’a dayanarak B. Britanya’nın ve Fransa’nın ekonomik yapısına yerleşmesine ve bunları Amerikan eko-nomisinin bir uzantısı haline getirmek istemesine, Amerikan sermayesi İngiliz-Fransız sömürgelerindeki hammaddeleri ve pazarları eline geçirip İngiliz-Fransız kapitalistle-rinin yüksek karları için felaket hazırlamasına, yani şimdiki duruma, sonsuza dek kat-lanacakları düşünülebilir mi? Kapitalist İngiltere’nin ve onun ardından kapitalist Fransa’nın, eninde sonunda kendilerine bağımsız bir durum ve kuşkusuz yüksek karlar sağlamak için ABD’nin kıskacından kendilerini kurtarmak ve onunla çatışmaya girmek zorunda olacağını söyleme daha doğru olmaz mı?
“Yenilmiş olan başlıca ülkelere, [Federal] Almanya’ya, Japonya’ya gelelim. Bu ülkeler bugün, Amerikan emperyalizminin çizmesinin altında acınacak bir yaşam sürüyorlar. Onların sanayileri, tarımları, ticaretleri, dış ve iç politikaları, bütün varlıkları, Amerikan işgal ‘rejimi’ tarafından zincire vurulmuştur. Oysa daha dün, bunlar, B. Britanya’nın. ABD7nin, Fransa’nın, Avrupa ve Asya’daki temellerini sarsan büyük emperyalist devletlerdi. Bu ülkelerin başkaldırmayacaklarını, ABD’nin ‘rejimi’ni kırmak ve bağımsızlık yolunu tutmak için mücadele etmeyeceklerini sanmak, mucizelere inanmak demektir”²
Küreselleşme Avrupa’yı da Amerikanlaştırdı
Ali Rıza Taşdelen’in yazısında yer alan Fransa devletinin Beyaz Kitap’ından alınmış şu değerlendirme çok ilginçtir: “(…) Küreselleşme kendisine birçok düşman yarattı... Bazen bunun nimetlerinden yararlanan ülkelerde bile bu sürecin dünyayı Amerikalılaştırma şeklinde tanımlanması veya batı bireyciliği, [ulusal] kimliklerin sulandırılması korkusu, kaygıları şiddete varan bir hıncı körüklüyor. (…) Küreselleşmenin ulusal kimlikleri ve kültürleri yok etmesine karşı meşru bir tutumun varlığını görüyoruz. Küresel çağda ulus olgusu kuvvetli bir güç olarak kalmaya devam ediyor. Gelişmekte olan ülkelerin yeni sınıfları, endüstri devriminin burjuvaları gibi aynı ulusal tutkuyu hissediyorlar.”
Fransız devletinin Küreselleşmeye ilişkin saptaması son derecede gerçekçidir. Emperyalizmin dünyayı sömürgeleştirme eğiliminin siyaseti olan Küreselleşme, son tahlilde, nimetinden yararlanan Avrupa’nın emperyalist devletleri üzerindeki ABD egemenliğinin de güçlenmesine hizmet etmiştir. Kürselleşmenin nimetlerinden asıl yararlanan ABD olmuştur.
İlk başkaldıranlar büyük devletler oluyor
Bu sayının dosyasını hazırlarken, uzun yıllardır İsveç’te gazetecilik yapan, bir dönemin Aydınlık İsveç muhabiri Abdullah Gürgün’e, “ABD’ye karşı Avrupa’da yükselen devletler-hükümetler düzeyindeki muhalefetin İskandinav ülkelerinde de (İsveç’te, Norveç’te, Danimarka’da da) bir karşılığı var mı, varsa yazar mısınız?” diye bir mektup yazdım. Gürgün verdiği yanıtta, İskandinav ülkelerindeki Amerikan etki ve egemenli-ğinin 1990’dan sonra daha da arttığını, bu ülkelerde ABD’ye karşı henüz Almanya, Fransa, Belçika düzeyinde bir itirazın olmadığını bildirdi. 1990 sonrasındaki Amerikancılaşmanın başını da Sosyal Demokrat partilerin çektiğini belirtti.
Büyük devlet olmanın, büyük devletler içinde örgütlenmenin tarihsel avantajı, “ulusal bağımsızlık”, “devlet bağımsızlığı ve egemenliği” konularında olmak üzere, Avrupa devletlerinin ABD’den bağımsızlaşmasında başı çeken ülkelerle ilgili olarak bir kere daha kendini göstermektedir. Sosyalizm ve büyük uygarlıkların serpilip gelişeceği en uygun iklimlerin, ancak büyük devlet örgütlenmelerinin potansiyelleri temelinde oluşacağını biliyoruz. Aynı kural, bağımsızlık ve devlet egemenliği alanında çok daha fazlasıyla geçerlidir.
Türkiye’nin ABD tarafından AB kapı eşiğine bağlanmış Amerikancıları, Türkiye’yi Batı ve ABD peşinde onların, özellikle de ABD’nin yenilgi ve felaketini paylaşmaya
²J. Stalin, Son Yazılar, Sol Yayınlar, Ankara, 3. Baskı, Aralık 1977, s.91–92.
sürüklemektedirler. Peşinden koşturuldukları AB’nin büyüklerinin bile ABD’den kopmaya ve Asya’ya yelken açmaya çalışmaları bir ders olur mu diyeceğiz, ama Türkiye’nin Avrasya güçlerine karşı düzenlenen Ergenekon tertibinin sürdürülmesi, onların kendileriyle birlikte Türkiye’yi de maceracı patronlarının peşinden sürükleme çizgisinde ısrar edeceklerini gösteriyor.
Avrupa’nın ABD’den bağımsızlaşmasının Türkiye-AB ilişkilerine etkisi
Türkiye’nin AB’ye bağlanması projesi, bir AB projesi olmaktan çok bir ABD projesidir. AB’nin lider ülkeleri(Almanya, Fransa, Belçika), Türkiye’nin bugün için AB’ye yük olacağını düşünüyorlar. Çünkü bugün, başta işsizlik olmak üzere, AB’nin kendisi ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıyadır. Ayrıca, son yıllardaki hızlı genişleme ile birliğe alınan Doğu Avrupa ülkelerinin hazmedilmesi de AB’nin sırtına önemli ekonomik, sosyal ve kültürel yükler bindirmiştir. Bunların sindirilmesi, önümüzdeki on-on beş yıl, AB dikkat ve enerjisinin önemli bir kısmını emecektir. Tam bu koşullarda, ağır ekonomik sorunları olan ve Müslüman kültürden gelen 70 milyon nüfuslu Türkiye’nin birliğe alınması, AB’nin hareket yeteneğini zayıflatacak ve sırtında büyük bir kambur oluşturacaktır. Öte yandan, AB’nin çekirdeğini oluşturan ve Avrupa’nın ABD tahakkümünden kurtulması eğiliminin başını çeken “çekirdek Avrupa” (Almanya+Fransa+Belçika), son yıllarda ABD’ye aşırı bağımlı hale getirilmiş Türkiye’nin, AB içinde bir “ABD Truva atı” rolü oynamasından da endişe duymaktadır. Afganistan ve Irak işgallerinde, ABD’nin BOP, İran ve Kafkasya siyasetlerinde kayıtsız şartsız ABD’nin yanında yer alan Türkiye, bu bölgelerdeki ABD maceracılığına ortak olmak istemeyen ve özellikle Rusya ile yakınlaşmak isteyen AB’nin ciddi biçimde kaygılanmasına neden olmuştur. Bütün bu etkenler, AB liderliğinin Türkiye’nin AB’ye tam üye yapılmasına mesafeli davranmalarına yol açmaktadır. Türkiye ile ilgili olarak, AB madalyonunun bir yüzünde bu gerçekler vardır.
Madalyonun diğer yüzünde ise, AB’nin Türkiye’nin Batı’dan kopması kaygısı vardır. Türkiye’nin Batı’dan kopması, ABD gibi AB’nin de taşıdığı bir kaygıdır. Bu kaygı yersiz olmadığı gibi, buna yol açan gelişmeleri yaratan da bizzat ABD ve AB’nin kendisi olmuştur. ABD ve AB’nin, “Türkiye’nin Batı’dan kopması, Rusya-Çin-İran eksenli bir Avrasya kampına kayması” kaygısına yol açan gelişmeler, doğrudan doğruya onların siyaset ve uygulamalarının Türkiye toplumunda yarattığı hayal kırıklığından kaynaklanmıştır. Açıklayalım.
Bir kere, zaten yıllar yılıdır eşitsiz olan Batı ile ekonomik ilişkiler, son yirmi beş yıl içinde aşırı derecede eşitsiz hale gelmiştir. Bu aşırı eşitsizlik Türkiye ekonomisinin Batı’ya olan kan kaybını çok büyütmüş, geniş kitlelerin günlük yaşamlarındaki sıkıntıları her geçen gün artırmıştır. Türkiye’ye dayatılmış IMF siyasetleri, bir avuç tefeci ve mafya sermaye dışında, çalışan sınıflarla birlikte orta sınıfa ve tüm üretici sektörlere büyük darbeler vurmuştur. Türkiye’nin orta gelişmişlik düzeyindeki sanayisi, tarımı ve ticareti, Batı ile eşitsiz ilişkilerden ve IMF eliyle dayatılmış programlardan büyük zararlar görmüştür. “Serbest piyasacılık” adı altında iç pazarın Batı’nın dev tekellerine sınırsız biçimde açılması, bunu daha da büyüten Avrupa Gümrük Birliği anlaşması ve Batılı finans kuruluşlarının denetimindeki Borsa’nın tamamen bir ekonomik spekülasyon ve manipülasyon aracına dönüşmesi, ulusal ekonomiyi bütün sektörlerde vurmuştur. “Reel ekonomi” olarak adlandırılan ve Türkiye’yi iyi kötü besleyen, giydiren, sağlık, eğitim, barınma ihtiyaçlarını karşılayan, iç sermaye birikimine kaynak sağlayabilen sanayi, ticaret ve tarım sektörlerinde büyük tahribatlara yol açmıştır. Bu ekonomik yıkımlara son yıllarda bir de Batı’nın, Türkiye’yi Kıbrıs’tan atma, Ermeni soykırımı, Kürt bölücülüğü ile dinci irtica odaklarını kışkırtma ve besleme emperyalist siyasetleri eklenmiştir. ABD’nin Müslüman coğrafyaya düzenlediği “Haçlı seferi”nden Türkiye’nin payına, çuval geçirme operasyonu, bölücü BOP haritaları, Ergenekon tertibi, CIA’nın psikolojik savaş araçları olarak yayın yapan medyanın ve ABD-AB fonları ile beslenen NGO’ların açık Türkiye ve TSK düşmanlığı, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı kampanyaları düşmüştür. Türkiye’de irtica, İran, Suudi Arabistan eliyle değil, ABD ve Avrupa eliyle iktidar koltuklarına taşınmıştır.
Bütün bunların sonucu olarak, yıllarca Soğuk Savaş’ın ileri karakolu olmuş ve ağır yükünü çekmiş Türkiye’de son yıllarda, Batı ve özellikle ABD konusunda, büyük ve derece derece toplumun bütün katlarını saran bir hayal kırıklığı yaşanmaktadır. Toplumun bütünündeki bu hayal kırıklığının sonucudur ki, Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök artık, “Kokoreçe bile AB standartı gelecek”, “Yediğimiz içtiğimiz her şey AB güvencesinde olacak”, “Herkes zengin olacak” türünden manşetler atamamaktadır. Şu anda, bu şaklabanlıklarla Türkiye halkının adeta bir maymun yerine konduğu o günlerin üstünden 10 yıl geçmiştir. Türkiye bir sürü “AB müktesebatını” iç hukuk durumuna getirmiştir. Ama bu on yıl içinde bizzat Avrupa’nın kendisi, gıda ürünlerinde, “deli dana”, “gdo” gibi, bizim zavallı kokoreçte rastlanacak olanı milyona katlayacak düzeyde hastalıklar ihraç etmiştir Türkiye’ye. Benimsenen “AB müktesebatları” ise, bırakalım gıdadakini, her türlü üründeki sahteciliğin ve korsancılığın patlama yapmasına yol açmıştır. Çünkü, bu patlamayı sağlayan gelişmiş teknoloji ürünü sahtecilik ve korsancılık aletleri, kabul edilen “AB müktesebatları” gereği, AB ülkelerinden Türkiye’ye gümrüksüz ve serbestçe, yani kolayca ve kontrolsüz olarak bol bol girebilmektedir.
Toplam olarak baktığımızda, Türkiye toplumunda 60 yıllık “Küçük Amerika” sürecinde yaratılmış Batı ve ABD’ye ilişkin olumlu duygular, 1990’lardan bu yana yalanla büyütülmüş AB hülyaları, büyük ölçüde sarsıldı. ABD başta olmak üzere Batı’ya olan güven büyük ölçüde kayboldu. Güvensizlik ve Batı’dan duyulan kaygı, yeni güvenlik ve ekonomik ortaklar arayışlarına yol açtı. Bizzat Batıcı egemen sınıfın Batıcı yönetici eliti içinde, ABD’den gelen baskı ve tehditleri dengeleyecek yeni arayışlar ortaya çıkmasına neden oldu. Türkiye’nin son kırk yıllık yönetiminin 20 yılına Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak damgasını vurmuş ünlü Amerikancı Süleyman Demirel’deki değişme bu arayışın somut göstergelerinden biridir. 1998’deki AB raporları ve AB Parlamentosu kararları, Batı’dan saçılan bölünmüş Türkiye haritaları, Demirel’e hayret ve düş kırıklığı yaşattı. Diplomatik değerlendirmelerin on kere tartıldıktan sonra dile getirildiği Cumhurbaşkanlığı makamında oturan ve Batı küstahlıkları karşısındaki tahammüllüğü ile ünlü olan Demirel’e, “AB dosyasından yılan çıktı” dedirtti. 1999 yılında zamanın MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç, bu arayışı kamuoyu önünde ve yüksek sesle dile getirmenin örneğini oluşturan, “Türkiye artık İran ve Rusya’yı da ekonomik ve siyasi partner olarak düşünmelidir” sözünü söyledi. Aynı yıllarda TSK komuta kademesinin, ordunun silah ve askeri donanım ihtiyacını karşılamada kaynakları çeşitlendirme ve bir tek NATO kaynaklarına bağlı olmama kararı alması, bu karar çerçevesinde Rusya ve Çin’le askeri temaslarda bulunması, bu arayışın başka bir tipik göstergesini oluşturdu. Bütün bu işaretler, ABD’yi ve Türkiye’ye bir sömürge valisi edasıyla teftişlere gelen AB kodamanlarını telaşlandırdı.
2009 yazında Tuncer Kılınç’ın doğrudan, çok yakını olan Prof. Dr. Mehmet Haberal üzerinden Demirel’in dolaylı olarak, Ergenekon tertibinin hedefine konulmaları, bu konudaki ABD telaş ve korkusunun, bu arayışları bir CIA operasyonuyla bertaraf etme ihtiyacı duyacak kadar büyük olduğunu göstermektedir. Ecevit hükümetinin 2001’de önce kriz tertibiyle Kemal Derviş’in denetimine sokulması, ardından da K. Derviş işaretiyle Hüsamettin Özkanlar, İsmail Cemler tarafından arkadan hançerlenerek erken seçime zorlanıp sıfırlanması, seçimlerin tamamen T. Erdoğan-A. Gül ekibini hükümet koltuğuna taşıyacak manipülasyon ve medya kampanyası altında gerçekleştirilmesi, yine bu büyük kaygının yol açtığı AB destekli ABD operasyonlarıdır. Aslında Ergenekon operasyonunun düğmesine 2001–2002 arasındaki, arka arkaya gerçekleştirilen bu operasyonlarla basılmıştır. Şimdi artık söylenmekten çekinilmemektedir: Bu operasyonlarla, hem Türkiye’nin başına 2003’deki Irak’ı işgal saldırısını destekleyecek kadro taşınmış, hem de Hüseyin Kıvrıkoğlu ve ekibinin ordu komuta kademesinden uzaklaştırılmasının yolu açılmıştır.
Türkiye-Batı ilişkilerindeki Türkiye cephesinde ortaya çıkan durum budur. Bu ilişkiye Avrupa cephesinden baktığımızda ortada olan gerçekler ise şunlardır: Türkiye, Avrupa malları için büyük ve önemli bir yakın pazardır. Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetler alanında iyi bir ucuz tedarikçidir. Aynı zamanda, Batı’nın hem güney ve doğu kanadının, hem de Hazar ve Ortadoğu’dan çıkıp Avrupa’ya uzanan enerji yollarının savunma ve güvenliğinin bekçisidir. İşte bu nedenlerle, Türkiye’nin Batı kampından kopması, ABD kadar AB’yi de kaygılandırmaktadır.
Sonuçta, AB’nin Türkiye siyasetine, etkileri birbiriyle çelişen iki kaygı damgasını vurmaktadır. Birinci kaygı, tam üye olarak içine aldığında ödeyeceği hazmetme faturası ve sıkıntısının kaygısıdır. Buna, içine aldığında Türkiye’nin, İngiltere ve İspanya ile birlikte bir “ABD Truva atı” daha olacağı kaygısı da eklenmektedir. Bu kaygılar onu, tam üyeliğe soğuk bakmaya itmektedir. İkinci kaygı ise, “Türkiye’nin Batı’dan kopması” kaygısıdır. Yukarıda da açıkladık, Türkiye’de “Batı’dan kopma” artık, yönetici sınıfların bir parçası olan ve devlet içindeki varlığını koruyan güçlerin arayışı olma düzeyinde bir seçenek durumundadır. Bu seçenek, ABD’nin, bertaraf etmek için ülke içinde bir CIA operasyonu (Ergenekon tertibi) düzenleme ihtiyacı duymasına yol açacak kadar ciddi bir seçenektir. Bu ikinci kaygı ise, AB’yi, Türkiye’yi AB kapısına bağlamaya itmektedir. Türkiye’yi AB kapısında bağlı tutmada artık Gümrük Birliği anlaşması yeterli olmamaktadır. Hatta GB anlaşması giderek AB aleyhtarlığını artıran bir etken durumuna gelmektedir. Sonuç olarak, zıt yöndeki bu iki itme kuvveti, “imtiyazlı ortaklık” vb gibi, “içeri almadan kapıda bağlı tutma”yı sağlayacak ara “çözüm”leri gündeme getirmektedir.
ABD ise, esas uğraşı olan dünya egemenliği projesi ile aşırı meşgul durumdadır. Bu proje üzerinde yoğunlaşmış dikkatlerini, enerjisini ve gücünü bölecek, ama aynı zamanda Batı kampının ortak çıkarına da hizmet eden işlerin, Avrupalı müttefikleri tarafından yapılmasını istemektedir. ABD bakımından, Türkiye’nin Batı denetimi altında tutulması da, AB’nin payına düşen görevlerdendir. O bu görevi AB’ye vermiştir. AB’ye, “ister kapıya bağlayıp orada tutarak, ister oyalayarak, ama tercihan içine alarak denetim altında tut” demiştir ve demektedir. İşte bu yüzden “Türkiye’nin AB’ye girmesi” projesi esas olarak bir ABD projesidir. Böyle olduğu için bu projenin Türkiye’deki en hararetli destekçileri en sıkı Amerikancılar olmuştur. İşte bu nedenle, Türkiye’deki “AB’ci olmaktan çok Amerikancı olan” Turgut Özal, Tansu Çiller ve T. Erdoğan-A. Gül gibileri, en sıkı AB’ci kesilmişlerdir. ABD 1990’larda Tansu Çiller’e “Tam üyelik başvurusu”nu bu yüzden yaptırmış ve Gümrük Birliği anlaşmasını bu yüzden imzalatmıştır. GB’nin Türkiye için anlamı, AB’ye tam anlamıyla tek taraflı olarak bağlanmadır. AB tarafından baktığımızda ise, durum şudur: GB anlaşması ile AB Türkiye’den, hiçbir şey vermeden, tam üye yaptığında alacağı her şeyi almıştır. Türkiye’ye karşı hiçbir bağlılık ya da yükümlülük altına girmemiş, ama Türkiye’yi üyeliğin gerektirdiği ekonomik ve siyasi yükümlülüklerin tümünün altına sokmuştur. T. Erdoğan’ı AB binasının kapısındaki köpek kulübesine zincirlenmiş köpek olarak çizen Avrupalı karikatüristler, kuşkusuz ki T. Erdoğan’ın kişiliğinde Türkiye’yi aşağılamaktadırlar, ama çizdikleri karikatür AB-Türkiye ilişkilerindeki gerçek durumu yansıtmaktadır.
Geçerken bir gerçeği daha belirtelim. Türkiye’nin emperyalist Batı kampından kopması ve bağımsız bir ülke olarak mazlumlar dünyasında yerini alması, 60 yıldır sosyalistlerin hedefiydi. Bu hedef 2000’lerin dünyasında Avrasya Seçeneği olarak somutlaştı.
Sosyalistler, doğrudan doğruya Türkiye’nin bağımsızlığı ile ilgili bu mücadelede 60 yıldır büyük baskı ve eziyetlere katlanmışlar, bu uğurda ağır bedeller ödemişlerdir. Onların 60 yıllık mücadelesinin tezleri, bugün toplumun büyük çoğunluğunun düşünce ve yargıları durumuna gelmiştir. Neydi ya da nedir o tezler? ABD ve AB, emperyalist siyasetleri nedeniyle Türkiye’nin (ve dünya halklarının) dostu değil, düşmanıdır. Türkiye’nin onlarla ilişkileri, tek taraflı bağımlılık ilişkileridir ve bu durum Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kazanılmış konumuna da aykırıdır. Türkiye tekrar tam bağımsız ülke konumuna dönmeli ve bunun için, kendisi gibi emperyalizmin baskı ve tahakkümü altında olan, emperyalizmin tehdit ettiği ve o tehdide karşı mücadele eden ülkelerle birlik olmalıdır
Türkiye halkının bu gerçekleri kavramasında, ABD ve AB olumsuz öğretmenler oldular. Halkın bu gerçekleri kavraması için, 1990’lardan sonra bizzat emperyalist Batı’nın kendisi, özellikle de ABD, zemini ve koşulları kendi elleriyle olgunlaştırdı. Tarihin bu garip cilvesi, bütün zamanların bütün devrimlerinin temel “yasası”dır. Halklara, ulusal ve toplumsal devrimlerin gerekliliğini, devrimciler kadar, sistemin efendileri de öğretir ve kavratır.
Avrupa’nın ABD’den bağımsızlaşması Türkiye’nin de yararınadır
ABD ve AB’nin kendi bencil menfaatlerine dayalı kaygıları ne olursa olsun, AB projesinden kopması, Türkiye’nin yararınadır. Kimden gelirse gelsin, bu kopmayı sağlayacak her girişim, Türkiye’nin yararınadır. Bu nedenle, ABD’ye karşı Avrupa’nın bağımsızlığını savunan Almanya, Fransa, Belçika gibi ülkelerin nesnel olarak Türkiye’yi AB sevdasından vazgeçirmeye hizmet eden AB’ye almama tutumları, son tahlilde Türkiye’nin yararınadır.
Türkiye AB projesinden vazgeçtiğinde Avrupa ile ilişki kurmaktan vazgeçecek ya da vazgeçmiş olacak değildir. Türkiye AB ile ilişkilerini AB projesi peşinde koşmadan da sağlıklı bir şekilde sürdürebilir. Hatta AB’ye girme projesinden vazgeçtiğinde, eşitlik ve karşılıklı yarar temelinde daha sağlıklı ilişki kurabilir ve geliştirebilir. İran AB üyesi değildir, ama başta Almanya ve Fransa olmak üzere, AB ülkeleri ile ilişkileri Türkiye’nin ilişkilerinden çok daha sağlıklıdır.
Avrupa’nın ABD’den bağımsızlaşması, ABD’nin Türkiye de içinde olmak üzere bölgedeki devletleri parçalama projesi olan BOP’un hayata geçirilmesini engelleyici bir etki yapacaktır. ABD’yi bölgedeki baskı ve işgallerinde olsun, dünyanın diğer bölgelerindeki emperyalist girişimlerinde olsun, en güçlü ortaktan yoksun bırakarak yalnızlaştıracaktır. Bu da dünya barışına hizmet edecektir. Türkiye, Avrupa’nın bağımsızlaşmasının, bölge ve dünya barışına hizmet eden bu etkilerinden de yararlanacaktır.
Büyük bir bağımsızlık geleneğine sahip insanların ülkesi Türkiye’nin, ABD başta olmak üzere, gerileyen ve çöküşe ilerleyen emperyalist Batı kampındaki bağımlı, eşitsiz, sömürülen konumundan sıyrılarak, gelişen ve yükselen Avrasya’daki, devlet ve ülke olarak bağımsız, eşit, yurttaşlarının özgür ve refah içinde olacağı öncü konumunu alması dileği ile…
1-“Avrasya yüzyılı”, sayı:123(Nisan/2000),
2-“Atlantik’in çöküşü, Asya’nın yükselişi”, sayı:141(Ekim/2001),
3-“ABD ekonomisi çöküyor”, sayı:158(Mart/2003),
4-“Avrasya Hareketi’nde büyük atılım”, sayı:168(Ocak/2004),
5-“Avrasya Seçeneği ve çok kutuplu dünyaya doğru”, sayı:171(Nisan/2004),
6-“Avrasya-ABD hesaplaşması”, sayı:216(Ocak/2008). Ayrıca, İşçi Partisi Genel Başkanı D. Perinçek’in daha 1994’te, Küreselleşme rüzgârının doludizgin estiği yıllarda(1995) yayımlanan “Çok kutuplu dünyaya doğru” makalesi ile ilk baskısı 1996 Ekim’inde yapılan Avrasya Seçeneği kitabı (kaynak Yayınları), bu büyük gelişmeye ilk işaret eden kaynakları oluşturmaktadırlar.
Arslan KILIÇ
Hakimiyet-i Milliye Gazetesi - Avrupa?nın ABD Egemenliğinden Çıkışı - Arslan KILIÇ