- Katılım
- 22 Haz 2007
- Mesajlar
- 10,386
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
HER İNSAN varlığına bir değer biçmek ister. Kimimiz, görülünce değer aldığımızı düşünürüz, ki hakikati Basir ismine muhtaç oluşumuzdandır. Kimimiz sesimizi duyurunca, ki bu da Semi’ ismine ne kadar ihtiyacımız olduğunu açık eder. Kimimiz de biz cevap verilip bizimle konuşulunca varlık değerimizi hissederiz, ki bu da bizim Mucibü’d-daavat ve Mütekellim isimlerine hasretimizdendir. Ama insan bunları bilmezse, daima görünür alanda olmanın, sesini duyurmanın, cevap almanın yollarını arar durur.
Akıl, değeri karşılaştırma ile, ölçme biçme ile verir; bilimsel tabiri ile bunun adı, “ölçme değerlendirme”dir. Kıstaslar-kuralları olan, ders olarak okutulan bir bilimdir “ölçme değerlendirme.” Bu bilimin ışığında (belki de zulmetinde) insan kendini sair varlık alemi ile karşılaştırınca görür ki, bahçedeki ağaca çöplerden yuva yapan kuş kendisinden beceriklidir, doğadaki pek çok hayvan ve bilhassa her gün sokakta gördüğü kargalar kendisinden uzun ömürlüdür. Vapurda gördüğü martılar kah uçar, kah pike yapıp suya mahir bir dalgıç gibi dalar, kah usul usul yüzüp dinlenirken kendisinden daha özgürdür. Ağaç, dağ, taş, kimi zaman hiçbir şeye, kimi zaman çok az şeye muhtaç olmaları bakımından kendisinden daha istiğna sahibidir. İnsan bu “ölçme değerlendirme” testinden sınıfta kalmıştır. Değeri pek de öyle kayda değer değildir. Doğada kıskanacağı çok şey vardır. Siz bilimin gözlüklerini takmış bu insana “sen hepsinden daha kıymetlisin” deseniz, sizin kendisiyle dalga geçtiğinizi sanabilir.
Oysa Fütuhat-ı Mekkiye müellifi şöyle bir ölçme değerlendirme yapar, elbette gözünde vahyin gözlüğü takılıdır:
Bu hem kıymet, hem muhabbet anlatısıdır. Zira Allah elden münezzehtir; ancak biz sevdiğimiz şeylere elimizle dokunur, “Bunu senin için kendi ellerimle yaptım” deriz. Bir işin elle yapılması onu şahsi ve özel hale getirir, bu anlamda elyazısı, elişi gibi ürünlere insan kendi enerjisini duygusunu, halet-i ruhiyesini yükler. O artık sadece bir nesne değildir, o onu elleriyle yapan insandan bir ruh ile yüklenmiştir. Allah da bunu bize anlatmak için el ile yaptığı ve yüceliği tartışılmaz Adn cennetine, Tevrat’a, ve Şecere-i Tuba’ya dikkat çeker. Bunların güzelliği, mübarekliği, Allah’ın onlara gösterdiği ihtimam apaçık belli bir hakikattir. Oysa Allah onlar için dahi tek elini kullanmıştır. İnsanda ise iki eli devreye girmiştir. Bu Allah’ın “Sizi ne çok değer verdiğimi bir bilseniz!” deme yoludur. Allah ne latif yollar seçer!
Düşününce, biz iki elimizi bir işin içine soktuğumuzda ne yapmış oluruz? Bütün sıfatlarımızı, beceri ve yeteneğimizi, emeğimizi ve terimizi, ruhumuzdan bir parçayı değil, adeta tüm ruhumuzu o işe veririz. Bir sanat yapıtıdır iki elden husule gelen, nereye gitsek ardımızda bizi anlatan bir hatıradır. İnsan da Rabbinin böyle hatırasıdır, emeğidir, ruhudur, sanatıdır. Aynı zamanda biz iki elimizle birşeyi yahut birini tuttuğumuzda biliriz ki, ondan ayrılmak istemeyiz, sıkıca tutarız onu, bırakmayız, kimselere vermeyiz, kıskanırız, saklarız, gözetiriz, kendimizi ayırırız. Aşk ile bağlanırız ona ve kendimizle onun arasında biricik ve benzersiz, yeri doldurulamayacak bir ilişki tesis ederiz. İşte Allah da bizi tam böyle iki eliyle yaratmış, iki eliyle tutmuştur. Muhabbet olabilecek tüm ihtimallerin fevkindedir. Bu Ekber olan Allah’ın insan için Ekber olan muhabbetidir. Bu Allah’ın bize “Sizi çok seviyorum” deme biçimidir.
Eski insanlar dünyayı evrenin merkezi düşünmüşler, burçları, felekleri semavat tabakalarını daima arz-merkezli anlatmışlar. Maddi surette dünyanın en azından güneş sisteminin merkezi olmadığını biliyoruz artık, ancak hâlâ evrenin merkezi olup olmadığını bilmiyoruz. Ama manevi yönden bu hâlâ kaim bir hakikat.
Elhak dünyamız içindeki sekeneleri ve tesbihatları ile arz ve semavat dedirtecek kadar değerli. Arz bir kefeye semavat bir kefeye konulsa terazi ancak dengeleniyor. Arzın çiçekleri semanın yıldızları ile tesbihat yarışına giriyor. Ezan-ı Muhammedi arzdan tüm kainata okunuyor. Dünyanın bu hakir ve minicik haliyle böylesine önem arzetmesi üzerinde Allah’ın halifesini barındırmasından, mübarek bir emanetle gebe olmasından kaynaklanıyor. Dünya adeta Muhammed (as)’ın bir bebek gibi karnında taşıması ile, Nur ile parlayan Âmine Hatun gibi parlıyor. Sır taşıyanda değil taşınanda bulunuyor.
Bu anlamda bir başka beyanda İbn Arabî yine şöyle buyuruyor:
Bu yüzden insanın kendini evrenin merkezi gibi hissetmesi bir yanılgı değildir. Zaten insan çocukken ve ilk gençlikte bu hakikati hisseder, sonra kendisinin evrende bir nokta bile olmadığını, başka dünyaların varlığını fark eder ve kendini önemsiz hisseder, fakat kamil insan yine çocukken hissettiği hakikate bu kez bilinçle ve şuurla ve aklın süzgecinden geçerek ve vahyin rehberliğinde varır. O elhak evrenin merkezidir. Bir o vardır, bir de tek ve bir olan Rabbi. Tüm evren bu hakikate iman eden insanın emrinde ona secde eder mahiyettedir, insan ise Rabbine daimi secde halindedir. Bu yaratılışımızın hakikatidir. Kimse kendini küçümseme hakkına sahip değildir, kibir kendini Rabbinden koparmakla, kendine kendinden menkul bir değer biçmekle, yani yalan söylemekle mümkündür, yoksa verili ve ikram edili bir değeri bilme insanı kibre değil sadakate ve vefaya götürür. İnsan bu yüzden bu kıymete layık olmaya gayret eder durur.
Aynı meseleden Efendimiz (sav) için ise şöyle bahsedilmiştir, ki Zât, sıfat ve isim ayrımını anlattığı için çok önemsiyorum. Şeyh-i Ekber diyor ki:
Bu mesele ile vazıh olmuştur ki Allah-u Teala’nın mukaddes Zât’ını bize ayırmış olması, bizi sahabenin sair mü’minlerden üstün oluşu gibi meleklerden üstün kılar. Kanaatimce bu Zât’ın bize ayrılması ikramının bizim de bir zatiyete ve eneye sahip oluşumuzla çok yakından alakası vardır. Ene ile Alemlerin Rabbine nasıl külli bir muhatap ve Zât’ına alemdeki her şeyden daha yakın bir mahbub olduğumuz, konuşmak, kendini bildirmek ve tanıttırmak için neden bizi seçtiği ise, “Ene bahsine,” yani 30. Söz’e, Risale-i Nur’a havale edilmelidir. Zira benim kudretim onu izaha yetmez. Burada söz sultanı Bediüzzaman’dır. Şahit olduğum ve bildiğim hiç kimse onun sözü üstüne daha vazıh ve daha tatlı bir söz söylememiştir. Yalnız minik bir şeye dikkat çekmek isterim, o da şudur: Ene ve Zerre bahislerinin ard arda gelmesi tesadüfi değildir, insanın zerreye sahip olma arzusuna ve neden sahip olamayacağına bakılırsa, yine aynı insanın enesinin mahiyetini değiştirmekle, yani zerrenin sahibine kul olmakla, pekala zerreye sahip olabileceği anlaşılır. Bu da insanın içindeki zerreye ve onun içinde bulunduğu tüm kainata sahip olma arzusunun beyhude olmadığını izaha kafidir. Bu da Fütuhat’ın ve Risale’ni iki sadık şahit gibi aynı hakikate işaret ettikleri, parmaklarını aynı ayın nurunda birleştirdikleri gerçeğinin pek güzel bir zuhurudur. İnanmak isteyene ise iki sadık şahit yeter.
Hasılı kelam, Allah’ın bize verdiği değer baş döndürücü bir keyfiyettedir. Kendimize bir de Allah’ın gözleriyle bakabilsek. Dileyelim Allah bize ism-i Basir’inden ve basiretten bir kutlu pay versin. Allah gözlerimizi maddi-manevi güzel kılsın. Kalbimizin gözüne bir an bile gaflet perdesi kondurmasın.
Notlar:
(1) NAHL 16-40
(2) SAD 38-75
(3) RAD 13-72, LOKMAN 31-10
Akıl, değeri karşılaştırma ile, ölçme biçme ile verir; bilimsel tabiri ile bunun adı, “ölçme değerlendirme”dir. Kıstaslar-kuralları olan, ders olarak okutulan bir bilimdir “ölçme değerlendirme.” Bu bilimin ışığında (belki de zulmetinde) insan kendini sair varlık alemi ile karşılaştırınca görür ki, bahçedeki ağaca çöplerden yuva yapan kuş kendisinden beceriklidir, doğadaki pek çok hayvan ve bilhassa her gün sokakta gördüğü kargalar kendisinden uzun ömürlüdür. Vapurda gördüğü martılar kah uçar, kah pike yapıp suya mahir bir dalgıç gibi dalar, kah usul usul yüzüp dinlenirken kendisinden daha özgürdür. Ağaç, dağ, taş, kimi zaman hiçbir şeye, kimi zaman çok az şeye muhtaç olmaları bakımından kendisinden daha istiğna sahibidir. İnsan bu “ölçme değerlendirme” testinden sınıfta kalmıştır. Değeri pek de öyle kayda değer değildir. Doğada kıskanacağı çok şey vardır. Siz bilimin gözlüklerini takmış bu insana “sen hepsinden daha kıymetlisin” deseniz, sizin kendisiyle dalga geçtiğinizi sanabilir.
Oysa Fütuhat-ı Mekkiye müellifi şöyle bir ölçme değerlendirme yapar, elbette gözünde vahyin gözlüğü takılıdır:
“Allah ilk yarattığı varlıktan sonuncuya kadar hiçbir şeyin yaradılışında iki elini biraraya getirmedi. Allah’ın yaratılışında iki elini birleştirdiği yegane varlık, insandır ki, o da topraktan yaratılmış bu bedensel yaratılıştır. İnsan dışındaki her şeyi, ya ilahi bir emir vasıtasıyla, ya da tek eliyle yaratmıştır. Allah şöyle buyurur: “Bir şeyi var etmek istediğimizde ona sözümüz “ol” dur ve o da hemen oluverir.”(1) İşte bu ilahi emirden yaratmadır. Bir rivayette şöyle bildirilmiş: “Allah Adn Cennetini eliyle yaratmış, Tevrat’ı eliyle yazmış, Tuba Ağacını eliyle dikmiştir.” Allah Adem’i iki eliyle yaratmış-k-i o da insandır--ve İblis’e karşı Adem’in üstünlüğüne dikkat çekmek üzere şöyle buyurmuştur. “İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?”(2) (Fütuhat-ı Mekkiye, 1. Cilt sf. 353)
Bu hem kıymet, hem muhabbet anlatısıdır. Zira Allah elden münezzehtir; ancak biz sevdiğimiz şeylere elimizle dokunur, “Bunu senin için kendi ellerimle yaptım” deriz. Bir işin elle yapılması onu şahsi ve özel hale getirir, bu anlamda elyazısı, elişi gibi ürünlere insan kendi enerjisini duygusunu, halet-i ruhiyesini yükler. O artık sadece bir nesne değildir, o onu elleriyle yapan insandan bir ruh ile yüklenmiştir. Allah da bunu bize anlatmak için el ile yaptığı ve yüceliği tartışılmaz Adn cennetine, Tevrat’a, ve Şecere-i Tuba’ya dikkat çeker. Bunların güzelliği, mübarekliği, Allah’ın onlara gösterdiği ihtimam apaçık belli bir hakikattir. Oysa Allah onlar için dahi tek elini kullanmıştır. İnsanda ise iki eli devreye girmiştir. Bu Allah’ın “Sizi ne çok değer verdiğimi bir bilseniz!” deme yoludur. Allah ne latif yollar seçer!
Düşününce, biz iki elimizi bir işin içine soktuğumuzda ne yapmış oluruz? Bütün sıfatlarımızı, beceri ve yeteneğimizi, emeğimizi ve terimizi, ruhumuzdan bir parçayı değil, adeta tüm ruhumuzu o işe veririz. Bir sanat yapıtıdır iki elden husule gelen, nereye gitsek ardımızda bizi anlatan bir hatıradır. İnsan da Rabbinin böyle hatırasıdır, emeğidir, ruhudur, sanatıdır. Aynı zamanda biz iki elimizle birşeyi yahut birini tuttuğumuzda biliriz ki, ondan ayrılmak istemeyiz, sıkıca tutarız onu, bırakmayız, kimselere vermeyiz, kıskanırız, saklarız, gözetiriz, kendimizi ayırırız. Aşk ile bağlanırız ona ve kendimizle onun arasında biricik ve benzersiz, yeri doldurulamayacak bir ilişki tesis ederiz. İşte Allah da bizi tam böyle iki eliyle yaratmış, iki eliyle tutmuştur. Muhabbet olabilecek tüm ihtimallerin fevkindedir. Bu Ekber olan Allah’ın insan için Ekber olan muhabbetidir. Bu Allah’ın bize “Sizi çok seviyorum” deme biçimidir.
Eski insanlar dünyayı evrenin merkezi düşünmüşler, burçları, felekleri semavat tabakalarını daima arz-merkezli anlatmışlar. Maddi surette dünyanın en azından güneş sisteminin merkezi olmadığını biliyoruz artık, ancak hâlâ evrenin merkezi olup olmadığını bilmiyoruz. Ama manevi yönden bu hâlâ kaim bir hakikat.
Elhak dünyamız içindeki sekeneleri ve tesbihatları ile arz ve semavat dedirtecek kadar değerli. Arz bir kefeye semavat bir kefeye konulsa terazi ancak dengeleniyor. Arzın çiçekleri semanın yıldızları ile tesbihat yarışına giriyor. Ezan-ı Muhammedi arzdan tüm kainata okunuyor. Dünyanın bu hakir ve minicik haliyle böylesine önem arzetmesi üzerinde Allah’ın halifesini barındırmasından, mübarek bir emanetle gebe olmasından kaynaklanıyor. Dünya adeta Muhammed (as)’ın bir bebek gibi karnında taşıması ile, Nur ile parlayan Âmine Hatun gibi parlıyor. Sır taşıyanda değil taşınanda bulunuyor.
Bu anlamda bir başka beyanda İbn Arabî yine şöyle buyuruyor:
“Allah Âdem ve oğulları için teşbihten münezzeh zâtını ve iki elini ayırdı. Böylelikle Âdem’in bedeninin yaradılışını gerçekleştirdi, onu iki şekilde düzenledi: ömrünün bitimi (fanilik) ve ebediliği kabul (bakilik) özelliği. Bu varlığın bulunduğu yeri varlık küresinin noktası yaptı (merkez nokta). Onun varlığını gizleyerek, ardından “Gördüğünüz bir direk ile” (3) ifadesi ile kullarının dikkatini ona çekti. Binaenaleyh insan berzaha göçtüğünde--ki orası hayat diyarıdır--gök kubbe çöker, paralanır ve “yağ gibi” akan bir ateş alevine döner. (İnsanın ölümü, küçük kıyamet, büyüğünün benzeri olarak tarif ediliyor, ve insan ölünce kendi hususi âlemi yıkılıyor)
Görelileri bilen kimse zikrettiğimiz işaretleri anlar ve kesin olarak şunu öğrenir: Çocuğu olmaksızın bir insan baba olamayacağı gibi kubbe de direksiz ayakta duramaz. O halde direk tutan sebeptir. O sebebin insan olduğunu kabul etmek istemezsen, onu el- Malik’in kudreti de sayabilirsin.(Burada âlemin direğinin insan olduğuna işaret ediyor, onun gitmesiyle kıyametin kopuşu, ve “her şeyi senin için yarattım” sırrı bu mantıkla uyuşuyor, herşey yerli yerine oturuyor.)
Böylelikle göğü ayakta tutan Bir Tutan’ın bulunması şart olduğu ortaya çıkmıştır. Gök bir mülktür ve ona sahip olacak bir Malik (sahip) bulunmalıdır. Bir şeyin tutulma sebebi onu tutan demektir. Bir kimse için bir şey var olmuşsa o sebep, var olan o şeyin sahibidir. (Elbette burada var eden kudrete ve bu yüzden Malik-i Hakikinin O olduğuna zıt bir durum yok, bilakis verili olan şeyin insana verilmiş olduğu ve bu yüzden kendisi için yaratılanın sahibinin o olduğu anlatılmış, yoksa haşa insan ne yaratandır, ne kudret sahibidir ki semaların direği ve sahibi olsun, bu insanın, Allah’ın her şeyi onun için yarattığı, hakikatine bir izahattır. Şüphesiz müellif bunu bizden iyi bilmektedir. Burada insanın Halife sıfatı ile Allah’ın Malik ismine sahip olması konu edilmiştir.) (Fütuhat, 1.Cilt, sf. 21)
Görelileri bilen kimse zikrettiğimiz işaretleri anlar ve kesin olarak şunu öğrenir: Çocuğu olmaksızın bir insan baba olamayacağı gibi kubbe de direksiz ayakta duramaz. O halde direk tutan sebeptir. O sebebin insan olduğunu kabul etmek istemezsen, onu el- Malik’in kudreti de sayabilirsin.(Burada âlemin direğinin insan olduğuna işaret ediyor, onun gitmesiyle kıyametin kopuşu, ve “her şeyi senin için yarattım” sırrı bu mantıkla uyuşuyor, herşey yerli yerine oturuyor.)
Böylelikle göğü ayakta tutan Bir Tutan’ın bulunması şart olduğu ortaya çıkmıştır. Gök bir mülktür ve ona sahip olacak bir Malik (sahip) bulunmalıdır. Bir şeyin tutulma sebebi onu tutan demektir. Bir kimse için bir şey var olmuşsa o sebep, var olan o şeyin sahibidir. (Elbette burada var eden kudrete ve bu yüzden Malik-i Hakikinin O olduğuna zıt bir durum yok, bilakis verili olan şeyin insana verilmiş olduğu ve bu yüzden kendisi için yaratılanın sahibinin o olduğu anlatılmış, yoksa haşa insan ne yaratandır, ne kudret sahibidir ki semaların direği ve sahibi olsun, bu insanın, Allah’ın her şeyi onun için yarattığı, hakikatine bir izahattır. Şüphesiz müellif bunu bizden iyi bilmektedir. Burada insanın Halife sıfatı ile Allah’ın Malik ismine sahip olması konu edilmiştir.) (Fütuhat, 1.Cilt, sf. 21)
Bu yüzden insanın kendini evrenin merkezi gibi hissetmesi bir yanılgı değildir. Zaten insan çocukken ve ilk gençlikte bu hakikati hisseder, sonra kendisinin evrende bir nokta bile olmadığını, başka dünyaların varlığını fark eder ve kendini önemsiz hisseder, fakat kamil insan yine çocukken hissettiği hakikate bu kez bilinçle ve şuurla ve aklın süzgecinden geçerek ve vahyin rehberliğinde varır. O elhak evrenin merkezidir. Bir o vardır, bir de tek ve bir olan Rabbi. Tüm evren bu hakikate iman eden insanın emrinde ona secde eder mahiyettedir, insan ise Rabbine daimi secde halindedir. Bu yaratılışımızın hakikatidir. Kimse kendini küçümseme hakkına sahip değildir, kibir kendini Rabbinden koparmakla, kendine kendinden menkul bir değer biçmekle, yani yalan söylemekle mümkündür, yoksa verili ve ikram edili bir değeri bilme insanı kibre değil sadakate ve vefaya götürür. İnsan bu yüzden bu kıymete layık olmaya gayret eder durur.
Aynı meseleden Efendimiz (sav) için ise şöyle bahsedilmiştir, ki Zât, sıfat ve isim ayrımını anlattığı için çok önemsiyorum. Şeyh-i Ekber diyor ki:
“Sahabe bizden daha üstündür, çünkü onlar Zâtı, biz ise ismi elde etmişiz (burada sözü edilen peygamberimizin(sav) zâtıdır) Biz de onların zâta riayet ettiği gibi isme riayet edersek ecrimiz artar. Ayrıca onlarda bulunmayan uzaklık sıkıntısı nedeniyle ecrimiz kat be kat artar (hasret ecri arttıran bir neden olarak önümüze konuyor). Dolayısıyla biz peygamberin kardeşleriyiz, onlar ise arkadaşlarıdır. Hz. Peygamber bize özlem duyar. Bizden birisine kavuştuğunda ne kadar sevinecektir. Nasıl sevinmesin ki? Özlem duyduğu kimse kendisine kavuşmuştur. Artık ona ikramı ve iyiliği hesap edilebilir mi?” (Fütuhat, 1.cilt sf 307)
Bu mesele ile vazıh olmuştur ki Allah-u Teala’nın mukaddes Zât’ını bize ayırmış olması, bizi sahabenin sair mü’minlerden üstün oluşu gibi meleklerden üstün kılar. Kanaatimce bu Zât’ın bize ayrılması ikramının bizim de bir zatiyete ve eneye sahip oluşumuzla çok yakından alakası vardır. Ene ile Alemlerin Rabbine nasıl külli bir muhatap ve Zât’ına alemdeki her şeyden daha yakın bir mahbub olduğumuz, konuşmak, kendini bildirmek ve tanıttırmak için neden bizi seçtiği ise, “Ene bahsine,” yani 30. Söz’e, Risale-i Nur’a havale edilmelidir. Zira benim kudretim onu izaha yetmez. Burada söz sultanı Bediüzzaman’dır. Şahit olduğum ve bildiğim hiç kimse onun sözü üstüne daha vazıh ve daha tatlı bir söz söylememiştir. Yalnız minik bir şeye dikkat çekmek isterim, o da şudur: Ene ve Zerre bahislerinin ard arda gelmesi tesadüfi değildir, insanın zerreye sahip olma arzusuna ve neden sahip olamayacağına bakılırsa, yine aynı insanın enesinin mahiyetini değiştirmekle, yani zerrenin sahibine kul olmakla, pekala zerreye sahip olabileceği anlaşılır. Bu da insanın içindeki zerreye ve onun içinde bulunduğu tüm kainata sahip olma arzusunun beyhude olmadığını izaha kafidir. Bu da Fütuhat’ın ve Risale’ni iki sadık şahit gibi aynı hakikate işaret ettikleri, parmaklarını aynı ayın nurunda birleştirdikleri gerçeğinin pek güzel bir zuhurudur. İnanmak isteyene ise iki sadık şahit yeter.
Hasılı kelam, Allah’ın bize verdiği değer baş döndürücü bir keyfiyettedir. Kendimize bir de Allah’ın gözleriyle bakabilsek. Dileyelim Allah bize ism-i Basir’inden ve basiretten bir kutlu pay versin. Allah gözlerimizi maddi-manevi güzel kılsın. Kalbimizin gözüne bir an bile gaflet perdesi kondurmasın.
Notlar:
(1) NAHL 16-40
(2) SAD 38-75
(3) RAD 13-72, LOKMAN 31-10
© 2009 karakalem.net, Mona İslam