avcılar ve aslanlar

by_ajan

New member
AVCILAR VE ASLANLAR

Beyaz adam geri döndü
Gözleri
Parlıyor karanlıkta
Yel vurmuş korlar gibi
Kocaman elleriyle koparıyor
Enari'nin gerdanlığını
Ramie'nin oklarını
Chirimica'nın eteğini
Camo’nun hamakçığını
Ağlatıyor ürümeleri küçük kızı
Anası Camo’yu göğsüne bastırıyor
Ve “Bırakın bizi” diyor
Piaroa Şarkısı (Amozanya) **

İnsanlık tarihi boyunca fetihler, istilalar, bazı halkların başkaları tarafından egemenlik altına alınması, hiç eksik olmadı. Kapitalizmin ortaya çıkmasıyla egemenlik altına alınan halkların kaderi köklü bir değişikliğe uğradı. Bu bakımdan Batı emperyalizminin egemenliği altına giren toplumlar önceki egemenlik biçimlerinden farklı olarak, köklü bir kimlik erozyonuna maruz kaldılar. Bu kimliksizleşme-kişiliksizleşme tarihsizleşme, sömürgeciliği, emperyalizmi ve “dış” egemenliği “içsel” bir kategori haline getirdi. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin ekseri “dışsal” bir kategori olduğuna dair hakim anlayış da bu sorunun hak ettiği gibi tartışılmasını engelledi. Sömürgecilik “dışsal” bir olgu olarak ortadan kalktıktan sonra da, kayda değer bir değişikliğin olmaması bu durumla doğrudan ilgilidir. Nitekim, sömürgeciliğin klasik biçiminin tasfiye olmasına rağmen, her şey kaldığı yerden ve kimi zaman da hızını ve yoğunluğunu artırarak yoluna devam ediyor. “Biçimsel,” “dışsal” görüntülerdeki “değişime” rağmen, kimliksizleşme-kişiliksizleşme özellikle “modern medya” tarafından üretilip yayılan haberler, reklamlar, tüketim kalıplarının hızla “standartlaşmasıyla” vb. tarihte görülmemiş bir tarzda kültürel formları, kimlikleri, değerleri erozyona uğratıp, dejenere ediyor. Durum böyleyken, insanın özünü öğütüp onu ne idüğü belirsiz bir “yaratık” haline getiren bu süreç, bir de ilerleme, modernleşme, çağdaşlaşma, kalkınma, refahı yakalama, “küreselleşme” vb. olarak sunulmaya devam ediliyor. Ne olup bitiyorsa, evrensellik, bilimsellik, ilerlemecilik vb. adına meşrulaştırılıyor.
Oysa, Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemin başından bu yana, ister doğrudan egemenlik altına alınanlar, isterse de, ekonomik, mali-diplomatik, ideolojik-kültürel sömürgecilik tarafından kimlikleri tahrip edilmiş toplumlar için kayda değer bir değişiklik söz konusu değil. Ya da, plus ça change, plus c’est la même chose, ne kadar değişirse o kadar aynı kalıyor. Dolayısıyla, bir ulusun sömürgeciliğin “reel” biçimini defetmesi, sömürgecilikten kurtulmak anlamına gelmiyor. Zira, sömürgecilik artık Ingiliz genel valisinin, Fransız generalinin, bilmem hangi sömürgeci gücün adamlarının ülkeden kovulmasından ibaret değil. Aynı şekilde sömürgeciliğin yıkıcı sonuçlarına maruz kalmak için mutlaka doğrudan sömürge olmak da gerekmiyor. Her halde bu konuda Osmanlı Imparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nden daha çarpıcı bir örnek yoktur. Osmanlı Imparatorluğu, tarihi boyunca siyasal planda bağımsızlığını koruduğu halde, doğrudan sömürgeleşti-rilmiş toplumların akıbetine ortak olmaktan kurtulamadı. Özellikle Cumhuriyet’le birlikte otokolonizasyon (kendi kendini sömürgeleştirme) süreci büyük bir ivme kazandı. Zira, sömürgecilikten ve emperyalizmden kurtulmak, Batı’daki kimi kurumları ve “düşünce kalıplarını” ithal etmekten geçmiyordu. Tam tersine Batı’ya daha çok benzeme isteği, Batı’yı daha hızlı taklit etme isteği, daha hızlı, daha köklü kimliksizleşme, köksüzleşme, kişiliksizleşme, tarihsizleşme ve tabii sömürgeleşme anlamına gelebilirdi ve öyle de oldu. Batı’ya benzeme, Batı gibi olma, “kalkınma,” “modernleşme” vb. iki bakımdan mümkün değildir: Birincisi; Batı eğer öyleyse, siz öyle olmadığınız için öyledir. Demek ki, Batı’nın öyle olması ve öyle de kalması, sizin de “böyle” olmanız ve “böylece” kalmanızla mümkündür. (Bu ifadeden hiçbir değişim olmuyor sonucunu çıkarmak yanlıştır. Söylemek istenen ilişkinin özünü koruyarak devam ettiğidir.) Başka türlü söylenirse, “öyle” ile “böyle” arasında karşılıklı bir belirleme ve şartlandırma ilişkisi mevcuttur. Bu durum, kapitalist üretim tarzının bünyesinde mündemiç olan genel bir eğilim veya “yasa”nın işleyişi ve ortaya çıkardığı zorunlu sonuçlarla ilgilidir. Zira, kapitalizm bir sömürü metabolizmasıdır, artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur, süreç ilerledikçe daha çok “ölü emeğe” (sermaye-makine-alet) dayanarak varlığını sürdürebilir, her seferinde ölü emeğin payını artırmak gibi bir açmazla malûldür. Bunun doğal sonucu olarak da, kapitalizm kutuplaştırıcıdır. Bir tarafta zenginlik biriktirirken, karşı kutupta yoksulluk biriktirmek zorundadır. Dolayısıyla, kapitalist gelişmenin her bir üst aşaması demek, daha büyük kutuplaşma demektir. Başka bir ifade ile, daha büyük yoksulluk ve daha büyük zenginlik demektir. Elbette sorun sadece bir tarafın daha çok zenginleşmesi, diğer tarafın da daha çok yoksullaşmasından ibaret de değildir. Bir tarafın yoksullaşması, aynı zamanda manevi yozlaşma, kültürel çürüme, kimliksizleşme vb. anlamına da geliyor. Bu veçhe, sorunun insanî boyutunu oluşturur. Kapitalist sınıfın zenginleşmesi sadece bir yoksul çoğunluk üretmekle de kalmaz. Zenginleşmenin karşı kutbundaki öteki ayak, doğanın tahribidir. Eğer, “zenginleşme” denilen toplumsal ve doğal alanlardaki aşınma ve tahribatın sonucuysa, gerçekten global bir zenginlik ve refah artışından söz edilebilir mi?
Durum böyleyken ve yıkıcı ekonomik-toplumsal-ekolojik sonuçlara rağmen nasıl oluyor da geçerli paradigma tartışma gündemine gelmiyor veya hak ettiği biçimde tartışılmıyor? Ya da bu kadar zamandır varlığını ve etkinliğini koruyor? Işte, bu yazının cevaplaması gereken temel soru... Eğer sömürülen, hakimiyet altında bulunan; sömürenin, egemen olanın üretip-yaydığı kavramları, düşünsel-entelektüel araçları veri alma talihsizliğinden kurtulamaz; üstelik onları içselleştirirse, söz konusu kavramların kimin için ne anlama geldiğini bilince çıkaramazsa, geçerli paradigmaya karşı durması da, süreci tersine çevirmesi de mümkün değildir.
Kapitalist egemenliği önceki tarihsel dönemlerdeki egemenlik biçimlerinden ayıran temel fark, egemen olduğu toplumların kimliklerini tahrip edip, köksüzleştirmesi, söz konusu toplumları kendilerine, özgeçmişlerine yabancı-laştırması, velhasıl tarihsizleştirmesidir. Ideolojik-kültürel planda köklerinden koparılmış toplum demek, o toplumun fiziken olmasa da kültürel planda yok edilmesi, kırıma uğratılması demektir. Bugün Üçüncü Dünya’da yaşayan halklar böylesi bir saldırıdan geri kalanı bünyelerinde taşımaktadırlar. Elbette sömürgeciler ve emperyalistler Avrupa-dışı halkları sadece kültürel kırıma uğratmadılar, kimliklerini tahrip etmekle, “tarihsizleştirmekle” kalmadılar. Soykırım bir çok yerde istisna değil kuraldı. Nitekim, Kristof Kolomb’un Amerikan adalarına çıkışını izleyen yüzyıldan az bir zamanda, şanlı Aztek ve Maya uygarlığını yaratan Meksika halkının nüfusu 25 milyondan 1,5 milyona düşerek %90 oranında azaldı. Aynı şekilde Inka uygarlığının merkezi olan Peru’da da nüfus %95 azaldı.1 “Keşiflerle” başlayan dönemden sonra ‘uygar beyaz adama’ karşı sayısız isyanlar, başkaldırılar, savaşlar olduğu halde, beyaz adamın yazdığı, yazdırdığı tarih kitaplarında, zulme başkaldıranların çığlığı ve mücadelesi hemen hiç yer almadı. Elbette ünlü Afrika atasözünde olduğu gibi, “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir.”
Sömürgeci Avrupalılar keşif adını verdikleri; ama aslında “fetih” olan talihsiz maceraya, dünyanın haritasını da yaparak başladılar. Ve haritadaki her yere bir isim koydular. Koydukları isimler kendilerinin kolayca telaffuz edebilecekleri isimlerdi. “Tayfalar, Kolomb’u kayıkla sahile çıkardılar. Karaya ayak bastı . Diz çöküp dua etti. Kolomb adaya San Salvador adını koydu. Ve o artık Ferdinand ve Isabella’ya aittir dedi. San Salvador halkıyla konuşmayı denedi. Ama onu anlamadılar.”2 Bir toplumsal olayın içeriği ve ‘anlamı,’ olayı kimin anlattığına göre değişiyor... Kristof Kolomb adında bir adam bir adayı “keşfediyor,” keşfettiği yere ve orada yaşayan halka bir de ad koyuyor. Elbette hepsi bu kadar değil. Oraya Avrupa kültürünü, teknolojisini, siyasal kurumlarını da taşıyor. Bütün bunları da “uygarlık yoksunu” vahşileri uygarlaştırmak için yapı-yor. Oysa,”yeni dünyadaki” yerli halklar, yaşadıkları toprakların keşfedilmeye ihtiyacı olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Aynı şekilde Avrupalılar tarafından isim takılmasına da ihtiyaçları yoktu Zira, her birinin daha önceden verilmiş isimleri vardı. Yazık ki, bir toplumun geçmişine egemen olan, kısmen onun bugününe de egemen olabiliyor. Bu yüzden tarihsel bellek önemli bir mücadele alanıdır. Zira, bir insan toplumu yeni şeyler kazanmak için önce kaybettiğini geri almak durumundadır. Ikinci Dünya Savaşı sonrası dönemde doğrudan sömürgeciliğin ‘tasfiyesinin’ gerçekten bağımsızlığın ve özgürlüğün yolunu açabilmesinin koşulu; zihinlerin de özgürleştirilmesine, zihinlerin de istiladan arındırılmasına, bilincin kültür emperyalizmi karşısında zafer kazanmasına bağlıydı. Oysa, sömürgecilik sonrası ortaya çıkan “yeni devletler” sömürgeciliğe ait ne varsa “miras almak” gibi bir talihsizlikten kurtulamadılar. Sömürgeciliğin anlamı, önemi ve sonuçları bilince çıkarılmadığı, radikal bir eleştiriyle aşılmadığı sürece, yöneticinin tâbiyatinin değişmesinin bir kıymet-i harbiyesi olamazdı. Bu temel sorun hak ettiği biçimde gündeme gelmeyince, sorun Batı’yı daha hızlı taklit etmeye indirgendi. Bu sonu olmayan bir yola girmekti. “Batıya rağmen batılılaşmak” mümkün değildi. Aslında Batı’ya rağmen batılılaşmak demek, “Batı gibi olmayı engelleyenin ne olduğunu bilmemekle ilgiliydi. Ve söz konusu slogan, kitleyi oyalayarak, geçerli eşitsiz ilişkilerden yarar sağlayan Batıcı yerli elitlerin bir manipülasyonuydu.
Avrupa-merkezci ideolojinin yerleşmesi ve zihinsel-entelektüel alanı istila etmesi sadece bilinenin “keşfedilmesi,” sömürgeleştirme, Batı kurumlarını dayatma, köleleştirme, soykırım vb. ile sınırlı değildi. Çok önemli bir başka “keşif” de “kıtlığın” keşfiydi. Kıtlığın keşfi de yoksulluğun keşfedilmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden ‘kıtlık’ belki de doğmakta olan burjuva uygarlığının en büyük buluşuydu. ‘Kaynaklar kıttı; ama insan ihtiyaçları sınırsız ve sonsuzdu...”Eğer kaynaklar kıt, ihtiyaçlar da sonsuzsa, kıt kaynaklara sahip olmak isteyen insanlar arasında sürekli bir savaş hali geçerli olacaktı. Başka bir deyişle, “insan insanın kurduydu”. Kıtlık retoriği burjuva iktisat teorisinin başlıca dayanak noktasını oluşturdu. Üniversitelerde okutulan iktisada giriş kitapları “ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kıttır”la başlar; ve bu kitapları yazanlar, bunları “bilimsel eser” sayıp okuyanlar-okutanlar, bu saçmalığı bilimsel bir şeymiş gibi öğrenen öğrenciler hiçbir zaman “acaba gerçekten öyle mi?” sorusunu sormayı akıl etmezler. Iki nedenden dolayı bunu yapmazlar, yapmak istemezler veya yapamazlar: Birincisi; bu tür soruları soranlar geçerli paradigmayı sorgulamaya başlamış oldukları için, ‘bilimsel alanın dışına çıktıkları,’ ve ‘işe ideoloji karıştırdıkları’ ileri sürülerek dışlanırlar; Ikincisi, üniversitelerde ders veren hocalar okudukları ve okuttukları her şeyin “evrensel bilim” olduğuna dair sarsılmaz bir inanca sahiptirler. Zaten, evrensel geçerliliği olabilecek bir iktisat biliminin mümkün olmadığını düşünecek yüksekliğe çıkmaları da pek kolay değildir. Bunun bir nedeni de Üçüncü Dünya’daki akademik çevrelerin ve iktisatçıların, sosyal bilimin üreticisi değil, “tüketicisi” olmalarıdır. Bizim gibi ülkelerin iktisatçıları, akademisyenleri, diplomalıları densin, her zaman aşağı yukarı şöyle düşünürler: “Adam öyle söylüyorsa demek ki, bir bildiği var...” Ve Sömürge ülkelerdeki bilim adamlarının ve “aydınlarının” içselleştirdiği, Batılı düşünürler ve bilim adamları karşısındaki aşağılık duygusu, onların geçerli paradigmaları sorgulamalarını ve perspektifi değiştirmelerini engeller. Gündemleri oldum olası “Batılı akıllı adamlar” tarafından belirlenir.
Burjuva ideolojisinin ve burjuva iktisadi düşüncesinin başlıca kurucu babaları olan Francis Bacon, Thomas Hobbes, John Lokce, Adam Smith, vb. yeni bir ahlâk anlayışının da kurucusu olmuşlardır. Zira, kapitalizm öncesi uygarlıklarda geçerli ahlâk anlayışında sınırsız arzu ve şımarıklık asla bir erdem sayılmamıştır. Kapitalizm öncesinin bütün büyük dinleri ve kültürleri: Amerikan yerlileri, Budizm, Hıristiyanlık, Konfüçyanizm, KâdimYunan, Hinduizm, Islamiyet, Musevilik, Taoizm, vb. israfı ve şımarık tüketimi, sefahatı mahkum etmiştir. 3 Eğer insan arzularının sonsuzluğu tezi esas alınırsa, o zaman ‘kıtlığın” keşfi zorunluluk haline gelir. Francis Bacon, insanlığın teknik ilerlemesi sayesinde her şeye egemen olacağını ve doğanın da ilerlemenin önünde bir engel oluşturmaktan çıkacağını ileri sürmüştü. Thomas Hobbes, iktidarın bir ‘mukayese’ öğesi olduğunu şöyle ifade etmişti: “Bundan ötürü”, diyor, Hobbes, “iki kişi aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi arzu ederse, birbirle-rine düşman olurlar; ve esas olarak varlığını korumak ve bazen de zevk almak olan amaçları uğruna, birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya çalışırlar. Bu nedenledir ki, bir istilacının herhangi bir başka tek kişinin gücünden korkmadığı bir durumda; eğer ekilir, biçilir, yapı kurulur ve kendisine iyi bir yer edinilirse, başkalarının onu yalnızca emeğinin ürününden değil, canından veya özgürlüğünden de yoksun kılmak için güçlerini birleştirip gelmeleri beklenebilir. Ancak yeni istilacı da bir başka istilacının tehdidi altındadır.”4 Hobbes, eserinin bir yerinde de şunları yazıyor: “Mal-mülk, şeref, buyurma veya başka bir kudret konusunda rekabet, yarışmaya, düşmanlığa ve savaşa götürür: Çünkü bir rakibin arzusuna ulaşma yolu, diğerini öldürmek, tâbi kılmak, yerinden etmek veya kovmaktır.”5
Thomas Hobbes’dan yapılan yukarıdaki iki alıntı “kıtlık” düşüncesinin nasıl uydurulduğunu gösteriyor. Eğer siz bir şeye sahip olmak istiyorsanız, bunun yolu o şeye başkasının sahip olmasını engellemekten geçer... Kıtlık düşüncesinin yaratıcılarından John Locke, bir başka gerekçeyi ön plana çıkarıyordu. Locke’a göre toprak ve doğa herkese ihtiyacı olanı verecek durumda değildir. O halde kıtlığı sorun olmaktan çıkarmak için daha çok üretmemiz gerekir. Eğer öyleyse, ekonomik büyüme ve yayılma kıtlık tehdidinin üstesinden gelmenin yoludur. O zaman insanlığın önünde bir tek seçenek kalıyor: Kıtlıktan kurtulmak için ileriye doğru kaçmak. Bu yaklaşımda doğa başlıca düşman mertebesine yükseltiliyor. Bir bakıma, Batı aydınlanmacılığını ve ilerleme efsanesini, kıtlıktan kaçış olarak da anlamak mümkündür. Böylesi bir zihinsel kurgu geçerliyken, yayılma ve sömürgecilik de kıtlık düşüncesine dayandırılarak ‘meşrulaştırılabilirdi.’ Locke, “Orada (Amerika’da) geniş ve bereketli bir ülkenin kralı, Ingiltere’deki bir gündelikçi işçiden daha kötü evde oturur ve daha kötü giyinir” diye yazmıştı.6 Aynı doğrultuda 19. yüzyılın en hararetli emperyalisti Cecil Rhodes da, Ingiltere’de sınıf savaşını engellemek için emperyalizmin gerekli olduğunu söylemişti. “Eğer yapabilseydim gezegenleri ilhak etmek isterdim.”7 Burjuva iktisadının babası sayılan Adam Smith’de Batı düşüncesinde Avrupa dışı dünyanın nasıl görüldüğünü açıkça ortaya koymuştu. Batılılar daha 18. yüzyılda bile Avrupa dışı toplumları, kıtlığın, açlığın ve sefaletin kol gezdiği ülkeler olarak görüyorlardı. Kolomb, bugün Haiti olarak bilinen toprağa ayak bastığında “güzel evlerde oturup, iyi beslenen mutlu insanlar, güzel dağlar ve yeşil vadiler”den söz etmişti. Bugün durum farklı. Haiti artık Amerikanın en yoksul ülkesi... Smith, Milletlerin Zenginliği adlı ünlü eserinde şunları yazmıştı: “Böyle olmakla birlikte, bir Avrupa hükümdarı ile, çalışkan tutumlu bir köylünün eşyası arasında, bu köylününkilerle, onbin baldırıçıplak vahşinin hayatı ve hürriyeti üzerinde dediği dedik nice Afrika krallarının eşyası arasındaki fark, her zaman mevcut olması gerekir.”8 Beyaz adam Avrupa dışı toplumların insanlarının tembel, yaramaz, melankolik, korkak, alçak, namert, yalancı, direnme gücünden yoksun vb. olduğuna karar veriyor. Elbette bu kadar meziyet ve yetenek zafiyetine sahip Avrupa-dışı toplumların uygarlaştırılması, modernleştirilmesi, kalkındırılması, “adam edilmesi” sorunu Avrupalı’nın boynunun borcu olabilirdi... Mission civilisatrice... “Sömürgeci, yerliyi en uygun terimlerle ifade etmek istediği zaman, sürekli hayvanlarla ilgili sözcüklere başvurur”9. Yüzyılın en ünlü filozoflarından J. P. Sartre, “... çünkü bizde ırkçı bir hümanizmden daha tutarlı bir şey yoktur. Avrupa, insan olmayı ancak köle ve canavar yaratarak başarabilmiştir”10 diye yazmıştı.
Avrupa’nın Üstünlüğü, Özgünlüğü Söylemi
Avrupa-merkezci ideolojinin oluşmasında ve yayılmasında Avrupa’nın ‘özgünlüğü’ ve ‘üstünlüğü’ teması önemli bir yer tuttu. Bir kere “Batı uygarlığının” başka uygarlıklardan etkilenmediği, iktibas yapmadığı düşüncesi yayıldı. Bu amaçla tarihsel süreklilik inkar edildi; ve ırkçı-merkezci bir ideolojik söylem üretildi. Bununla eşzamanlı olarak da, üstünlük-alçaklık ilişkisinin iki ayağının oluşturulması gerekiyordu. Avrupa üstündü; zira ateşli silahlara, topa-tüfeğe, modern makinelere ve ‘uygar’ kurumlara sahipti. Avrupa dışı toplumlar geriydi; zira onun sahip olduklarından “yoksundu.” Bunlardan birincisini kanıtlamakta fazla zorlanmadılar. Ikincisinin oluşturulmasında da oryantalizm imdada yetişti. Oryantalizm: Sömürgeciliğin keşif kolu başlığını taşıyan kitabın yazarı Filistin asıllı ünlü bilim adamı Edward Said: “... Avrupa sadece şekil olarak ele aldığı alçaltılmış bir Doğu kavramı ile kendi kültürünü belirlemiş ve güçlendirmiştir”11 derken, tam da bunu ifade ediyor. Avrupa uygarlığının özgünlüğünün kanıtlanması için kâdim Asya ve Afrika uygarlıklarıyla secere zincirinin koparılması gerekiyordu. Bu amaçla, kâdim Grek uygarlığının kâdim Mısır uygarlığından etkilenmediğini “kanıtlamaya” giriştiler. Oysa, Yunan uygarlığındaki Mısır ve Fenike etkisini inkar etmek, tarihi tahrif etmekti. Dolayısıyla kâdim Yunan Uygarlığını, Anadolu, Doğu Akdeniz, Mısır, Sudan vb. uygarlıklarından soyutlamak ve iktibasları ve sürekliliği inkar etmek için kendinden menkul bir Arî ırk uydurmaya zorlandılar. Sömürgecilik etkinliğini artırdıkça, Avrupalı beyaz adamın Avrupa dışı uygarlıklara karşı saygısızlığı ve küçümsemesi de belirgin bir hal aldı. Hıristiyanlığın da kâdim Yunan uygarlığının da “Avrupalı” olduğu, uygarlığın ve felsefenin beşiği olduğu biçiminde bir tarih versiyonu geliştirildi. Avrupalı ırkların fıtri özellikleri zihinsel-entelektüel yetenekleri bakımından dünyanın başka yerlerindeki topluluklardan farklı oldukları, üstün oldukları bir kere “bilimsel” olarak kanıtlanınca, artık “ileri,” “üstün,” “yetenekli” Avrupa Arî ırkının, Avrupa dışı toplumları birer özne olarak, kendi başlarına varolmaları gereken zatiyetler olarak görmesi gerekmiyordu. Avrupa dışı dünyanın insanlarının “ne ve nasıl olmaları” gerektiğine de, “olup olmamaları” gerektiğine de uygar, üstün, yetenekli Avrupalı karar verecekti. Öte yandan bu “saf,” “temiz,” “uygarlık” timsali Avrupa ırkının bu özelliklerini koruyabilmesi de “aşağı ırklarla” temasının önlenmesini ve aşağı ırkların Arî ırkı dejenere etmesinin önünün kesilmesini gerektiriyordu. Yunan Uygarlığının Samilerle karışmadığını “kanıtlamaya” girişmelerinin nedeni budur. Ancak saf ırklar uygarlık yaratıcısı olabilirdi; ve bu özelliklere sahip yegane ırk da Avrupalı beyaz adamın şahsında cisimleşen Arî ırktı. Aynı şekilde Grekçe’nin Doğu Akdeniz, Mısır, Finike vb. ile olan secere zincirini koparmak için de Hint-Avrupa dil grubu keşfedildi. Gerçekten Avrupalı’ların “keşifler” alanındaki yeteneklerini teslim etmemek olmaz... O zaman da Hint-Avrupa dilini konuşanların bir ırk olarak kabul edilmesi gerekiyordu. Neyin gerçek, neyin bilim, neyin güzel, neyin çirkin vb. olduğuna karar veren Avrupalı, konuşulan dille ırk arasında bir özdeşlik de kurabilirdi elbette... Hint-Avrupa dilini konuşanlar Arî ırkı oluşturuyorlardı, bu ırkın kökleri de Orta Asya’ya dayanıyordu. Hindistan’da konuşulan Sanskritçe ile Batı dilleri arasındaki benzerlikler işi kolaylaştırmıştı.
Insanlık tarihi bir kere tahrif edilip, pre-kapitalist dönemin büyük uygarlıklarıyla ‘Avrupa uygarlığı’ arasındaki süreklilik bağı inkar edilince, Avrupa-merkezli bir tarih anlayışını dayatmak kolaylaşmıştı. Buna göre insanlık uygarlık olarak ne üretmişse hepsi Avrupa’dan kaynaklanıyordu. Bugün ortalama bir Üçüncü Dünya insanı matbaanın bir Batı icadı olduğunu düşünür; ve matbaayı iktibas etmekte geç kalınmış olmasından da hayıflanır. Matbaa ile ilerleme, kalkınma ve “aydınlanma” arasında doğru yönde bir ilişki olduğuna inanır... Matbaanın Avru-pa-merkezli ideolojiyi oluşturan “modern efsaneleri,” “modern hurafeleri” yayan, bu niteliğinden ötürü de sömürgeciliğin ve emperyalizmin bir egemenlik aracı olarak kullanıldığını, kullanılabileceğini akıl etmez. Nitekim, yakın zamana kadar okullarda matbaanın bir Avrupa icadı olduğu öğretiliyordu. Oysa, hareket edebilen harflerden oluşan, ağaçtan ve metalden yapılmış matbaa daha 14. yüzyılın başında Çin’de ve Kore’de mevcuttu. Kore’de 1397’de hareketli harflerle işleyen, metalden bir matbaada basılmış bir eserin varlığı biliniyor.12 Yeni tarih versiyonuna göre, insanlık iki evrim çizgisi izlemişti: Bunlardan birincisi Avrupa’nın izlediği ve sonuçta kapitalizmi yaratan evrim çizgisiydi. Diğeri de doğası gereği ilerlemeye, “değişime,” “evrime” yatkın olmayan Batı-dışı toplumların izlediği evrim çizgisiydi. Bir de bütün toplumların zorunlu olarak “beş aşamadan” geçtiği, geçeceğine dair bir safsata uyduruldu. Beş aşama “tezinin” yaygınlaştırılmasında sol “düşünce” ırkçı sağı bile geride bıraktı. Hakim Batı düşüncesi böyle bir ideolojik manipülasyonla iki şeyi birden “kanıtlamayı” umuyordu: Sonuçta burjuva uygarlığını üretmiş olan Batı’nın geçmişinde, feodalizm, köleci üretim tarzı ve ilkel komün vardı. Ve ancak bu Greko-Romen geleneğidir ki, kapitalizme evrilmeye uygundu. Sol bu tezi aynen alıp sonuncu aşamaya sosyalizmi ekledi. Böylece bütün toplumların beş aşamadan geçtiği, geçmeye mahkum olduğu tezi sarsılmaz bir hakikat olarak ilan edildi. Elbette insanlığın kurtuluşu özgürlüğün, eşitliğin, dayanışmanın, kardeşliğin egemen olmasına bağlı ve bu da ancak sosyalist bir toplumda gerçekleşebilir. Zira burjuva ideolojisi insanı bir “üretim faktörü” mertebesine indirgiyor. Fakat, Sovyet resmi ideolojisinin “beş aşamaya” bu kadar vurgu yapması Sovyetler Birliği’nde geçerli olanın “sosyalist” olduğunu kanıtlama kaygısındandı. Oysa, insanlık tarihinde bir üretim tarzı olarak kölelik ekseri bir istisna idi. Aynı şekilde Avrupa türü ‘feodalizmle,’ pre-kapitalist dönemin büyük uygarlıklarında geçerli üretim tarzlarının bire bir örtüşmesi diye bir şey söz konusu değildi.
Elbette Avrupa-merkezciliğe karşı çıkarken, her zaman bir ‘tersinden merkezcilik’ üretme tehlikesi mevcuttur. Avrupa-merkezcliğe bir ‘Afrika-merkezcilik,’ ‘Asya-merkezcilik’ vb. ile karşılık vermek, olumsuzluğu başka kavramlarla yeniden üretmek olur. Bugün Coca Cola istilası ve Batı kökenli ideolojik-kültürel zehirlenmeye karşı çıkarken, gerçekten evrensel olanı gözden uzak tutma ris-kine karşı da duyarlı olmak gerekir. Bir kere her uygarlık mutlaka kendinden öncekilerin devamıdır; Ikincisi, hiçbir uygarlık külliyen olumsuz olmadığı gibi, hiçbiri de “sütten çıkmış ak kaşık” sayılmamalıdır. Burjuva uygarlığı teknolojik planda gerçekleştirdiği atılımlar, eşitlik, özgürlük, demokrasi düşüncesini insanlığın gündemine getirmesi, metafiziğin aşılması vb. itibariyle elbette uygarlığın önemli bir durağıdır. Fakat, üretimin kâr amacına dönük oluşu, teknolojinin ve teknolojik ilerlemenin kâr etmenin aracına indirgenmesi, kapitalist üretimin kutuplaştırıcı karakteri, insana ve doğaya saygısızlığı, insanı başlı başına bir zatiyet ve özne olmak yerine, “makine, alet, toprak” vb. gibi bir üretim faktörü sayması, sadece retorikle realite arasında ciddi bir uyumsuzluk ortaya çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda insanlığın ve uygarlığın geleceğini de tehli-keye atıyor.

Avrupa-Merkezciliğin Derin Çekirdeği veya “Sömür-geciliğin Içselleşmesi.”
L.V. Thomas, Ölümün Antropolojisi (Antropologie de la mort) adını taşıyan eserinde: “Bir halkı kimliğinden mahrum etmekten daha korkunç bir ölüm olup olmadığı sorusunu sorma hakkımız olmalı”13 derken, herhalde bir insan topluluğu için kimliğin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmek istiyordu. Şüphesiz Avrupa-merkezli burjuva düşüncesi kapitalizmin gelişmesinde fetihlerin, Amerika kıtasının yağmalanmasının, Afrika’nın köleleştirilmesinin, Asya’nın sömürüsünün önemini bilinçli olarak dikkate almaktan kaçınmış, değilse önemini küçümseme yolunu seçmiştir. Oysa, Avrupa dışı dünyanın yağması, talanı, sömürüsü kapitalist sermaye birikiminin başat unsurlarından başlıcasıydı. Bu yüzden, Batı’nın sana-yileşmesinin finansmanında Latin Amerika’nın zenginliğinin Avrupa’ya taşınması, Fetihler sonrasında sömürge ve köle emeği, kanı ve gözyaşı önemli bir yer tutuyordu. Ihtiyatlı bir tahmine göre Latin Amerika’nın talanı sonucunda 1492-1800 arasında Avrupa’ya taşınan servetin değeri 1914 öncesi altın/dolar kuruna göre 6 milyar dolara ulaşıyordu ki, bu rakam 1800 yılında Avrupa’da sanayiye yatırılan toplam sermayeye eşitti.14
Marksist sol sorunun bu veçhesini önemsedi; ve Batı’nın zenginliğiyle Asya, Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’nun yoksullaşması ve “azgelişmişliği” arasındaki nedensellik ilişkisini ortaya koymakta başarılı oldu. Fakat sömürgeciliğin ve emperyalizmin ideolojik-kültürel planda yaptığı tahribatı dikkate almadı. Bu durum ne bir rastlantı ne de ihmalin sonucuydu. Marksist sol da ilerleme, modernleşme vb. konusunda Avrupa-merkezli hakim paradigmayı paylaşıyordu. “Batılı radikaller ekonomik emperyalizmi kınarlarken, dünyanın Batılılaşmasını başka bir biçimde sürdürüyorlardı. Üçüncü Dünya’daki rakipleriyse, cansiperane bir çabayla kalkınma savaşına katılarak bu süreci derinleştiriyorlardı.”15 Oysa bir toplumun kimliğinin inkar veya tahrip edilmesiyle, onun ‘diyalektik aşılması’ arasında önemli bir fark vardır. Zira, kimliksizleşmiş bir insan toplumu kendi gerçekliğini “kendi gözüyle” görme yeteneğini kaybeder. Bir zatiyet, bir özne olmaktan çıkar. Bu koşullarda ‘başkasının,’ ‘dışarının’ bakışını içselleştirmek kaçınılmaz hale gelir. Bu yüzden ekonomik yıkımdan daha önemli olan kültürel kimliğin tahribi veya kaybedilmesidir. Kaldı ki, ekonomik veçheyi diğerlerinden ayrı, “özerk” bir veçhe olarak ele almak anlamlı değildir. Hakim Batı ideolojisi bir topluluğun veya ulusun ilerlemesinin, modernleşmesinin, kalkınmasının önkoşulu olarak, o toplumun kendi geçmişinden, kendi kültüründen uzaklaşıp, kendi tarihine yabancılaşmasını öngörür. Eğer sömürgecilik ve emperya-lizm böyle bir tahribatı gerçekleştiriyorsa ilerici bir mis-yon yükleniyor demektir. Yegane amacı yağma, talan ve sömürü olan bir ‘dış etkinin’ ilerici bir misyonun taşıyıcısı sayılması ancak ilerlemecilik konusundaki fanatik Avrupa-merkezli saplantının sonucu olabilir. Sömürgecinin vesayet altında tuttuğu toplumlara ‘ilerici’ kültür taşıması, kültür boşluğunu kendi kültürüyle doldurması Avrupa-merkezci dünya görüşünün bir yuvarlamasıdır. Bu konuda Serge Latouche, haklı olarak şunları yazıyor: “Bu yerini doldurma bir kültürleşme değildir; çünkü Batı efsanesinin benimsenmesi ve Batı değerlerinin kanlı saldırganlığıyla bütünleşme söz konusu değildir. Daha yalın bir anlatımla, artık kendisini görecek gözü, kendisini dile getirecek sözü, iş görecek kolu kalmamış yaralı toplum, Ötekinin bakışını benimser, Ötekinin sözüyle konuşur, Ötekinin kollarıyla iş görür. Dünyasının büyüsü iyiden iyiye yok olmuştur. Büyünün yok olması ifadesi, burada kelimesi kelimesine alınmalıdır. Tanrıları öldükten, efsaneleri masal olduktan , çabaları yetersiz ve yararsız kaldıktan sonra geriye kendisine ne kalmaktadır? Batılı olmayan toplum, artık Batı’nın ilan ettiği gibi kendisini anlamsız bir çıplaklıkta keşfedebilir; sefil bir durumdadır.”16
Bir toplum için kendi kafasıyla düşünemez-tasarlayamaz, kendi gözüyle göremez, kendi koluyla tutamaz olmaktan daha büyük bir felaket olamaz. Zira, bu duruma getirilmiş bir toplum her düzeyde ve her aşamada “dışarıya, dışarının iradesine tâbi” olmaktan kurtulamaz. “Uluslararası düzlemde azgelişmiş olarak değerlendirilen ve her geçen gün daha da gerileyen Üçüncü Dünya toplumunun, eylemini bir kalkınma stratejisi çerçevesine yerleştirmekten başka bir çaresi yoktur. Kendi kendine sömürgeleşmenin zorunlu sonucu olarak, kalkınma, sömürgeleşmenin devamı ve uzantısıdır. Anlam yitimi şokunda edilgen olarak yıkılanı, şimdi etkin bir biçimde yıkmak söz konusudur. Burada kültüre yabancı uzman, yazgıyı en iyi yerine getiren kişidir.”17 Sömürgecilik ve emperyalizm ikisi de sömürge ve yarı-sömürge (daha sonra yeni-sömürge, şimdilerde yeniden kompradorlaşma) Üçüncü Dünya ülkeleri tarafından içselleştirilen iki imaj yarattı: Bunlar; “Batı” ve “Doğu” idi (şimdilerde ‘Güney’ deniyor). “Sömürgecinin mutlak efendi olabilmesi için fiili yaşamda öyle olması yeterli değildir, bunun meşruluğuna da inanması gerekir. Bu meşruluğun tam olabilmesi için, sömürgeleştirilen insanın bir köle olması yeterli değildir, bu rolü kabullenmesi de gerekir. Bu yüzden sömürgeciyle sömürgeleştirilen insan arasındaki bağ hem yıkıcı hem de yapıcıdır. Sömürgeciliğin iki tarafını önce yok eder, sonra da onları sömürgeci ve sömürgeleştirilen insan olarak yeniden yaratır.”18 Sonuç olarak, belirli bir eşikten sonra dışarının bakışı “içselleştiriliyor.” “Sömürgeci tarafından maksatlı olarak yaratılıp yayılan bu mitik ve aşağılayıcı portre, sonunda belli bir dereceye kadar sömürgeleştirilen insan tarafından da kabullenilip yaşanmaya başlar. Böylelikle, belirli bir gerçeklik payı kazanarak sömürgeleştirilen insanın gerçek portresine katkıda bulunur.”19. Bir Doğulu ‘imajının’da Batılı ‘imajının’ da oluşturulmasında oryantalizmin önemli bir yer tuttuğunda şüphe yoktur. Bu konuda Edward Said “...Paylaştıkları sadece toprak, menfaat veya egemenlik değildi... Benim oryantalizm adını verdiğim entelektüel iktidarı paylaşıyorlardı. Bu iktidar bir anlamda kütüphanelere, arşivlere ve birlikte edinilmiş belgelere dayanıyordu. Bütün bu arşivleri bir araya getiren ortak düşünceler vardı. Bu düşünceler çeşitli yollarla etkilerini gösteren değerlerden kaynaklanıyordu. Genel olarak Doğuluların hareket şekillerini inceleme iddiası taşıyan bu fikirler onlara bir mantık düzeni yakıştırıyor, ırkî ve ırsî özelliklerini araştırıyor ve onları belirli bir atmosfer içinde görüyordu. Dahası var... Bu fikirler Avrupalılara Doğuluları istedikleri gibi görme olanağı bağışlıyor, onları belirli kalıpların ardından seyretmelerine yarıyordu.”20 Said, aynı yerde şunu da ekliyor: “Büyük Britanya Devleti’nde, 19. yüzyıl boyunca Hindistan’daki ve diğer yerlerdeki genel valileri elli beş yaş gibi çok erken bir tarihte emekliye ayırma geleneği ortaya çıktığında, oryantalizmin gidişatı çok ince bir noktaya ulaşmış bulunuyordu. Artık hiçbir Doğulu, bir Batılı yöneticinin ihtiyarladığını ve çöktüğünü göremeyecekti. Ve hiçbir Batılı Doğulu kullarına güçlü, akıllı ve zinde, genç bir Raj temsilcisinden başka türlü görünme hakkına sahip olamayacaktı.”

Cennete Yolculuktan Nuh’un Gemisine
Konkistatörlerin macerası ve ona eşlik eden kapitalist gelişmeyle birlikte, dünya ölçeğinde köklü bir kutuplaşma ortaya çıktı. 1492 sonrası süreçte insanlık Avrupa ve Avrupa dışı olmak üzere ikiye bölündü ve neredeyse Avrupa “tarihin öznesi” durumuna geldi. Robert Nisbet’in aşağıdaki sözleri bu durumu veciz bir biçimde özetliyor: “Büyük bir inançla tahmin ediyoruz ki, Avrasya’nın bir uzantısı olan ve Batı Avrupa dediğimiz dünyanın bu küçük parçasındaki olayları ve değişiklikleri (azımsanmayacak zorluklar ve zorlamalarla) içine kattığımız kronoloji, aynı zamanda insanlığın da kronolojisidir.”21 Artık insanlık alemi bir dizi kavram çiftiyle tanımlanır olmuştu: Hıristiyan/pagan, uygar/vahşi, ileri/geri, gelişmiş/az-gelişmiş, zengin/yoksul, yetişkin/çocuk, mümeyyiz/-mahcur, isim koyan/isim konulan, sınır koyan/sınır konulan, kayıran/kayrılan, koruyan/korunan, yetenekli/beceriksiz, başarılı/ başarısız... Elbette sorun, sadece taraflardan birinin diğerini nasıl tanımladığıyla ilgili değildi. Asıl felaket, tanımlananın da tanımlayanın ona izafe ettiği ‘imaja’ uyum sağlamasıyla ilgiliydi. Sömürgeciliğin içselleşmesi veya Avrupa-merkezciliğin derin çekirdeği dediğimiz bu süreç de, ekseri ileri sürüldüğü gibi, sadece “zorun,” “şiddetin,” “kaba kuvvetin” dayatılması sonucu oluşmadı. Söz konusu ilişkinin ikinci ayağını oluşturanlar, her aşamada ve her düzeyde kendi adlarına düşünen, karar veren, onun “iyiliğini isteyen”... biriyle karşı karşıyaydılar. Latouche’un ifade ettiği gibi düğüm noktasını “bağışlayan/bağışlanan” ilişkisi oluşturuyordu. Oysa, geleneksel yaklaşım daha çok şiddet, zor, ekonomik emperyalizm üzerinde odaklaşmıştı. “Asıl kültürel yapı bozukluğuna yol açan iktidarı ve saygınlığı, Batı vermekle kazanır. Toplumlar, şiddete ve yağmaya karşı kendilerini savunabilirler. Yıkılmadıkları sürece direnebilirler ve saldırganın kültürel kimliği lehine kendi kültürel kimliklerinden feragat etme eğiliminde değillerdir. Oysa, bağış karşısında her şey onları silahsız ve savunmasız kalmaya hazırlar. Insan hayatını kurtaran tıp, sefaleti hafifleten ekmek, insana öz kültüründe saygınlık kazandıran, bilinmedik büyülü ve baştan çıkarıcı nesne geri çevrilemez.”22
Bu yüzden ‘uygar beyaz adam’ yaklaşık son beş yüz yıla yayılan nüfuzunu ve egemenliğini sadece baskıya ve şiddete dayandırmadı. Her seferinde bir şeyler “vererek,” ‘bir gönül borcunun alacaklısı’ durumuna gelmeyi başardı. Ispanyol fetihçilerinin (konkistatörlerin) ‘yeni dünya’ya ayak basmalarıyla birlikte, vahşilere cennet vadedildi. Hıristiyan olup cennete gitmelerinin yolu açıldı. Her halde ruhların bedenden ayrılmadığını sezdikleri için olacak, vahşileri bir an önce cennete yollamak için bedenlerini toprağa atmak üzere soykırımlara giriştiler. Soykırımdan arta kalanlarla, soykırım yapmanın mümkün olmadığı durumlarda ve bölgelerdeyse (Asya, Orta Doğu, vb.) “uygarlaştırma,” “uygarlık aşılama” yolunu tuttular. Uygarlaştırma misyonu uzunca bir tarihsel dönemde geçerli oldu. Yaklaşık son yetmiş yıldır da (ama asıl Ikinci Dünya Savaşı sonrasında olmak üzere) kalkındırıyorlar... Ister ‘Cennete yolculuk’ ister ‘uygarlaştırma,’ isterse de ‘kalkındırma,’ şimdilerde de “küreselleşme,” retoriğinde olsun, kural vermekle ilgiliydi. Uygar Batı sömürgeciliğin, emperyalizmin, egemenlik altına almanın ve kimliksiz-leştirmenin altın kuralının “egemen olmak için vermek, almak için egemen olmak” olduğunu gayet iyi biliyordu. Vermenin öteki yüzü de kimliksizleşmek, kişiliksizleşmek, tarihsizleşmek, tarihin öznesi olmaktan uzaklaşmaktı. Son dönemde Hıristiyan misyonerin ve uygarlık aşılayıcının işlevini kalkınma uzmanı almıştı. Bu uzmanlardan birisinin sorunun Batılılar tarafından nasıl görülüp, algılandığını özetlemesi kaydedilmeye değer: “Azgelişmiş bir halkın ekonomik kalkınması, törelerini ve geleneksel alışkanlıklarını korumakla bağdaşmaz. Bunlardan kopuş ekonomik kalkınmanın önkoşulunu oluşturur. Tüm kurumların ve toplumsal, kültürel ve dinsel davranışların, dolayısıyla psikolojik tavrın, felsefenin ve yaşam biçiminin devrim geçirmesi gerekir. Demek ki, olması istenen şey, toplumsal örgütlenmenin bozulmasıdır. Her an hazır olanın ötesinde istekler geliştirmek amacıyla mutsuzluk ve hoşnutsuzluk yaratmak gerekir. Bu sürecin doğuracağı acı ve doyumsuzluğa karşı çıkılabilir. Bunlar ekonomik kalkınma için ödenmesi gereken ceremelerdir.”23 Elbette hekimin müdahalesi için muhatabının “hasta olduğuna” inandırılması, ikna edilmesi gerekiyordu. Artık o aşamadan sonra hekim “hastasına” her türlü zehiri “şifa” diye içirebilirdi.
Bunun için de, vahşi olduğuna, uygarlık yoksunu olduğuna, kalkınmamış olduğuna inandırılması, karşı tarafın (sömürgecinin) ona biçtiği elbiseyi giymeyi kabullenmesine bağlıdır. Insanlara “yardım edebilmeniz” için önce onları yardım edilebilir duruma getirmeniz gerekir. Kendi kendine yeten bir tarımsal topluluğu ‘kalkındırmanın’ yolu önce onu kendi kendine yetemez duruma getirmekten geçer. Önce açlık ‘siyah bir kral gibi’ yerleşmeli ki, arkasından Kızıl Haç, Kızılay, Birleşmiş Milletler Yardım ekipleri, “hayırsever vatandaşlar” vb. devreye girebilsin. Fakat Kızılhaç, Kızılay, BM yardımları vb. yalnız gelmez, yanlarında satmak istediklerini de taşırlar. Eğer bir insan topluluğu kâr etmenin, alıp-satmanın, artı-değer üretmenin dışında kalmışsa, geridir ve kalkınmayı hakeder. Bir kere bu yola girilince de bir başarısızlık söz konusu olursa (ki başarısızlık istisna değil kuraldır) bunun nedeni bizatihi paradigmanın sakatlığı değil, “pazar ekonomisinin” işleyişini bozan fuzuli müdahalelerdir... Elbette hiç kimse de çıkıp ‘pazar ekonomisi’ denilenin ne menem bir şey olduğunu “reel kapitalizm” geçerliyken işi pazarın ‘kendi kendini düzenleyiciliğine’ bırakmanın ne anlama geldiğini tartışmayı akıl etmez. Zira insanlar, kalkınma diye bir şeyin varolduğuna, arzulanır ve mümkün olduğuna, üstelik bunun evrensel bir süreç olduğuna, bilinen ve bilinebilir olduğuna artık, iman etmiş durumdadırlar. Kalkınmanın ölçüsü mü dediniz, GSMH her şeyi açıklar... Tarihsizleşmiş, kimliksizleşmiş, bilinç erozyonuna uğramış bir toplum veya o toplumun eliti kendi gündemini belirleme, kendi rotasını tayin etme, olup-biteni eleştirel gözle görme yeteneğinden mahrumdur.
Herhalde sözünü ettiğimiz bu süreçte en talihsiz ko-numda olanlar, Üçüncü Dünya’nın ekseri “aydın” denilen diplomalıları, Batı tipi eğitimle beyinleri dağlanmış mektepliler taifesidir. Avrupa-merkezci egemen ideolojiyi en çok içselleştiren bu kesim, bir bakıma sömürgeci-emperyalist Batı’nın Üçüncü Dünya’daki ‘organik aydınlarıdır.’ O kadar ki, kendi geçmişlerini, kendi toplumlarını mahkum etmekte, Batılı efendilerini bile fersah fersah geride bırakırlar. Buna ‘misyonerliğin içselleşmesi’ de diyebilirsiniz. Kendi kendini ‘aydın’ ilan eden bu taife, “ait olduğu” toplumu ne kadar çok suçlar, mahkum eder, aşağılarsa, o kadar “yetkin” aydın, yazar, sanatçı, bilim adamı vb. sayılır. “Kendi” halkının geri, gerici, uygarlık ve yenilik düşmanı olduğuna dair köklü bir inanca sahiptir. Bilinçli veya bilinçsiz (ki, bunun hiç önemi yoktur) kendini “ülkesinde” Batı’nın adamı olarak görür... Burada söz konusu olan aldatanın aldanmışlığıdır. Üçüncü Dünya’nın beyinsizleştirilmiş mektepli taifesi, bu saçmalığı da “evrensellik” gerekçesine dayandırarak savunur. Zira, “evrenselliği” de tartışmasız kabullenmiştir. Batı’yı, Batı’nın onun görmesini istediği gibi görmektedir; ve kendisine gerçekten yansıyanın ne menem bir şey olduğunu sorgulamaktan acizdir. Batı teknolojisine hayrandır. Batılı aydını taklit etmeyi marifet sayar ve taklit edenin akıbetinden kurtulamaz. Zira, taklit eden taklit ettiği gibi olamamak, kendisi gibi de kalamamak gibi bir açmazla malûldür. Üçüncü Dünya’nın ortalama mekteplisi zihinsel-entelektüel olarak kendini ‘Batılı’ olarak görür. Kendi toplumunda “ harcandığını” düşünerek hayıflanır. Ve hep “çekip gitmekten” söz eder. Ama çekip gitmek istediği yer ‘Batıdır’. Işin bir de sevimsiz yanı vardı: Batılı da onu hiçbir zaman “kendinden” saymadı. Sömürgenin mekteplisi Kiliseyle Cami arasında pek de sevimli olmayan bir yerde “yaşamak zorundadır”. Bunun da psikolojik bazı sorunlar yaratması kaçınılmazdır. Kendini inkar eden Üçüncü Dünya’nın diplomalısı, sanki evlat edinilmiş ve öz ailesini sorgulamaktan kaçınan bir çocuk gibidir. Batılıya benzemekle, Batı’yla özdeşleşmekle öğünür ama ‘kendi durumuyla’ Batı’ya kendisi kadar benzeyemeyen ‘geri’ çoğunluk arasındaki ilişkiyi kavramaktan acizdir. Elbette, Avrupa-merkezcilik dar bir mektepli taifesiyle sınırlı kalsaydı, tahribat da sınırlı olurdu. Belirli bir eşikten sonra Avrupa-merkezci yabancılaşma içselleşip, genelleşiyor ve hakim paradigma haline geliyor. Dolayısıyla Batılının “bakışı” ve “yargısı” toplum çoğunluğu tarafından da içselleştiriliyor. Insanlığın son beş yüzyıllık tarihi, sömürgeleşmenin sömürgeleştirmenin, her türlü emperya-lizmin tarihi oldu. Yazık ki, üçüncü bin yılın eşiğinde de sermaye uygarlığının dayattığı kapitalist kültür çok yönlü tahribatını sürdürmeye devam ediyor. Ve büyük insanlığa teklif edilen son ‘kurtuluş reçetesi’ de küreselleşmedir. Birer ticarethaneye dönüşen üniversiteler, devletlerin ve onların haber alma örgütlerinin uzantısı olan vakıflar, dernekler, bizim komprador aydınların pek hoşlandığı “Think-Tank” kuruluşları ve modern medya, küreselleşmeyi nihaî kurtuluş olarak sunuyor... Ama bedeli ödemek kaydıyla. O kadar ki, sanki kalkan Nuh’un Gemisidir... Geçerli paradigmayı aşmanın yolu, son beş yüzyıllık dönemde Avrupa tarafından dayatılan külliyen tahrif edilmiş tarih versiyonunu sorgulamak ve tarihi yeniden yazmakla mümkün. Işte gerçek bilim ve bilim adamı bu aşamada önem kazanıyor. Aksi halde Şeyh Bedrettin’in dediği gibi: “Bu kitaplar insanlığın eşitsiz-liğine ve sefaletine çare değilse neye yarar”...


Dipnotlar
* Özgür Üniversite Forumu, Sayı:2, Ocak-Şubat-Mart 1998.

** Meunier. J. Savarin A.M, (1970) Massacre en Amozonie, J’ai lu, Paris, s:65.
1 Beaud, M., 1990, Histoire du Capitalisme de 1500 à nos jours, Se-uil, Paris (Fikret Başkaya tarafından yapılan çevirisi yakında Dost Yayınevince yayımlanacak.)
2 Bigelow, B., 1992, “Two myths are not better than one”, Month ly Review, July-August.
3 Durning, A., 1992, How Much is Enough? The consumer society and the future of the earth, Earthscan Publications, Londra, s:144.
4 Hobbes, T., 1993, Leviathan, (Çev: Semih Lim),Yapı Kredi Yayın ları, Istanbul, s:93.

5 A.g.e., s:77.
6 Locke, J., 1960, Two Treaties of Government, Cambridge University Press.

7 Arendt, H., 1951, The Origin of Totalitarianism, London, Harcount Brace Jovanavich, s:124.

8 Smith, A., 1955, Milletlerin Zenginliği, (Çev: Haldun Derin), Maarif Matbaası, Ankara, s:15)
9 Fanon, F., 1994, Yeryüzünün Lanetlileri, (Çev: Şen Süer Kaya), Sosyalist Yayınlar, Istanbul, s:35.

10 A.g.e., s:22.

11 Said, E., 1995, Oryantalizm, (Çev: Nezih Uzel), Irfan Yayımcılık, Istanbul, s:15.
12 Bosche, M., 1996 “Invisible 'colonisation ' Japonaise”, Le Monde Diplomatique, Nov.,s:25.
13 Latouche, S., 1986, Faut-il Refuser le Développement?, Puf, Paris, s:163.
14 Koning, H., 1992, “Rewriting our history” Monthly, Review, July-August, s:24.

15 Latouche, S., 1993, Dünyanın Batılılaşması, (Çev: Temel Keşoğlu), Ayrıntı Yayınevi, Istanbul, s:71.
16 A.g.e., s: 78
17 A.g.e. s: 81.

18 Memmi, A. 1996, Sömürgeci ve Sömürgeleştirilen Insan, (Çev: Salih Ak), Öteki Yayınevi, s: 88-89.
19 A.g.e. s: 88.
20 Said, E. 1995, Oryantalizm, (Çev: Nezih Uzel), Irfan Yayımcılık, Istanbul, s: 66.
21 Nisbet, R., 1969, Social Change and History, Aspects of Western Theory of Development, Oxford University Press, New York, s:241.
22 Latouche, S. 1993, Dünyanın Batılılaşması, (Çev: Temel Keşoğlu),
Ayrıntı Yayınevi, Istanbul, s:76.
23 Satie, J-L., 1995, The Economic Journal, cilt:LXX, 1960'dan, Intercultures, Nisan, 1995, s:9.
Kaynakça
ACTHTERHUIS, H., 1993, “Scarcity and sustainabilitiy” in Global Ecology, Ed. Wolfgang. Sachs, Zed Books, Londra.
AKTAR, C., 1993, Türkiye’nin Batılılaşması, Ayrıntı Yayınevi, Istanbul.
AMIN, S., 1998, Eurocentrisme, Anthrophos, Paris.
AMIN, S., 1992, 1492, Monthly Review, July-August.
AMIN, S., 1993, Itinéraire Intellectuel, L’Harmattan, Paris.
BAŞKAYA, F., 1994, Kalkınma Iktisadının Yükselişi ve Düşüşü, Imge Yayınevi, Ankara.
BAŞKAYA, F., 1997, Sömürgecilik, Emperyalizm, Küreselleşme, Öteki Yayınevi, Ankara.
BAŞKAYA, F., 1998, Akıntıya Karşı Yazılar, Öteki Yayınevi, Ankara.
LURAGHI, R., 1994, Sömürgecilik Tarihi, (Çev: Aydın Emeç), Sosyalist Yayınlar, Istanbul.
MIHEVC, J., 1995, The Market Tells Them So, Zed Books, Londra
PIETERSE, J-N, PAREKH, B. Ed., 1995, The Decolonization of Imagination, Culture, Knowledge and Power, Zed Books, Londra.
RIST, J- SABELLI, F., 1986, Il Était une fois le Développement.... Editions D’en bas, Isviçre.
 
Beyaz Adam gelmeden önce Topraklarımız elimizde İncil onlardaydı geldiler ve şimdi gözlerimiz kapalı İncil bizde fakat Topraklarımmız işimiz paramız onlarda.'...
Gerçekten çok güsel tesbitler war orda zamanla Sömürgeciliğin içselleşmesi falan gerçekten oknmalı
 

nozz

New member
Şimdi Afrika topraklarında meleklerin bile kıskandığı pekçok beyaz insanlar var.
 

HTML

Üst