Asırların Üzerinden Bir Meydan Okuyuş ..

karasulu

New member
Katılım
5 Ocak 2007
Mesajlar
93
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Sananelen Sapık...!
BİR NUR indi Hirâ Dağına. Yüzyılları örten karanlıklar perdesini deldi, geçti. Kâinat kitabını okumaya başladı.




Güneşi gösterdi insanlığa. “Bu Rabbinizin bir âyetidir” dedi. “Onun emriyle size ışık ve hayat verir. Onun emriyle yanar, Onun emriyle döner, Onu övüp Onu tesbih eder.”

Ayı gösterdi. “Bu sizin kandiliniz ve takviminizdir,” dedi. “Rabbinizin emriyle gecenize nur saçar, size vaktinizi bildirir. Onun emriyle aydınlanır, Onun emriyle aydınlatır, Onun emriyle şekilden şekle girer. Onu övüp Onu tesbih eder.”

Yıldızları gösterdi. “Hem gecenin karanlığında, hem inkâr ve cehalet karanlıklarında yolunuzu onlarla bulursunuz,” dedi. “Onlar Rabbinizin emriyle yanar, Onun emriyle gezer, Onun emriyle gök kubbenizi şehrâyin gibi süsler, size gülümserler. Onu överler, Onu tesbih ederler, sayısız dillerle size Onu anlatırlar.”

Gökyüzünü gösterdi. “Rahmet yüklü bulutlara bakın,” dedi. “Rahmetimi müjdelemek için rüzgârın nasıl koşarak size geldiğine bakın. Ölmüş yeryüzünü nasıl dirilttiğimize bakın. Gök gürültüsü sizi korkutmasın, şimşekler size ürküntü vermesin. Gökyüzünü Biz böyle konuşturur, böyle tesbih ettiririz—tıpkı kuşların cıvıldaşmalarıyla, denizlerin dalgalarıyla, yaprakların hışırtılarıyla Rablerini övüp tesbih edişleri gibi.”

Göklerde ve yerde ne varsa hepsini tek tek gözler önüne serdi. “Rahmân’ın yaratışında düzensizlik görmezsin,” dedi. “Haydi, çevir gözünü: Kusur görüyor musun?”

Gözü şahit tuttu, akla yol gösterdi. Hükmünü akıllara onaylatıp vicdanlara seslendi:

“Göklerde ve yerde gözünüzü gezdirin. Bakın, her şey nasıl yerli yerine konmuş. Demek ki bunları yapan adaletle iş görüyor. Öyleyse siz de adaletli olun; yoksa zulmünüz karşılıksız kalmaz.

“Bir bakın: Güneşin ışığı nerelerden gelip sizin yardımınıza yetişiyor. Bulutları taşıyan rüzgârlar nasıl imdadınıza koşuyor. Toprak ağaçları, ağaçlar hayvanları, hayvanlarınız sizi nasıl besliyor. Herşey nasıl size hizmet ediyor. Bütün bunları size veren, ancak bütün âlemlere hükmü geçen birisi olabilir. Demek ki sizin âcizliğiniz ve zayıflığınız, Onun rahmetine bir vesiledir. Öyleyse siz de aranızdan zayıf olanları kollayın. Yoksa onların zayıflığını merhamet yerine haksızlık nedeni yaparsanız, kendinizi rahmetten mahrum edersiniz.

“Kendi yaratılışınıza bir bakın. Sonra her bahar yeryüzünün dirilişine dikkat edin. Sonra göklerin ve yerin nasıl yaratıldığını düşünün. Bütün bunları yapan, elbette sizi tekrar diriltmeye de kadirdir. Sizi bu dünyada hesapsız lütuflarıyla ağırlayan, ebedî Cennetlerinde sonsuz nimetleriyle mutlu etmeye de kadirdir. En küçük bir böceğin en küçük bir ihtiyacını görüp yetiştiren, sizin gizli ve açık bütün dileklerinizi yerine getirmeye de kadirdir. Öyleyse Ona yönelin. İsteyeceğinizi Ondan isteyin ve Onun rızasını kazanmaya bakın. Dünyada güzelce yaşayın, âhirete güzellik bulun.

“Kâinata bakın: Yersiz yaratılmış hiçbir şey yoktur. Kanat vermişsek uçmak için, ayak vermişsek yürümek için, göz vermişsek görmek için, kulak vermişsek işitmek içindir. Size ise, bütün bu nimetlerimizin üzerinde, bir de ebediyet için iştiyak verdik. Elbette onu da bir sebeple verdik: Bu dünyaya razı olmayın, ebediyeti isteyin, ebediyeti kazanmak için çalışın diye. Haydi, çalışın ve isteyin. Güzel işlerde birbirinizle yarışın. Rahmetim ve Cennetim sizi bekliyor; lâyık olmaya bakın.”

***

İşte böyle bir nur indi Hirâ Dağına. Vahşete, dehşete, cehalete ve zulme bürünmüş yeryüzüne Kur’ân indi. Gökler ve yer, akıllar ve kalpler o nur ile aydınlandı. Kendi evlâtlarını diri diri toprağa gömenler, o nur ile insanlık ve medeniyette âlemlere rehber olacak hale geldiler. Öyle ki, onun birkaç âyetini işiten edipler secdeye kapanıyor, hükümdarlar onu getiren Resule hizmetkâr olmak için can atıyor, Peygamberi öldürmek için evinden çıkan, onun ümmeti olarak evine dönüyordu.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen zat, Âlemlerin Rabbinden insanlığa hitap ile geldi ve yüzyıllara sığmayacak inkılâpları birkaç sene içinde gerçekleştirdi—üstelik en cahil ve inatçı kavimlerde ve düşman bir çevre içinde! İman eden, canını, malını ve bütün sevdiklerini gözden çıkarıp öyle iman ediyordu. Başvurulmadık zulüm, işkence, hile, baskı bırakılmadı. Ama ona yapışan bir daha bırakamıyordu. Ümmî bir kimsenin yazdığı kitap dediler; kendilerini bile aldatamadılar. Sihir dediler, tutturamadılar. Şamata ile, eğlence ile, gürültü ile ve akla gelebilecek başka her türlü yolla dikkatleri ondan çevirmek istediler; insanların akın akın ona yönelmesine engel olamadılar. Kur’ân ise onların topuna birden meydan okuyordu:

“Eğer sözünüzde doğru iseniz, benzer bir kitap da siz getirin.”

Kimse böyle bir meydan okumaya cevap veremedi. Kur’ân ise

“Birer birer değil, hep beraber çıkın ortaya,” diyordu.
“Ne kadar yardımcınız varsa toplayın. Bütün gücünüzü ortaya koyun da öylece benzer bir kitap yazın.”

Kimseden bir cevap gelmedi. Kur’ân bir çağrı daha yaptı:

“Hepsi değilse de on sûrenin olsun benzerini getirin.”

Yine cevap yoktu. Kur’ân yine seslendi:

“Bâri bir sûre olsun, benzerini getirin.”

Bir sûrenin bile benzeri çıkmadı ortaya. Kur’ân ise ortaya konacak benzer bir eserde “doğruluk” şartı bile aramıyordu. “Ne olursa olsun getirin; isterseniz baştan aşağı uydurma şeylerle dolu olsun” diyordu.

Meydan okunanlar ise edebiyat dünyasının en ünlü isimleriydi. Ve bu meydan okuyuş, belâgat konusunda yeryüzünün en iddiâlı toplumunda cereyan ediyor ve karşısında bir fısıltı bile işitilmiyordu!

Kur’ân’a karşı direnip de onun benzerini getiremeyenler, onun en ağır hakaretlerine uğradılar. Kur’ân onları kâh “çobanlarının bağırıp çağırmasından başka birşey anlamayan hayvanlara” benzetti, kâh “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeklerine.” En şereflilerini odun hamalı yaptı, Cehenneme sokup sokup çıkardı. Ve onlar, zamanın bütün güç ve serveti ellerinde bulunduğu halde, fukara takımı diye küçümsedikleri bir avuç Müslümana karşı haysiyetlerini korumaktan âciz kaldılar.

Kur’ân ise, kendisine bağlananların hayatlarını yoğurup şekillendirmeye devam etti.

Bir âyetin inişiyle beraber, insanlar yüzyıllar boyunca kökleşmiş âdetlerini bir kenara atıyorlardı. Kadınların insandan sayılmadığı ve eşya gibi miras olarak devredildiği bir toplumda, kadına miras hakkını Kur’ân verdi.

Özgür insanların köle gibi muamele gördüğü bir zamanda kölelere özgür insan muamelesi yapmayı Kur’ân öğretti. O, kendi evlâtlarını diri diri gömen insanları ahlâkın en yüce mertebelerine eriştirdi.

Kendi çıkarı için başkalarının hakkını çiğnemekten çekinmeyen insanları, en sevdikleri malları yoksullara bağışlamak için birbiriyle yarışır hale getirdi.

Zengini fakirin, güçlüyü zayıfın hizmetine koşturdu.

Düşman kavimleri, nesep kardeşliğinden daha sıcak duygularla kucaklaştırdı.

Yirminci yüzyıl insanlarının seksen senede yerleştirmekten âciz kaldıkları özgürlük, adalet, cumhuriyet gibi kavramları, cahil bir toplulukta, bugün hâlâ özlemle anılan bir mükemmellikte yerleştirdi.

Ve cehalet asrı, bir saadet asrı olup çıktı.

***

Hirâ Dağına inen nur dalga dalga yayıldı. Kıt’aları kapladı, yüzyıllara uzandı bir kelimesi, hattâ bir harfi bile değişmeden. İnsanlar onunla dünyalarını mâmur hale getirdi, onunla uygarlıklar kurdu, onunla dünyaya fazilet ışıkları saçtı. İşte Ömer bin Abdülaziz’ler, Tarık bin Ziyad’lar, Ertuğrul’lar, Osman’lar, Fatih’ler, Akşemseddin’ler, Geylânî’ler, Gazalî’ler, Mevlânâ’lar, Bediüzzamanlar… Onların Kur’ân’dan başka bir ilham kaynağı mı vardı?

Yolları üzerindeki bağdan yedikleri üzüm salkımlarının yerine altın keselerini asıp geçen bir ordu, bu hak ve adalet duygusunu Kur’ân’dan başka bir yerden mi almıştı?

Hıristiyanlık taassubunun en koyu zamanında Bizanslılara “Başımızda kardinal külâhı görmektense Müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz” dedirten şey Kur’ân’ın terbiyesinden başka neydi?

Yirminci yüzyılın demokratik yöneticilerinin hepsi şu veya bu şekilde kendilerini dokunulmazlık zırhıyla korumaya mecbur hissederken, koca Sultan Fatih’i kadı karşısında tir tir titreten, o kadıyı da Sultan karşısında adaletten zerre kadar şaşırtmayan, Kur’ân’dan başka birşey miydi?

İbni Sina’lar, Fârâbi’ler, Uluğ Beyler, Ali Kuşçu’lar ve daha nice âlimler, Kur’ân’ın irşadıyla yetişip de modern bilimlere yol göstermediler mi?

O Kur’ân 400 kişiye bir cihan devleti kurdurup altı asır ayakta tutmadı mı? O devletin üç kıt’aya yayılmış topraklarında tarihin en parlak kardeşlik ve adalet nümunelerini yaşatmadı mı?

O, Âlemlerin Rabbi tarafından, bütün insanlara ve bütün zamanlara gönderilmiş bir kitap, ins ve cinne ezelî bir hitap idi. Arayan herkes, dünya ve âhiret mutluluğunu onda buldu. Hükümdarlar adaletle hükmetmeyi ondan öğrendi. Filozoflar akıllarını onunla nurlandırdı. İçtimaiyatçılar bir toplumun hayatını düzenleyen en sağlam ilkeleri ondan çıkardı. Âlimler ilmi, idareciler yönetmeyi, tüccarlar dürüstlüğü ondan öğrendi. Anneler, babalar, evlâtlar, akrabalar, çalışanlar, çalıştıranlar, köylüler, kentliler, evvel geçenler, sonra gelenler, evliyalar ve sıradan insanlar yan yana diz çöküp ondan ders aldılar, dünyalarını aydınlatıp âhiretlerini imar ettiler. Milyonlarca asfiya ve evliya onun vasıtasıyla Allah’ın rızasına erişip insanlık âleminin semâsında birer yıldız gibi parlamaya başladı. Zaman geçtikçe o gençleşti. Üzerinde binlerce cilt tefsir yazıldı. Her asır, öncekilere nispetle, onun mânâsından biraz daha fazlasını anlama bahtiyarlığına erişti.

“Toprağı verimli olan beldenin bitkisi Rabbinin izniyle çıkar. Toprağı kötü olan beldeden ise birşey çıkmaz; çıksa da zorlukla çıkar ve ondan da hayır gelmez.” (A’râf Sûresi, 58.)

Allah’a iman ile aydınlanan gönüller, verimli bir toprak gibi, Peygamber ve Kur’ân ile gönderilen rahmetten öylece istifade ettiler; kulluğun ve güzel ahlâkın rengârenk çiçekleriyle dünyayı şenlendirdiler.
 
inşallah bizlerde Kur'an ile gönderilen rahmetlerden istifade eden salih kulalrdan oluruz. ellerine ve emeğine sağlık..
 
Geri
Üst