Arap ihaneti palavra
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan "Vehhâbî Hareketi" gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı Devleti'ne sâdık bir şekilde bağlı kaldılar.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arapların Osmanlı Devleti'ni arkadan vurdukları iddiası yıllardır gündeme getirilmektedir. Bu Arap ihâneti palavrasına muhatab oluşumuz yeni değildir. 1964 yılında "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" adlı eserimizin ilk cildi yayınlandığı zaman, o zamanki Ulus gazetesinde Cihad Akçakayalıoğlu imzasıyla bu eser hakkında uzun bir tenkid ve ta'riz mâhiyetinde bir seri yazı yayınlanmıştı. (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 25 Şubat-3 Mart 1966) Bu yazıda bize tevcih edilen çeşitli ta'rizler meyânında, şu satırlara da yer vermişti:
"Şunu iyi bilmeliyiz ki, mukaddes cihadlar artık devrini tamamlamıştır. Birinci Dünya Savaşında imparatorluk çökerken (ilikleri, kemikleri Türk'ün parası ve emeğiyle dolu Müslüman ve Arab Ålemi) Halifenin bayrağı altında toplanmak şöyle dursun, onu ateşe vermiş, kahraman Türk ordularını düşmanlarla el birliği ederek arkadan vurmuştur." (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 1 Mart 1966) Biz bu tarihî gerçeklere aykırı iddiayı, daha o zaman şu şekilde cevaplandırmıştık:
Haçlı ordularına karşı iman seddi
"Türkler, Arab memleketlerini takriben dört asır kudretle siyânet ve mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu bir sıyânetti: Çünkü maksadı İslâm'ı yok etmek olan "Haçlı Orduları"na karşı aşılmaz bir iman seddi teşkil ettikleri tarihin şehâdetiyle sâbittir. Gerçekten Selçuklular ve daha önceki devirlerde Anadolu ve bazen da Sûriye'ye kadar ilerleyebilen Haçlılar, İslâm Dünyası'nın şerefli temsilciliği Osmanlılar'ın kudretli ellerine geçtikten sonra, Tuna Nehri'ni aşamamışlardır. Haçlı Seferleri'nin her biri üssü'l-harekelerine bitişik olan Orta Avrupa Ovaları'nda karşılanıp mağlup edilmiş ve bu sayede Arab memleketleri ve hâssaten 'Mukaddes Beldeler' yüzyıllar süren sâkin bir hayat geçirmek imkânını bulabilmişlerdir. Osmanlılar, bu ülkeleri aynı zamanda gayet mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu yüzden aslen Arabî değil, Arnavutî olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan 'Vehhâbî Hareketi' gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğumuzun yıkılışına kadar gayet sâdıkâne bir sûrette bize ve bütün Müslümanlar'ın devleti olan 'Devlet-i Aliye'ye bağlı kalmıştır.
Araplara kardeş muamelesi
Esâsen Osmanlılar, hiçbir Arab memleketini yerli Arab idârecilerin elinden almamış, her birini zâlim ve yabancı bir müstevlînin pençesinden kurtarmışlardır. Irak ve Sûriye'yi Acemlerin, Mısır'ı Çerkes asıllı Kölemenlerin, Şimâlî Afrika ve Yemen gibi uzak Arab ülkelerini ise İspanyol, Portekiz gibi müstevlî garblıların elinden almış ve bu memleketlere bir 'kurtarıcı' olarak girmişlerdir. Üstelik Kur'ân'ın ölümsüz umdelerine son derece riâyetkâr oldukları için de bütün Müslümanları 'kardeş' ve İslâm Alemini tek bir 'devlet' kabul ettiklerinden sahip oldukları ülkeler arasında hiçbir fark gözetmemişlerdir. Sırf ümmetin birlik ve bir merkeze bağlılığını te'minden ibâret olup hiçbir Müslümana ağır gelmeyen hareketleri ile İslâm'ın emir ve îcâbını yerine getirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Teb'a arasında vazife ve mevkîler için sadece ehliyet ve liyâkati bir kıstas olarak tanıyan Osmanlılar'ın tarihi, bu bâpta alâka çekici misallerle doludur. Mesela Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ın fethini müteâkiben dönerken yolda, Mısır Beylerbeyliği'nin elinden alınmasına münfail olarak kendisine at üstünde:
"-Bu kadar zahmet çektik Mısır'ı gene bir Çerkes'e verdik. Çekilen emekler boşa gitti" diyen Vezir-i âzamı Yunus Paşa'yı derhal idam ettirmiştir. (Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, 1963. s.31)
Osmanlı Devleti'nin takip ettiği bu siyaset, Arab âleminde diğer beldelerden daha da iyi neticeler vermiş ve bir çok yerlerde -mesela Rumeli ve bilhassa Anadolu'da- görülen 'eşkiyâ' ve 'Celâlî İsyanları'na benzer hâdiseler buralarda ortaya çıkmamıştır. Birinci Cihan Harbi esnasında Araplar'ın Halife'nin 'Cihad Fetvası'nı dinlemedikleri iddiası ise; menfî bir propaganda maksadına bağlı olarak büyütülmüş bir mes'eleden ibarettir.
Arap isyanları münferit
Bu fetva, Hilâfeti İslâm Dünyası üzerinde cidden nâfiz bir kudret hâline getiren II. Sultan Abdülhamid Han Hazretleri gibi mübarek bir hükümdara karşı her tarafta derin akisler uyandıran bir ihtilal yaparak işbaşına gelen 'İttihatçı güruhu'nun elinde irâdesiz bir oyuncak mevkiine düşen Sultan Reşad tarafından ilan edilmiştir. Üstelik "Halife İradesi"nden ziyade "Alman menfaati"ni temsil etmekte olduğu âşikârdı. Ayrıca da dörtyüz senelik aşırı bir müsâmahakârlığın arkasından, bir tek kelime Türkçe bilmeyen Arab halkına, Türkçe konuşmak mecburiyeti tahmil etmek gibi saçmalıklarla dolu ittihatçı idaresinin incelenmesi de Arab aksülâmelinin sebeplerini keşf ve tesbit için zarûrîdir. (Bak: Şerif Abdullah, Müzekkirati, Kudüs 1945)
Böyle olduğu halde bu fetvanın hiçbir te'sir icra etmediği de söylenemez. İngilizlerin bu yüzden Mısır ve hatta Hindistan'ın idaresinde karşılaştıkları müşkilât ve bu memleketlerde ortaya çıkan karışıklıkların izahı uzun bir mes'eledir. Mutaarrız İtalyanlar'a karşı vatanını müdafaa etmekte iken bu fetvaya ve verilen husûsî emre itaat ederek İstanbul'a gelen Şerif Ahmed es-Sünûsî Arab değil miydi? Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Arab Alemi'ndeki bu "itaatsizlik" sadece bir âileye, yani Şerif Hüseyin ve avanesine münhasır olduğu halde onu bütün Arab Alemi'ne şâmil göstermek isteyenler kasıtlıdırlar. "İslâm kardeşliği"nin, hatta daha emin bir tâbirle söylemek gerekirse "İslâmın düşmanıdırlar. Onlar böyle bir iddia ile İslâm'ı (hâşâ!..) modası geçmiş gibi göstermek istemekte ve sırf bu maksadla bu hâdiseyi sık sık tekrarlamaktadırlar." (Bak: Lozan zafer mi hezimet mi, Kadir Mısıroğlu, s.44-47)
HİNTLİLER İNGİLİZLER'E İSYAN ETTİ
Bizim, "Arap İhaneti (!)" palavrasına 40 seneye yakın bir zaman evvel vermiş bulunduğumuz cevap İslâm düşmanlarını susturmaya yetmemiş ve bu iddia, temcid pilavı gibi tekrarlanıp durmuştur. "Geçmişi ve Geleceği ile Hilâfet" isimli eserimizde Sultan Abdülhamid'in, hilâfeti, müstevlî Batılılara karşı nasıl silâh olarak kullandığı anlatıldıktan sonra İttihatçılar ve onların elinde bir kukladan farksız durumdaki Sultan Reşad'ın "fâil-i muhtar" bir padişah olmadığı izah edilmiş ve müteâkiben: "Böyle olmasına rağmen onun tarafından 23 Kasım 1914 tarihinde îlan edilen Cihâd-ı Mukaddes fetvası yine de umulandan fazla alâka görmüştür. Gerçi bu güne kadar bu fetvanın hiçbir işe yaramadığı hatta buna rağmen binlerce müslümanın İngiliz, Fransız ve Rus ordularında yer alarak bize karşı fiilen silâh kullandığı iddia edilegelmiştir. Hilafet müessesesinin hiçbir tesir ve faydasının görülmediği görüşünü te'yid ve isbat zımnında ortaya atılan bu iddiada hakikat payı yok değildir. Ancak unutmamak gerektir ki, bu Müslümanlar iddia edilen hareketi kendi hür iradeleriyle yapmış değillerdir. Bunlar, ordularına katıldıkları Hıristiyan devletin esiri idiler. Kaldı ki, binlercesi de hapsedilmek veya asılmak sûretiyle maruz kalacakları tehlike ve musibetlere aldırmayarak metbûlarının bu husustaki emirlerini dinlememişlerdir. Sadece Hindistan'da İngiliz idaresinin bu sebeple hapsettiği müslümanın adeti 30.000'in üzerindedir. 1914 yılında Türklere karşı dövüşmek üzere Irak cephesine gönderileceğini öğrenen Hindli Müslümanlar ânî bir sûrette isyan ederek başlarındaki İngiliz subaylarını katlettiklerinden bunların binlercesi hemen oracıkta kurşuna dizilmiştir.
350 adamı zor buldu
İngilizler, Medine'nin Şerif Hüseyin'e teslim edilmemesi durumunda Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulundular. Direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa hile ile yakalanarak Şerif Hüseyin'e teslim edildi. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır Mısır vesâir Arap ülkelerinde de bir tesiri olmadığı söylenen Cihâd-ı Mukaddes fermanı sebebiyle ecnebi idarecilere karşı birçok isyan ve karışıklıklar çıkmış ve binlerce Müslüman katledilmiştir. Halifenin davetine gönüllü olarak icabet eden birçok Arap da görülmüştür ki, bunlardan teşekkül eden iki tabura bizzat M. Kemal Paşa kumanda etmiştir. İştirakin fazla olmayışı İttihatçılar'ın Arap ülkelerindeki yakışıksız tutumlarından ve Araplar'ın asırlardan beri gayr-i muharip bulundurulmalarından doğmuştur. Kaldı ki, düşman saflarında yer alan Müslümanlar'dan dahî umulmadık istifadeler sağlanmıştır. İstanbul'da silâh depolarında bekçilik yapan Hindliler'in Anadolu'ya silâh kaçırılması işinde gösterdikleri kolaylıklar Kemalist kalemlerde bile ma'kes bulmuştur. Rus ordusundaki Müslümanlar ise Rus-Ermeni mezâlimini önleyici istikamette ehemmiyetli bir rol oynamışlardı. İlaveten söyleyelim ki, cihad fetvasına rağmen Türkler'e silah çektiği söylenen Şerif Hüseyin Medine'yi teslim almaya geldiğinde emrinde 350 kişi vardı. Bunlar da o derecede derme çatma insanlardı ki, kendisi Türk kumandanlarından silah depolarının kapısında bir müddet daha Türk askerlerinin nöbet tutmalarını rica etmiş, bu silahların kendi adamları tarafından yağmalanmasından korktuğunu açıkça ifade etmiştir (Bak: Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, s. 473-474). Bu demektir ki, Ceziretü'l-Arab'a oluk gibi akan İngiliz altınları, Türkler'e karşı silah kullanabilecek ancak 350 adam bulunmasını temin edebilmiştir. Halbuki aynı çarpışmalarda Türk ordusu tarafında yer alan Araplar bu sayıdan katbekat fazlaydı. Hem de bölgenin ileri gelen insanlarından olarak... Şerif Hüseyin'in sokaktan topladığı adamlar nev'inden değil!...
Celali isyanları daha uzun sürdü
Osmanlı târihini tedkîk edenler hayretle müşâhede ederler ki, Anadolu'da 'Celâlî İsyanları' adıyla, müteaddid isyan hareketine şâhid oldukları hâlde, 450 sene hükmettiğimiz Arap Yarımadası'nda benzer bir hâdiseyle karşılaşılmaz. Üstelik oralarda Anadolu'daki gibi ciddî bir askerî kuvvet bulundurulmuş değildir. Yemen isyanları, bu ülke halkının ekseriyetle Şia'nın bir kolu olan Zeydiye mezhebine mensup bulunmaları dolayısıyla 'hilâfet'e değil, imâmete inanmış olmalarındandı. Yâni onlar, mezhepleri îcâbı olarak, Osmanlı hükümdarını halîfe sıfatıyla tanımak istemiyorlardı. Buradaki bâdirenin temel sâiki budur. Arap Yarımadası, kâhir ekseriyetiyle Sünnî olduğu cihetle burada asırlar boyunca sulh ve sükûnet devâm etmiş, karışıklık ancak İttihâtçılar'ın devlete hâkim olmasından sonra ortaya çıkmıştır. Bundan daha önce görülmüş olan birkaç Vehhâbî hareketi de Yemen'deki gibi ve fakat ondan farklı bir ictihâdın netîcesidir. Üstelik çok mevzî kalmıştır. Anadolu'daki Celâlî isyanları gibi taaddüdü mevzu-i bahs değildir. Celâlî isyanları, ilk isyan eden grubun başında Celâl isminde bir Alevî bulunduğu için bu ismi almış ve zaman zaman tekerrür etmiş ise de bugün hiç kimse Anadolu Alevîleri'ni, bizi arkamızdan vurmuş olmakla ithâm etmemektedir. Hattâ biz Yunan'la harb ederken Konya'da isyân zuhûr etmiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Bunun benzerleri Yozgat, Bolu, Düzce vs. yerlerde de tekerrür etmiştir. Bugün kimse çıkıp da Konyalılar'a, Düzceliler'e, Yozgatlılar'a.. ilh.: "-Siz Türk-Yunan Harbi gibi buhranlı bir zamanda bizi arkadan vurdunuz!.." diyerek bir târizde bulunmamaktadır.
İbnürreşit Osmanlı'ya bağlıydı
Medine müdâfîlerinin yanında aşîreti, itibarı ve çıkarabileceği silahşör sayısı Şerif Hüseyin ile kıyaslanmayacak durumda olan Şammarî aşireti reisi İbnü'r-Reşid gibi bir şahsiyet vardı. İngilizler, burası ona bırakıldığı takdirde de kendi adamları olan Şerif Hüseyin nâmına mücadele edeceklerdi. Hakîkaten Mısır'dan kaldırdıkları uçaklarla Medine halkı üzerine propaganda broşürleri atmış ve bölge Şerif Hüseyin'e teslim edilmediği takdirde Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulunmuşlardı. Bundan endişe eden birtakım subaylar, direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa'nın huzuruna avuçlarında mangal külü dolu olduğu hâlde girerek selâm verir gibi bir hareketle külü onun gözlerine serpmişler, elini kolunu bağlamışlar, kendisini Şerif Hüseyin'e teslîm etmişlerdir. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır. Irak havâlisinde İbnür-Reşid emsâli mahallî aşiret reisleri çoktur. Bunlardan biri de Uceymî Sâdun Paşa'dır
İngilizler'e kök söktürdü
Arap ihaneti palavrasına en susturucu cevap Uceymî Sâdûn Paşa'dır. Bunu, Cemal Kutay'ın yayınladığı 'Tarih Konuşuyor' adlı dergiden ve bir görgü şahidinin ağzından arzediyoruz. Görgü şahidi Demokrat Parti devrinde Sakarya milletvekilliği yapmış Hamza Osman Erkan'dır. (Bak: Cemal Kutay, Son Havadis gazetesi, 15 Temmuz 1978) Hamza Osman Erkan, meşhur Şeyh Şamil'in Medine muhafızlığı yapmış olan damadı Osman Paşa'nın torunudur. Görgü şahidinin ifadesiyle bir sâdık Arap liderinin yaptıklarını dinleyiniz:
"Birinci Dünya Harbi'nin ilk haftalarında, 'Teşkilât-ı Mahsusa' hücum taburları Reisi Süleyman Askerî Bey'in maiyetinde Kafkas cephesine gitmek üzere iken vak'alar ve hâdiseler bizi Irak'a sevketmişti. Müntefik mutasarrıflığının merkezi olan Nâsırıyye'den Nuhayle çöl karagâhına Ferhan isminde yerli bir kılavuz ve birkaç Kerküklü jandarma ile gidiyorduk. Nuhayle mevkiinde setir kuvvetlerimiz kumandanı Yarbay Seyfullah Bey'e ve aşâiri teşkilatlandırmak vazîfesiyle yanında bulunan 'Teşkilât-ı Mahsûsa' subaylarından Fâtihli Lutfi Bey'e merkezin gizli bir emrini ve bir miktar para götürüp avdet edecektik. Yolculuğumun üçüncü günü idi, şiddetli bir kum fırtınası esiyordu. Mukâbil taraftan kum rüzgarının içinden bir süvari müfrezesinin bize doğru geldiğini gördük.
"-Aşiret atlıları", "-Hayır, süvari, asker" diye tahminlerde bulunurken, atlılar müthiş bir kum rüzgarı şeklinde birkaç saniye içinde yanımıza yaklaştılar. Bunlar, 30 yaşlarında, kibar yüzlü, buğday çehreli, parlak siyah gözlü, çok zeki bakışlı, zayıf, nahif bir aşiret reisi ile muhafızları idi. Mütekâbilen durduk, selamlaştık, bir an sükut içinde bakıştık. Genç aşiret reisi, çok tatlı bir sesle bir arzumuz olup olmadığını sordu, büyük bir tevâzu ve nezaketle: -Bana bir emriniz var mı? Yanınıza adamlarından birkaçını tefrik edeceğim, dedi ve sonra eliyle selam işareti vererek hızla ayrıldı. Kim olduğunu iyice bilmediğim bu kibar çöl şövalyesi kayboluncaya kadar arkasından manyetize olmuş halde bakakaldım, yanımdaki kılavuza sordum:
'-Kim bu adam?'
-'Necidî hudutlarına kadar ahkâm ve emirleri kayıdsız ve şartsız cârî olan Şeyhlerin Şeyhi Emir Uceymî Sâdûnî işte budur. Emir Sâdun Paşa'nın oğludur. Asalet, servet, mertlik ve şecaatiyle Irak'ta meşhurdur.
Bağdat'tan beri menkıbe ve hikâyelerini işitmekte olduğumuz, düşman kuvvetleri ileri karakollarının rüyalarına giren ve uykularını kaçırarak dehşet uyandıran Müntefik aşiretleri reisini o gün ilk defa görmüş oluyordum. ..Basra'nın tahliyesinden sonra anavatanla irtibat ve münasebetleri tamamen kesilmiş olan ve çok fâik kuvvetler karşısında kahramanca müdafaalardan sonra merkezden verilen emir üzerine çekilmek mecburiyetinde kalan fedakar cenub müfrezemizi ıssız bir çölden geçirerek muhakkak bir esaretten kurtaran Uceymî Paşa'dır.
İngilizler Basra'yı işgal ettikten sonra Uceymî Paşa'ya mektub göndererek Türkler'den ayrılıp Irak'a kurtarıcı olarak gelen ordularıyla teşrik-i mesai ettiği takdirde istiklalini aldığı zaman Irak tahtının uhdesine tevdî olunacağı va'd olunuyordu. Büyük Britanya hükümet-i fâhimesi namına yapılan bu teklif Uceymî Paşa'nın 24 saat sonra İngilizler'e yaptığı müthiş bir baskınla cevaplandırılıyordu. İşte bu asil çöl çocuğu tâ Basra kapılarından Urfa'ya kadar ordumuzun kahraman bir muavini olarak harb ede ede çekilerek geldi. Daha sonra Millî Mücadele'nin ilk ve felaketli günlerinde Diyarbakır'a ve orada'ya gelerek vatanın hizmetine koşmuş, cenub hududlarımızda mühim ve unutulması küfrân olacak hizmetler etmişti. Büyük zaferden sonra Urfa'da Atatürk'ün emriyle hükümetimizin kendisine verdiği bir çiftlikte ziraatle iştigal ettiğini işitmiştim." (Bak: Tarih Konuşuyor Dergisi, Temmuz 1964, Sayı:6)
ATATÜRK'TEN UCEYMÎ PAŞA'YA
Mustafa Kemal Atatürk'ün Uceymî Sâdun Paşa'ya yazdığı telgraf:
"Irak Şeyhu"l-meşâyihi Uceymî Sâdun Paşa Hazretlerine, Diyarbekir'e teşriflerinizi istibşâr (müjdelemek) ile harb-i zâilde (bitmiş olan harpte) ikinci ordu kumandanlığı ile Diyarbekir'de ve dördüncü ordu komutanlığı ile Halep'te bulunduğum sıralarda nesl-i necîbinize (temiz soyunuza) has olan evsâf-ı merdânelerini (yiğitlik vasıflarını) duymuş ve mine'l-giyâb (gıyâben) şahsiyet-i muhteremelerine karşı büyük bir muhabbet-i kalbiye hâsıl eylemiştim. Bütün cihân-ı İslâm'ın iki gözbebeği olan -Türk ve Arab milletlerinin- iftirak (ayrılık) yüzünden ayrı ayrı zayıf olması, ümmet-i Muhammed için şanlı bir halde buna karşın elele vererek ümmet-i Muhammed'in hürriyet ve istiklâliyeti uğrunda mücâhede eylemek bizler için farz-ı ayndir. Unsurların sufûf (saflar) ve an'anâtını siyânet (ananelerini korumak) ile istilâcıların esaretinden tahlis-i girîbân eylemeye (kurtulmaya) mücâhedâtınızda zât-ı necîbânelerinizle beraber olduğumu arz ederim. Bu bâbdaki mütâlalarımın onüçüncü kolordu vâsıtasıyla işârı sûretiyle müdâbele-i efkâretmeyi (görüş alış verişinde bulunmayı) rey-i necîbânelerine terk ile takdim-i ihlâs eylerim efendim." 15 Haziran 1335 (1919) Üçüncü Ordu Müfettişi MUSTAFA KEMAL