seriqatil1
Banned
- Katılım
- 23 Ocak 2009
- Mesajlar
- 694
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
“Küçük Amerika”dan “Yeni Osmanlı”ya sağcılığın serüveni
Bilindiği gibi AKP’nin “Yeni Osmanlı” hayalleri aslında çok da yeni değil. Başından beri AKP ve Tayyip ABD güdümlü bir hilafetin kurulmasını istiyorlardı. Bu hilafetin yolları da Şeriatçılıktan, Kürtçülükten ve işbirlikçilikten geçiyordu. Osmanlıcılığa gelince aslında onun da bir orijinalliğinin olmadığı ortadadır. Türkiye’de sağcılığın Atatürk’e ve Cumhuriyet’e düşmanlıkla şekillenen özü onu aynı zamanda bir “Osmanlı” hayranlığına götürmüştür her zaman. Ancak bu Osmanlı hayranlığı da ABD uşaklığını örtmenin biri biçimi olmuştur yalnızca…
DP 1950’de iktidara geldiği zaman Menderes ve Bayar iki temel söylemle vatandaşın karşısına çıkmışlardı. Bunlardan birincisi “İsterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” diyen gericilikti. Diğeri ise Türkiye’nin yakın zamanda “Küçük Amerika” olacağını iddia eden Batıcı işbirlikçilikti. Gerçekten de DP, iktidarda kaldığı on yıl boyunca hem gericiliği hem de işbirlikçiliği sonuna kadar götürdü. 27 Mayıs 1960’da Türkiye, DP faşizminden kurtulduğu zaman artık ABD’nin ve gericiliğin oldukça yol kat ettiği bir ülke durumundaydı artık.
Sağcılık her şeyden önce ezilen ülkelerde kendi ulusunu, halkını emperyalizmin sömürüsüne bilinçli olarak maruz bırakmakla ana karakterini bulur. Ekonomik altyapıda temellenen bu uyduluk sağcı rejimlerin iç ve dış politikalarında da kendini yansıtır. Çıkarlarını her anlamda emperyalizmle buluşturan sağcılık, dış politikada da ABD’nin bir uzantısı olmak dışında bir fonksiyona sahip olamaz. DP’nin “Küçük Amerika”sından, Tayyip’in “Yeni Osmanlı”sına kadar geçen neredeyse altmış yıllık sağcılık tarihinde de öz olarak değişen bir şey yoktur.
Türkiye’nin Ortadoğu politikasının şekillenmesi bu sağcı rejimlerin elinde oldu. Türkiye’yi aralıksız olarak sağcıların, Amerikancıların yönettiği bu sürecin iki önemli olayından biri olan 24 Şubat 1954’te Türkiye’nin Bağdat Paktı’na girişi, DP’nin eseriydi. Diğer sembol olaysa; Tayyip’in tüm çabalarına rağmen 1 Mart 2003’te Meclis’ten geçirilemeyen Irak tezkeresiydi. Bu olaylardan ilkinin üzerinden elli beş, diğerinin üzerinden ise altı yıl geçti. Ancak görüyoruz ki, sağcılığın Amerikancılığı ve Türkiye’ye verdiği zarar açısından kopmaz bir zincir oluşturan bir işbirlikçilik tarihçesiyle karşı karşıyayız.
DP sağcılığının vardığı nokta: Bağdat Paktı
Atatürk dönemi Türkiye, emperyalizme karşı verdiği başarılı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın doğal sonucu olarak Ortadoğu ve Dünya çapında tavizsiz bir antiemperyalist politika gütmüştü. Özellikle Sadabad Paktı gibi sömürgecilik karşıtı girişimlerle Atatürk Türkiyesi tüm ezilen dünyanın ve Ortadoğu halklarının lider ülkesi durumuna gelmişti. Atatürk’ün ardından gelen İnönü iktidarıysa içerde sağcılıkla, dışarıda ise emperyalizmle uzlaşmanın politikasını sürdürdü. Atatürk’ün politikası aşındırıldı, eritildi.
Emperyalizmin uyduluğuna tam dönüşü gerçekleştirmek ise Menderes ve Bayar’a nasip olacaktı. DP’nin sağcı diktası altında içerde Atatürk’ün tüm kurumları sağcı tasfiyeye maruz kalırken dışarıda da Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı dış politikasının yerine açık bir Amerikancılık geçecekti. 1939 yılında İnönü hükümeti İngilizlerle anlaşmayı, ardından da Truman Doktrini’ni kabul etmişti. Bir süre sonraysa Marshall yardımları Türkiye’yi dışa bağlama operasyonuna kapıları açmıştı. Ancak DP diktası bunların çok ötesine geçti.
İlk önce ABD çıkarlarını savunmak için Türk askeri Kore’ye gönderildi, ardından da bunun meyvesi olarak 1952 Şubat’ında Türkiye’nin NATO’ya üye olunması gerçekleştirildi. Artık Türkiye’de iktidarların ABD’nin politikasının peşinden koşacağı uzun bir dönem başlamıştı. DP, ABD ittifakına o kadar bağlıydı ki Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü NATO’yu; “Atlantik anlaşması bizim için milli bir siyasettir, NATO’nun prensipleri dış politikamızın temelidir” diyerek TBMM kürsüsünden savunacaktı.
NATO, ABD’nin Sovyetlere karşı yaptığı örgütlenmenin adıydı. Türkiye’nin NATO üyeliği de Sovyetleri düşman olarak görmek ve ABD’nin kuşatma politikasının aleti olmak anlamına geliyordu. Ancak ABD’nin Türkiye’nin sağcılarına biçtiği rol bununla sınırlı değildi. Türkiye aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesi olarak ABD çıkarlarının bu bölgede de korunması için kullanılmalıydı. Özellikle de Mısır ve Suriye’de gelişen Nasırcı ve Baasçı antiemperyalist, sol hareketlerle Filistin’de yeni başlayan kurtuluş mücadelesinin karşısında Türkiye bir Amerikancı odağın kurulmasında kullanılmak isteniyordu. 24 Şubat 1954 tarihinde Bağdat Paktı bu yaklaşımın ürünü olarak kuruldu. Paktın merkezi o zamanlar Nuri Said’in Amerikancı rejimi tarafından yönetilen Irak’ın başkenti Bağdat olarak seçilmişti. Paktın üyeleri arasında Türkiye ve Irak’tan başka; İngiltere, Pakistan ve Afganistan da vardı. O yıllarda ABD Başkanı olan Eisenhower’ın açıkladığı Ortadoğu’ya ABD müdahalesi doktrininin savunusu bu paktın temel görevi olacaktı… 6. Filo’nun Akdeniz’de cirit atmaya başladığı bu yıllarda ABD’nin ve İsrail’in en önemli destekçisi DP iktidarıydı.
Endonezya’nın Bandung şehrinde antiemperyalist Üçüncü dünya liderlerinin önayak olmasıyla yapılan AfrikaAsya Konferansına da DP’li Fatin Rüştü Zorlu, ABD’nin Truva atı olarak gönderilecekti. Zorlu, burada yaptığı konuşmada Nasır, Nehru, Sukarno gibi liderleri komünizme hizmet etmekle suçladı ve konferansın zarar görmesi için azami çabayı gösterdi. Onu cevaplayan Nehru ise Bağdat Paktı’nı ve NATO üyeliğini kast ederek; “Bir Afrika-Asya devletinin askeri bloklardan birine üye olması utanç vericidir” diyecekti. Evet, gerçekten de utanç vericiydi ve bu utancı ülkemize yaşatan DP sağcılığı olmuştu. Ancak sağcı işbirlikçiliğin tek zararı ulusumuzu utandırmak olmadı…
Bağdat Paktı maceralarından, CENTO’ya
1950’li yıllar ABD’nin Ortadoğu’da ağırlığını koymaya çalıştığı yıllardı. II. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Fransa’nın güç yitirmesi, Ortadoğu’da da ABD’nin emperyalist varlığını artırma şansını bulmasına yol açmıştı. Eskiden İngiliz himayesinde ya da Fransız mandasında bulunan ülkeler artık sözde bağımsızlardı ama bundan sonra ABD’nin uydusu olacaklardı. ABD’nin karşısına çıkanlar, solcular ve antiemperyalistler ise ABD’nin düşmanlığından her şekilde paylarını alacaklardı.
Sadık Amerikancılar olarak DP’liler, ABD’nin yazdığı yeni Ortadoğu senaryosunda maşa rolüne hemen talip oldular. Yıllar sonra AKP ve Tayyip’in Büyük Ortadoğu Projesinin uygulanmasında aynı rol için paçaları sıvamasının ilk habercisi olan tavır daha o yıllarda Menderes’te görülüyordu. AKP’nin ideolojik ve politik atası olarak görebileceğimiz DP de aynı şekilde ABD kime düşmansa onun karşısında yer almayı görev bildi. Bunu yaparken Türkiye’yi maceraya sürüklemekten ya da ulusal güvenliği tehlikeye atacak, zayıflatacak adımlar atmaktan da kaçınmadılar.
1957 yılının Nisan ayına gelindiğinde Doğu Akdeniz’de sular iyiden iyiye ısınmaya başlamıştı. Mısır devriminin ve Nasır’ın olumlu etkisi Arap ülkelerinde etkisini gösterirken bu durumdan en çok rahatsız olan da doğal olarak ABD oluyordu. Nasır yanlısı solcu subayların Ürdün’de krallığı devirme ihtimali üzerine Kral Hüseyin’in ABD’yi yardıma çağırmasıyla 6. Filo Lübnan açıklarına gelmişti. Menderes hemen Lübnan üzerinden yapılacak müdahalede ABD ile birlikte savaşmanın planlarını yapmaya başladı. Lübnan olayları sırasında İncirlik Üssü ABD tarafından kullanılacaktı. Aynı yılın yaz aylarında ise Suriye’de iktidara gelen Baas rejiminin sol politikalar uygulamaya başlaması ve İsrail aleyhine silahlanması ABD’nin tepkisini daha da artıracaktı. ABD’nin en iyi destekçisi gene Menderes olmuştu. Eylül ayında Türk Ordusunu Suriye’ye karşı savaşa sokmanın planlarını yapan Menderes son anda bu harekâtı uygulayamamıştı. 1959’a gelindiğinde ise Irak’ta sağcı Nuri Said’in yine solcu subaylar tarafından iktidardan indirilmesi üzerine Bağdat Paktı’nı bahane ederek Menderes bu sefer de Irak’a girmeye kalktı ama yine bu maceraya atılması son anda engellendi. Irak’taki yeni antiemperyalist rejim ilk iş olarak pakttan ayrıldığını açıkladı. Bunun üzerine Menderes yine görev başına hızla geçti: Paktın merkezi Ankara’ya taşındı ve adı da CENTO olarak değiştirildi.
DP’nin ABD çıkarlarının peşinde giriştiği maceralar Türkiye’ye iki açıdan ciddi zarar vermişti. Bir taraftan Türkiye Ortadoğu halklarıyla bağlarını yitirirken, bölgede tecrit olurken, Türkiye DP’nin attığı adımlarla her alanda Türkiye’nin elini de zayıflatıyordu. ABD’nin Ortadoğu’da üstünlük kazandığı bu yıllar aynı zamanda Irak’ın kuzeyinde Barzani aşiretinin güç kazanmaya başladığı, Kürtçülüğün yeniden sahneye çıktığı yıllar oldu. Emperyalizm 1918’lerde kullandığı Kürt kartını yeniden devreye sokuyor, Sevr planları raftan iniyordu.
DP birebir Türkiye’nin kuyusunu kazıyordu. 1947’de Türkiye, İsrail’in kuruluşu anlamına gelen BM taksim planına karşı çıkabilen bir ülkeyken artık her adımını İsrail’le beraber atmak zorunda kalıyordu. Bu öyle bir zaaf yaratıyordu ki, Süveyş olayları sırasında emperyalistlerin yanında yen alan DP’liler benzer bir mesele olan Boğazlar ve Montrö Anlaşması konularında Türkiye’nin elini zayıflatmaktan da çekinmemişlerdi.
DP işbirlikçiliği işini o kadar sağlam yapmıştı ki, 27 Mayıs bile NATO ve CENTO sürecini durduramayacaktı. 27 Mayıs döneminin ardından artık Amerikancılık bayrağı yine sağcıların elinde yükselecekti…
ABD bayrağı Demirel’in ve Özal’ın elinde
Demirel’in Adalet Partisi’nin iktidarı Menderes’lerin hem içeride hem de dışarıda sürdürücüsü olmuştu. Artık ABD bayrağını Demirel taşıyacaktı. Bağdat Paktı sağcılar açısından öyle sağlam bir gelenek yaratmıştı ki, ardından gelen tüm iktidarlar bu ruhla işbirlikçiliğe devam edeceklerdi. Demirel, o dönemde Türkiye’nin en stratejik sorunu olan Kıbrıs’ta ABD ne derse onu yapmak dışında bir politikanın dışına hiç çıkmadı. Bu yıllar sonra ortaya “ver kurtul” olarak çıkacak anlayışın temelini oluşturmuştu.
Diğer taraftan da Demirel, başta Suudi Kralı Faysal olmak üzere tüm gerici ve Amerikancı Arap liderleriyle dostluklar kuracaktı. ABD’nin ise bu bağlamda yeni bir planı vardı: Bağdat Paktıyla oluşturulan uşaklık ruhunu daha Şeriatçı bir cilayla İslam Paktı olarak yeniden oluşturmak. Burada ABD’nin asıl amacının özellikle Türkiye’de yükselişe geçen sola karşı Şeriatçılığı bir güç olarak beslemenin planlarını yaptığı, daha sonra “Yeşil Kuşak” olarak anılacak projenin adımlarının atıldığını görmemiz gerekir. Burada da Demirel ABD’nin dediklerini yapmıştır.
Demirel iktidarı, 6.Filo’nun sık sık Türkiye’ye gelmesine ve devrimci gençliğin ABD karşıtı hareketinin yükselmesine sahne olacaktı. Kıbrıs yüzünden Yunanistan’la yaşanan gerginliklerden sonra Türk Ordusu’nun NATO dışında bir birim kurmasına en çok karşı çıkan isim yine Demirel olacaktı.
Demirel Amerikancılığını ilerleten isimse Özal’dır. Özal’la beraber Amerikancılık gerçek özünü de açıkça ortaya koyarak Kürtçülüğü temel siyaset yaptı. Özellikle 1991 yılında ABD’nin Irak’a yaptığı ilk saldırıda Özal’ın sahte bir genişleme teziyle saldırıya katılma çabası yine Türk Ordusu’nun doğru duruşuyla engellenmişti. Saldırının ardından Özal; Barzani ve Talabani’ye sahip çıkarak Kürtçülüğe en büyük desteği vermişti. ABD’nin Kürtleri kollama projesinin aracı olan Çekiç Güç de yine Özal aracılığıyla Türkiye’ye yerleştirilmişti.
Özal bir taraftan da federasyon propagandası yaparak ABD’nin temel planı olan “Büyük Kürdistan”ın kurulmasının da yolunu yapmaktaydı. Özal’ın maşası olduğu ABD politikası sadece Irak’ı değil, Türkiye’yi de bölmeyi amaçlıyordu. Tüm bunların gözler önüne serilmesi için Türkiye AKP’yi ve Tayyip’i bekliyordu…
Bağdat Paktından, AKP’nin 1 Mart tezkeresine…
AKP iktidarı Türkiye’de Menderes-Demirel-Özal Amerikancı çizgisinin açık bir sürdürücüsü olarak değerlendirilmelidir. Ancak, AKP hem gericilikte hem de işbirlikçilikte seleflerinin bile kıskanacağı bir düzeye ulaşmış olmasıyla ayrılır. AKP iktidara 2002 yılında geldiğinde kurdukları hükümetin açıktan bir Amerikancı savaş hükümeti olduğu görülüyordu. ABD’nin Irak’a yapmayı planladığı ikinci saldırı hızla yaklaşırken Tayyip ve AKP de bu saldırıda ABD’ye hizmet edecek işbirlikçiler olarak siyaset sahnesinde yerlerini alıyorlardı. ABD’nin başta gelen amaçlarından biri Irak’ta Saddam Hüseyin önderliğindeki ilerici ve antiemperyalist Baas rejimini devirmekti. Ancak bunun da ötesinde Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında “Büyük Kürdistan”ın kurulması için harekete geçmişti. İyi Amerikancılar olarak AKP de bu iki amaçta da ABD’nin her dediğini yapmaya hazırdı.
ABD, Irak’a sadece güneyden değil kuzeyden de bir cephe açmak istiyordu ve bunu yapabilmesinin tek yolu da Türkiye’ydi. Bu amaca giden yolda AKP ilk olarak 6 Şubat 2003’te ilk tezkereyi geçirdi. Bu tezkere kapsamında ABD askerleri ve askerî teknik personeli Türkiye’ye yerleştirilecek ve İskenderun, Mersin limanlarından, Çorlu, Diyarbakır, Afyon havalimanlarına kadar tüm Türkiye bir ABD üssüne dönüştürülecekti. Tezkerenin geçmesinin ardından ABD askerleri gelmeye başlamışlardı bile. Ancak esas adım 1 Mart tezkeresindeydi. Buna göre de 60 bin civarı ABD askeri Türkiye’ye gelecek ve AKP istediği zaman Türk Ordusu Irak’ta ABD’nin yanında savaşmaya gönderilecekti. Aslında yapılmak istenen Türk askerinin ABD çıkarları adına kullanılmasının ötesinde gelen ABD askerlerinin tüm stratejik noktalara yerleştirilerek Türkiye’nin de fiili bir işgale tabii tutulmasıydı. Ancak AKP tüm çabalarına karşın 1 Mart tezkeresini TBMM’den geçirmeyi başaramadı.
Ama ABD işgal ordusunun, Türk askerlerinin başına Süleymaniye’de çuval geçirmesini, Kürt devletinin fiili olarak kurulmasını, PKK’nın siyasallaştırılıp palazlandırılmasını da hep AKP sağladı. Yıllar önce DP’nin Bağdat Paktıyla başlattığı katıksız Amerikancılık, AKP’yle beraber Türkiye’nin işgali noktasına kadar gelmiş bulunuyordu. İki olayın arasında geçen elli yılda sağın Amerikancılığının sonu işte bu olmuştu.
Bugün 1 Mart tezkeresinin üzerinden altı yıl geçmiş bulunuyor. O gün tezkere geçmedi ama bugün Türkiye Kürt-İslam faşizminin işgali altında daha da kötü bir durumda…
Sağın Amerikancı özü hiç değişmedi. Menderes’te neyse Tayyip’te de o: Uşaklık ve bölücülük…
kynk
Adnan Menderes diyor ki:
"İnkılâp kanunları halk tarafından benimsenmemişse, jandarma zoruna dayanacaksa, milli vicdanın hilâfına olan bu kanunları kaldırmak, demokratik idarenin başta gelen vazifesi olmak icap eder."
inkilap kanunlarını bu atatürk zamanında benimseyen halk daha sonra bununla sorun yaşıyorsa o sorunları giderirsin sen .bunu yapmazda o inkilapları değiştirmeyi aklından bile geçirirsen hiç iyi şeyler olmaz menderes ...
amerikancı beyninle atatürk cumhuriyetine karşı gelmek veya o inkilaplara dokunmak senin ve kimsenin haddine değil ...
DOKUNDURTMAZLAR ....
DOKUNDURMAYACAĞIZDA ....
SENİN ZİHNİYETİNİN DEVAMI BUNU BİLSİN !!!!
Bilindiği gibi AKP’nin “Yeni Osmanlı” hayalleri aslında çok da yeni değil. Başından beri AKP ve Tayyip ABD güdümlü bir hilafetin kurulmasını istiyorlardı. Bu hilafetin yolları da Şeriatçılıktan, Kürtçülükten ve işbirlikçilikten geçiyordu. Osmanlıcılığa gelince aslında onun da bir orijinalliğinin olmadığı ortadadır. Türkiye’de sağcılığın Atatürk’e ve Cumhuriyet’e düşmanlıkla şekillenen özü onu aynı zamanda bir “Osmanlı” hayranlığına götürmüştür her zaman. Ancak bu Osmanlı hayranlığı da ABD uşaklığını örtmenin biri biçimi olmuştur yalnızca…
DP 1950’de iktidara geldiği zaman Menderes ve Bayar iki temel söylemle vatandaşın karşısına çıkmışlardı. Bunlardan birincisi “İsterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” diyen gericilikti. Diğeri ise Türkiye’nin yakın zamanda “Küçük Amerika” olacağını iddia eden Batıcı işbirlikçilikti. Gerçekten de DP, iktidarda kaldığı on yıl boyunca hem gericiliği hem de işbirlikçiliği sonuna kadar götürdü. 27 Mayıs 1960’da Türkiye, DP faşizminden kurtulduğu zaman artık ABD’nin ve gericiliğin oldukça yol kat ettiği bir ülke durumundaydı artık.
Sağcılık her şeyden önce ezilen ülkelerde kendi ulusunu, halkını emperyalizmin sömürüsüne bilinçli olarak maruz bırakmakla ana karakterini bulur. Ekonomik altyapıda temellenen bu uyduluk sağcı rejimlerin iç ve dış politikalarında da kendini yansıtır. Çıkarlarını her anlamda emperyalizmle buluşturan sağcılık, dış politikada da ABD’nin bir uzantısı olmak dışında bir fonksiyona sahip olamaz. DP’nin “Küçük Amerika”sından, Tayyip’in “Yeni Osmanlı”sına kadar geçen neredeyse altmış yıllık sağcılık tarihinde de öz olarak değişen bir şey yoktur.
Türkiye’nin Ortadoğu politikasının şekillenmesi bu sağcı rejimlerin elinde oldu. Türkiye’yi aralıksız olarak sağcıların, Amerikancıların yönettiği bu sürecin iki önemli olayından biri olan 24 Şubat 1954’te Türkiye’nin Bağdat Paktı’na girişi, DP’nin eseriydi. Diğer sembol olaysa; Tayyip’in tüm çabalarına rağmen 1 Mart 2003’te Meclis’ten geçirilemeyen Irak tezkeresiydi. Bu olaylardan ilkinin üzerinden elli beş, diğerinin üzerinden ise altı yıl geçti. Ancak görüyoruz ki, sağcılığın Amerikancılığı ve Türkiye’ye verdiği zarar açısından kopmaz bir zincir oluşturan bir işbirlikçilik tarihçesiyle karşı karşıyayız.
DP sağcılığının vardığı nokta: Bağdat Paktı
Atatürk dönemi Türkiye, emperyalizme karşı verdiği başarılı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın doğal sonucu olarak Ortadoğu ve Dünya çapında tavizsiz bir antiemperyalist politika gütmüştü. Özellikle Sadabad Paktı gibi sömürgecilik karşıtı girişimlerle Atatürk Türkiyesi tüm ezilen dünyanın ve Ortadoğu halklarının lider ülkesi durumuna gelmişti. Atatürk’ün ardından gelen İnönü iktidarıysa içerde sağcılıkla, dışarıda ise emperyalizmle uzlaşmanın politikasını sürdürdü. Atatürk’ün politikası aşındırıldı, eritildi.
Emperyalizmin uyduluğuna tam dönüşü gerçekleştirmek ise Menderes ve Bayar’a nasip olacaktı. DP’nin sağcı diktası altında içerde Atatürk’ün tüm kurumları sağcı tasfiyeye maruz kalırken dışarıda da Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı dış politikasının yerine açık bir Amerikancılık geçecekti. 1939 yılında İnönü hükümeti İngilizlerle anlaşmayı, ardından da Truman Doktrini’ni kabul etmişti. Bir süre sonraysa Marshall yardımları Türkiye’yi dışa bağlama operasyonuna kapıları açmıştı. Ancak DP diktası bunların çok ötesine geçti.
İlk önce ABD çıkarlarını savunmak için Türk askeri Kore’ye gönderildi, ardından da bunun meyvesi olarak 1952 Şubat’ında Türkiye’nin NATO’ya üye olunması gerçekleştirildi. Artık Türkiye’de iktidarların ABD’nin politikasının peşinden koşacağı uzun bir dönem başlamıştı. DP, ABD ittifakına o kadar bağlıydı ki Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü NATO’yu; “Atlantik anlaşması bizim için milli bir siyasettir, NATO’nun prensipleri dış politikamızın temelidir” diyerek TBMM kürsüsünden savunacaktı.
NATO, ABD’nin Sovyetlere karşı yaptığı örgütlenmenin adıydı. Türkiye’nin NATO üyeliği de Sovyetleri düşman olarak görmek ve ABD’nin kuşatma politikasının aleti olmak anlamına geliyordu. Ancak ABD’nin Türkiye’nin sağcılarına biçtiği rol bununla sınırlı değildi. Türkiye aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesi olarak ABD çıkarlarının bu bölgede de korunması için kullanılmalıydı. Özellikle de Mısır ve Suriye’de gelişen Nasırcı ve Baasçı antiemperyalist, sol hareketlerle Filistin’de yeni başlayan kurtuluş mücadelesinin karşısında Türkiye bir Amerikancı odağın kurulmasında kullanılmak isteniyordu. 24 Şubat 1954 tarihinde Bağdat Paktı bu yaklaşımın ürünü olarak kuruldu. Paktın merkezi o zamanlar Nuri Said’in Amerikancı rejimi tarafından yönetilen Irak’ın başkenti Bağdat olarak seçilmişti. Paktın üyeleri arasında Türkiye ve Irak’tan başka; İngiltere, Pakistan ve Afganistan da vardı. O yıllarda ABD Başkanı olan Eisenhower’ın açıkladığı Ortadoğu’ya ABD müdahalesi doktrininin savunusu bu paktın temel görevi olacaktı… 6. Filo’nun Akdeniz’de cirit atmaya başladığı bu yıllarda ABD’nin ve İsrail’in en önemli destekçisi DP iktidarıydı.
Endonezya’nın Bandung şehrinde antiemperyalist Üçüncü dünya liderlerinin önayak olmasıyla yapılan AfrikaAsya Konferansına da DP’li Fatin Rüştü Zorlu, ABD’nin Truva atı olarak gönderilecekti. Zorlu, burada yaptığı konuşmada Nasır, Nehru, Sukarno gibi liderleri komünizme hizmet etmekle suçladı ve konferansın zarar görmesi için azami çabayı gösterdi. Onu cevaplayan Nehru ise Bağdat Paktı’nı ve NATO üyeliğini kast ederek; “Bir Afrika-Asya devletinin askeri bloklardan birine üye olması utanç vericidir” diyecekti. Evet, gerçekten de utanç vericiydi ve bu utancı ülkemize yaşatan DP sağcılığı olmuştu. Ancak sağcı işbirlikçiliğin tek zararı ulusumuzu utandırmak olmadı…
Bağdat Paktı maceralarından, CENTO’ya
1950’li yıllar ABD’nin Ortadoğu’da ağırlığını koymaya çalıştığı yıllardı. II. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Fransa’nın güç yitirmesi, Ortadoğu’da da ABD’nin emperyalist varlığını artırma şansını bulmasına yol açmıştı. Eskiden İngiliz himayesinde ya da Fransız mandasında bulunan ülkeler artık sözde bağımsızlardı ama bundan sonra ABD’nin uydusu olacaklardı. ABD’nin karşısına çıkanlar, solcular ve antiemperyalistler ise ABD’nin düşmanlığından her şekilde paylarını alacaklardı.
Sadık Amerikancılar olarak DP’liler, ABD’nin yazdığı yeni Ortadoğu senaryosunda maşa rolüne hemen talip oldular. Yıllar sonra AKP ve Tayyip’in Büyük Ortadoğu Projesinin uygulanmasında aynı rol için paçaları sıvamasının ilk habercisi olan tavır daha o yıllarda Menderes’te görülüyordu. AKP’nin ideolojik ve politik atası olarak görebileceğimiz DP de aynı şekilde ABD kime düşmansa onun karşısında yer almayı görev bildi. Bunu yaparken Türkiye’yi maceraya sürüklemekten ya da ulusal güvenliği tehlikeye atacak, zayıflatacak adımlar atmaktan da kaçınmadılar.
1957 yılının Nisan ayına gelindiğinde Doğu Akdeniz’de sular iyiden iyiye ısınmaya başlamıştı. Mısır devriminin ve Nasır’ın olumlu etkisi Arap ülkelerinde etkisini gösterirken bu durumdan en çok rahatsız olan da doğal olarak ABD oluyordu. Nasır yanlısı solcu subayların Ürdün’de krallığı devirme ihtimali üzerine Kral Hüseyin’in ABD’yi yardıma çağırmasıyla 6. Filo Lübnan açıklarına gelmişti. Menderes hemen Lübnan üzerinden yapılacak müdahalede ABD ile birlikte savaşmanın planlarını yapmaya başladı. Lübnan olayları sırasında İncirlik Üssü ABD tarafından kullanılacaktı. Aynı yılın yaz aylarında ise Suriye’de iktidara gelen Baas rejiminin sol politikalar uygulamaya başlaması ve İsrail aleyhine silahlanması ABD’nin tepkisini daha da artıracaktı. ABD’nin en iyi destekçisi gene Menderes olmuştu. Eylül ayında Türk Ordusunu Suriye’ye karşı savaşa sokmanın planlarını yapan Menderes son anda bu harekâtı uygulayamamıştı. 1959’a gelindiğinde ise Irak’ta sağcı Nuri Said’in yine solcu subaylar tarafından iktidardan indirilmesi üzerine Bağdat Paktı’nı bahane ederek Menderes bu sefer de Irak’a girmeye kalktı ama yine bu maceraya atılması son anda engellendi. Irak’taki yeni antiemperyalist rejim ilk iş olarak pakttan ayrıldığını açıkladı. Bunun üzerine Menderes yine görev başına hızla geçti: Paktın merkezi Ankara’ya taşındı ve adı da CENTO olarak değiştirildi.
DP’nin ABD çıkarlarının peşinde giriştiği maceralar Türkiye’ye iki açıdan ciddi zarar vermişti. Bir taraftan Türkiye Ortadoğu halklarıyla bağlarını yitirirken, bölgede tecrit olurken, Türkiye DP’nin attığı adımlarla her alanda Türkiye’nin elini de zayıflatıyordu. ABD’nin Ortadoğu’da üstünlük kazandığı bu yıllar aynı zamanda Irak’ın kuzeyinde Barzani aşiretinin güç kazanmaya başladığı, Kürtçülüğün yeniden sahneye çıktığı yıllar oldu. Emperyalizm 1918’lerde kullandığı Kürt kartını yeniden devreye sokuyor, Sevr planları raftan iniyordu.
DP birebir Türkiye’nin kuyusunu kazıyordu. 1947’de Türkiye, İsrail’in kuruluşu anlamına gelen BM taksim planına karşı çıkabilen bir ülkeyken artık her adımını İsrail’le beraber atmak zorunda kalıyordu. Bu öyle bir zaaf yaratıyordu ki, Süveyş olayları sırasında emperyalistlerin yanında yen alan DP’liler benzer bir mesele olan Boğazlar ve Montrö Anlaşması konularında Türkiye’nin elini zayıflatmaktan da çekinmemişlerdi.
DP işbirlikçiliği işini o kadar sağlam yapmıştı ki, 27 Mayıs bile NATO ve CENTO sürecini durduramayacaktı. 27 Mayıs döneminin ardından artık Amerikancılık bayrağı yine sağcıların elinde yükselecekti…
ABD bayrağı Demirel’in ve Özal’ın elinde
Demirel’in Adalet Partisi’nin iktidarı Menderes’lerin hem içeride hem de dışarıda sürdürücüsü olmuştu. Artık ABD bayrağını Demirel taşıyacaktı. Bağdat Paktı sağcılar açısından öyle sağlam bir gelenek yaratmıştı ki, ardından gelen tüm iktidarlar bu ruhla işbirlikçiliğe devam edeceklerdi. Demirel, o dönemde Türkiye’nin en stratejik sorunu olan Kıbrıs’ta ABD ne derse onu yapmak dışında bir politikanın dışına hiç çıkmadı. Bu yıllar sonra ortaya “ver kurtul” olarak çıkacak anlayışın temelini oluşturmuştu.
Diğer taraftan da Demirel, başta Suudi Kralı Faysal olmak üzere tüm gerici ve Amerikancı Arap liderleriyle dostluklar kuracaktı. ABD’nin ise bu bağlamda yeni bir planı vardı: Bağdat Paktıyla oluşturulan uşaklık ruhunu daha Şeriatçı bir cilayla İslam Paktı olarak yeniden oluşturmak. Burada ABD’nin asıl amacının özellikle Türkiye’de yükselişe geçen sola karşı Şeriatçılığı bir güç olarak beslemenin planlarını yaptığı, daha sonra “Yeşil Kuşak” olarak anılacak projenin adımlarının atıldığını görmemiz gerekir. Burada da Demirel ABD’nin dediklerini yapmıştır.
Demirel iktidarı, 6.Filo’nun sık sık Türkiye’ye gelmesine ve devrimci gençliğin ABD karşıtı hareketinin yükselmesine sahne olacaktı. Kıbrıs yüzünden Yunanistan’la yaşanan gerginliklerden sonra Türk Ordusu’nun NATO dışında bir birim kurmasına en çok karşı çıkan isim yine Demirel olacaktı.
Demirel Amerikancılığını ilerleten isimse Özal’dır. Özal’la beraber Amerikancılık gerçek özünü de açıkça ortaya koyarak Kürtçülüğü temel siyaset yaptı. Özellikle 1991 yılında ABD’nin Irak’a yaptığı ilk saldırıda Özal’ın sahte bir genişleme teziyle saldırıya katılma çabası yine Türk Ordusu’nun doğru duruşuyla engellenmişti. Saldırının ardından Özal; Barzani ve Talabani’ye sahip çıkarak Kürtçülüğe en büyük desteği vermişti. ABD’nin Kürtleri kollama projesinin aracı olan Çekiç Güç de yine Özal aracılığıyla Türkiye’ye yerleştirilmişti.
Özal bir taraftan da federasyon propagandası yaparak ABD’nin temel planı olan “Büyük Kürdistan”ın kurulmasının da yolunu yapmaktaydı. Özal’ın maşası olduğu ABD politikası sadece Irak’ı değil, Türkiye’yi de bölmeyi amaçlıyordu. Tüm bunların gözler önüne serilmesi için Türkiye AKP’yi ve Tayyip’i bekliyordu…
Bağdat Paktından, AKP’nin 1 Mart tezkeresine…
AKP iktidarı Türkiye’de Menderes-Demirel-Özal Amerikancı çizgisinin açık bir sürdürücüsü olarak değerlendirilmelidir. Ancak, AKP hem gericilikte hem de işbirlikçilikte seleflerinin bile kıskanacağı bir düzeye ulaşmış olmasıyla ayrılır. AKP iktidara 2002 yılında geldiğinde kurdukları hükümetin açıktan bir Amerikancı savaş hükümeti olduğu görülüyordu. ABD’nin Irak’a yapmayı planladığı ikinci saldırı hızla yaklaşırken Tayyip ve AKP de bu saldırıda ABD’ye hizmet edecek işbirlikçiler olarak siyaset sahnesinde yerlerini alıyorlardı. ABD’nin başta gelen amaçlarından biri Irak’ta Saddam Hüseyin önderliğindeki ilerici ve antiemperyalist Baas rejimini devirmekti. Ancak bunun da ötesinde Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında “Büyük Kürdistan”ın kurulması için harekete geçmişti. İyi Amerikancılar olarak AKP de bu iki amaçta da ABD’nin her dediğini yapmaya hazırdı.
ABD, Irak’a sadece güneyden değil kuzeyden de bir cephe açmak istiyordu ve bunu yapabilmesinin tek yolu da Türkiye’ydi. Bu amaca giden yolda AKP ilk olarak 6 Şubat 2003’te ilk tezkereyi geçirdi. Bu tezkere kapsamında ABD askerleri ve askerî teknik personeli Türkiye’ye yerleştirilecek ve İskenderun, Mersin limanlarından, Çorlu, Diyarbakır, Afyon havalimanlarına kadar tüm Türkiye bir ABD üssüne dönüştürülecekti. Tezkerenin geçmesinin ardından ABD askerleri gelmeye başlamışlardı bile. Ancak esas adım 1 Mart tezkeresindeydi. Buna göre de 60 bin civarı ABD askeri Türkiye’ye gelecek ve AKP istediği zaman Türk Ordusu Irak’ta ABD’nin yanında savaşmaya gönderilecekti. Aslında yapılmak istenen Türk askerinin ABD çıkarları adına kullanılmasının ötesinde gelen ABD askerlerinin tüm stratejik noktalara yerleştirilerek Türkiye’nin de fiili bir işgale tabii tutulmasıydı. Ancak AKP tüm çabalarına karşın 1 Mart tezkeresini TBMM’den geçirmeyi başaramadı.
Ama ABD işgal ordusunun, Türk askerlerinin başına Süleymaniye’de çuval geçirmesini, Kürt devletinin fiili olarak kurulmasını, PKK’nın siyasallaştırılıp palazlandırılmasını da hep AKP sağladı. Yıllar önce DP’nin Bağdat Paktıyla başlattığı katıksız Amerikancılık, AKP’yle beraber Türkiye’nin işgali noktasına kadar gelmiş bulunuyordu. İki olayın arasında geçen elli yılda sağın Amerikancılığının sonu işte bu olmuştu.
Bugün 1 Mart tezkeresinin üzerinden altı yıl geçmiş bulunuyor. O gün tezkere geçmedi ama bugün Türkiye Kürt-İslam faşizminin işgali altında daha da kötü bir durumda…
Sağın Amerikancı özü hiç değişmedi. Menderes’te neyse Tayyip’te de o: Uşaklık ve bölücülük…
kynk
Adnan Menderes diyor ki:
"İnkılâp kanunları halk tarafından benimsenmemişse, jandarma zoruna dayanacaksa, milli vicdanın hilâfına olan bu kanunları kaldırmak, demokratik idarenin başta gelen vazifesi olmak icap eder."
inkilap kanunlarını bu atatürk zamanında benimseyen halk daha sonra bununla sorun yaşıyorsa o sorunları giderirsin sen .bunu yapmazda o inkilapları değiştirmeyi aklından bile geçirirsen hiç iyi şeyler olmaz menderes ...
amerikancı beyninle atatürk cumhuriyetine karşı gelmek veya o inkilaplara dokunmak senin ve kimsenin haddine değil ...
DOKUNDURTMAZLAR ....
DOKUNDURMAYACAĞIZDA ....
SENİN ZİHNİYETİNİN DEVAMI BUNU BİLSİN !!!!