Allah'ı İnkar Edenlere Neden Bolluk Veriliyor ?

Uzunefe

Altın Üye
Katılım
22 Haz 2005
Mesajlar
13,353
Reaction score
0
Puanları
0
Dünya üzerinde, Allah'a inanmadığı halde bolluk ve nimet içinde yaşayan, bereketli topraklar, sağlıklı çocuklar sahibi olan, uzun ömür sürmüş ve halende sürmekte bulunan birçok insan vardır. Bu insanlar sahip olduklarıyla Allah'ı razı etmek yerine şımarmakta, bunlarla Rabbinin rızasını aramak yerine, Allah'tan uzaklaşmaktadırlar. Her geçen gün küfürleri artan ve durmadan günah toplayan bu insanlar, sahip olduklarının kendileri için hayır olduğunu zannederler. Oysa, Allah Kuran'da bu insanlara verdiği nimetlerin ve tanıdığı sürenin hikmetini ve sırlarını şu ayetlerle açıklamaktadır:

Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe Suresi, 85)

"O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır." (Al-i İmran Suresi, 178)

Artık sen onları, belli bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak. Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Mü'minun Suresi, 54-56)

Ayetlerde açıklandığı gibi söz konusu insanların sahip oldukları nimetler onlar için hayır değildir. Onlara tanınan süre günahlarının daha da artması içindir. Vakitleri dolduğunda ise ne malları, ne çocukları, ne makamları onları acı bir azaptan kurtaramaz. Nitekim, Allah Meryem Suresi'nde daha önceki insan nesillerinde de varlık ve bolluk içinde yaşayan, ancak bu nimetlerin kendilerini azaptan kurtaramadığı kavimlerin durumunu bildirmiştir:

Onlardan önce nice insan- nesillerini yıkıma uğrattık, onlar mal (giyim, kuşam ve tefriş) bakımından da, gösteriş bakımından da daha güzeldiler. (Meryem Suresi, 74)

Aynı ayetin devamında ise, bu insanlara süre tanınmasının sırrı şöyle açıklanmıştır:

De ki: "Kim sapıklık içindeyse, Rahman (olan Allah), ona süre tanıdıkça tanır; kendilerine va'dedileni -ya azabı veya kıyamet saatini- gördükleri zaman artık kimin yeri (makam, mevki) daha kötü, kimin askeri- gücü daha zayıfmış, öğreneceklerdir. (Meryem Suresi, 75)

Allah, sonsuz adaletli ve merhametlidir. Herşeyi bir hikmet ve hayır ile yaratır ve her insan yaptığının karşılığını eksiksiz olarak alır. Bunu bilen müminler, çevrelerinde gerçekleşen her olaya Allah'ın yarattığı hikmet ve hayrı görmek niyetiyle bakarlar. Aksi takdirde, insanlar gerçeklerden uzak, aldatıcı bir dünya yaşarlar.


ALLAH'IN İNKAR EDENLERE HEMEN AZAP VERMEMESİNİN SIRLARI

Allah'ın Kuran'da bildirdiği sırlardan biri, insanların yaptıkları kötülüklerin karşılığını hemen almamaları, her karşılığın belli bir vakte kadar ertelenmesidir. Allah bunu ayetlerinde şöyle bildirir:

Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azab ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir. (Fatır Suresi, 45)

Senin Rabbin rahmet sahibi (ve) bağışlayıcıdır. Eğer, kazandıklarından dolayı onları (azabla) yakalasaydı, şüphesiz onlara azabı (bir an önce) çabuklaştırırdı. Hayır, onlar için bir buluşma zamanı vardır, onun dışında asla başka bir sığınak bulamayacaklardır. (Kehf Suresi, 58)

birçok insan yaptığı kötülüğün karşılığını hemen almayınca, kötülüklerin karşılıksız kalabileceğini zanneder. Hatta bu nedenden dolayı tevbe etmez, pişmanlık duymaz ve tavrını düzeltmez, karşılıksız kalacağını sandığı için azgınlığını daha da artırır. Akılsız olduğu için bunun gelecek olan azabını daha da dayanılmaz yapacağını hesap edemez. Allah, bu konuda şöyle bir ayet bildirmiştir:

O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)

Bu, Allah'ın insanları denemek için yarattığı bir ertelemedir. Oysa, her insanın yaptıklarının karşılığını alması için Allah katında belirlenmiş bir süre vardır. O süre geldiğinde ne bir an öne alınır, ne bir an ertelenir. Allah, herkesin karşılığını mutlaka alacağını ayetlerinde şöyle açıklar:

Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve adı konulmuş (belirlenmiş) bir süre (ecel) olmasaydı muhakkak (yıkım azabı) kaçınılmaz olurdu. (Ta-ha Suresi, 129)

Onlara bir süre tanıyorum. Hiç şüphesiz benim düzenim (cezalandırmam) sapasağlamdır. (Araf Suresi, 183)
 
eywallah kardeşim....böyle paylaşımları arttırmalıyızz....
 
bi cok kisiden bunu duymus we elimden geldigince aciklamaya calismistim

guzel calisma olmus tesekkur ederim
 
Kardeş bu tür çalışmalrın devamını bekliyoruz... Teşekkürler
Allah kendisinden gaflette olanlara hidayet versin, biz aciz kullarına da yardım atsin...
 
Çok TeşekkürLer..
 
Eğer bütün insanlar (kafirlere verdiğimiz nimetlere bakıp küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahmân’ı inkar edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar ve altın süslemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbinin katında ahiret ise, O’na karşı gelmekten sakınanlarındır. ( zuhruf suresi 33 34 35. ayetler diyanet meali)

Allah herkese hepimize hidayet nasip etsin...Üç günlük dünyada bir gün daha fazla yaşamak biraz daha fazla mala sahip olmak için çabalayıp duruyoruz halbuki bize sonsuz hayat ve sonsuz nimetlerin yolu gösterilmiş...Allah gafletten kurtulmayı nasip etsin.

Allah birisi hakkında bir iyilik takdir ederse kim engel olabilir? Allah birisi hakkında bir musibet takdir ederse kim engel olabilir?
 
Allah herkese hepimize hidayet nasip etsin...Üç günlük dünyada bir gün daha fazla yaşamak biraz daha fazla mala sahip olmak için çabalayıp duruyoruz halbuki bize sonsuz hayat ve sonsuz nimetlerin yolu gösterilmiş...Allah gafletten kurtulmayı nasip etsin.


++++++++++++++++++++++
 
gercektem cok guzel bir paylasim..insallah aklında soru isareti olanlar bu yaziyi bu ayeti okuduklarında hakikati anlarlar...
cok tesekkur ederim...
Allah hidayet nasip eylesin....
 
Bilemiyorum hadis-i şerif mi yoksa başka güzel bir söz mü ama:
" Bu Dünya'nın Allah katında sinek kadar değeri olsaydı Allah kafirlere ondan nasiplendirmezdi." diye bir sözü hatırladım belirtirseniz sevinirim.
 
hep diken diekn olmuşumdur,ayet emallerini okurken,çok güzel bi paylaşım olmuş,teşekkürler
benim merak ettiğim bi konu var,neden bazı ayet meallerinde çoğul kullanılır."O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır." (Al-i İmran Suresi, 178)" burda olduğu gibi.....bu konuda beni aydınlatırsanız sevinirim
 
Bilgilendirdiğin için tskür arkadasım ;)
 
allah bizi bolluk içine düşürmessin..eğer düşersek bizi imanımızdan ayırmasın..
 
saureus' Alıntı:
hep diken diekn olmuşumdur,ayet emallerini okurken,çok güzel bi paylaşım olmuş,teşekkürler
benim merak ettiğim bi konu var,neden bazı ayet meallerinde çoğul kullanılır."O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır." (Al-i İmran Suresi, 178)" burda olduğu gibi.....bu konuda beni aydınlatırsanız sevinirim

Kardeş daha önce okuduğum bir makale...inşallah soruna cevap olacak niteliktedir

Alıntıdır

Neden 'Biz'?
Kur'ân-ı hakim'de, cenab-ı hakkın ‘Ben' zamiriyle olduğu kadar, ‘Biz' diye de ferman buyurduğunu görürüz. Bilhassa kâinata ve mevcudata dikkat çeken âyetlerde, ‘Biz' zamiri sık sık karşımıza çıkar. “Sizi yaratan Biziz” (Vâkıa, 56:57), Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina edip süsledik” (Kâf, 50:6), “Andolsun ki, insanı Biz yarattık” (Kâf: 50:16), “Biz demiri de indirdik” (Hadid, 57:25), “Biz gökten de bir su indirdik” (Lokman, 31:10), “Gece ile gündüzü de Biz iki âyet olarak yarattık” (İsrâ, 17:12) âyetlerinde görüleceği gibi, Kelâm-ı Ezelî'nin hemen her sayfasında, bizatihî Kadir-i Zülcelâl'e izafeten ‘Biz' zamiri kullanılır.

Hem, yalnızca kevnî âyetlere dikkat çekilirken sözkonusu olan bir durum da değildir bu. Peygamberler ve kitab gönderilmesine, inkârda ayak direten kavimlere azap gelişine, ilâhî emir ve yasaklara, Kıyamete, Hesap Gününe... dair âyetlerde de, ‘Biz' zamiriyle muhakkak karşılaşırız.

Bu ise, hemen her Kur'ân muhatabını şu soruya sevkeder: O'nun bir, tek, şeriksiz ve nazirsiz olduğu Kur'ân'da tekrar be tekrar vurgulandığı halde; teklikten kinâye olan ‘Ben' ve ‘O' zamirinin yanında, niye çokluğu ima eden ‘Biz' zamiri kullanılıyor? Meselâ, “Sizi yaratan Benim” yahut “Sizi yaratan O'dur” yerine “Sizi yaratan Biziz” denilmesi ile ne murad ediliyor?

Gerçekten, ‘Biz' ile, nedir kasdolunan?

Şükür ki, bu zamirden hareketle, hâşâ, bir şirk yorumu çıkaran aklı evvellere rastlanmıyor. Zaten, Kur'ân'a iman etmiyor olan Mekke müşrikleri dahi, ‘Biz' zamirinden böyle bir anlam çıkarmamış bulunuyor. Zira, en birinci dâvâsı tevhid olan, ‘Biz' zamirinin geçtiği âyetlerde de esasen tevhidi ders veren Kur'ân, âfâktan ve enfüsten getirdiği deliller ve de meseller ile tevhidi kesin bir biçimde isbat etmiş bulunuyor.

Öyleyse, neden ‘Biz?' Neden Mütekellim-i Ezelî, Kur'ân'ında, Kendine izafeten ‘Ben' ve ‘O'nun yanısıra, ‘Biz' zamirini de kullanıyor?

Kur'ân'a muhatap olan mü'minlerin çağlar boyu bu soruya cevap sadedinde çıkardığı anlamlar ve hikmetler, birer hakikat olarak, tefsirlerde yerini almış bulunuyor. Ve bu bindörtyüz yıllık birikimden anlayabildiğimiz kadarıyla, ‘Ben' ve ‘O'nun yanında ‘Biz' zamirinin de varlığı ile, önümüze ‘marifetullah' yolunun en kritik basamaklarından biri açılıyor.

Şöyle ki: ‘en güzel isimler O'nun olan' (bkz. İsrâ, 17:110; Tâhâ, 20:8 vd.) Zât-ı Zülcelâl'i bütün güzel isimleriyle tanıyabilmek için, bazı denklemleri kavrayıp bazı basamakları geçmemiz gerekiyor. Vâhidiyet-ehadiyet denklemi, bunlardan biri. Yani, Allah'ı herşeyi yaratan olarak tanımakla kalmayıp; bu vâhidiyet içinde ehadiyeti de görmek ve göstermek gerekiyor. Allahı her bir şeyi yaratan ve her bir şeyde bütün isimlerini cilvelendiren Biri olarak tanımak; diğer bir deyişle, her bir şeyin O'nun bütün kâinatı kuşatan mutlak isim ve sıfatları ile var olduğunu ve varlığını devam ettirdiğini kavramak icab ediyor.

Marifetullah yolundaki en önemli basamaklardan bir başkasını ise, celâl-cemal denklemi teşkil ediyor. Gerçekte, O'nun bazı isimlerinde celâl, bazı isimlerinde ise cemal boyutunun tezahürünü görüyoruz. Meselâ Kadîr, Kahhâr, Cebbâr, Azîz, Azîm gibi isimler celâlî isimler cümlesinde yer alırken; Rahmân, Rahîm, Rezzâk, Cemîl, Vedûd, Hannân, Mennân gibi isimler denklemin cemal tarafına düşüyor. Hem, mahlûkatın da esma-i hüsnadaki bu celâl-cemal cilvesiyle farklılaştığına şahit oluyoruz. Meselâ çiçekte, kelebekte, arıda, meyvede, bebekte cemal öne çıkarken; dağlar, denizler, deprem, şimşek, gökgürültüsü ve gökyüzü bize öncelikle celâli bildiriyor.

Ancak, bu celâl-cemal basamağında kalmayıp, celâlin içinde cemalin, cemalin içinde celâlin gizli olduğu manâsını yüklü ‘kemal' basamağına da çıkmak gerekiyor. Meselâ cemal yüklü tek bir kar tanesine mukabil, o kar tanelerinin birleşmesiyle kapanan yollar, duran iş hayatı vs. karşısında ‘cemal içinde celâl'i okuyoruz. Diğer taraftan, azamet ve celâl yüklü dağları yeryüzünün hazineli direkleri olarak toprağı tutup suyu depolamaktan rüzgârların sevkine bin türlü cemal ve rahmet cilvesini barındırıyor rüzgarların sevkine bin türlü cemal ve rahmet cilvesini barındırıyor oluşu karşısında ‘celâl içinde cemal'i okuyoruz. Birbirine zıt gibi görünen cemal ve celâli, rahmet ve azameti, lutuf ve kahrı böylece birleştiren ve buluşturan Rabb-ı rahim'i Celîl-i Zülcemal ve Cemîl-i Zülcelâl olarak tanıdığımızda ise, O'nu her türlü kusur ve noksandan münezzeh tam bir kemal ve kibriya sahibi olarak tanımanın eşiğine ayak basmış oluyoruz.

İşte bunlar gibi, Cenab-ı Hakkı esma, sıfat ve şuunatıyla tanıma-marifetullah- yolundaki en kritik basamaklardan bir diğerini ‘uluhiyet-rububiyet' denklemi teşkil ediyor. Çok kısaca ifade etmek gerekirse, uluhiyet o Sultan-ı Ezelî'nin saltanatında şirki, rububiyet ise icraatında şirki red ve tard ediyor. Bir diğer açıdan, uluhiyeti cihetinde Allah'tan başka hiçbir şeyin ilahlık vasfına lâyık olmadığını; dolayısıyla, ibadet edilmeye lâyık yegâne Varlığın O olduğunu kavrıyoruz. Rububiyeti cihetinde ise, değişik renkler, veçheler, biçimler, sûretler, hikmetler ve maslahatlar donanmış mevcutlar üzerinden, O'nun her bir ismini ve her bir ismin de değişik mertebelerini tanıyoruz.

Daha açık ifade etmek gerekirse, uluhiyet O'nun esma ve sıfatının mutlak ve sınırsız olduğunun ifadesi olurken, rububiyet sırrınca -bizim anlayabilmemiz için- her bir isim ayrı ayrı mertebelerde tecelli ediyor.

Bir örnek vermek gerekirse, montajı tamamlanmış bir filmi hızlandırıp iki dakikada göstermek filmi yapan için mümkün olduğu halde, böylesi bir durumda bizim ilgili filmdeki konuyu ve mesajı kavramamız -bizim kabiliyet ve algılarımızın darlığı yüzünden- mümkün olamıyor. Bu yüzden de, içindeki mesajı kavramamız için, ilmin kareleri iki saate yayılan bir zaman dahilinde yavaş yavaş geçiyor önümüzden. Aynı şekilde, çok kuvvetli bir ışığa maruz kalınca gözümüz ‘ışık körlüğü' yaşıyor; kamaşıp, hiçbir şeyi göremiyor. Bizim kavrayabilmemiz için, ışığın belli bir derecede tecelli etmesi gerekiyor.

Aynen bu misaller gibi, Rabb-ı Rahim, dört mevsimi bir anda var etmeye, bütün kâinatı bir anda yaratıp yok etmeye ve bütün isimlerini mutlak sûrette cilvelendirmeye kâdir olduğu halde (uluhiyet), kabiliyeti sınırlı biz kullarının tanıyıp bilmesi için, esmâ ve sıfatını mertebeler ve dereceler ile tecelli ettiriyor (rububiyet). Böylece, meselâ Hâlik ismini önce kendi varoluşumuza bakıp, “Beni yaratan O'dur” makamında; sonra sair insanların da O'nun mahlûku olduğunu kavrayıp, “Bütün insanları yaratan O'dur” makamında kavrıyoruz. O'nu kâinatı -içindeki her şey ile- her an yaratan anlamında Hâlik isminin en azamî mertebesinde tanıma noktasına, ancak bu şekilde, adım adım erişiyoruz. Diğer bütün isimler için de aynı kademeleri geçtiğimiz gibi, O'nun her bir isminin birbirini nasıl gerektirdiğini kavrama noktasında da aynı süreci yaşıyoruz.

İşte, Zât-ı Zülcelâl Kur'ân- Hakîm'de öncelikle Zâtına bakan ‘uluhiyet'i cihetiyle ‘Ben' buyururken, öncelikle ef'aline, yani kâinata bakan ‘rububiyet'i cihetiyle ‘Biz' buyuruyor. Ve, bu ‘Biz'in içini bizim O'nun bütün isimlerini en azami mertebeleriyle kapsayacak derecede doldurmamız gerekiyor. Meselâ “İnsanı Biz yarattık” âyetine muhatap olduğumuzda, şunu idrak etmemiz icab ediyor: Demek, insanın yaratılışına dikkatle bakabilsem, orada O'nun bütün isimlerinin tecellisini görüp, insan aynasında O'nun esmâ-i hüsnâsının tamamını okuyabilirim. Hem, meselâ “Gece ile gündüzü de Biz iki âyet kıldık” âyetine muhatap olduğumuzda, aynı şekilde, gece ve gündüze şu nazarla bakmamız lâzım geliyor: Demek, gece ve gündüzü O'nun bütün isimlerini azamî mertebesiyle bildiren şahitler olarak okumalıyım.

Öte yandan, “Muhakkak ki bu kitabı insanlar için Biz sana hak ile indirdik” mealindeki Zümer âyeti gibi âyetlere muhatap olduğumuzda da, Kur'an'ı, ‘bütün isimlerin azamî mertebesinden gelen' bir Mu'cizu'l-Beyan olarak kavramamız icab ediyor. Aynı şekilde, ‘Biz' hitabı ile gelen bir emri Kur'ânî karşısında şöyle düşünmemiz gerekiyor: Demek, O'nun küllî rububiyetine karşı küllî bir ubudiyet sergileyip Allah'ı bütün isimleriyle tanıyabilmem için, bu ilâhî emre uymam lâzım geliyor.

Sözün kısası, ‘Ben' zamiri yüklü âyetler uluhiyet dersini bize verirken: ‘Biz' zamiri yüklü âyetler O'nun rububiyetine ve bizim terbiyemize bakıyor. O'nu bütün isimleriyle tanımaya ve küllî bir ubudiyetle bütün isimlerini hayatımızda yansıtmaya bizi davet eden remizler ve işaretler barındırıyor.
Metin Karabaşoğlu
 
Çok Uzun OLmuş .. Keşke Biraz DerLeme YapabiLseydin KonuyLa ALakaLı YerLeri..Verdiğin BiLgiLer İçin de ALLAH Razı OLsun..
 
arkadaşlar ellerinize sağlık çok güzel bir paylaşım topluluğu olmuş...
 
Arkadaslar Burası Camimi..Lütfen Kafir Deyip Kotu Seyler Yazmayın Kımse Kımsenın İçini Bilemez.Kaçınız Müslümansınızda Oruç Tutuyorsunuz.ÖyLe DemekLe Olmuyor.
 
AressKruger' Alıntı:
Arkadaslar Burası Camimi..Lütfen Kafir Deyip Kotu Seyler Yazmayın Kımse Kımsenın İçini Bilemez.Kaçınız Müslümansınızda Oruç Tutuyorsunuz.ÖyLe DemekLe Olmuyor.

cami ile ne alakası var arkadaşım...hem kafir inanmayan demek ayrıca kimse kimseye kafir demiyor...biz kimsenin içini bilmiyoruz bildiğimizide iddia etmiyoruz da sen bizim oruç bile tutmadığımnızı sadece lafla birşeyler yaptığımızı nerden biliyorsun....lütfen biraz daha dikkatli olalım....bu tür şeyler kırıcı olabilir...birşeyler paylaşmak için bildiğimizi gördüğümüzü başkalarıda bilsin görsün istiyoruz...herkes de her konuda böyle düşündüğü için forumlar açılıyor...isteyen kıssadan hisse alır...
 
Çok teşekkürler dostum. Böyle paylaşımların artması dileğiyle...
 
Geri
Üst