- Katılım
- 23 May 2010
- Mesajlar
- 10,583
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
ALTININ CAZİBESİNE DAYANAMAYAN PADİŞAHLAR
Osmanlılar da Anadolu’da kendilerinden önce kurulmuş öteki uygarlıklar gibi altını sevdiler ve onu büyük bir maharetle işlediler. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi çok büyük iki padişah bile gençliklerinde kuyumculuk sanatını öğrenebilmek için çırak olarak çalıştılar.
On beş, on altı yaşlarında, uzun boylu, iri yapılı genç, kuyumcu işliğinin başında kan ter içinde çalışıyordu.
Biraz önce büyük bir özenle çekip uzattığı ipek inceliğindeki altın teli tam düğümleyecekken, tel yine kopuverdi. Delikanlının zaten kırmızı olan yüzü iyice kızardı. Pençe gibi elleriyle kavradığı örsü fırlatıp attı. Elinin tersiyle masa üzerindeki bütün aletleri, bıçakları, makasları, çekiçleri ve irili ufaklı altın levhaları da süpürüp, yere çaldı. Sabahtan beri uğraşıp, tel tel altın çekmiş, ama bunları örme bir bilezik haline getirmek için düğümlerken, tel her defasında kopup gitmişti.
Hırsla burnundan solurken, arkasından yaklaşan beyaz sakallı yaşlı adamın sesini duydu. Adam, “Hep söyledim sana, altın nazlı bir kadın gibidir, ona karşı hep nazik olmalısın’’ diyordu. Delikanlı arkasına döndü ve kendisine kuyumculuk öğreten ustasını gördü. Utandı. Aletleri ve altınları toplayıp yeniden masaya koydu. Usta ile çırak yeniden çalışmaya ve sihirli maden altını, göz kamaştırıcı güzellikte bir hasır bilezik haline getirmeye başladılar.
Delikanlının adı Selim idi. Yıl 1487 idi ve Selim Trabzon Vilayeti’nde şehzadelik yaparak devlet işlerini öğrenirken, bir yandan da iyi bir kuyumcu ustası olmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra bütün dünya onu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim diye tanıyacak ve onun bütün Arap Yarımadası’nı, o zamanın en güçlü devleti Mısır’ı, Akdeniz’in büyük bir bölümünü nasıl fethettiğini, Hilafet müessesesini alıp Osmanlı İmparatorluğu’na nasıl getirdiğini bir bir öğrenecek ve önünde saygıyla eğilecekti.
Osmanlılar ve altın
Gold News’un 149’uncu sayısında başlattığımız ‘’Sarı Altın Yeşil Anadolu’da’’ gezisinde bu sayıdaki durağımız Osmanlı İmparatorluğu. Tam altı asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamı denince akla gelen ilk sembol, göz kamaştıran mücevherler olmuş. İslam’da altın kullanımında aşırıya kaçılmaması geleneği olduğundan, özellikle sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiş, altın da saf halde değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmış.
Osmanlılarda kuyumculuk, padişahlar tarafından sevilen ve desteklenen bir sanat dalı olmuş. Osmanlıların en kudretli padişahlarından olan Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelikleri döneminde görev yaptıkları Trabzon’da kuyumculuk öğrenmişler.
Mücevherlerde altınla birlikte kullanılan taşlar çeşitli yerlerden getirilmiş. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den temin edilmiş.
Osmanlı takıları arasında sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası ilk göze çarpanlardan.Osmanlılar, kuyumculuktaki ustalıklarını takılardan başka yerlerde de göstermişler. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ‘’III. Murad Divanı’’ kitabının kabı, bir çok takıdan çok daha ihtişamlı. Sultan III. Murad’ın saltanatı sırasında sarayın ‘’Başkuyumcu’’su olan Bosnalı Mehmed Usta’nın eseri olan bu kitap kabı, altın zemin üzerine delik işi ve kuyumcu kalemi tarağı ile yapılmış kıvrımlı dal ve Rumiler, köşeli ya da düz zümrüt ve yakutlarla meydana getirilmiş. Hem erkek hem de kadınların kullandığı sorguç da Osmanlılarda kuyumculuğun nasıl olağanüstü bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor. Yine Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç, altından yapılmış sapı, ortasındaki kocaman zümrüt ve çiçek biçiminde işlenmiş elmaslarıyla günümüzde de göz kamaştırmaya devam ediyor.Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, fantastik bir tasarım olan ‘’titrek’’ takılar, ‘’tektaş’’, ‘’gül’’ ya da ‘’Divanhane çivisi’’ adı verilen çeşitli yüzükler, ‘’akarsu’’ denilen bilezik ve kolyeler, ‘’pay-ı çift’’, ‘’üç ayaklı’’ diye isimlendirilen küpeler, altının kıymetli taşlarla büyük bir uyum içinde birleştirilerek Osmanlılarda nasıl büyük bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor.
alıntı
Osmanlılar da Anadolu’da kendilerinden önce kurulmuş öteki uygarlıklar gibi altını sevdiler ve onu büyük bir maharetle işlediler. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi çok büyük iki padişah bile gençliklerinde kuyumculuk sanatını öğrenebilmek için çırak olarak çalıştılar.
On beş, on altı yaşlarında, uzun boylu, iri yapılı genç, kuyumcu işliğinin başında kan ter içinde çalışıyordu.
Biraz önce büyük bir özenle çekip uzattığı ipek inceliğindeki altın teli tam düğümleyecekken, tel yine kopuverdi. Delikanlının zaten kırmızı olan yüzü iyice kızardı. Pençe gibi elleriyle kavradığı örsü fırlatıp attı. Elinin tersiyle masa üzerindeki bütün aletleri, bıçakları, makasları, çekiçleri ve irili ufaklı altın levhaları da süpürüp, yere çaldı. Sabahtan beri uğraşıp, tel tel altın çekmiş, ama bunları örme bir bilezik haline getirmek için düğümlerken, tel her defasında kopup gitmişti.
Hırsla burnundan solurken, arkasından yaklaşan beyaz sakallı yaşlı adamın sesini duydu. Adam, “Hep söyledim sana, altın nazlı bir kadın gibidir, ona karşı hep nazik olmalısın’’ diyordu. Delikanlı arkasına döndü ve kendisine kuyumculuk öğreten ustasını gördü. Utandı. Aletleri ve altınları toplayıp yeniden masaya koydu. Usta ile çırak yeniden çalışmaya ve sihirli maden altını, göz kamaştırıcı güzellikte bir hasır bilezik haline getirmeye başladılar.
Delikanlının adı Selim idi. Yıl 1487 idi ve Selim Trabzon Vilayeti’nde şehzadelik yaparak devlet işlerini öğrenirken, bir yandan da iyi bir kuyumcu ustası olmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra bütün dünya onu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim diye tanıyacak ve onun bütün Arap Yarımadası’nı, o zamanın en güçlü devleti Mısır’ı, Akdeniz’in büyük bir bölümünü nasıl fethettiğini, Hilafet müessesesini alıp Osmanlı İmparatorluğu’na nasıl getirdiğini bir bir öğrenecek ve önünde saygıyla eğilecekti.
Osmanlılar ve altın
Gold News’un 149’uncu sayısında başlattığımız ‘’Sarı Altın Yeşil Anadolu’da’’ gezisinde bu sayıdaki durağımız Osmanlı İmparatorluğu. Tam altı asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamı denince akla gelen ilk sembol, göz kamaştıran mücevherler olmuş. İslam’da altın kullanımında aşırıya kaçılmaması geleneği olduğundan, özellikle sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiş, altın da saf halde değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmış.
Osmanlılarda kuyumculuk, padişahlar tarafından sevilen ve desteklenen bir sanat dalı olmuş. Osmanlıların en kudretli padişahlarından olan Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelikleri döneminde görev yaptıkları Trabzon’da kuyumculuk öğrenmişler.
Mücevherlerde altınla birlikte kullanılan taşlar çeşitli yerlerden getirilmiş. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den temin edilmiş.
Osmanlı takıları arasında sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası ilk göze çarpanlardan.Osmanlılar, kuyumculuktaki ustalıklarını takılardan başka yerlerde de göstermişler. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ‘’III. Murad Divanı’’ kitabının kabı, bir çok takıdan çok daha ihtişamlı. Sultan III. Murad’ın saltanatı sırasında sarayın ‘’Başkuyumcu’’su olan Bosnalı Mehmed Usta’nın eseri olan bu kitap kabı, altın zemin üzerine delik işi ve kuyumcu kalemi tarağı ile yapılmış kıvrımlı dal ve Rumiler, köşeli ya da düz zümrüt ve yakutlarla meydana getirilmiş. Hem erkek hem de kadınların kullandığı sorguç da Osmanlılarda kuyumculuğun nasıl olağanüstü bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor. Yine Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç, altından yapılmış sapı, ortasındaki kocaman zümrüt ve çiçek biçiminde işlenmiş elmaslarıyla günümüzde de göz kamaştırmaya devam ediyor.Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, fantastik bir tasarım olan ‘’titrek’’ takılar, ‘’tektaş’’, ‘’gül’’ ya da ‘’Divanhane çivisi’’ adı verilen çeşitli yüzükler, ‘’akarsu’’ denilen bilezik ve kolyeler, ‘’pay-ı çift’’, ‘’üç ayaklı’’ diye isimlendirilen küpeler, altının kıymetli taşlarla büyük bir uyum içinde birleştirilerek Osmanlılarda nasıl büyük bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor.
alıntı