Alem'e Nizam Vermek Ülküsü

türk ocağı

serdengeçti
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
1,813
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Taceddin Dergahı
logomuz.jpg




ALEM'E NİZAM VERMEK ÜLKÜSÜ


Nizam; intizam, düzen demek, herşeyden öte Allah adalet sahibi, adaletinin hükmünü kullar üzerinde görmenin adıdır nizam. Nizam-a ilk başkaldırış şeytanın Allah’a (C.C.) karşı gelerek; ‘’Ben ateşten, Adem ise topraktan yaratılmıştır, Onun için secde etmem’’ itirazıyla başlamış. Bu itiraz sesi şeytanın dergah-ı ilahiden kovulmasına yetmiştir zaten. İblis bununla da yetinmemiş, cennetten Adem (A.S.)’ın kovulmasına da vesile olmuş.
Yeryüzüne inen Adem ile Havva anamızdan dünyaya gelen Habil ile Kabil iki kutbun sembolü oldular; Habil nizamın temsilcisi, Kabil ise bozgunculuğun. İşte nizam ile nizamsızlık kavgası bu şekilde iki oğul arasında başlamış ve günümüze kadar süregelmiştir.

Bütün Peygamberler nizam kavgası vermiş ve bu uğurda nice zulümlerle karşılaşmışlardır. Peygamberlik makamı beşeriyetin üstünde bir mevki olmasına rağmen en çok çileyi çekenlerde yine Peygamberlerdir. Hz. Nuh (A.S.)’ın kavmi ile nizam mücadelesi, dayanılmaz bir doruğa ulaşınca; ‘’Tufan’’ kaçınılmaz olmuştu. Hz.Nuh’un oğlu Kenan, nizama başkaldırınca, gemiye binip kurtuluşa erenlerden olamadı. Demek ki İnsan, Hz. Nuh (A.S.)’ın oğlu da olsa, Allah’a inanmadığı müddetçe fayda vermiyor. Kurtuluş iman iledir çünkü.

Peygamberler vahyin öncüleri ve aynı zamanda bulundukları Âlem’de nizâm-ı tesis için vazifeli elçilerdir. Nemrud saltanatının ilk yıllarında adaletli idi, sonraları şeytanın vesveselerine kapılıp tanrılığını ilan etti. İnsanlar Allah’a kulluğu bırakarak Nemrud’a tapmaya başladılar. Müneccimler:
- Yakında bir kimse dünyaya gelecek putlara ve saltanatına son verecek, dediler.
Nemrud hemen harekete geçerek :
- Bundan sonra hiç kimse eşiyle ilişkiye girmeyecek, bugünden itibaren doğacak çocuklar öldürülecek emrini verdi.

Derken, yaklaşık yüzbini bulan masum çocuk katledildi. Müneccimlerin söz konusu kişinin ana rahmine düşmesinin filan gece olacak demesi, Nemrud’u iyice içgillendirmişti. İşi sağlama almak bakımdan erkekleri şehrin dışına sürgün etti, hatta şehrin sınırlarına nöbetçiler yerleştirdi. Böylece erkeklerin şehrin içine, kadınların da şehir dışına çıkmasını sağlayarak önleyici tedbirlerini almış oldu.

Tüm bu tedbirlere rağmen, İbrahim’in annesi Taruh ‘dan daha önce çoktan hamile kalmıştı bile. Derken Müneccimlerin geleceğini bildirdiği İbrahim büyüdü, büyüdükçe Nemrudun kurulu düzenini sarsmaya başladı ve İbrahim (A.S.)’ın iman gücünü görmezden gelen Nemrut, O’nu ateşe atarak muradına ereceğini sandı. Ateşin içinde bile iman gücünü gören bozguncu güruhlar şaşkına döndüler. Böylece Allah’ü Azimüşşan, dostu olan İbrahim (A.S.)’a ateşi serin kıldı. Ateş ol emrin etkisinden gül bahçesine, yani: „Ey ateş! serin ve selametli ol.“ (Enbiya 69)emrine boyun bükerek nizama dönüşüverdi. Gül nizam-ı alemin, ateş ise hertürlü fitne ve bozgunculuğun simgesi değil miydi zaten?
Hz.Musa (A.S.) ile Firavun arasındaki nizam kavgasından alınacak çok büyük dersler var. Mısır’ın alışılmış düzenini bir anda allak bullak edecek Nizâm-ı Âlem öncüsü Hz. Musa (A.S.) ve inananlar hicret ettiklerinde dev sular bile yol vererek, adeta selama durmuşlardır. Aynı dalgalar çılgınca Firavun ve ordusuna ise mezar oldu. Su kimine ab-u hayat kimine de Tisunuma felaketi değil miydi zaten?

Hatemül Enbiya, yani en son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.)’dır. O aslında hem son, hem de sonun başlangıcı. Kâinat O’nun yüzü-suyu hürmetine yaratılmıştır. Kâinat yaratılmadan O’nun nuru ile şenlenmiş: ‘’Sen olmasaydın, sen olmasaydın, sen olmasaydın bunca Felekleri yaratmazdım’’ buyruğunda tanımlanan Peygamberdir O..
Kelimenin tam anlamıyla bütün Enbiyanın reisi ve ümmetin kurtuluş nizamını tesis eden en büyük rehber O’dur.

Hadis-i Şerifte beyan edilen, ‘’Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim’’ sözü Nizâm-ı Âlem’in ilk nüvesi, yani temelidir ahlak. İlk oku emriyle üstlendiği aleme nizam vermeye yönelik diye tarif edilen Nızam-ı Âlem davası, küfrün başına inen ilk hamledir. Vahyin Peygamber üzerinde meydana getirdiği ağır yük Hz.Hatice annemize mübarek dilinden inci misali tane tane dökülen: ‘’Ey Hatice üzerimi ört’’ dedittirebilmiştir. Örtülere bürünen Fahri Kâinat Efendimiz, örtünün altında zıngır zıngır titremelerin ardından gelen emri ilahiye ile mübarek başını dışarı çıkararak, Allah’ın ahkâmını yeryüzüne yaymak için(İlay’ı Kelimetullah-Allah adını yüceltmek davasını), ilk tebliğini zevcesine yapmıştır. Ardından Hz.Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Ömer, derken onbinleri bulan İlay’ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem kervanı yola koyuldular. Ancak Âleme nizam verme davasının karşısında adeta etten duvar olmuştu müşrikler. İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı alem davasının gerçekleşmesi hiçte kolay olmadı. Hor görüldüler ama, çiçek gibi açıldılar. İşkencelere tabi tutuldular ama, yılmadan, usanmadan zafere koştular, sonunda zafer inananların oldu. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları bunun en belirgin tipik misalleridir. Mekke’nin Fethi muştudur, gönüllerde esen mutluluk rüzgarlarıdır. İşte Aleme nizam verme davası, Fahri Kâinat Efendimiz (S.A.V.)’in öncülüğünde ‘’Çöle İnen Nur’’ şeklinde böyle tecelli etti.

Veda Hutbesi’nin ardından Sahabe, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’i ebedi yolculuğuna uğurladıktan sonra, meşaleyi Ebu Bekir Sıddık (R.A.) devraldı. Aleme nizam verme meşalesi, Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’in elinde sıddıkîyet makamının doruğuna ulaştı. Yalan, dolan ve talan hertürlü şeytanı düzenlerin işi , sıddikiyet, yani doğruluk ise adaletin ve nizamın işi değil miydi zaten? Sıddık-ı Ekber de dar-ı bekaya iltihak edince bayrağı Hz. Ömer-ül Faruk (R.A.) devraldı. Adaletin mümessili olan Hz. Ömer (R.A.) sırtında un çuvalı ile Halifeliğin ‘’Hadimiyet’’ten geçtiğini ispatlarcasına yoksulların imdadına koşması İslâm’ın daha da büyümesine vesile oldu. Aynı zamanda Nizam-ı alemin parlayan adalet güneşi oldu O büyük Emirü’l Müminin..

Hz. Ömer (R.A.)’den sonra Âlem’e nizam verme misyonunu Hz.Osman (R.A.) devraldı. Peygamberimizin damadı olan Hz. Osman (R.A.) hilm ve yumuşaklığı gibi meziyetlerle ‘’Zinnureyn’’ ünvanına(çifte nur sahibi) layık görüldü. Devrinde bir çok fitne hareketlerinin doruğa ulaşmasıyla birlikte, Âlem’e nizam verme davası sekteye uğramış ve karşı duruş diyebileceğimiz fitne odaklarının gayri nizami harekete geçtiklerine şahit oluyoruz.. Malum olduğu üzere Hz. Osman (R.A.) İbn-i Sebe Yahudi dönmesinin fitne eylemleri sonucu şehit oldu ve nizam-ı alem büyük biryara aldı böylece.
Hz. Osman (R.A.)’ın şehit olmasından sonra, Âleme nizam verme karşıtı fitne odakları eylemlerine devam ettiler, boş durmadılar. Nizâm-ı Âlem davasını Hz. Ali(K.V.) devraldıktan sonra kavgalar daha da değişik boyutlarda başgösterdi. Peygamberimiz (S.A.V.); ‘’Ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine savaşacaksın’’ dediği mucizevi olay, Hz. Ali(K.V.)’in hayatı boyunca hep yaşandı. İlim beldesi, Hz.Ali(K.V.), nüzul olan ayetlerin doğru tanımlanması ve anlaşılması için mücadele verdi hep. Kur’an ayetlerinin ne anlama geldiğini araştırmadan kendi vehimlerine göre sloganlaştıran Hariciler ise, tarihte çok kanlı eylemler gerçekleştirdiler sürekli. Harici eylemlerine karşı Hz.Ali (K.V.) ilim ve hikmetle cevap vermeye çalışsa da söz dinlemediler. Sonuçta sahabe içinde yaşanan bu kanlı kavganın özünde ‘’tenzil ve tevil’’ olayı en büyük etken, Peygamberimiz (S.A.V.) Kur’an’ın tenzili üzerine mücadele verdi Hz. Ali (K.V.) ise tevili uğruna. Tenzil ve tevil her ikiside vahiy kaynaklı, ötelerden aleme inen rahmet deryası.. Bu alemlere inen rahmet bayrağı çileli de olsa elden ele devam etti.

Sahabeden sonra bayrağı tabiin devraldı. Tabiin’in ulularından Hz.Hasan-ı Basri (r.a.) aleme nizam verme duygusunun mânâ ve ruhunu yansıtması bakımından Piri sayılır. Öyle ki; Hasan-ı Basri; ‘’Benim zannımı, Dicle kenarında bir ana ile oğul düzeltti’’ diyecek kadar hüsn-ü zan örneği vermiş ve böylece Allah’a giden yolun hüsn-ü zandan geçtiğini göstermiştir. Hüsnü zanlık nizamın ruhunu yansıtır zaten.
Aleme nizam verme davasının bayraktarlığı Türk’ün eline geçince bu dava daha da aleme yelpaze açıyor. İslâmiyeti Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya taşıyan Alparslan, ‘’Biz bidat nedir bilmeyen temiz müslümanlarız’’ diyerek Romen Diojen’i dize getirmiştir böylece. Selçuklu, coğrafyasında Nizâm-ı Âlem davası vatanlaşarak İslâmiyete renk katmıştır. Ne var ki; Moğol kasırgası bu Nizâm-ı Âlem meşalesine büyük bir darbe vurmuş ve Selçuklu devletinin varlığına son verilmiştir.

Moğol kasırgasından dolayı Anadolu uçlarına yerleşen Türkmenler, şeyhler, dervişler, alperenler sınır uçlarına yerleşerek Ertuğrul Gazi’nin açtığı bayrağın altında yeniden ümit vermeye başlamışlar. Ertuğrul Gazi’nin etrafında birleşen bu güçler sayesinde o müthiş uluçınar Osmanlı doğuyor tarih sahnesine. Söğüt’te kurulan Osmanlı otağı kuruluşda henüz yolun başında bir kıvılcımdı sadece.. Bu kıvılcım Osman Gazi ve Şeyh Edebali elinde alevlenerek ileride cihanşumül bir devlete dönüşür. Kuruluşumuzdaki heyacan,aşk, sevgi ve İlay’ı kelimetullah için Nizam-ı Alem duygusu üç kıtaya hükmeden cihangir bir devleti vücuda getirdi. Nizâm-ı Âlem ülküsü Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle doruğa ulaşır. Yükselişimizdeki ruh, tamamen Nizâm-ı Âlem ülküsüdür. Öyle ki; bu ülkü Osmanlı’nın elinde Aleme Nizam götürme davası şeklinde sembolleşti. Gerçekten de ecdadımız, fethettiği yerlere gözyaşı, kan, zulüm götürmedi, bilakis medeniyet ve adalet götürerek aleme büyük bir ‘’Nizam’’ dersi verdiler. Eğer zülum üzerine kurulu bir devlet olsaydık, altıyüz sene gibi uzun süre ayakta durabilir miydik hiç? Medeniyet olarak dünyaya ilk damgasını vuran tek ülke Osmanlı olsa gerek. Osmanlı sayesinde aleme nizam verme davası uygarlaşmıştır.

Ne yazık ki; bu misyonumuz zaman içerisinde eriyince, düşüş kaçınılmaz oldu.

Yükselişimizdeki anlayışla, düşüşümüzdeki anlayiş farkı ‘’Devlet-Ebed- Müddet ülküsünü bertaraf etmiştir maalesef.

Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye derken Âlem’e Nizâm verme davası günümüze kadar uzanmış ve kıyamete kadar da devam edecek tek ülküdür, bu uğurda dün olduğu gibi, bugün de ümit kalelerimiz olacak elbet.

Velhasıl İ’lây-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem biricik ülkümüz olmalı.

ALPEREN GÜRBÜZER
 
Gündüz Nizamcı Gece Alemci Değil,
İlay-ı Kelimetullah için Nizam-ı Alemci!!

Ne mutlu bu davanın hakkını vererek yaşayanlara.
 
Hz.Ali Ve Nizam-ı Alem



Hz. Ali(k.v)’in hilafet dönemi incelendiğinde görülecektir ki, ihtilafların kaynağında kabile ruhunun, nizama karşı tepki varı hareketleri söz konusudur. Öyle ki, Haricilerin nizamsızlıklarından ötürü yaptığı eylemler Müslümanların kanının akıtılmasına yol açacaktır. Nizamsızlığı ilke edinen Harici güruhunda hukuk tanımazlık had safhada olup, maalesef kuralsızlık onları nizama karşı başkaldırmaya itmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Hz. Ali (k.v.) kurallılığın timsali, Hariciler de kuralsızlığın...
Malum olduğu üzere Hariciler Sıffın Savaşı’nda Hz. Ali’yi önce hakeme(tahkime) müracaat etmeye zorlamışlar sonra da reddetmişler ve bundan dolayı da Hz. Ali (k.v.)’e cephe almışlardır. Hariciler Nizam-ı Âlem iksirinden bihaber olduklarından dolayı her zaman kurallı davranan Hz. Ali (k.v.)’yi anlayamamışlardı, hisleri ile hareket ederek kardeş kanının dökülmesine sebep olmuşlardır. Nizamsızlık ruhunun, Haricilikle ilgili bağı Sıffın Savaşı’dır. Sıffın’da karşı karşıya gelen Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki içtihat mücadelesinin, tam Hz. Ali cephesinin lehine dönüşeceği sırada Kur’an sayfalarının mızrakların ucuna bağlanarak; “Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun” seslenişi bir anda savaşın seyrini değiştirmeye yetmişti bile. Nitekim bu mızraklara bağlanan Kelamı Kadimin bir hile olduğunun farkına varan Hz. Ali(k.v.) ordusuna ; “Kur’an kaldırma hadisesinin bir hile, iki yüzlülük ve tuzak olduğunu ve savaşa devam edilmesi” gerektiğini ikaz eder, fakat tüm uyarıları sonuçsuz kalır.
Öyle ki nizam’dan nasip almamış kabile ruhu Emir’ül Mü’minin’e Hz. Muaviye’nin istediği tahkimi (hakeme müracaatı) kabul ettirirler nihayet. Üstelik tahkim olayında Amr İbn-i As’ın ustaca manevrasıyla Hz. Ali (k.v.)’nin “Emir’ül Müminin” sıfatı hakem kararıyla kaldırılır da. Daha sonraki gelişmelerin ardından Hz. Ali’yi tahkime itenler tam tersi tutum takınarak“Allah’tan başka hüküm verici yoktur” ayetini sloganlaştırıp, devlet başkanını kâfirlikle suçlayacaklarda, nitekim öyle de oldu.
Oysa “Ahitleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, Allah’ı kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri yenileri bozmayın” ayeti Hz. Ali ((k.v.)’nin hareket kaynağı idi. Bir şekilde hakeme gidilmiş, zorlamayla da olsa ardından hakem kararıyla ortaya ahitleşme çıkmıştı. Ne yazık ki işler iyiden iyiye çılgından çıkmıştı, artık bu aşamadan sonra ahidden dönmenin Kur’an-ı Kerim’e ters düşüleceğinin idrakinden yoksun harici grubuna, elbette bunu anlatmak zor olsa gerekti. Maalesef hakem olayı Haricileri, Hz. Ali (k.v.)’den ayırmış ve tarihte kanlı sahnelerin tohumlarının boy vereceği günlere gebe kılmıştır.
La-hükme illa lillah” (Hüküm yalnız Allah’ındır) ayetine ilim kapısı Hz. Ali’nin bakışı ile bilgiden yoksun, hislerle hareket eden Haricilerin bakışı hep ayrı olmuştur. Hakeza, “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirdir ayetinden anladıkları da farklıydı. Tıpkı bugünkü Sünni ulema’nın Kur’an-ı Kerim’in bu ayetlerine verdiği mana ile Ehli Sünnet dışı grupların anladıklarını apayrı olması gibi. Ayetler iyi tetkik edildiğinde anlıyoruz ki, “küfür” kavramının Yahudilerle alakalı olduğu gerçeği ortaya çıkar. Ehlisünnet âlimlerimiz bundan dolayı Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen Müslüman’ın küfre girmeyeceğini, ancak ve ancak günahkâr olabileceğini beyan buyurmuşlardır.
Necip Fazıl’ın ifadesiyle İslam, çöle inen nurdu. Gerçektende çöl insanının İslam medeniyetinin ortaya koyduğu şehirleşme, devlet organizasyonu, müesseseleşme gibi bir dizi nizam ve kaidelerine intibakı kolay olmadı. Çöl ruhunun nizama geçişte tavrı hep sancılı ve tepkici geçti. Resulullah (s.a.v)’in “Kim çölde oturursa katılaşır, kim av peşinde koşarsa
Yitirir ve her kim saltanata geçerse bozulur.” hadis-i şerifi bütün hızıyla İslam devirlerinde yaşandı. Hariciler nizam ve asayiş gibi mevzuları anlayamadıklarından dolayı kendi dışındakileri tekfirlikle(kâfirlikle) suçlayabilmişler ve kendi vehimlerini gerçek sanarak işi iman mücadelesi haline dönüştürmüşlerdir. Kapasitelerinin bu tür mevzularda yetersiz olması, sürekli onları ister istemez nizamsızlığa sevk ediyordu. Oysa herkesi kâfirlikle suçlayarak kan dökmeye kalkışıldığında ortada ne nizam kalır ne de devlet. Elle müdahalenin devlet eliyle olduğunu beyan eden fıkıh âlimlerinin tavrıyla, Kur’an da ki ayetleri kendi kişisel hisleriyle karıştıran militan Müslüman anlayışı elbetteki çok farklı. Herkes ceza verme yetkisini kendinde görmeye kalkışırsa, her tarafta anarşi ve kargaşanın kol gezeceği muhakkak.
Anarşizmin zıddı olan nizam anlayışında hukuk önemli unsurdur, İslam uleması siyasi mevzuları hiçbir zaman iman konusu yapmayıp, fıkıh çerçevesinde ele almışlar ve son derece de titiz davranarak kurallı veya nizami içtihatta bulunmuşlardır. Hz. Ali (k.v.)’in açtığı kurallı ve Nizam-ı Âlem çığırı, ehlisünnet âlimlerinin de takip ettiği usul olmuştur. Hz. Peygamberin (s.a.v); ”Ya Ali ben Kur’an’ın tenzili(nüzulu-inişi)üzerine çarpıştım, sense
Tevili(yorumu-içtihadı) üzerine çarpışacaksın” hadisi bu gerçeğe işarettir.
Allah’ın ve Resulullah’ın buyruğunu inceden inceye anlamadan, Kur’an’ın nüzul sebepleri ve gayesini bilmeden, körü körüne mantık garabeti sergilemek, maalesef Haricileri başkaldıran grup haline düşürdü. Üstelik karşılarında İsyan ettikleri odaklar da yabancı devletler olmayıp tarih boyunca mücadeleleri hep Müslümanlara karşı olmuştur. Sorgusuzluk, sualsizlik, nizamsızlık ve devletsizlik bütün çıplaklığı ile hayatlarında mevcut idi zaten. Ön yargılı tavırlar, Haricilerce gerek Hz. Ali (k.v.), gerekse Hz. Muaviye’nin (r.a) hakemi kabul etmelerini kâfirlikle suçlayacak kadar tırmandırılıp, acımasız hale dönüşünce, ister istemez Hz. Ali(k.v.)halife içtihadıyla Haricilerle mücadele etmiş, Hz. Muaviye (r.a) ise mülk ve saltanat içtihadıyla karşı koymuştur. İster halife içtihadıyla isterse mülk ve saltanat içtihadıyla mücadele verilsin, netice itibariyle ortada nizamla, nizamsızlığın kavgası söz konusuydu.
Haricilerin nizamsızlığına verilecek daha çok örnekler söz konusu. Özellikle bu örneklerden aynı zamanda nizamın üstünlüğünü gösteren delillere rağmen inadına eylemlerini devam ettirmelerinde alacağımız ibretler vardır. Kanlı eylemlerinde öylesine ileri gittiler ki; Hz. Ali (k.v.)’yi şehit edecek kadar gözü kara idiler. Önce tekfir olarak ilan ettiler, sonra da bu durumu meşrulaştıracak ölümü düşünmek handikabına giriştiler. Nitekim nizamın önderi Hz. Ali (k.v.)sabah namazı için yola koyulurken ansızın bir Harici militanının suikastına uğruyor ve aldığı darbe ile şehit oluyor. O yüce ilim ve hikmet kapısı Hz. Ali (k.v.), Allah’a yürürken (şehit) bile son nefesinde nizam dersi veriyor ve katili için şöyle diyor;
“Ben fevt olursam bunu da kısasen katlediniz. Ey Abdülmuttalipoğulları! Emir ül-Müminin katl olundu diyerek Müslümanların kanına dalmayınız, benim için ancak katilim katlolur.” diyerek, suçların şahsiliği prensibini haykıran ifadesi, İslam’ın hukuk anlayışını ortaya koyması açısından gerçekten çarpıcı bir nizam örneği.
Asırların kemikleştirdiği nizamsızlık duygusu Hz. Ali (k.v.)’nin canına kıyacak kadar azgınlaşan canavara dönüşmüştü maalesef.
Nizamsızlığın iliklerine kadar işlediği kin ve nefret, bir o kadar da bilgisizlik sendromu diyebileceğimiz günah ile küfür kavramının farkını ayıramama hastalığı, her günah işleyeni kafirlikle itham etme ve ayeti kerimelere getirdikleri hamaset yorumlar sonucunda her türlü nizamı reddetmeye götürdü Haricileri.. Nitekim Hz. Ali (k.v.)’nin Nizam içerikli sözlerinin satır aralarında geçen vergi, yol, refah ve düzen gibi kavramlar harici ruhuna yabancıydı. Devlet geleneğinden yoksun, kabile anlayışı, İslam’la birlikte gelen devlet kavramı karşısında bocalayıp durdu. İslam öncesi çöldeki kavgalarını, İslam’la birlikte alışkanlıklarının yansıması olarak Kur’an-ı Kerim de geçen birtakım ayetleri kendi hislerinin telkinlerine alet ederek düzeni reddetme şeklinde tezahür etmiştir. Fakat İslam medeniyet olarak sosyal hayatın her yanına damgasını vurdukça Hariciler de yavaş yavaş tarih sahnesinde çekilmeye başlayacaklardır. Sonunda kazanan nizamsızlık değil, Nizam-ı Âlem oldu.
Nizamla nizamsızlığın kavgasının en tipik misalini Hz. Ali (k.v.)’in Haricilerle karşılıklı söz düellosunda (münazarasında) bulabiliriz. İşte Nizam-ı Âlemin gücünü gösteren farkı Hz. Ali (k.v.)’in Haricilere nasihatinde görüyoruz, Nasıl mı, hep birlikte karşılıklı münazaraya dikkat kesilelim; Hz. Ali(k.v.):
“Ey inat edip bizden ayrılmış cemaat! Bilmiyor musunuz ki ben hakemlere, Allah’ın kitabı ile amel etmeyi şart koşmuştum. Dememiş miydim ki Şamlıların bu
İstekleri hileden başka bir şey değildir. Siz o zaman hakem deyip, başka bir şeyi kulaklarınız duymadığından, ben de mecburen Kur’an-ı Kerim’in dirilttiğini diriltmek, öldürdüğünü öldürmek şartlarını koşarak işi onlara bıraktım. Onlar ise keyiflerine göre hareket ettiler... Bunlar pekâlâ bildiğiniz halde baş kaldırmanızın sebebi nedir? Niçin isyan ettiniz.” (Bkz. Haricilik ve Şia Taha Akyol s.78)
Haricilerin, bu nizam tüten sözlere karşı cevabı:
“Biz hakemlere razı olduğumuz zaman, kâfir olduk ve bundan dolayı tövbe ettik. Sen de bizim gibi tövbe edersen seninle beraberiz. Yoksa seni tamamıyla başımızdan atarız.”
Hz. Ali (k.v.)’in bu sözlere cevabı ise:
“Kendi kendime kâfir oldum mu diyeceğim. İçinizden birini seçin onunla konuşalım, eğer cevaptan aciz kalırsam Allah’a tövbe ederim. Aksine seçeceğiniz cevap vermezse Allah’tan korunun.”
Seçtikleri İbnü’l Kevva:
“Söylediklerinde haklısın, haklısın, fakat hakeme müracaatı kabul etmekle biz büyük bir günaha girdik ve bunun içinde tövbe ettik. Allah’a tövbe et, af dile sana dönelim.” der.
Hz. Ali(k.v.):
“Ben her günahtan dolayı Allah’a tövbe ederim.”(a.g.e. S.79)
Hariciler nizam ihtiva eden bu müthiş ve akıl dolusu sözleri hemen fiskoslarıyla;
“Gördünüz mü kâfir olduğunu kabul etti.” diyecek kadar çarpıtarak tevil ederler.
Bu arada tartışma bitmedi tabii, bütün hızıyla devam eder ve Hz.Ali (k.v.):
“Ben iki hakem değil, sadece Ebu Musa’yı, O’nu da sizlerin zoruyla tayin ettim. Amr-ı ise Muaviye tayin etti.”
İbnü’l Kevva:
Ebü Musa Kâfirdi.
Hz. Ali(k.v.):
Ne zaman kâfir oldu? Gönderildiği zaman mı? Hüküm verdiği vakit mi?
İbnü’l Kevva:
“Hüküm verdiği vakit.”
Hz. Ali (k.v.):
“Şu halde sen de tasdik ediyorsun ki, ben Onu hüküm vermek üzere Müslim olarak yolladım. Senin fikrince ben gönderdikten sonra kâfir olmuş. Resul-i Ekrem eğer bir Müslüman’ı kâfirlere hak dine davet için göndermiş olsaydı adam da onları hak din
Yerine başka bir şeye davet etseydi, bundan Resulullah sorumlu olur muydu?”
İbnü’l Kevva:
“Hayır olmazdı.”
Hz. Ali(k.v.):
Şu halde Ebu Musa dalalete düşmüşse bana ne? Ebu Musa’nın dalaletinden dolayı kılıçlarınızı çekip halkın yolunu kesmek size helal olur mu? (A.g.e. S.80)
Hz. Ali (k.v.)’in çarpıcı kurallı sözleri, İbn’ul Kevva’yı susturur, ama Hariciler kınında durmayarak:
“Dön gel, O’nunla konuşulmaz” deyip fitneyi ve nizamsızlığı kızıştırırlar ve “Ben her günahtan dolayı Allah’a tevbe ederim” sözünü de ters-yüzle, hâşâ Hz Ali (k.v.)’in kâfirliğini ikrar ettiğinin propagandasını yapmaya başlarlar. Ardından malum olduğu üzere Nehrevan Savaşı vuku bulur. Bu savaşta başıboş, disiplinden yoksun küçük Harici grubu hayatlarını kaybederler, ama içlerinde sadece 9–10 kişi kaçıp kurtulabiliyor. Maalesef kurtulanlardan iki kişi ilerde Doğu İran’da Sicistan Haricileri’ni, diğer ikisi de Yemen’de Yemen İbadiler’ini ve Kuzey Afrika’ya gidenler de bir tür Harici toplulukları oluşturacaklardır.
Nizama başkaldıranlar hem pek çok Müslüman’ı, hem de ilmin kapısı Hz. Ali (k.v.)’yi şehit edeceklerdir. Bakın Nizam kahramanı Hz. Ali (k.v.)’in son nefesteki anlarını Cevdet Paşa nasıl izah ediyor, şöyle ifade eder Cevdet paşa:
“Hz. Ali (k.v.)o vecih ile vasiyetlerini ifa ettikten sonra dünya kelamı söylemedi. Kelime-i tevhit ile hatm-i kelam eyledi. Bir vefa dünyadan darı ukbaya göçtü. Namazını Hz. Hasan (R.A) kıldırdı.”
der.
Hz. Hasan (r.anh) da babasının nizam anlayışının takipçisi bir tavır sergileyip suçların şahsiliği prensibini yürürlüğe koyarak Hz. Ali (k.v.)’yi şehit eden İbn Mülcem’i idam ettirir böylece.
Hariciler koca bir devri anarşizm ve nizamsızlıkla kana boyadılar. Hz. Ali (k.v) gibi kurallı hareket eden Emir-ül Mü’minin’i (Devlet Başkanını) bile küfürle itham ederek, şehit etmeleri son derece düşündürücü ve bir o kadar da ibret vericidir. Bu durum nizam anlayışı kıt olan güruhun tipik din telakkisi adı altında kabileci duyguların yansıması olarak yorumlanabilir ancak. Ufuksuzluk, dar görüşlülük ve bilgiden mahrumiyet onları nizama başkaldırmaya sürüklüyordu çünkü. Zaten harici demek de başkaldıran demektir. Haricilik adıyla müsemma, nizamın karşıtı kalıba bürünerek kanlı olayların müsebbibi bir kavram olmuştur hep. Hz. Ali (k.v.) eğer Hariciler gibi, kabileci ruhla hareket etseydi hilafet meselesinde bir Haşimi olarak, Emevi kolundan olan Hz. Osman’a itiraz ederek nizamsızlığın öncüsü olurdu, ama o nizamın ve kurallı davranmanın gereğini yerine getirerek, fitneye meydan vermeden Hz. Osman’ın yanında yer aldı. Üstelik yumuşak tabiatlı Hz. Osman (r.anh)’la zaman zaman istişare ederek nizamsızlığa ve fitneye (anarşi) karşı uyarmıştır da. Hz. Osman’ın (r.anh) şahadetinden beş gün sonra seçimle Emir’ül Mümin olarak idareyi ele alır almaz ömrü boyunca nizam kavgasının başlayacağı günlere adım atacaktır o.
Hâsılı Hz. Peygamber’le (s.a.v.) başlayan “tenzil” kavgası, Hz. Ali (k.v.)ile “tevil” mücadelesine dönüşür. Tenzilin de tevilin de bize bıraktığı en büyük miras ‘İla-ı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem olsa gerektir. Vesselam.

ALPEREN GÜRBÜZER
 
herkes i´lay-ı kelimetullah için nizam-ı alem diyor amma
Davet tevhide yapıLır.. EfendiLere değiL!
 
FETİH RUHU VE NİZAM-I ÂLEM


Fethin sadece savaş yönünü görmek ve kahramanlığı ön plana alan değerlendirmeler yapmak yanlış kanaatlere yol açacaktır. Oysa fethin ekonomik, sosyal ve jeopolitik faktörleri de söz konusu. Bu anlamda tarihi sosyo ekonomik açıdan yorumlayan Ö. Lütfi Barkan, Fuat Köprülü ve Prof. Halil İnalcık gibi tarihçilerimizin değerlendirmelerine kulak vermeli. Dolayısıyla tarihçilerimizin, tarihe sosyoekonomik ve medeniyet yönüyle de ele almaları gerekiyordu. Aksi takdirde genç nesillerin fetih ruhunu söndürme görevi ifa etmiş olacaklardır.

Tek tip tarihi model anlayışları ile fetih ruhunu anlayamayız. Tarihi belgelerin ışığında, çok faktörlü yaklaşımlara yorumlamaya objektif tarih modeli diye tarif edilebilir.
İstanbul’un fethini incelerken, hislerimizin telkininden ziyade aklımızın ışığında belgeleri konuşturmak, genç nesillere hizmet olacağı muhakkak. Çoğu kere, Ulu batlı Hasan’ın burçlara diktiği üç hilalli bayrağın hissi heyecanına kapılıyoruz ama, her nedense fethe zemin hazırlayan ekonomik, sosyal ve katılımcı örgütlenmeye dikkatimizi çekmiyoruz. Elbette ki, heyecanımız da olacak. Fakat tarihi vakaları hislerle izah etmek, tarihe haksızlık olacağı gibi, yarınlarımızı da karartacağı muhakkak.

Eğer, Fuat Köprülü ve Halil İnalcık gibi, tarihçilerin tarihe sosyoekonomik ve kültürel bakışlarıyla tarihe bakabilmeyi de kavrayabilseydik, daha objektif tarih idrakine sahip olma imkânına kavuşabilirdik. Hatta Nizam-ı Âlem ülküsünün kuru cihangirlik davası olmayıp bir medeniyet hareketi olduğunu anlayacaktık.

Fetih deyince ne anlıyoruz? Fethin amacı neydi? Fethin takip ettiği metot, kullandığı malzeme ve mühimmatın evsafı nelerden ibaretti? Bu gibi sorularla zihnimizi yormuyor, kolaycılığa kaçarak hemen fethin kahramanlık boyutuyla açıklamaya yelteniyoruz. Oysa Fetih çok boyutlu bir hadisedir.

Fethin anlamı, yayılmak, açılmak ve fethetmek demek. Yayılmak derken sadece belli bir coğrafyayı kuşatmayı mı anlıyoruz? Eğer böyle idrak ediyorsak, o zaman fetih ruhunun ne demek olduğunu anlamamışız demektir. Fetih deyince, ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri alanda şekillenmek, yapılanmak ve açılmak tarzında ifade edebiliyorsak, o zaman ortaya doğru bir tarihi teşhis koymuş oluruz. O halde tarihi geleneğimizi kahramanlık boyutundan çıkarıp, medeniyet planında analiz etmek sosyoekonomik ve kültürel tarihi geleneği doğuracaktır.

Batı’da, M. Boch, L. Febvre ve Fernand Braudel gibi aydınlar, tarihi sosyal değişim üzerine kurmakla, alışılmışın dışında yeni anlayış getirmişlerdir. Bu gibi yaklaşımların bizdeki öncüsü olan Ö.Lütfi Barkan, Fuat Köprülü ve Prof. Halil İnalcık gibi birçok tarihçilerimizin zihninde, tarihe sosyo-ekonomik olarak bakmasına etki etmişlerdir. O halde bizde bu verilerden hareketle Fetih Ruhu ve Nizam-ı âlem ülküsünü medeniyet çerçevesinde değerlendirmeye çalışalım:

Bilindiği gibi Fethin 54 güne sığan muazzam bir hazırlık boyutu var. Bu kısa zamanda fethin gerçekleştirilmesinde kahramanlığın yanı sıra;
—Fethe halkın katılımını sağlamadaki büyük bir teşkilatlanma ağı,
—Ordunun tam teçhizatlı hazırlanması,
—Lojistik donanımın temini,
—Gemilerin karadan Haliç’e inecek tarzda yapılması,
—Derviş gazilerin maneviyat rolü,
—Üç katı surları yıkabilecek topların döktürülmesi gibi fevkalade bir dizi tedbirler, fethin müessir olmasında en önemli unsurlardır. Maddi ve manevi her alanda organize olmuş halimiz Türk’lerin kültürü, sanatı, ekonomik yapısı, hayat tarzı, kabiliyeti ve medeniyeti hakkında ışık vermektedir. Hâsılı İstanbul’un fethinde kültür var, sanat var, ekonomi var, beceri var, kahramanlık var, hemen hemen her şey var. Önemli olan var olan maddi ve manevi unsurları görebilmektir. Tarihi iyi analiz ettiğimizde Fetih Ruhu ve Nizam-ı Âlem esprisinin ne demek olduğunu daha da kavramış oluruz.

Fetihlerin savaş cephesini görüp de, perde arkasındaki ekonomik sosyal ve kültürel yönüne bakmamak abesle iştigaldir. Rumeli Hisarı’nın surlarına bakıp dururuz ama, o hisarların dört buçuk ayda tamamlanmasındaki üretkenliği her nedense es geçiyoruz. Oysa Osmanlı’nın üreticiliği ve zamana karşı yarışı, kendi devrinin imkânları doğrultusunda medeniyetini oluşturması dillere destan müthiş bir hadise. İşte, Fetih Ruhu bu müthiş medeniyet misyonuyla gerçekleşti. Fatih’in topların dökümünde Macar Urban’dan faydalanması ve kendisinin bizatihi balistik muayenelerini kontrol etmesi, O övülmüş kumandan nezdinde toplumumuzun dışa açık yönünü de ortaya koyar. Sanıldığının aksine Osmanlı “içe kapanık” bir toplum olmayıp, “dışa açık” veya yayılan fetih toplumu idi. Fetih, hem iç hem de dış dinamiklerimizin enerjiye dönüşmesi şeklinde tezahür etti. İşte bu enerjinin adı Nizam-ı âlem iksiridir.

İstanbul’un fethinde en çarpıcı yanlarından biri de muazzam örgütlenme olgusudur. Eli kılıçlı gazi-alperenler, şeyhler, müderrisler, kumandanlar, ahiler ve halkın bütün birimlerinin katılımı ile gerçekleşmiş bir fetih abidesi, bütün canlılığı ile önümüze sergilenmiştir. Katılımcılığın organizasyonundaki beceri örneği, Osmanlı’nın teşkilatlanma yapısının üstünlüğüne işarettir. Bazı önyargılı tarihçilerin, “Barbar Türkler” suçlamalarında bulunmaları haksızlıktır. Rumeli Hisarı’nın yapımında katılımcı anlayışla gerçekleşen taşların taşınması, işlenmesi, iş ve büyük bir dayanışma örneği ortaya koyma becerisi, onların bu iddialarını çürütmektedir. Biz fetih anında dahi böyle bir organizasyonu kurma maharetini ortaya koymuş milletiz. Yerleşik kurumlarımızı harekete geçirerek İstanbul’u fethetmişiz. Eğer göçebe dinamizmi ile fethetmeye kalkışsaydık, tarihte yıkıcılığı ile ün salmış Moğol kasırgasından hiçbir farkımız kalmayacaktı. Osmanlı, medeniyet olarak fethe damgasını vurduğu için, gelecek nesillere kalıcı eserler bırakabilmiştir. Kabalık, yıkıcılık gibi öğeleri fetih ruhunda göremezsiniz. Ekonomi, sosyal ve kültürel ağırlıklı fetih sembollerimiz, barbarlık yaftalamalarının yanlışlığını ispatlıyor zaten.

Osmanlı fethettiği yerleri fethetmekle kalmıyor aynı zamanda medeniyetini de götürüyordu. Yani ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel dokusunu da yayıyordu. O günkü şartlarda dışa açılma olayı fetih ruhu sayesinde nizam-ı âlem ülküsü ile gerçekleşiyordu. Çünkü İstanbul’un fethi, hem stratejik, hem kültürel, hem ticari hem de askeri yönden önemliydi. Zira İstanbul dışa açılmanın kilometre taşını oluşturuyordu. İstanbul, aynı zamanda ikinci Söğüt’tür. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali ile yoğurduğu Söğüt ruhuna benzer ruh, Fatih ile Akşemseddin ikilisinde yeniden tazelenir. Nasıl ki, Osmanlı küçük bir aşiret iken, Osman Gazi ile Şeyh Edebali elinden yoğrularak beylikten “devlet”e geçilebildiyse, Fatih ile Akşemseddin’in elinden yoğrulan ikinci Söğüt hamuru ile de Viyana kapılarına uzanarak dışa açılma dediğimiz “Nizam-ı âlem” esprisi zirveye taşınmıştır. Şayet İstanbul fethedilmeseydi, Balkanlar’da, Akdeniz’de, Anadolu’da ve Karadeniz’de açılım gerçekleşemezdi. Fetih öncesine baktığımızda Osmanlı gerek Balkanlarda, gerekse Anadolu’da birçok çökme badireleri atlattığını görürüz. Boğazlara hâkim olunca bu problem büyük ölçüde giderilmiş, böylece Osmanlı’nın kendine güveni artarak fetih ruhu yeniden dirilişe sahne olmuştur.

Fetih, Türk tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Selçuklu coğrafyasında vatanlaşan Türkler, fetihle uygarlaşma doruğuna ulaşmıştır. İstanbul’un alınmasıyla müesseseleşme de daha da ileri adımlar atılmış, şehircilik örnekleri verilmiş lonca sisteminde gelişmişlik kaydedilmiş, hâsılı kendi içimizde yeniçağımızı kurmuşuz. Demek ki; Türk’ün yeniçağı İstanbul’un fethi ile başlamış. Hakeza Yeniçağımız bir anlamda fetih ruhunun özüdür. Her milletin gelişme evrelerinde göçebelik, yerleşiklik, sanayileşme ve bilgi toplumu gibi basamakları vardır. Mesela bir Avrupalı için yeniçağın başlangıcı Amerika’nın keşfidir. Nitekim Avrupa Amerika’nın keşfine kadar ortaçağını yaşarken, Osmanlı o sıralarda gelişme (yükseliş) çağlarını yaşıyordu. Hatta Osmanlı kapitülasyon uygulamaları ile 1580’de İngiltere’ye ticaret serbesti imkânı sağlayarak, sanayileşmelerinde önemli ölçüde katkıda bulunmuş ve üstelik cüzi bir rakamla gümrük vergisi dahi almıştır. Böylece İngiltere, Devlet-i Aliye sayesinde mevcut yan sanayisini beş misli artırarak kendi “kapitalizmini” kurmuşlar. Osmanlı fethi müteakip, dünyaya yön vermede önemli pay sahibidir. Osmanlı serbest pazarının, İngiltere’nin sanayileşmesine önemli katkısı inkâr edilemez. Tıpkı, bugün ABD’nin dünya dengesine etki yapmasında olduğu gibi. Dün
Osmanlı modaydı, bugün ise Amerika.

Fetih şuuru, Fatih’te çocuk yaşta filiz vermeye başlar. Bu bilinç 13 yaşındaki bir çocukta nasıl olur demeyiniz. Ta o devrelerde sürekli yanında bulunan Zağanos ve Şehabettin gibi hem siyaset, hem de kumandanlık dehası olan bu ikili lalanın varlığı büyük bir şanstı. O’na fetih ruhu veriyorlardı habire.. Çandarlı Halil Paşa’nın muhalefetine rağmen, Fatih kararını çoktan vermişti bile: “Bizans ülkemizin ortasında kaldıkça bizim devletimiz için emniyet yoktur” diye.

Fethe önce iki sene süren bir ince eleyip sık dokuma denilen analitik hesaplarla işe koyulunmuş, o müthiş hazırlık safhasının ardından İstanbul’un fethi nasip olmuştur ancak. Öyle ki her şey bir sistem dâhilinde ayarlanmış, stratejik önlemler alınmış (meselâ, Karaman arkadan saldırmasın diye arazi veriliyor, Venedikliler ile anlaşma yapılıyor), askeri teçhizat yenileniyor, sayısı artırılıyor ve toplar döktürülüyor vs.. Bütün bunlardan daha da önemlisi, İslâm hukukunda Müslüman bir devletin, harbe girmeden önce üç defa teslim teklifinde bulunması kaidesi uygulanıyor. Fatih, şehrin harap olmaması, can ve mal zayiatının fazla olmaması taraftarı idi. Hukukun gereğini de yerine getiriyor. Fakat teslim teklifi karşılık bulmayınca fetih kaçınılmaz hal alıyor. Böylece, bir yanında Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev gibi âlimler, diğer yanında Zağanos, Şehabettin gibi paşalar(lalalar) ve gazi alperenlerle 21 yaşındaki genç Fatih komutasında İstanbul’un fethi vuku buluyor. Zafer günü şehir kapısından Ayasofya’ya adım atar atmaz atından inip, ilk iş olarak alnını secdeye koyması ve iki rekât şükür namazı kılması mühim hadisedir. Çünkü zaferin heyecanına kapılıp da bir an olsun gurura kapılmamak adına, o yaşta Allah’a kul olmanın idrakiyle hareket ediyor. Ona da o yakışırdı zaten.

Fatih’in kumandanlık meziyetinin yanı sıra, ince ruhluluğu da kayda değerdir. Şöyle ki, O hem şair, hem âlim hem de dervişti. O’nun G. Bellini’ye elinde gülü ile kendisini resimlettirmesi, peygamber gülünün takipçisi olduğunu gösterir. Biliyordu ki gül sevgidir, sevgilinin bakışlarındaki pırıltıdır. İşte o pırıltı, o heyecan fethin manevi yönünü de ortaya koymaya yetti bile.

Fatih, aynı zamanda Nizam-ı Âlem davasına gönül vermiş bir kumandandır. O’ndaki Nizam-ı Âlem şuuru şu sözlerde bütün heybetiyle gösteriyor ve diyor ki: “Bütün İslam dünyasının gaza kılıcı benim elimdedir”

Nitekim bu veciz güzel sözler yazılı olarak Memluk Sultanlığına da iletilerek fethi müteakip o ince hilal kaşlarındaki bakışları Roma’ya çevrilmiştir. İstanbul fethedilince, bu sefer de kızıl elmamız Saint Pierra’nın kubbesine oturur.

Artık, İstanbul’dan ötelere taşmak gerekiyordu. Nizam-ı Âlem ülküsü, öyle bir ülkü ki, durmak bilmiyor, ölümüne bir sevda ile yüklü idi. Bu sevdayı yaşayan bilir, yaşamayan asla bilemez. İşte fetih ruhu dediğimiz hareketin sırrı bu ruhu tadanlarda gizli. Yaşadılar ve sonunda zafer Onların oldu, göndere üç hilalli bayrağı çekmeyi başardılar da. Hilaller üç kıtayı, yani Nizam-ı Âlemi müjdeliyordu adeta...

Fetih olayı, bir hareket olmanın ötesinde Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Avrupa’ya yönelen diriliş hamlesidir. Bu diriliş ruhu, batı’yı korkuya sevk ettiyse de ileride avantaja dönüşen hareket olmuştur. Çünkü İstanbul’un fethiyle Osmanlı’nın ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel yapısının etkileri Batı’ya yansıyacaktır. Kelimenin tam anlamıyla Avrupa devletlerinin toparlanıp, sistem oluşturmasında Osmanlı’nın çok payı vardır. Bu gün her sahada batıya dönük hayranlığın bir başka benzeri o dönemde Osmanlı’ya duyuluyordu. Bir aydınımızın: “Tarihte tek mucize var, o da Osmanlı mucizesidir.”dediği olay, Batı’yı derinden etkilemiştir. O mucizenin adı Nizam-ı Âlem ülküsü idi.

Fetih ruhu ile batıya yayılırken, doğu dünyası da Haçlı seferlerinden korunmuş oluyordu. Demek ki; fetih açılmanın ötesinde koruyucu şemsiye de. Böylece bu şemsiye sayesinde İslam dünyası himaye altına alınmıştır.

Batıya rehber olan ve doğuyu da koruyan, tek güç Nizam-ı Âlem vakasıdır.
Vesselam.

ALPEREN GÜRBÜZER
 
İlay-ı Kelimatullah


İ’lây-ı Kelimetullah, Allah’ın adını yüceltmek demek. İn­sanın iç dünyasında, hem de dış dünyasında Lafza-i Celâl’i (Allah lafzının) sıkça anması yücelmesine vesile olacaktır elbette.
İç dünyalarında Allah’ın zikrinden yoksun gönüler, İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve içeriğinden uzak olmaya mahkûmdurlar. Kalb, Allah’ı zikretmeyince, gerek iç âlem, gerekse dış âlem felah bulamaz. Ne tatlıdır, bir bilsek İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve ruhuna yaraşır şekilde yaşamak.
Prof.Dr. Osman Turan; ‘’Türkler İslâm’dan önce cihan hâkimiyeti sloganı ile savaşırken, İslâm’dan sonra, İ’lây-ı Kelimetullah biçiminde değişerek, cihat karekteri kazanmıştır’’ diyor.
Gerçektende Türkler, İslâm’la tanıştıktan sonra, can vermeyi şeref ka­bul etmişler. Neydi bu şeref? Canını bile gözünü kırpmadan seve seve uğruna feda edilecek ülkü neydi acaba? Buna benzer tüm sorulara verilecek cevap; ‘’İ’lây-ı Kelimetullah’’ için âleme nizam verme davasıdır elbette. Al­lah’ın adını, içte ve dışta yüceltmek kadar daha büyük bir dava var mı? Şüphesiz böyle bir duygu selinin alternatifi yok. Şu şöyle biline: ‘’Yeryüzünde Allah Allah diyen bulundukça kıyamet kopmayacaktır.’’ (Hadis-i Şerif).
Bügün de Haçlı Seferleri bitmiş değil. Değişik bir maskeler adı altında rolüne devam ediyor. İşte Çeçenistan, İşte Bosna, işte Irak, işte Filistin vs. bütün dünyanın gözü önünde yaşanmış en trajik canlı örnekleri.
Hıristiyan Batı, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında sırra kadem basarak gerçek yüzlerini ortaya bu şekilde ortaya koymuşlar, insanlıktan yoksun halde olaylara seyirci kalmayı yeğlediler hep..
Söğüt’te başlayan İlây-i Kelimetullah davası, Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Şimdi ise geldiğimiz nokta: Sakarya...
Necip Fazıl’ın Sakaryam... Sakaryam... Dediği şiirindeki feryat bunun içindir. Yine de Üstad: ‘’Oluklar çift akar, birinden nur diğerinden kir’’ diyerek gönüllere su serpip ‘’ayağa kalk Sakarya!’’ tarzında uyanmamızı istemekte. Zaten Sakarya bir ayağa kalkarsa, ne Bosna, ne Çeçenistan, ne Filistin ne şu ne bu, hiçbir ülkede ağlayan anneler, babalar, bacılar ve kardeşlerin gözyaşları son bulacak, kanayan yaralar dinecek elbet.
Osmanlı gittiği yerlere zulüm, kan, gözyaşı ve nefret götürmedi. Bilakis adaletle hükmetti gayri müslim teba’yı, azınlıklar kendi krallarından görmediği insani muameleyi, İslâm’ın şemsiyesi altında tatmışlardır hep. Devleti aliyyenin kuruluşunda sevgi vardı çünkü. Sögüt’te Osman Gazi ve Şehy Edebali bu koca çınar ağacın fidanını diken ilk müthiş ikili. Bu fidan, Orhan Gazi, Yıldırım, Murat vs. derken Kanuni ile ulu çınar olmuş ve bu koca çınarın her dalında binbir lezzetteki meyve ve çiçekler insanlığa soluk aldırmış böylece. O ağaca renk veren de; ‘’Ordu-Medrese-Tekke’’ üçlüsüydü zaten. Daha sonraları bu soylu ağaca bir haller oldu, ne olduysa yavaş yavaş solmaya başladı, derken Osmanlı alafrangalaşmaya başladı, alafrangalaştıkça da lüzumu azaldı ve geldiğimiz nokta itibariyle nihayet Sakarya oldu. Şimdilerde dünya, yeniden Sakarya’dan başlayacak bir diri­lişten çekinmekte belkide. Şöyle ki; İzzet Begoviç’in; ‘’Türkiye bir ayağa kal­karsa, dünya ayağa kalkar’’ sözlerindeki mânâ ve içerik, batı âlemini kuşkulandırmaktadır çünkü.
Allah adı çok güzel. İsmi azam bütün ‘’Esma-i İlahiye”yi içine aldığı gibi, insan da bütün bu güzel isimlerin tecellilerine mazhardır. Kalb’de Allah adını anarak Esmâ-ül Hüsna’nın mânâ ve ruhuna sadık kalınır. Resûlüllah (S.A.V.): ‘’Bedende bir et parçası vardır, düzelirse bedenin hepsi düzelir, bozulursa beden hepten bozulur. Dikkat edin o da kalbtir’’ buyuruyor. Şah-ı Hazne (K.S.)’de; ‘’... kalb’te 70 küsur şube vardır. Nefsinde 70 küsur başı vardır. Kalb kuvvet bulursa hareretinden nefs başlarını ge­riye çeker. Kalbde zikir yoksa nefsin başları hücum eder’’ ifadele­riyle kalbin gıdasının İlây-i Kelimetullah olduğunu vurgulamıştır. Hatta Gavs S.Abdülhakim el Hüseyni (K.S.) de: ‘’Hadis-i Şerifte belirtilen et parçası mecazidir. Kalb ruhani yüreğe bağlı bir haki­katı camiadır. Et parçası onun aynasıdır. Yani yürek ruhun ve kalbin aynasıdır’’ demişlerdir.
Aslında ruhun aynası kalp ve kalbin aynası da yürektir. Kalbin vasıtası da akl-ı selimdir. Bütün mesele kalbi çalıştırıp çalıştıramamakta. Kalbi mutlaka ilây-ı Kelimetullah ile beslemeli ve ‘’lafza-i celal’’ zikri ile gafleti yok etmek gerekir. Evliyaullah, kal­bin iki yüzü olduğunu, birinci yüzünün cesede baktığını, ikinci yüzünün de ruha baktığını beyan buyurmuşlardır. Bu konu da bedenin arşı ‘’kalp’’ ruhun arşı da ‘’Âlem-i emr’’ olduğunu da be­lirtmişlerdir. Allah (C.C.) Kur’an-ı Kerim’de; ‘’Gerçek mü’minler Allah anıldığı zaman kalbleri titrer’’ (Enfal- 2) buyuruyor. Peygam­ber (S.A.V.)’de; ‘’Allah’ım korkmayan kalbden sana sığınırım’’ niyazında bulunarak kalbin ehemmiyetini ortaya koymuştur. Demek ki; Kalbler ancak ve ancak İ’lây-ı Kelimetullah ile aydınlanabiliyor.
İ’lây-ı Kelimetullah davası kadar ulvi bir dava olamaz. Dava Allah’ı çokca anıp, iç âlemimizi nur’a gark ettikten sonra dış âlemde bu nur sayesinde örnek ‘’mü’min’’ olabilmektir. ‘’Onlar tica­retle de meşgul olsa dahi Allah’ı zikirden alıkoymaz” ölçüsü sufiliğin de şiarıdır. Allah’ü Teâlâ; “Bunların ticaretleri, alışverişleri, Allah’ı hatırlamalarına mani olmaz” (Sûre-i Nur 37) ayetinde beyan olunan mânâ bizim kurtuluşumuz olacaktır. Birgün Bahaüddin Nakşibendî (K.S.) Mina pazarındayken dikkatini bir genç çeker: Genç tacir, aşağı yukarı ellibin altın civarında alış veriş yapıyor. Şah-ı Nakşibend bu gencin dünyaya daldığını sanar. Sonra gen­cin kalbine nazar eder bir bakar ki kalbi ‘’Allah... Allah...’’ diyor. Şah-ı Nakşibend (K.S.) bir de Kâbe’nin eşiğinde sakallı bir yaşlı bir ihtiyarın ağladığına şahit olur. Kâbe’nin eşiğinde ne için ağlanır? Elbette Allah için ağlar diye düşünür. İhtiyarın kalbine nazar eder, birde ne görsün Allah’tan gayri (dünyalık) bir şey istiyor.
Bu misalden de anlaşıldığı üzere, zahirimizin(dışımızın) halkla batınımızın(içimizin) Hakk’la olması icap eder. Halk içinde ve iç dünyamızda Allah’ı yüceltmek, insana ‘’Eşref-i Mahlûkat’’ özelliği kazandırır. Kalb ile tasdik, dille ikrar ilmi tevhiddir zaten. İnsanın bu prensip doğrultusunda yaşaması da ‘’Ameli Tevhid’’ olarak nitele­nir.
İ’lây-ı Kelimetullah tevhid şuuru ile doruğa ulaşır. Tevhid Kelime-i Şahadet’le simgelenmiştir çünkü. Cennet anahtarı ise, Kelime-i Şahadet’ten ibaret üç dişli anahtara benzetilir. Bu dişler; ‘’İhlas, Teslimiyet ve Muhabbet’’tir. Bu üç unsur bir araya gelerek Kelime-i Şa­hadet’in mana ve ruhunu oluştururlar. İhlâs, Allah’a kullukta sami­miyetin ifadesidir. Teslimiyet, tevhid sancağına şeksiz şüphesiz ram olmaktır. Muhabbet ise, tevhide can-ı gönülden sevgi duymaktır. Resulü Ekrem (S.A.V.) şöyle buyurdu: ‘’Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime; Lâilahe İllallah’tır. Bilesin ki; yedi kat gök ve yedi kat yerin terazinin bir kefesine, Kelime-i Tevhid’de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir.’’
Evliyaullah’ın bir kısmı, müridlerine belirli aşamalardan sonra, en son olarak ‘’Nefy-i İsbat’’ zikri telkin eder. Kelime-i Tev­hid, Nefy-i isbatla yapılır. Zikirle çeşitli, safhalardan belirli kıvama gelen vücuda, zikrin en efdali olan Kelime-i Tevhid zikri uygulanır. Yolun başında olan bir salik, önce lafza-i celâl (Allah Lafzı) tali­matı alır. Kalb zikrinden sonra letaiflere (sır, ehfa, ruh, hafi, nefs-i natıka) geçilir. Zikir letaiflerden sonra artık vücuda dağılır. Böylece o vücut ‘’Lafza-i Celal’’ zikriyle kimya olur, altın olur yani vücudun azaları zikirlenmiştir artık. Kimya olan, altın olan vücut artık Kelime-i Tevhid zikrini hak etmiştir. Allah dosları bu nok­tada nefy-i isbat dersi telkin ederek, seyr-ü süluk yolunda seyre­den talibliyi Allah’a ulaştırır. Seyr-ü sefer ancak ve ancak İlay-i Kelimetullah ile mümkündür.
İnsanın kalbini kirlerden günahlardan koruması için, başlangıçta lafza-i celale devam etmesi gerekiyor. Resul-ü Kib­riya: ‘’Kul günah işlediği zaman, bu onun kalbinde siyah bir nokta olur’’ buyuruyor. Kirlenmeye karşı en etkili koruyucu ilaç, Allah adını kalbimizde yüceltmektir. İşte İ’lây-ı Kelimetullah dediğimiz ‘’Allah adını yüceltmek’’ önce kalbde Allah’ı sıkça anmak, daha sonra Allah adını alem-i emirle bağlantılı olan letaiflere taşımak. Ondan da vücuda dağılmakla gerçekleştirebilir. Artık, İ’lây-ı Keli­metullah’ın mana ve ruhuna uygun insan, Allah’ın Kur ‘an-ı Ke­rim’de buyurduğu ayet-i celileye muhatap olur: ‘’(Öyle) adamlar (vardırlar ki) onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah’ı zikretmek­ten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyamaz.’’ (Nur 24 -27) Resûlüllah (S.A,V.); ‘’Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah’ı çokça ananlardır’’ buyuruyor. Ne mutlu o insanlar ki, yanık gönülleri İlay-i Kelimetullah iksiri ile huzura eriyor.
Allah adı ve Habibi’nin adı ezan sedalarıyla her saniye yan­kılanmaktadır. Ezanlar, İ’lây-ı Kelimetullah’ı her an dünyaya yan­kılandıran meşalelerdir. İnşirah Sûresinin dördüncü ayetinde meâlen Allah (C.C.) Habib’i için; ‘’Senin ismini (şarkta, garbda yer kürenin her yerinde) yükseltirim’’ buyuruyor. Gerçekten de garba(batıya) doğru bir tül derecesi (111,1 km) gidilince namaz vakit­leri dört dakika gecikiyor. Her 28 km. gidişte aynı vaktin ezanı birer dakika sonra tekrar okunmaktadır. Böylece dünyada her an Ezan-ı Muhammediye okunmakta. Muhammed (S.A.V.) ismi işi­tilmekte yirmidört saat içerisinde O’nun isminin söylenmediği bir an yoktur. İ’lây-ı Kelimetullah minarelerin şerefelerinde bütün âleme yankılanır böylece.
İ’lây-ı Kelimetullah davası o kadar kutsi bir dava ki, Os­manlı’da bir insan hangi ırktan olursa olsun veya Kelime-i Şahadet getiren her kim olursa olsun bütün hukuki ve siyasi haklara bir anda kavuşabiliyordu. Devletin en üst kademelerine yükselme imkânı sağlanıyordu. Nitekim vezir-i azamların birçoğu değişik etnik kökenli idiler. Demek ki, önemli olan Kelime-i Şehadet getirmektir. Hıristiyanlar kendi dindaş ve ırkdaşlarından dahi adalet ve hürriyeti esirgemişlerdir. Dünyada hiçbir millet Osmanlılar kadar kendi dilinden, dininden ve ırkın­dan olmayan insanlara adaletle muamele etmemiştir. Hatta 1848 Macar ihtilalinde Ruslar Hıristiyan Macarlar’ı kılıçtan geçirir­ken binlerce mülteciyi bağrına basan tek devlet Osmanlı idi. Osmanlı’yı merhamet ve adalet kılıcı yapan sır; ‘’İ’lây-ı kelimetullah’’ da­vasıdır. Biz İ’lây-ı Kelimetullah düsturu ile sekiz asır önce İspanya’ya kadar adalet dağıtırken bugünlerde İspanya’da tek bir müslüman bırakmamışlardır. İşte İ’lây-ı Kelimetullah’ın öncüleri ile haçlı ruhunun öncülerinin arasındaki fark bu noktada düğümlüdür.
İ’lây-ı Kelimetullah duygusundan uzak kalmak perişanlık doğurmaktadır. Bu ideali mutlaka kalbimize işlemeliyiz. Resûlüllah (S.A.V.); ‘’Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil kalblerinize ve amellerinize bakar’’ buyuruyor. Yine Allah Rasulü (S.A.V.), bir hadis-i şeriflerinde de; ‘’Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır, kâfirin niyeti ise amellerinden şerlidir’’ diyerek niyetlerimizi düzeltme­mize dikkat çekmiştir.
Son sözümüz, içimizi İ’lây-ı Kelimetullah idealiyle süslemedikçe, hem iç âlemimize hem de dış âleme nizam veremeyiz!

ALPEREN GÜRBÜZER
 
herkes i´lay-ı kelimetullah için nizam-ı alem diyor amma
Davet tevhide yapıLır.. EfendiLere değiL!

teşkrlr..başka söze ne gerek?....
 
Geri
Üst