Alen Markaryan Dobra Dobra!!! Bütün Bjk taraftarı okusun!!!

PePeSanceS

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Katılım
1 Mar 2009
Mesajlar
4,720
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Beşiktaş'ın KaLbi KAPALI'dan...
---AleN MarkaryaN---
5x7wi8.jpg


Beşiktaş'ın kapalı tribün amigoluğunu yapan Alen Markaryan, "Biz 93 yılında tribün terörünü bitirdik. Bugün hangi
deplasmana giderseniz gidin, ya futbolcu ya da taraftar taşlanır. Çünkü orası göz önünde değil, organize bir şey yok" dedi

Alen Markaryan 1991 yılından beri Beşiktaş'ın kapalı tribün amigoluğunu yapıyor. 6 Kasım 2002'deki Fenerbahçe-Galatasaray
derbisinden sonra, 4 arkadaşıyla birlikte, bir yıl her türlü spor müsabakasına girememe cezası aldı. "Hiç kimseye kırgın
değilim. Ceza gelir geçer. Ne de olsa tribünler bize destek çıktı. Önemli olan tribünün kararıdır." diyor. Her gole
sevinemeyen amigo Alen'le tribünleri, taraftarlığı, holiganizmi, eski derbileri, yani her şeyi konuştuk.
ppyxt.jpg



Nasıl amigo oldunuz?

Bu serüven 1984 yılındaki gecelemelerle, kavgalarla başladı. O zaman geceleri kovalamacalar, tribün kapma mücadeleleri
vardı. Bunlar 7-8 sene sürdü. Ama 1990'dan sonra, emniyet, güvenlik açısından herkesin tribün önüne çıkmasına izin
vermedi. Sadece 1-2 kişiye izin verildi. Benim amigo olmam, seçimle ya da kararla olmadı. Tribündeki hareketlerimizden,
taraftarların bana karşı etki tepkisinden kaynaklandı. Bir baktım, omuz vermişler, tribün lideri olmuşuz.


Size göre taraftarlığın tanımı nedir? Taraftarlık bir meslek midir?

Taraftarlık asla bir meslek değildir. Taraftar takımına destek veren kişidir. Taraftar maça gelip eller cepte, bağırmadan
maç seyreden, çekirdek yiyen ya da neskafe içen kişi değildir. Esas taraftar, takımına destek veren kişidir. Taraftarlık
insanın tutkusunu, hevesini, bilinçaltındaki ve özel hayatındaki her şeyi bağlı olduğu kurum veya kuruluşa ya da camiaya
verebilmesidir. Sözlükte taraftarlık 'bir şeyi benimseyip ona manevî anlamda destek olmak' diye geçer. Taraftarlığın gerçek
anlamı, takımı maç öncesinde ve 90 dakika süresince destekleyip motive etmektir.
Beşiktaş tribünleri, jenerasyon bağının en kuvvetli olduğu tribünlerdir. Benim, 14-15 yaşındayken ağabey dediğim insanlar
şimdi tribünde beni gördüklerinde bana 'Alen Abi' ya da 'Amigo Alen' diye hitap ediyorlar. Aramızda çok iyi bir bağ var.

Tribünler tezahürat bakımından çok zengin. Bu tezahüratlar nasıl ortaya çıkıyor, nasıl besteleniyor?
Bunlar arkadaş meclislerinde, toplantılarında bir yerlerde oturup, çay-kahve ya da bira içerken günümüz müzikleriyle
oluşturuluyor. Bundan 15-20 sene önce yaşanan nota kıtlığı yüzünden, müzik sistemi hep aynıydı. Yani kısıtlı müzik vardı ve
o yüzden tezahüratlar hep Müslüm Gürses, Orhan Gencebay gibi sanatçıların şarkılarına dayanırdı. Ama günümüz müziğinin
gelişmesiyle sanatçılar çoğaldı. Çok şarkı olunca müzik yapmak zor, söz yazmak kolay oluyor. Çok iyi beste yapabilen
arkadaşlarımız var. Son 3-4 seneye damgasını vuran, gazetelere konu olan bestelerimiz var.
Biz tezahürat ve slogan konusunda iyiyiz. Aslolan tribünde maçın gidişine göre slogan yaratmak; hakemi, rakip seyirciyi
ve futbolcuyu etkileyip kumpasa almaktır. Biz bunu başarabiliyoruz. Çünkü tribündeki taraftarlar gözlerimden ve
hareketlerimden beni anlayıp hemen harekete geçebiliyorlar. Bunda, bizim kapalı tribünün içe doğru yay şeklinde
olması çok etkili. Ben tribünün en ucundaki seyirciyi bile görebiliyorum. Ali Sami Yen ve Kadıköy'de böyle bir ortam
bulunmadığı için iletişim zayıflıyor, performans düşüyor. Zaten başarımızın yüzde 50'si de buradan geliyor

Küfür sahalardan silinebilir mi?

Küfür Türkiye'de çarpıtılıyor. Küfür sadece tribün bağlamında ele alınmamalıdır. Küfür Türk toplumunun bilinçaltında var.
Osmanlı'dan beri var. Filmlerde sıkça kullanılıyor. Son 4-5 senede 'lan' kelimesinin kullanılmadığı bir cümle duymadım.
Mecliste insanlar birbirine küfredip, silâh çekiyor. Bunların hepsi Türk toplumunun geleneğinde var. Televizyonlarda
milyonların seyrettiği spor programlarında, Ahmet Çakar ile Erman Toroğlu birbirine küfrederse, Ziya Şengül kahve
sahibi gibi racon keserse, bunları seyreden insanın en rahat edebileceği yer olan statlarda küfretmesi doğal. Üstelik
adam keyfinden küfretmiyor. Ortada haksızlığa isyan var. Hakem aleyhinize olmayan bir ofsayt bayrağı kaldırıyor,
bir penaltı yaratıyor; böylece hakem tribünlere ve TV başında maçı seyreden taraftara küfretmiş oluyor. Kendisine
küfredilen bir toplulukta da küfürle cevap veriyor. Ama 7-8 maçtır sahamızda küfür yok. Biz taraftarlarımızı,
maçtan önce, sahamız kapanır, ayrıca 100. yılımız diye uyarıyoruz. Caydırıcı cezalar etkili olabilir; ama şampiyonluk
maçının 89. dakikası, hakem haksız bir penaltı çalmış; ne yaparsın? Film bir yerde kopar, ondan sonra ceza hak getire.

Sahalarda yaşanan gerginliklerde medyanın payı nedir?

Türkiye'de reyting amaçlı spor yazarları var. Bunların kalemlerinden mürekkep yerine kan damlıyor. İnsanlar kanla
besleniyor. Ahmet Çakar'ı, Erman Toroğlu'nu, Ziya Şengül'ü görüyoruz. Bu adamlar Türk toplumuna yakışmıyor.
Spor medyasını bu kişilerden arındırmak gerekiyor. 3 büyük kulübün taraftarı üzerinde oynanan kirli oyunlar var.
Elmalarla armutları karıştırıyorlar. Bunların takipçisiyiz. Biz doğru adımlar atıyoruz. Bu sene maçlarımızda sahaya
meşale atılmadı, hakem anonsu yapılmadı. Biz emniyetin bizden istediklerini yerine getirdik. 90'lar öncesinin olaylarıyla
beslenen bir basınla karşı karşıyayız. İnsanları her yere sürükleyen bir medya var.

Biz değiştik, medya aynı yerde kaldı mı diyorsunuz?

Biz 93 yılında değiştik. GS-FB-BJK amigoları, ***** Polat'ın girişimleriyle yapılan toplantı sonucunda eskisi gibi bir
yerlerde toplanıp, saldırma amaçlı tribün mücadelelerinden vazgeçtik. Konumuz yer mücadelesiydi; mücadele, tribünün
esas yerini kapma mücadelesiydi. ***** Polat ve Hıncal Uluç'un girişimlerine bir de UEFA'nın baskıları eklenince,
tribünlerde kombine bilet ve numaralı sisteme geçildi. Böylece mücadele edilecek bir tribün kalmadı. Zaten tribünü otomatik olarak biz almış olduk. 93'ten itibaren bir olay olmadı. Çok iyi incelerseniz İstanbul'da tribün terörü bitmiş, terör Anadolu'ya geçmiştir. Bugün hangi deplasmana giderseniz gidin, ya futbolcu ya da taraftar taşlanır. Çünkü orası göz önünde değil. Orada organize bir şey yok; saklanmak, kaçmak çok kolay. Bunun en güzel örneği Beşiktaşlı futbolcuların gündeme gelmeyen Denizli'de taşlanmaları. Her şey eyyam kokuyor.

Deplasmana giderken kesici aletler götürmek şov amaçlı mı, yoksa bunun altında başka bir neden mi var?

Burada iki ayrı konu var. Birincisi polis deplasmana giden taraftarları çok iyi koruyor. Deplasmana giderken karşı
takımın taraftarlarıyla karşı karşıya gelmiyorsun. Eskisi gibi karşılaşıp kavga etmek bitti. 99'dan itibaren Kadıköy'e
otobüslerle gidiliyor. Ben bu güne kadar, stada girerken bir Fenerbahçeli taraftar görmedim. Otobüsten inip hemen
maça giriyoruz. Kavga edecek bir ortam yok. Zaten kavgaların hiçbir anlamı yok; biz kavga istemiyoruz. Bizim aramızda
hiçbir husumet yok, arkadaşlarımız da bizim sözümüzü dinliyor. Trabzon'a, Kocaeli'ye gidiyoruz, kavga-dövüş yok.
Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Fakat medya maalesef geriden geliyor. Biz spor basınından 15 yıl ilerideyiz.
Nasıl Avrupa'yı 15 yıl geriden takip ediyorsak, basın da bizim 15 yıl gerimizde. Biz antrenmanı izlemeye giderken,
gazeteciler bize gelip 'Antrenmanı basmaya mı gidiyorsunuz? Basacaksanız bize de haber verin' derlerdi. Böyle
gazeteciler var. Bunlarla bir yere varamazsınız. Spor basınında diplomalı gazeteci yok. Rıdvan Dilmen'in, Erman
Toroğlu'nun diploması mı var?
144ah4z.jpg


Eskiden derbilerde tribünler yarı yarıya bölünürdü. Şimdiyse 500 kişilik gruplar derbilere gidebiliyor. Bu duruma nasıl gelindi?

12 Eylül 1980 darbesinden sonra alınan kararlar sonucu, her tribün yarı yarıya bölündü. Gün geçtikçe tribünler
kombineli sisteme döndü. Böylece 40 bin kapasitesi olan stadımız 23 bin kişilik hâle geldi. Yani eskiden iki takımın
taraftarı da 20 bin kişiydi; fakat kombineli sisteme geçilince sayı azaldı. Yani iki takımı seyretmeye 10'ar bin kişi gelmeye başladı. Daha sonra bizim stadımızda deplasmana gelen taraftarlar sadece açık tribüne alındı, sayıları 5 bine düştü. Bu sayı da insanları tatmin etmedi. Güvenlik tedbirleriyle bırakılan boşluklar sonucu bu sayı daha da azaldı. Daha sonra 2 binlere, en komiği ise bin 611 gibi rakamlara düştü. Son yaşanan olaylar sonucu da bu sayı 500'e düştü.

Gün geçtikçe rekabet denen, derbi denen şey bitti. Derbi, iki denk kuvvetin arenada birbiriyle kapışmasıdır.
Derbi, tarihten, güçten gelen bir şeydir. BJK-GS-FB derbisi dendiğinde, derbi daha bir anlam kazanır. Bu takımlar
arasında 1900'lü yılların başından beri süregelen bir mücadele var. 2 sene önce internette yaptığımız anketler sonucu,
taraftarların da eskiye dönülmesini istediğini gördük. Çünkü derbi anlamını yitirdi. Ben artık derbi maçlarına derbi gibi
bakmıyorum. Kadıköy'e gidiyorsunuz, 54 bin kişiye karşılık bin kişi var. Böylece 54 bin kişinin egosu tatmin ediliyor.
İğrenç bir durum. Artık kimse derbilerden zevk almıyor. Çünkü karşında muhatap alacağın bir seyirci yok. Tribünler
yarı yarıyayken kim daha iyi organize olacak, kim daha iyi bağırıp takımını motive edecek mücadelesi vardı. Amaç
hedeften saptırıldı. Amaç FİFA'nın oyuncağı hâline geldi. FIFA tüketen taraftar istiyor. Gidip atkı, bayrak, forma,
şort alan seyirci istiyor. Öte yandan gerçek taraftar, tüketen taraftar olmak istemiyor. O zaman da size çapulcu
diyorlar. Çapulcu denen adam 90 dakika takımını destekliyor. Parası yoksa gidip yöneticiden bilet istiyor. Bu adam
bileti alıp turşusunu mu kuruyor? Parası olsa gider kendi cebinden biletini alır.

Süleyman Seba bedava bilete karşıydı. Yöneticinin yanına taraftar gidemezdi. Zaten Seba yöneticilerin taraftarla
görüşmesini yasaklamıştı. Bu konuda çok katıydı. Bedava bilet, para, rüşvet, deplasmana otobüs bizde olmaz, çünkü
başkan buna izin vermezdi. Taraftara asla taviz vermezdi. Bizim 2 jenerasyon üstümüz para için değil, Beşiktaş için geldi.
Para için gelenler de oldu, ama onlar bizim tribünde para olmadığını anlayınca ayıklandılar. Zaten hemen kendilerini belli ettiler. Alan gerçek Beşiktaşlılara kaldı


“futbol, asla futbol değildir” diyor simon kuper… sence nedir futbol?

bence futbolu, iki dilimde incelememiz gerekiyor. 85 yılına kadar insanlar sadece futbol oynamak için topun peşinden koşuyordu.
saf bir kültür vardı. takımları küme düşmeye bile oynasa 35-40 bin kişi tribünlere dolabiliyordu. bu da kanıtlardan bir tanesi.
yani futbolun futbol için oynandığı ve insanların da futbol seyretmeye geldiklerinin bir göstergesi.

79 yılındaki beşiktaş-rize maçı -10 derecede 43 bin biletliye oynandı. beşiktaş-fenerbahçe maçı yine 43 bin kişiye oynandı
78’de. zonguldak-beşiktaş maçı var, beşiktaş’ın berabere bile kalsa küme düşeceği maçtı. 78’di zannediyorsam, 45 bin 600
biletliye oynandı.

şimdi bunların hepsini yan yana koyarsan, öte yandan dünyanın en büyük derbisi diye lanse edilen galatasaray-fenerbahçe
maçını ali sami yen’de 16 bin kişi seyrediyor. şimdi aradaki bu fark okyanus kadar, yani çok büyük. nedeni; 90 yılından
sonra dünya futbolunun, endüstride en büyük kaynaklardan birini oluşturmasıdır. medya patronları diğer başka davalardan,
vakalardan sonra futbola da el attılar. futbolu kirlettiler. bugün bana derseniz ki futbolun patronu kimdir? ben medya derim…


medyanın tekelindeki bir futbol nereye kadar düzgün işleyebilir? hatta futbolu bir kenara koyun, spor nereye kadar düzgün
işleyebilir?

görüyorsunuz ki 20-25 branş içinde bütün ülkenin milli takımları bazında her şey sınıfta kalmış. demek ki olaya profesyonel
bakılmıyor, ya da ultra profesyonel bakılıyor. insan gücünden kaynaklanan başarılar değil de medya gücünden kaynaklanan
maddi başarılara bakılıyor.

para giriyor işin içine…

para giriyor, sponsorlar giriyor. amaçsız futbol 430 küsur gramlık bir toptan başka hiçbir şey değil. ona bile hükmedebildiğini
diğerlerinin tamamen insanlarla, medya güçleriyle top oynadığını görebiliyoruz. göze gelen, hiçbir varyasyon yok…

türkiye’de futbol topuna hükmedilen kim derseniz, ben sergen derim. o da kendine ihanet ediyor. o yüzden futbol benim
gözümde hiçbir şey. kaldı ki ben size daha ilerisini söyleyeyim. bana “beşiktaş’ta hangi futbolcuyu seviyorsun?” derseniz,
“hiç birini sevmiyorum” derim. düşünebiliyor musun, takımına bu kadar bağlı bir adamın, her maçına koşan; basketbol,
hentbol oraya buraya koşturan bir adamın hiçbir futbolcuyu sevmemesini neyle bağdaştırıyorsunuz?

beşiktaş’ta oynayan bir futbolcu futbol topuyla oynamak için forma giymiyor. sadece üzerindeki formanın şanı-şöhreti,
reklamı ve namından yararlanarak bir yerlere gelmeye çalışıyor, cebini doldurmaya bakıyor. beynini ayaklarına, kalbine,
ruhuna vermiyor. o yüzden de futbol hiçbir şey.

inönü’yü anlatır mısın? kapalı, eski açık, yeni açık tribünleri… oradaki atmosferi biraz anlatsan…

inönü anlatmakla bitmez. inönü stadı’nın kapalı çok ayrıdır, bunu galatasaraylılar da, fenerliler de kabul eder. orası için
çok mücadele verilmiştir. oradaki mücadelenin en çok galip gelen tarafı beşiktaş olduğu için de, kapalı tribün beşiktaş’la
özdeşleşmiştir.

ondan ayrılmak, yuvadan ayrılmak gibi bir şey manevi felsefe olarak. inönü stadı’ndaki kapalı kültürü, 77’in sonlarından
başlayıp da bugüne kadar devam eden ve fenerlilerin de, galatasaraylıların da gıpta ettikleri, imrendikleri bir kültür.

kapalı’nın türkiye’de hiçbir stada benzemeyen bir kültürü daha vardı. daha sonra 83’te kadıköy açıldı, yanılmıyorsam
ondan bir sene evvel ali sami yen açıldı. insanlar kendi stadlarına gitmeye başladı. 88 civarlarında hıncal uluç numaralı
sistemi koydu türkiye’ye. tutmadı. hemen akabinde ***** polat’ın olayı kombine sisteme çevirmeye çalışması, herkesin
kendi tribününde yer hakkı edinmesine neden oldu ve artık tribün mücadeleleri çok cılız kaldı. yani akşamdan gidip de
fenerliler ve galatasaraylılar’la tribün kapma mücadelesi yok oldu ama o kültür kaldı. o kültürü de yaşatmaya çalışıyor
hala taraftar.

2003 yılında serdar bilgili’nin ve hüsnü güreli’nin, mavcut yönetimin kapalı’yı localaştırmaya çalışması ve idealist birkaç
kişinin buna izin vermemesi, -ben de onlardan biriyim- bazı planları suya düşürdü tabi. bu salt yönetimin bir kararı
değil bence.

fifa’nın ve uefa’nın ülkenin futbol federasyonlarına gönderdiği tebligatlarda yazıyor bu: “zengin taraftar profili”.
beşiktaş’ta da böyle bir şey denenmeye çalışıldı. zenginlere, aristokrasiye kaydırarak orada başka bir kültür yaratmak
istediler paradan yararlanarak. ama tabi her zaman diyoruz, beşiktaş halkın takımı…

pascal nouma, kapıcı rıza… bir hakemin pascal’ı zenci diye aşağılaması ve rıza’ya yönelik aşağılamalar sizde ne gibi
duygular uyamdırdı? buna itirazının temelleri ne? ortak bir ruh hali var burada. bu nasıl gelişiyor? bu tepkiler nasıl
doğuyor, nasıl şekilleniyor?

çarşı grubu’nun ve diğer grupların üyelerinin esnaf olması, halkın içinde soluk alması hayatı birebir kendisi yaşaması,
tırnaklarıyla mücadele etmesi, halktan yana tavır almasını getiriyor. yani güçten değil de, haklıdan yana tavır alarak…

pascal nouma’nın olayı aslında çok başka. biz pascal’la oturup çok konuştuk. konuştuğumuzda da leeds united maçında
20 metre depar atıp da miles’e yumruk atmasının sebebini sporun dışında miles’in, ırkçılık yapan bir kişi olduğunu bildiği
için, önceden ona garez bağladığı için, ırkçılığa karşı bir savaş açtığı için bunu yaptığını söyledi. sonra insanları etkiledi.
devamında bayrampaşa’da istanbulspor’la yapılan maçtan sonra, ali aydın’ın “zenci bir adam girdi sahaya” demesinden
sonra tribünde ayaklanma oldu “hepimiz zenciyiz” diye. bunun örnekleri çok. beşiktaş tribünleri türkiye’yi ilgilendiren
olaylarda gündemi takip eden, yaratan ve evrensel bir kimliğe sahip. o yüzden olaylara çabuk adapte olabiliyor. halkın
içinde yaşadığından dolayı.

bu tür olaylar taraftarı rahatsız ediyor mu?

kesinlikle rahatsız ediyor, bizim zaten böyle bir ilkemiz var. biz hiçbir zaman şiddetten yana olmadık ama etkiye de
tepkiyle cevap verileceğini herkes bilmeli. bugün hiç kimsenin “güçlüyüm” diye karşımıza çeşitli nedenlerle çıkmaması
lazım. beşiktaş tribünleri çok güçlü. beşiktaş tribünleri gücünü tamamen halktan alıyor. bugün çeşitli olaylar duyuyoruz.
bu olayların yüzde sekseni halkın günlük yaşantısında sıkıldığından ya da bezmişliğinden kaynaklanan, yan yana geldiğinde
patlamaya çanak tutmuş bir halden kaynaklanıyor. o yüzden beşiktaş tribünleri hiç kimseden icazet almıyor. hiç kimsenin
boyunduruğu altında değil. tamamen kendi kaburgası var, kendi beyni var, kendi bildikleri ve gelenekleriyle hareket ediyor.
o yüzden bence ulaşılamıyoruz, yani çok değişik bir kimliğimiz var. mesela size canlı bir örnek vereyim, dün akşam beykoz’da
basket maçımız vardı bizim. maçın ikinci periyodundan sonra beykoz semtinden iki otobüs adam geldi. dedim ki bizimkilere
“onlar küfür etmeden, onlar size sataşmadan siz onlara bağırmayacaksınız.” çocuklar da hakikaten bir terbiyesizlik
yapmadılar. geldiler “beykoz” diye bağırdılar, kendi takımlarını desteklediler. onlara tek bir küfür edilmedi. demek
ki kalkıp da adam azınlığın verdiği psikolojiyle beşiktaş’a küfür etse, sen de çoğunluğun verdiği psikolojiyle onu ezmeye
kalksan, küfür ediyor diye orada yine senin adın çıkacaktı gazetelerde.

yani küfür bir tepki olarak doğuyor diyorsun…

şimdi diyelim aziz yıldırım bir demeç veriyor beşiktaş’ın aleyhine. aziz yıldırım’ın muhatabı kim? yıldırım demirören.
şimdi yıldırım demirören cevap vermediği zaman beşiktaşlı basın, beşiktaşlı medya aziz yıldırım’a cevap vermediği
zaman, iş kime düşüyor? taraftara düşüyor. taraftarın cevap verme yeri neresi? tribünler… taraftarın sesinden
başka sermayesi var mı? yok! sesini kullanıyor. nasıl kullanıyor? negatif kullanıyor.

cevap illa küfür mü olmalı peki?

tabi küfür olmamalı ama senin kültürel yozlaşmanda bugüne kadar bütün tarihlerde küfür var. küfür bence amerika’daki
ile eş orantıda, bugün sevdiğin insana küfür etmezsen, ertesi gün “ya, dün bana niye soğuk davrandın?” diyor. türkiye’de
böyle sevdiğin insana küfürle yaklaşıyorsun.

tamam, kültürümüzde var o ayrı mesela ama…

ama sen kültüründe var olan bir şeyi kendinden soyutlayamazsın. mesela diyorlar ki neden ingiltere’deki gibi maç
seyredilmiyor? ingiltere futbolun neresinde? neden ingiltere’den örnek veriyorlar da sicilya’dan palermo’dan örnek
vermiyorlar? lazio’dan örnek vermiyorlar. neden ispanya’dan athletic bilbao’dan örnek vermiyorlar? yunanistan’dan
örnek vermiyorlar? o da avrupa ülkesi… meşaleler havada uçuşuyor bilmem ne…

ingiltere bu işin alt zeminini 40 sene önce yapmış. barcelona, real madrid bu işin zeminini 40 sene evvel yapmış.
inönü’yü gözünüzün önüne getirin, yeni açık’ta maç seyreden bir adam ancak 20 sene sonra kapalı’da maç seyredebilir.
sırası ancak o zaman geliyor. sırayla, numarayla… bütün kongre üyeleri sırayla bilet alıyor. şimdi adamın biri kalktı dedi ki,
“merdiven boşlukları olması lazım yoksa hiyerarşi olmaz, güvenlik olmaz.” şimdi merdiven boşluğu olsun, insanlar yerlerine
otursun. kayseri stadı’nı hepimiz biliyoruz, akçaabat stadı’nı hepimiz biliyoruz. buraların üstleri açık. merdiven bile yok. kar yağdığı zaman adamlar nerede oturacak? sen kanun koyuyorsun da nereye göre koyuyorsun kanunu?

bugün türkiye’de en genç stadyum elli yaşındadır. olimpiyat stadı’nı sayma. e şimdi elli yaşındaki adama 15 yaşındaki kültürü verebilir misin? böyle bir mantık yok. o yüzden ilerleme kaydedemiyoruz. hep avrupa’nın en tepesinden örnek veriyoruz. halbuki o adam oraya 45 senede gelmiş. sen birinci senede nasıl çıkaracaksın oraya? bu mantık, bu izan… yani bunu insanların görmemesi, işine gelmemesi bundan mütevellit. onun için de türk sporu hep bir adım geride. türk sporu iki sene hit oluyor, galatasaray’dan avrupa şampiyonu çıkarıyor. türkiye’den milli takımlar bazında dünya üçüncüsü çıkarıyor ama çıktığı gibi iki sene içerisinde lap diye en dibe düşüyor. hiçbir şey insanın gördüğü gibi değil. futbol, çok ayrı bir kulvarda. tribünler bile bence hem etki, hem tepki derecesinde en sonlardaki halklarından bir tanesi. “vurun abalıya” derler ya… aynen o. her şeyde taraftara sorun çıkartıyorlar. bugün polis kayıtlarına baktığınızda, resmi gazetelere yansıyan 230’a yakın beşiktaş taraftarı son altı ay içerisinde 1 milyar 112 milyon para cezası, altı ay da müsabakalardan men cezasına çarptırılmış. düşündürücü, bu fenerbahçe’de onda biri bile değil, 30 kişi; galatasaray’da 20 kişi, trabzon’da 3 kişi… bunlar düşündürücü. bugün acaba diyoruz ki olaylara çok müdahil olan beşiktaş taraftarı bir şeylerden kesintiye mi uğruyor? ya da o portekizlilerin faşist lideri salazar’ın dediği gibi… o dönem 72’de maliye bakanı iken devlet başkanı oluyor, gazeteciler bir basın toplantısında kendisine bir soru soruyor, “siz bu gelişiminizi neye borçlusunuz?” o da “3 f formülü” diyor. nedir bu formül diyorlar? diyor ki, futbol, fado, fiesta… yani ben aldım müslüm gürses’i, emrah’ı, kibariye’yi, orhan gencebay’ı, ibrahim tatlıses’i bütün millet ağladı, şarkılarla kasetler yok sattı. futbolda ise işte sergen gol attı, bu birinci oldu, şu sonuncu oldu. millet bunlarla uyurken, ben de devlet işlerini kenardan kenardan götürdüm, kimsenin ruhu bile duymadı… “eğer politikayla ilgili bir halkımız olsaydı, her şeye müdahale edeceklerdi, işlerimi rahat yapamayacaktım” diyor.

şu anda türkiye de gelişmekte olan bir ülke olduğundan bütün dikkatler futbola itiliyor. rating rekoları kıran bir kanalımız, “biraz sonra seyredeceğiniz görüntüleri 18 yaşından küçüklere seyretmeyin” diyor. verilen görüntüler ise, 50 kişi bir otobüsten iniyor kavga ediyor, biri düşüyor, birine vuruyorlar bu kadar. hemen akabinde amerikan filmini görüyoruz televizyonda. adam kılıcı çekiyor adamın kelleye vuruyor, hop kelle bir tarafta, omuz bir tarafta. sonra adamın kanını içiyor. şimdi bunu seyrettiyorsun, sonra diğerini seyretmek “sakıncalı” diyorsun.

forma aşkı diye bir şey kaldı mı sence?

forma aşkı dendiği zaman yani bana göre en son kahraman feyyaz’dı. yırtınırdı top oynarken… o da gitti fenerbahçe’ye. yani şunu demek istiyorum. bask bölgesi’nin takımları ayrı olabilir, onlar şehirlerinden başka yerden adam almıyorlar. onları ayrı tutuyorum ama dünyada forma aşkıyla oynayacak adam kalmadı. herkesin aşkı para.

ve o, “profesyonellik” diye adlandırılıyor…

ama bunu fifa istiyor. “ben fakir taraftar istemiyorum, ben kulübe para kazandıracak taraftar istiyorum” diyor. gelecek sosisli sandviç yiyecek, bayrak alacak, şapka alacak, kola içecek, puro alacak… bu taraftar stada geldiği zaman da tezahürat olmayacak. şimdi stada gelen, ekonomik özgürlüğünü saplayan çocuk kaç tane? yüzde bir. e o zengin taraftar kaç yaşında: kırk. eee kırk yaşında adam hoplayıp zıplar mı? zıplamaz. yani ingiltere’deki sistem gelecek. top nerdeyse kafa oraya gidecek, yani tenis maçı seyreder gibi. fifa bunu istiyor. insanları maddeciliğe itiyorlar. yani sinemaya gider gibi gel maç izle.

paranın egemenliğini yaşıyoruz yani…

evet öyle. yani ben 25 senedir yaşadıklarıma dair şunu söyleyebilirim, piyon gibi hissediyorum kendimi. kullanmışlar bizi. kim kullanmış? sistem kullanmış. orada haybeye bağırıp çağırmışız. ha, belki o günün mücadelesinde bunlar gerekliydi o ayrı.

1990’dan 2005 yılına kadar baktığımızda 15 sene içinde beşiktaş beş defa, galatasaray altı defa, fenerbahçe dört defa… herkes sırayla şampiyon olmuş. bu sene de fenerbahçe şampiyon olursa hepsi eşit oluyor. bir şablona oturtmuşlar.

paralar harcanıyor, sponsorlar oluyor, forma reklamları alınıyor, o oluyor, bu oluyor bir bakıyorsun sen bağırsan da, bağırmasan da, gitsen de gitmesen de, sistem seni şampiyon ediyor.

peki, bunlar taraftarın o aidiyet duygusunu yıpratan şeyler değil mi?

şimdi benim gibi düşünen kaç tane var ama? biz artık olayları koklaya koklaya midemize yerleşti. her nefes alışımızda o koku geliyor burnumuza. ama benim gibi 205-300 kişi var hadi diyelim 500 olsun. türkiye 75 milyon. 75 milyonun 40 milyonu futbolla ilgileniyor. bu adamlar bunları bilmez ki… siz de basınsınız. 200 tane çıkan haberin 190’ı yalan olur mu? 190 yalan, 9 tanesi kenarından geçmiş, bir tanesi yakalamış.

neden bir sürü grup var? beşiktaş taraftarı içinde de, başka takımlarda da gruplar kuruluyor… taraftar niye örgütleniyor?

ben size bir şey söyleyeyim mi? taraftar örgütlenmiyor. on kişi bir araya geliyor kendine bir isim veriyor. bir arkadaş grubu yani. dışarıya yansıdığı gibi değil. beşiktaş taraftarı örgütlenmez.

örgütlenmesi gerekir mi?

zaten bir oluşumun içerisinde. şimdi beşiktaş’ın armasının olduğu her yere insanlar kurulmuş bir şekilde geliyor. bunların hepsi otomatik, kendi kendine oluşan şeyler. yani örgütlenmek…

nasıl bir şey biliyor musun örgütlenmek, beşiktaş’ın olmadığı bir yede, beşiktaş’la ilgili bir şeye koşarsan örgütlenmek olur. bugün beşiktaş’ın bir maçı varsa, oraya toplu olarak gitmek örgütlenmek değildir. zaten insan oraya gitmek için geliyor yani. örgütlenmek, beşiktaş maçının olmadığı bir yerde federasyona bir yürüyüştür mesela. bu örgütlenmektir evet. bunu da zaten telefon ağıyla yapıyorsun. insanlara ulaşıyorsun, derneklere ulaşıyorsun. bir zincir halkası oluşturuyorsun. federasyona yürüdük 500 kişi, aleyhimize verilen kararlardan dolayı. sessizce çelenk koyuldu, siyah kurdele takıldı, kalkıldı gelindi. yani öyle dışarıya yansıdığı gibi bir örgütlenme biçimi yok. herkesin adresi belli yani: kapalı.

dernek niye kapalı?

kapattık. dernek üzerinden rant sağlamak isteyenler çıkıyor. elli bin tane prosedürü var. bu işlerle uğraşacak adam az bizim camiada. çarşı zaten kendine de karşı! çarşı’nın bir düzenliliği olmaması lazım bence. nerede yanlış bir şey görürse oraya karşı durması gereken bir zihniyet. ben “çarşı, sabaha karşı” diyorum kızıyorlar bana. her şeye karşı olan kendine de karşı olan bir adam, yani sabaha da karşı…

anarşist ruhunuza aykırı yani…

anarşist ruh nerden kaynaklanıyor biliyor musunuz? çok ezilmişlikten kaynaklanıyor. çok ezilmiş beşiktaş, camia olarak. bu tribünlere de yansıyor. yansıyınca anarşist, çok agresif olarak lanse ediliyor. çok haksızlığa uğramış, şampiyonluklar elinden alınmış… şimdi ben 15 sene şampiyonluk görmemiş bir takımın taraftarıyım. 66 yılında doğmuşum, 82 yılında şampiyon olmuş beşiktaş. yani tam 16 yaşıma geldiğim zaman…

isyancılık oradan mı kaynaklanıyor dersin?

tabii. her yerde kızdırıyorlar seni. okulda kızdırıyorlar, mahallede kızdırıyorlar. sen hep doluyorsun, doluyorsun bir yerde patlayacaksın. grizu patlaması neden oluyor, gazlar sıkışıyor sıkışıyor, bir yerde patlıyor. o yüzden ezilmeye çalışılan ve bir türlü sindirilemeyen bir toplumun dışa vurumu işte. halbuki adalet olsaydı, insanlar bu kadar sinirli, bu kadar agresif olmazdı. işte bütün travmanın sebebi adaletsizlik. diğer takımlarda da var adaletsizlik. “boşuna hırlaşmayın” diyorlar. bu hırlaşmaların hepsi bence dümen suyu. herkes birbirini kandırıyor, herkes maske ile çıkıyor televizyona. biz de kuklalar, piyonlar… onları dinliyoruz, onlara kızıyoruz, onların adını ağzımıza alıyoruz, maalesef çok kirli bir dünyanın içindeyiz.

[tribünlerdeki şiddete nasıl bakıyorsunuz? medyanın rolü ne bunda? beşiktaş taraftarı ne diyor bu şiddet konusunda?
taraftarın şiddetle aynı platform içinde konuşulması bence taraftara haksızlık. neden, çünkü dönen bir dünya var devamlı. döndükçe de kirlenen bir dünya var.

kirlenmişliği her dakika iliklerimizde hissettiğimiz bir ortamda, beşiktaş taraftarının ya da başka bir taraftarın şiddete dayalı eğilimin içinde olması yadırganmamalı. bütün dünya şiddete eğilimli.

bugün fransa’da şehirler alevler içinde. kanada’da okul basılıyor, 10 yaşında çocukları vuruyorlar. almanya’da, ispanya’da her yerde şiddet oluyor. bugün almanya’da, danimarka’da ırkçılık hortlamış. nazi yanlısı insanlar gösteriler yapıyorlar. yalnızca beşiktaş tribünlerinde olan bir şey değil ki şiddet. oraya gelen insanlarda bu toplumun bir parçası. x galaksisinden gelmiyor bu insanlar. kaldı ki beşiktaş tribünlerindeki yaş ortalamasını 21 olarak kabul edersek çocukların beyinlerinin en çok bir şeyi çekebilme yaşı. nasıl diyeyim yani bir olayı benimseme yaşı. ondan örnek alarak onu kendine bir kahraman kabul ederek yaptığı bir yaş 17-25 yaş arası. amerikan filmlerinin devamlı şiddete, hiddete dayalı olması, intikam, kan, sapık ilişkilerin filmlerde olması, buradaki insanları bir şekilde etkiliyor. zaten insanın beyni travmalı, şu dünyada normal yaşayan sağlıklı bir beyin yok. bu beyinler o yüzden, bulunduğu ortamda hoşgörüsünü kaybetmiş olarak dolaşmakta. gençlerimizden öte hoşgörüsünü gençliğe enjekte edebilecek yaşta diyebileceğimiz insanlar da hoşgörüsünü kaybetmiş. gazeteleri okuduğumuz zaman ağzımız bir karış açık kalıyor. yani çok değişken sebeplerden dolayı, maddiyata dayalı, ranta dayalı inanılmaz derecede insanları kötüye sürükleyen bir mekanizma var şu anda. bu şiddet de bunun bir parçası. yani şiddet, tribünlerde gördüğümüz şiddet, bu kadar olaya rağmen şam’da kayısı.

taraftar maçlara gelmezse bütün maçlar çöker, futbola bağlı bütün endüstriler çöker. bunun bilincinde değiller. zannediyorlar ki canlı, hoplayan zıplayan taraftar statlardan çekilince normal taraftar gelecek oraya. normal taraftar gelince ne olacak yani demin dediğim gibi milli maçı seyretmeye giden insanlar gibi taraftar gelecek. yani ne zevk alacak insanlar bunlardan?

gündemi yaşamadan, maçı yaşamadan, futbolcuya zaten ne verebilir ki bu insanlar? o yüzden bazı şeylerin çok ince düşünülüp, sık dokunması gerekiyor. hem öyle denildiği gibi şiddet falan da yok. futbol terörü diye bir şey de yok. tribün terörü de yok.

tezahüratlarınız, pankartlarınız çok zekice ve yaratıcı. aynı zamanda duygusal…

bizim tribünde duygusallık inanılmaz çoktur. duygusallık çok büyük raddeye ulaşmış durumda. melankoli hatta… taraftarın takıma olan aşkı, sevgilisiyle yaşadığı duyguları hissettiriyor insana. bu böyle olunca bestelere yansıyor.

yani halkla devamlı iç içeyiz. ben bu dükkanda, yüz tane adamla konuşuyorum her gün. dün yedi semte gittim. her insanın nefesini alıyorsun. her insanın düşüncesini kokluyorsun. böyle olunca da içindekini yansıtmak kişilere göre oluyor.

onların kafasındakini konuşuyorsun. onların beğenisine göre hareket ediyorsun.

yönetimlerden bahsetmişken… kulüp yönetimlerine eski politikacılar, işadamları, kalburüstü adamlar niye bu kadar sevdalı?

çünkü bulundukları mevkide çok fazla para kazanıyorlar ama şöhreti yakalayamıyorlar. bugün kendi işinde başarılı olmuş ama ismini kimsenin duymadığı insanlar bu işlere kalkışıyor. iki sene başkanlık yapıyor, iki sene yaptıktan sonra bulunduğu mevkide, şehirde belediyelerden, oradan-buradan çok büyük rantlar sağlayabiliyor. bence sanayiciden, ticaret adamından başkan olmamalı. tamamen bürokrat, halkın içinden gelmiş, gediği yaması olmayan, bir şey yaptırılacağı zaman, “bak senin şu kirli çamaşırın var bunu yaparsan bunu da bütün kamuoyuna açıklarım” kozunu insanlara vermeyecek insanlardan oluşması lazım ki kirlilik önlenebilsin. mesela bir yırtığın var, şampiyonluğa oynuyorsun adam da yırtığını biliyor, diyor ki “söylerim bak!” ticari unvanın gidecek, karizman gidecek… ne yapıyorsun, veriyorsun iki tane maç.

yani şike de var, mafya da var…

var tabi bana mı soruyorsun? meclis komisyonu’na boşuna mı çağırıyorlar adamları iki senedir? al işte cafer demedi mi, şike teklif ediliyor dedi. ersun yanal böyle dedi, şöyle dedi. var da bunun üstüne gidilecek mekanizma yok… neyle gideceksin? silahla gidecek halin yok şikenin üstüne. şikenin üstüne dürüstlükle gideceksin, alt yapınla gideceksin. alt yapını oluşturacaksın ki, tertemiz insanlardan yapacaksın alt yapıyı. üniversiteli olmayan adam hakem olamayacak, çok zengin olmayan adam hakem olmayacak, ne bileyim yani çok önemli yerlere çok önemli insanları koyacaksın. aç insan koymayacaksın başa, tok insan koyacaksın.

futbol denen şey dünyanın bir numaralı endüstrisi. sen bu endüstrinin başına iki kelimeyi yan yana getiremeyen adamı koyuyorsun. irkçı adamı koyuyorsun. şimdi fifa’nın başındaki adamın türkiye için söylediği laflar neyle alakalı? hasta beyin. o adam bilmiyor mu türk futbolunda dönen olayları? herkes biliyor. ama çıkıp da konuşacak cesarette adam yok. bunları ben biliyorum ya… ben neyim? zurnanın son deliğiyim. bunları üst kademedeki adamlar bilmiyor mu? herkes biliyor. dağları baştan yaratmaya gerek yok. çık tepesine dağın her şeyi sana söylüyor.

değersizleşme mi diyorsun…

değersizleşme, kültürünü kaybetme, özünü bitirme… bu herhalde bütün dünya genelinde böyle. dünya kendi özünü bitirmiş durumda. paraya dayalı. paranın olmadığı bir yerde sen hiçbir şeysin. istediğin kadar iyi ol, büyük ol…fark etmiyor, paran olacak. o yüzden de bazı şeyleri bence boşa konuşuyoruz. bazı şeyler konuşmayla değil, iyice üstüne gidilerek halledilir.
20iwhah.jpg



alen kim mi okuyun ve düşünün...
ben size küçük bir ipucu veriyim...
alen=siyah ve beyaz gibi...
doğru ve dürüst gibi...
sevgi ve saygı gibi...
aşk ve gurur gibi...
savaş ve eylem gibi...
haykırış ve isyan gibi...
baba ve abi gibi...
soru ve cevap gibi...
yaşam ve halk gibi...
ne dersen de ama özünde
SİYAH VE BEYAZ GİBİ...

Konu sabit olsa daha iyi olur kaybolmasın herkes görsün nası bir amigomuz oldugunu...
 
Konu kesinlikle sabite alınmalı sadece Bjk liler değil başka takım taraftarlarıda okumalı çünkü sadece Beşiktaşı degil türk futbolunun gelişiminden değişimindende bahsedilmiş
 
Geri
Üst