aslı ile kerem YARDIM PLS EDEBİYAT KONUSU :(( ODEV ACİL ARKADASLAR

ttrad

New member
asli ile kerem & kerem ile aslı % leyla ile mecnun & faruk nazım çamlıbeli arastır odevı aldım cok acıl bulamadım beyler yardımcı olursanız sevınırım ..!!
 

tdalkaya

New member
FARUK NAFIZ ÇAMLIBEL’İN HAYATI (1898-1973)
1898 ‘de İstanbul’da doğdu. Babası, Orman ve Maadin Nezareti memurlarından, Süleyman Nazif Beydir. İlk ve orta öğretimini Bakırköy Rüştiyesi ile Hadika-i Meşverette yaptıktan sonra Tıp Fakültesine girdi ise de, bitirmeden ayrılarak, gazeteciliğe başladı. Bu sırada şiirlerde yazıyordu. İlk şiiri 1915 de, ilk şiir kitabı “Şarkın Sultanları” da 1918 de çıktı. Şarkın Sultanları şiirinden bir bölüme yer verelim.
Bütün eşyaya hazan indi. Sular dermansız.
Şimdi bir gölgeyi bekler, gezerim ben yalnız...
Solgun arzın deliyor kalbini matemli bir ok,
Gök bulutlandı... Boş evler zira yok, ses yok.
Mavi bir sis çiziyor bahçeler üstünde sabah,
Geziyor gölgeli sahilde hazin bir seyyah.
(Şarkın sultanları)
Beğenilen ve çok verimli olan şair, bir yıl sonra, ikinci şiir kitabı olan “Dinle Neyden” (1919) i yayımladı. Bunu, aynı yıl “Gönülden Gönüle (1919)” takip etti. 1912 de Kayseri lisesine edebiyat öğretmeni oldu. Böylece genç şair, İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’ya geçmiş ve Milli Mücadelenin canlı havasına girmiş bulunuyordu. “Han Duvarları” gibi çok başarılı ve çok sevilmiş manzumeler ve Anadolu köylüsünün ızdıraplarını tiyatro edebiyatımızda ilk defa dile getiren ve kuvvetli bir realizm-lirizm kompozisyonu taşıyan “Canavar” (1924-1926 1944-1965), bu yılların mahsulleridir. 1924 de, Kayseri’den Ankara İlk Öğretim Okulu edebiyat öğretmenliğine geçti. 1932 ye kadar kaldığı Ankara’da, yeni kurulmakta olan Türkiye’nin büyük dinamizmi içinde yaşadı. 1926 da “Çoban çeşmesi”, 1928 de de “Suda Halkalar” adlı şiir kitaplarını neşretti.

ÇOBAN ÇEŞMESİ
Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa Çoban Çeşmesi?
Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca
Yol almış hayatın ufuklarında
O hızla dağları Ferhat yarınca
Başlamış ağlamaya Çoban çeşmesi...
...
Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu,
Kerem’in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu...
Sızmadı toprağa Çoban çeşmesi
...
Ne şair yaş döker, ne aşıklar ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar:
Beyhude seslenir beyhude çağlar
Bir sola, bir sağa Çoban çesmesi!...
1932’de öğretmenliğini Ankara’dan İstanbul’a naklederek Vefa ve Kabataş liseleri ile Amerikan Kolejinde bulundu. Aynı yıl “Akın ve Öz yurt” piyeslerini; 1933 de de Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü marşını yazdı. Aynı yıl “Bir Ömür Böyle Geçti” isimli seçme şiirlerini yayınladı. 1933 de, Atatürk’ü canlandıran “kahraman”piyesini meydana getirdi. 1934 de basılmış şiirlerden yaptığı seçmeyi “Elimle Seçtiklerim” ismi ile yayınladı. 1936 da tek roman olan “Yıldız Yağmuru”nu yazdı. 1937 de “akarsu, 1938 de “Akıncı Türkleri” şiir kitabı takip etti. 1938 “Tatlı Sert”, 1945 “Yayla Kartalı”nı neşretti. 1946 da İstanbul millet vekili seçildi. 1959 da “Heyecan ve Sükun” u yayınladı. 1960 daki hükümet darbesine kadar millet vekilliği yaptı ve yassı adaya sürüldü. Bir buçuk yıl sonra suçsuzluğu anlaşılarak serbest bırakıldı. 1967 de “Zindan Duvarları” nı, 1969 da “Han Duvarları”nı bastırmıştır.
YASSI ADA
Bilmiyor gülmeyi sakinlerin binde biri;
Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada
Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;
Mavi bir gölde elem katrasıdır Yassıada
(Zindan Duvarları)
Faruk Nafiz Çamlıbel birinci dünya savaşı yıllarında Milli Edebiyat Hareketinin İçinde yer almıştır. Faruk Nafiz, son çıktığı bir yurt gezisinde, 8 Kasım 1973’de vapurda ölmüştür.






HAN DUVARLARI

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...

Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya

İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,

Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları,

Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...

Ellerim takılırken rüzgarların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına,

Her tarafta yükseklik, her tarafta işsizlik,
Bu ıslakla uzayan, dönen kıvrılan yollar.

Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.

Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir rüzgâr ince ince,

Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi

Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine

Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali

Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan

Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyordu,

Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine

Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine,
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;

Geçiyordu araba yola benzer bir sudan
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,

Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
Agır agır önümden geçti deve kervanı,

Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri

Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya

Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı

Gurbet çeken Gönüller kuşatmıştı ocağı,
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,

Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı

Heryüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler

Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,

Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,

Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,

Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;

Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa

Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
*On yıl ayrıyım Kınadağı'ndan

Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından

Huduttan hududa atılmışım ben*
Altında da bir tarih. Sekiz mart otuz yedi...

Gözüm imza yerinde başka ad görmedi
Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş!

Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,

Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına!
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk

Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri

Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,

Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,

Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
Biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide,

İki dağ ortasında boğulan bir geçide
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden

Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla

Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu

Burada son fırtına son dalı kırıyordu
Yaylımız tükenirken yolları aynı hızla


Savrulmaya başladı karlar etrafımızda
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;

Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli

Arabacı haykırdı *İşte Araplıbeli*
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana

Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş

Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor

Kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri

Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor

Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor
*Gönlümü çekse de yarin hayali

Asmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali

Rüzgarın önüne katılmışım ben*
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı

Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde

Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık

Bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım

Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
*Garibim namıma Kerem diyorlar


Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben*
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında

Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!

Bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna

Post verenler yabanın hayduduna kurduna!
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu

Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,

Dedi
Hana Sağ indi ölü çıktı gecende!

Yaşaran gözlerimde her sey Artık değişti
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...

Gonlumu Marasli'nin yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti iste o günden beri

Ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim

Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!

Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!...





Ali Serdar Alemdar
Hz-E 167

Kerem ile Aslı
Masal bu ya, Isfahan şahı Anka Bey'in tek üzüntüsü çocuklarının olmamasıydı. Günlerden bir gün yaşlı bir derviş elinde bir elmayla çıkageldi ve hanım sultanın bu elmayı Ayazma Çeşmesi'nin başında yemesi halinde Allah'ın izniyle bir çocuklarının olacağı müjdesini verip gözden kayboldu.
Anka Bey sevindi ve tellallar çıkarıp halkın çeşme başında toplanmasını buyurdu. Isfahan'da aynı derdi çeken zengin bir Ermeni Keşişi vardı; karısı haberi duyunca hanım sultana giderek elmanın bir parçasını da kendisine vermesini istedi. Hanım sultan, doğacak çocuklar ayrı cinsten olursa büyüdüklerinde başgöz edileceklerine dair söz alarak elmanın yarısını Keşiş'in karısına verdi. Hikmet—i Hüda, dokuz ay sonra Anka Bey'in bir oğlu, Keşiş'in de bir kızı dünyaya geldi. Birine Mirza, diğerine Han Sultan adını koydular. Çocuklar birbirinden habersiz büyüdüler. Bir gün Mirza rüyasında bir dünya güzeli görüp âşık oldu; çok geçmeden arkadaşı Sofu'yla birlikte av peşinde koşarken bir bahçeye girdi ve karşısında rüyasındaki kızı görünce aklı başından gitti. Burası Ermeni Keşişi'nin bahçesi, kız ise Mirza'nın sözlüsüydü. Mirza rüyanın "aslı"nı bulduğunu söyleyerek kızı yanaklarından öptü, kız ise utanarak "Kerem et, beni rüsvay eyleme!" diye yalvardı. Böylece meşhur aşk hikâyesinin kahramanları asıl adlarını bulmuş oldular: Aslı ile Kerem.
Bundan sonrası malûm; Isfahan şahı Keşiş'ten sözünü yerine getirmesini isteyecek, ancak kızını bir Müslümana vermek istemeyen Keşiş, bir gece gizlice Isfahan'ı terkedecektir. Ertesi gün Keşiş'in ailesiyle birlikte sırra kadem bastığını öğrenen Mirza Bey beyninden vurulmuşa döner ve arkadaşı Sofu'yla birlikte yollara düşer. Demir asa demir çarık, bütün Doğu Anadolu'yu karış karış gezerek Aslı'sını aramaya başlar. Artık o Şehzade Mirza Bey değil, Âşık Kerem'dir; sazıyla hep aşkını söylemekte, dağlarla, derelerle, kurtla, kuşla söyleşip Han Aslı'sından haber sormaktadır. O kadar büyük aşktır ki bu, başı karlı dağlar ve azgın nehirler bile sazıyla o seslenince insafa gelir, yol verirler. Bazan Kerem Aslı'nın izini bulur, fakat Keşiş her seferinde kızını kaçırmayı başarır. Böyle yıllar süren bir kaçıp kovalamaca... Sonunda kavuşurlar kavuşmasına; fakat Keşiş kızına sihirli bir elbise giydirmiştir; Kerem gerdek gecesi Aslı'nın düğmelerini bir türlü çözemez ve öyle bir âh eder ki, aşkının ateşiyle yanıp kül olur. Kerem'in küllerini toplamaya çalışırken saçları alev alan Aslı da yanarak ölecek; böylece iki âşık ancak öteki dünyada birbirlerine kavuşabileceklerdi.
Hikâyeyi yeniden okumak
Bu güzel aşk hikâyesi, bana sorarsanız, Türk—Ermeni ilişkilerine dair önemli ipuçları taşıyor. Hanım sultanın çocuk sahibi olmasını sağlayacak elmayı bir keşişin karısıyla paylaşması, Türk toplumunun dışa dönük ve bir arada yaşama pratiğine sahip olduğunu göstermektedir. Hanım sultanın, doğacak çocuklar büyüdüklerinde evlenmelerini istemesi de bu biraradalığı daha da köklü bir hâle getirme iradesinin tezahürü olarak okunabilir. Keşiş'in karısı hanım sultana gidip rahatlıkla elmanın yarısını isteyebildiğine göre, bu irade esasen hayata geçirilmiştir. Açıkçası Kerem ile Aslı, aslında Ermenilerin Selçuklu ve Osmanlı şemsiyesi altında belki de tarihlerinin en rahat devirlerini yaşadıklarına dair vesika değerinde bir hikâyedir. Hiç baskı görmedikleri için kendi kültürlerinin içine kapanmamış, bizimle aynı hayatı paylaşarak ortak değerler edinmiş ve bize benzemişlerdi. O kadar bizdendiler ki, birçok mesleği gönül rızasıyla onlara terkettik; çünkü güvendiğimiz "zanaatkâr" insanlardı. Ticaret de yapar, hiçbir engelle karşılaşmadan zenginleşirlerdi. Eskiden Ermenilerin de yaşadığı şehir ve kasabalarda yaşları müsait olanlar kapı komşuları Nubar Efendi'leri, Kirkor ustaları, Arşak amcaları vb. sevgiyle hatırlarlar. On dokuzuncu yüzyılda Anadolu'yu gezen Moltke, Ermenilerin Hıristiyan Türkler olduğunu zannetmiştir. Edmondo de Amicis ise onları "Ruh ve iman bakımından Hıristiyan, doğuş ve cismaniyet bakımından Asya Müslümanı" diye tarif eder. Ahmet Turan Alkan'ın Altıncı Şehir'in son baskısına ilâve ettiği "Sivaslı Ermenilere dair" başlıklı yazısını, özellikle Terzi Sebuh Usta'nın bu yazıda anlatılan hikâyesini okuyunuz, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Biz yine Kerem ile Aslı hikâyesine dönelim. Çocuklar büyüdüğünde Keşiş'in sözünde durmayıp kızını bucak bucak kaçırması nasıl yorumlanabilir? Bana öyle geliyor ki, bu motif Ermeni toplumunun asimile olmamak için gösterdiği şaşırtıcı gayreti ifade etmektedir. Asırlarca aynı coğrafyada bir arada yaşadıkları için Türk ve Ermeni toplumlarının hayat tarzları hakikaten birbirine çok benzer. Fakat Ermeniler içiçe yaşanan hayata rağmen kanların birbirine karışmasını önlemek için son derece titiz ve kıskanç davranmışlardır. Kerem ile Aslı hikâyesi çerçevesinde söylenen bir mani, bence, taraflardan birinin din değiştirmedikçe evliliğin mümkün olmadığını gösteren dikkate değer bir sözlü belgedir: "Bahçelerde mor meni / Verem ettin sen beni / Ya sen İslam ol ahçik / Ya ben olam Ermeni".
Hem Ermeni, hem Bektaşi
Ermenilerle asırlarca bir arada yaşamış olmanın kaçınılmaz sonuçlarından biri de her seviyede cereyan eden kültür alışverişidir. Türk âşık edebiyatına paralel bir Ermeni âşık edebiyatının bulunduğunu uzun zamandan beri biliyoruz. Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, 1922 yılında yayımlanan "Türk edebiyatının Ermeni edebiyatına tesiri" başlıklı ünlü makalesinde bu meseleyi enine boyuna tartışmıştı. Ermeni saz şairlerine verilen "aşuk" adının "âşık"tan bozma olduğunu anlamak için Ermenice bilmek gerekmez. Ermenice âşık edebiyatının yanısıra, Türkçe şiir söyleyen Ermeni âşıkları da vardı. Mesela Âşık Vartan, Hakkî, Mecnunî, Civan, Papa Yero, Kirkor Seydî..* Bazı şairleri yazdıkları şiirlerden yola çıkarak teşhis etmek imkânsızdır. Üstelik bunların bir kısmı Bektaşidir. Belki şaşıracaksınız; bir zamanlar, Bektaşi tarikatine mensup çok sayıda Ermeni şair vardı.
Asırlarca birlikte yaşamışlığımız, Ermenice'nin de Türkçe'den etkilenmesine de yol açmıştır. Bu konuda ilk çalışmalar H. Acaryan'ın Ermeni Diline Türk Dilinin Tesiri ve Ermenilerin Türklerden Aldıkları Sözler (1902) ve Arşak Çobanyan'ın Ermeni Âşıkları (1906) adlı kitapları ile Fuat Köprülü'nün yukarıda adı geçen makalesidir. Daha sonraki yıllarda aynı konu Azeri ve Ermeni araştırmacılar tarafından değişik açılardan ele alındı. Mesela Azeri araştırmacı Yusuf Vezir Çemenzeminli'nin Ermeni Aşugları Tarafından Söylenmiş Halk Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Ermeni Müellifleri adlarını taşıyan kitaplarıyla G. Antonyan'ın Nizami ve Ermeni Edebiyatı (Baku 1947 ve Ermeni—Azerbaycan Halglarının Edebi Elagası (Bakü 1955) adlı kitapları ilk akla gelenlerdir**.
"Hançer—i ebrûsu saplandı dile"
Musikiye gelince.. Klasik Türk musikisiyle ilgilenenler, Ermeni asıllı ne kadar çok bestekâr ve icracı bulunduğunu bilirler. Yılmaz Öztuna'nın Türk Musikisi Ansiklopedisi'ni tarayınız, onlarca Ermeni ismiyle karşılaşacaksınız. III. Selim döneminde, musikimizin kayda geçirilmesi için bir nota sistemi geliştiren Hamparsum Çerçiyan (1765—1814) Ermeni'dir. Bazı müzikologlar Hamparsum notasının Türk musikisi için Avrupa nota sistemine nazaran daha elverişli olduğu kanaatindedirler. Nikogos ve Asdik Ağa'lar gibi önemli bestekârlar da yetiştiren Ermeniler, Türk musikisine ciddi katkılarda bulunmuşlardır. Mesela Nikogos Ağa'dan "Bari felek ben yüzüne söyleyim" (Acem Kürdi yürük semâî) ve "Niçin a sevdiğim niçin"i (Hicaz şarkı), yahut Asdik Ağa'dan "Hançer—i ebrûsu saplandı dile"yi (Kürdîli Hicazkâr Şarkı) dinleyin, gönül telleriniz Dede Efendi'nin eserlerini dinlerken nasıl titriyorsa öyle titreyecektir. Ermeni vatandaşlarımız hiç şüphesiz, musikide bizimle aynı dili konuşuyor, aynı duyguları terennüm ediyorlardı. Halk müziğinde de öyle. Bir türküye başka nerede aynı anda iki farklı toplum sahip çıkabilir? "Sarı Gelin" türküsü etrafında yapılan heyecanlı tartışmaları hatırlayınız!
XIX. asırda Osmanlı yönetiminin mimariyi Ermeni mimarlara teslim ettiğini, yani Balyan ailesini unuttuğumu zannetmeyiniz. Ama o ayrı bir bahis!
Her neyse, bu kadar sevdiğimiz, benimsediğimiz ve "millet—i sâdıka" olarak gördüğümüz için hariciyemizi bile ellerine teslim ettiğimiz Ermenilerden durup dururken nefret etmeye başlamak ve soykırıma kalkışmak hiçbir mantığa sığmıyor. Bu işte ne Kerem'in suçu var, ne Aslı'nın. Güzeller güzeli Aslı'nın "hançer—i ebrû"su gönlümüze, Keşiş'in "hançer—i hakikî"si bağrımıza saplanmıştır.
O halde hayatî sorunun Keşiş'e ve onu kullananlara sorulması gerekir.
* Bu âşıklar hakkında Köprülü'nün adı geçen makalesine (Edebiyat Araştırmaları I, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1989, s. 239 vd) ve Türk Sazşairleri III (Milli Kültür Yayınları, Ankara 1962) adlı kitabına bakınız.
**Bu konuda geniş bilgi için Prof. Dr. Fikret Türkmen'in "Tarih boyunca Türk—Ermeni kültür ilişkileri" (Kubbealtı Akademi Mecmuası, nr. 4, Ekim 1998) başlıklı makalesine bakınız.
BEŞİR AYVAZOĞLU
 

myhard34

New member
XIX. asırda Osmanlı yönetiminin mimariyi Ermeni mimarlara teslim ettiğini, yani Balyan ailesini unuttuğumu zannetmeyiniz. Ama o ayrı bir bahis!
Malesef artık bu bilgiler doğru değil zira yeni yapılan araştırmayla Balyan Ailesine atfedilen birçok eser Balyan Ailesine ait olmadığı ve hatta Balyan Ailesinin Mimar olmadığı ortaya çıktı. :) Ufuk Ötesi Gazatesinden Bayram Akcan'ın Selman Can hocayla yaptığı röportajı da okuyabilirsiniz...



BALYANLAR YALANI !

Balyan ailesi, Osmanlı’nın son döneminde mimarlık yapmış, İstanbul’un birçok yerindeki Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Ortaköy Camii, Rami Kışlası gibi birbirinden güzel tarihi yapılarlarla donatmış bir aile olarak tanınıyor… Ama Balyan Ailesi ne mimar ne de birbirinden değerli tarihi yapıların sahibi! Kim mi söylüyor bunu? Atatürk Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden Yard. Doç. Dr. Selman Can…

BİRÇOĞU ABDÜLHALİM EFENDİNİN…

Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’u birbirinden güzel ve ihtişamlı saraylarla, camilerle, kiliselerle donatan Ermeni Balyan ailesi olduğu iddia edilir.
Selman Can, Balyan ailesinin kendilerine ait olduğu belirtilen eserlerin mimarı değil müteahhidi olduğunu, Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Ortaköy Camii, Rami Kışlası gibi eserlerin büyük bir kısmının mimarının ise Osmanlı’nın son başmimarı Abdulhalim Efendi olduğunu söylüyor. Söylediklerinin delili için Osmanlı arşiv belgelerini gösteriyor Selman Can.

BALYANLAR MİMAR DEĞİL!

Selman Can yaptığı araştırmalara dayanarak şöyle diyor: “Son dönem Osmanlı mimarlık teşkilatının yapısal değişimi bilinmediği ve münakasa sisteminden haberdar olunmadığı için inşa edilen yapıların kalfaları mimarları olarak algılanmıştır. Mesnetsiz olarak Balyanlar, onlarca yapının mimarı olarak göstermişlerdir. Hassa Mimarlar Ocağı listesinde bu aileden hiçbir ferdin ismi yer almamaktadır. 1831'de kurulan Ebniye Müdürlüğü döneminde görevli mimar halifelerinin içerisinde de Balyanlar yer almamaktadır. Yani Balyanlar’ın hassa mimarı olduklarına ilişkin bilgiler doğru değildir.” Yani Balyanlar mimar değil müteahhitmiş!
Balyanlar’ın mimarlık eğitimleri üzerine verilen bilgilerde de yanlışlıklar bulunmaktadır diyor Selman Can!

SELMAN CAN ORTAYA ÇIKARDI!

Osmanlı arşivlerinde yürüttüğü çalışmalar sonucu; Balyanlar’a atfedilen yapıların bir kısmının gerçek mimarlarını ortaya çıkaran Selman Can mimarları yanlış bilinen eserleri şöyle sıralıyor: “Heybeli Ada’da inşa edilen ilk Bahriye Mektebi’nin mimarı Kirkor Balyan değil dönemin başmimarı Kırımlı Mahmut Ağa’dır. Sultan II. Mahmud Türbesi Garabet Balyan’ın değil iki dönem Ebniye Müdürlüğü yapmış olan Mühendis Abdülhalim Efendi’didir. Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu Nikoğos Balyan’ın değil İtalyan Gaspare Fossati’nindir. Baltalimanı Sahilsarayı (Büyük Reşit Paşa Sarayı) Serkis Balyan’ın değil İtalyan Gaspare Fossati’nindir. Taşkışla ve Harbiye Mektebi Serkis Balyan’ın değil İngiliz Mimar William James Smith’indir. Yıldız Hamidiye Camii Serkis Balyan’ın değil Ebniye-i Seniyye mimarlarından Rum Nikolaki Efendi’nindir. Sarayburnu Antrepoları Simon Balyan’ın değil Alman August Jasmund’un eseridir.”


BALYANLAR’IN YOLSUZLUKLARI

Balyanlar hakkında çarpıcı bilgeler veren Selman Can, 1879’da İstanbul’da Kuruçeşme Adası bu şirket adına bir liman ve fabrika yapması şartıyla Serkis Balyan’a tahsis edildiğini ancak Serkis’in adayı kullanım amacı dışına çıkarıp bir köşk inşa ederek şahsi mülkü üzerine geçirdiğini söylüyor.
Atatürk Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Yard. Doç. Dr. Selman Can
Balyanlar hakkında bilinmeyen en önemli konulardan biri de inşaat yolsuzlukları olduğunu da ifade ediyor. Can: “Serkis Balyan hakkında 1882 yılında başlatılan ve 1886 yılında sonuçlanan bir soruşturma sonucu Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid döneminde yaptığı yapılardan toplam üç yüz bin lirayı aşkın bir meblağı zimmetine geçirdiği anlaşılmıştır. Soruşturma neticesinde suçlu bulunmuş ve bütün mal varlığına el konulmuştur. Ancak Serkis Balyan, Ekim 1888’de sarayın başdoktoru Mavroyani Efendi’nin aracılığı ile Sultan II. Abdülhamid tarafından affedilir.”

Bir tarihi yanlışlık daha değerli ilim adamamız Atatürk Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden Yard. Doç. Dr. Selman Can’ın Osmanlı arşivindeki belgelere dayanarak yaptığı çalışmayla ortaya çıkmıştır. Temennimiz odur ki tarihimiz belgeler ışığında incelenmeli, bu tür yanlışlıklar düzeltilmelidir.
 

HTML

Üst