ςคﻮคtคא_кђคภร khans
New member
AK Parti iktidarının ekonomi karnesi
AK Parti iktidarında yabancı sermaye ilgisi patlama yapmıştır: Yıllardır bir türlü gelmeyen yabancı sermaye nihayet gelmeye başlamış, yalnızca 2004 yılında gelen doğrudan yabancı sermaye, ondan önceki on yılda gelene bedel olmuştur.
2005'te yaklaşık 12, 2006'da 19 milyar dolar olarak gerçekleşen doğrudan yabancı sermaye girişlerinin 2007'de 30 milyar doları bulması beklenmektedir. İhracata dayalı büyümeye doğru: İhracat dolar bazında 36 milyar dolardan 90 milyar dolara, GSYH 150 milyar dolardan 400 milyar dolara yükseltilmiştir. Fiyat istikrarı yolunda büyük ve kalıcı adımlar atıldı: Türkiye'nin kaderi haline gelmiş kronik enflasyon sorunuyla başarıyla mücadele edildi, 35 yıl aradan sonra enflasyon ilk kez tek haneli rakamlara düşürüldü. Öte yandan bütün iyi gelişmelere rağmen hâlâ "yüksek faiz-düşük kur" olgusu vardır. Sıcak para çeşitli kanallardan istikrarsızlık unsuru olmaya devam etmektedir. Ulusal tasarrufların yetersizliği nedeniyle yatırım yapmak isteyen özel şirketlerin dış borcu hızla artıyor.
--------------------------------------------------------------------------------
Türkiye, 2001 yılında akla ziyan bir ekonomik kriz yaşadı. 1994'ten beri bu, üçüncü derin ekonomik kriz. Neredeyse 2,5 seneye bir büyük kriz düşmüş. Hangi ülke olsa bunun altında kalır. Güney Kore gibi rakiplerimiz söz konusu on yılda onlarca markayı dünya piyasalarıyla buluştururken, Türkiye bol bol ideoloji konuştu. Kendi halkına demokrasiyi çok gören kapalı toplumcu bir zümre, gölgeler adına darbeciliğe soyundu ve laiklik soslu bir iç sömürüye imza attı. 2002 yılından beri, ülke IMF'nin ve uluslararası camianın kucağında oksijen çadırından çıkmaya çalışıyor. Devlette örgütlenen vahşi kapitalizm sayesinde 50 milyar dolara varan bir para iç edildi. 2000 yılında beri Türkiye IMF'den 42 milyar dolar kaynak kullanmak zorunda kaldı. Bütün bu çökertme operasyonunun kahramanı bürokratik oligarşi ve siyaset çarşısının esnafı kenara çekilmiş, şimdi sureti haktan görünüp "ülkeyi sattılar" naraları atıyor. Evet halkımız çok ağır bir bedel ödedi, ödüyor da. Ancak bu fedakârlığın karşılığı olarak ekonomi artık oksijen odasından çıkarak atılım yapmanın bütün psikolojik ve maddi imkânlarına hazır hale geldi. İşte size "istikrarın nasıl sağlandığının" tablosu ve yeni hükümeti bekleyen sorunların bir analizi. AK Parti iktidarında;
Ekonomide alınan mesafe
Büyüme hamlesi gerçekleşti: Reel ekonomik büyüme hızı 1991-2001 dönemindeki yıllık ortalama büyüme hızı olan % 3,23'ü ikiye katlayarak, 2002-2006 arasında % 7-7,5 aralığına tırmandı.
Mali disiplin sağlandı: Aynı dönemde yakın tarihte örneği görülmeyen bir mali disiplin sağlanmış, bütçe harcamaları denetim altına alınmış, türlü savurganlıkların önüne geçilmiş, her yıl IMF ile imzalanmış anlaşmanın gereği olan % 6,5 faizdışı bütçe fazlası hedefi aşacak şekilde sağlanmıştır. Bütün bunların sonucunda bütçe açığının GSYH'ya oranı -2001 krizindeki % 17'lik rekor seviyesinden- hızla aşağı düşerek 2006'da neredeyse sıfırlandı.
Kamu borç yükü düştü: İstikrar, mali disiplin ve hızlı büyüme sayesinde iç ve dış borçların çevrilmesinde bir sıkıntı yaşanmamış, net kamu borç stokunun GSYH'ya oranı % 93'lerden % 45'lere düşürülmüştür, ki bu Maastricht Kriterleri'ni tutturan, AB üyesi ülkelerin pek çoğunun tutturduğundan daha iyi bir orandır.
Fiyat istikrarı yolunda büyük ve kalıcı adımlar atıldı: Türkiye'nin kaderi haline gelmiş kronik enflasyon sorunuyla başarıyla mücadele edilmiş, 35 yıl aradan sonra enflasyon ilk kez tek haneli rakamlara düşürüldü.
İşsizlik yavaş da olsa düşüyor: 2001 krizinin hemen ertesinde resmi rakamlara göre % 11-12'lere yükselmiş olan işsizlik zamanla yavaş da olsa azaltılmış, % 9,3 seviyesine kadar indirilmiştir. Borçlanma maliyeti azaldı: Nominal faizler % 70'lerden % 20'lere, reel faizler % 20'lerden % 10'lara düşürülmüştür.
İhracata dayalı büyümeye doğru: İhracat dolar bazında 36 milyar dolardan 90 milyar dolara, GSYH 150 milyar dolardan 400 milyar dolara yükseltilmiştir.
Özelleştirmede dev adımlar: Yıllardır sürüncemede bırakılmış bir sorun olan özelleştirme konusunda özellikle 2003 sonrasında iyi bir performans gösterilmiş, 2003-2006 arası dönemde elde edilen özelleştirme geliri, 1985-2002 döneminde elde edilen geliri ona katlamıştır.
Yabancı sermaye ilgisi patlama yapmıştır: Yıllardır bir türlü gelmeyen yabancı sermaye nihayet gelmeye başlamış, yalnızca 2004 yılında gelen doğrudan yabancı sermaye ondan önceki on yılda gelene bedel olmuştur. 2005'te yaklaşık 12, 2006'da 19 milyar dolar olarak gerçekleşen doğrudan yabancı sermaye girişlerinin 2007'de 30 milyar doları bulması beklenmektedir.
Hâlâ çözüm bekleyen sorunlar neler?
Ekonomi bir tercihler bilimidir. Zira kaynaklar kıt, yapmak istediklerimiz ise çoktur. 2001 yılında ekonominin içinde bulunduğu durum önümüze üç acil gündem maddesi koymuştu. Bunlar, kesintisiz ve sürdürülebilir, olabildiğince yüksek bir büyümenin sağlanması. Devleti saltığa çıkartan bütçe açığının bir an önce ortadan kaldırılması ve devletin işleyişini yeniden sağlamak. Bir de enflasyon belasını bir an önce yok etmek. Yukarıda açıkça gösterildi, bu hedeflerin üçüne de büyük oranda ulaşıldı. Ancak bunun zorunlu sonucu olarak aşağıdaki konular önümüzdeki yeni döneme kaldı.
Uygulanan programın istihdam yaratma kapasitesi sınırlıdır. Zira program reel ekonomiden ziyade, finans ve maliye odaklıdır.
Olumlu gelişmeler üretim, istihdam ve artan refah etkisi yoluyla tabana tam olarak yayılmamaktadır.
İç açıklar (bütçe açıkları) kapatılırken tedirgin edici boyutta bir dış açık (ticari ve cari açık) verilmektedir.
Üretimin ve ihracatta ithalat bağımlılığı azaltılamamaktadır.
Yedi kat düşürülerek tarihi başarıya imza atılan enflasyon artık % 8-10 aralığında direnmektedir.
Bütün iyi gelişmelere rağmen hâlâ "yüksek faiz-düşük kur" olgusu vardır.
Sıcak para çeşitli kanallardan istikrarsızlık unsuru olmaya devam etmektedir.
Ulusal tasarrufların yetersizliği nedeniyle yatırım yapmak isteyen özel şirketlerin dış borcu hızla artıyor.
Finansal sektör başta olmak üzere ekonomide artan yabancı etkisi toplum tarafından sorgulanır olmuştur.
Ekonomi dış âleme o kadar çok bağımlı hale gelmiştir ki, içeride ağzınızla kuş tutsanız, öngörüde bulunmak ve planlama mantığı geliştirmek oldukça zor ve karmaşık hale gelmiştir.
Tarım sektöründeki dönüşüm acıtmaktadır ve daha etkin bir mimarî gerektirmektedir.
KOBİ ve esnafın yeni düzene uyum sağlaması bir hayli zor olmakta, Anadolu sermayesi erozyona uğramaktadır.
Nasıl ki kriz sonrasının yukarıda bahsettiğimiz üç ertelenemez gündemi vardı. Şimdi de yine ertelenemez üç ayrı gündem var: Adalet sisteminin, daha genel manada bürokratik düzenin ve meslekî eğitimin reformudur. Adalet düzeni soğuk savaşa göre şekillendiğinden toplumu taşıyamıyor. Şimdi özgür bir toplum öncüllerine göre yeniden üretilmelidir. Adalet sistemi soğuk savaş, bölünme ve şeriat refleksleri gibi unsurlar üzerine kurulmuştur. Hedefi toplumun gücünü ve enerjisini açığa çıkartmak değil, tersine bloke etmektir. Seçilen kişilerin şamar oğlanına çevrilmesi bizde moda olmuştur. Oysa çöküntünün en büyük nedeni, insanı, kültürü ve kurumları ıskartaya çıkartan sistemin kendisidir. Adalet reformunu yapmadan ekonomiye ilave bir çivi bile çakma şansı kalmamıştır. Bir örnek vermek gerekirse, bilindiği üzere ekonomi aşırı merkeziyetçidir ve bu yapıdan hızla kurtarılmalıdır. Kalkınma ve demokrasi bilincini taşıma görevi halka devredilmelidir. İl Kalkınma ajansları bunun bir gereği olarak ihdas edilmişti; ancak gariptir ki "ülkenin bölünmez bütünlüğüne aykırı bulunarak" Danıştay tarafından uygulama durdurulmuştur. Türkiye'nin birçok sektörü artık dünyanın gerçeklerinin farkındadır; ancak adalet sistemi dünyadan en kopuk, en içe kapalı sınıftır. Adalet reformu, değişimin gereğini algılayamayan yargıçlara bırakılamayacak kadar stratejiktir.
Türkiye yeni bir çağa girmiş, AB üyelik müzakeresi başlamıştır. Ekonomisi ise çoktan dünyaya entegre olmuştur. Adalet sistemi de buna göre açık, demokratik ve katılımcı bir topluma, rekabetçi bir piyasa ekonomisine göre şekillendirilmelidir. Slogan ise şu olmalıdır: AB'de olan hiçbir şey bizim için lüks değildir ve bu standartlar sektirilemez. Rekabet ve kalite anlayışı kamu personeline taşınmalıdır: Bürokratlar devletin tepede yer aldığı hiyerarşik bir düzene göre yetişmişlerdir. Oysa bürokrasi, modern bir toplumda uzmanlaşmak ve delegasyon demektir. Delegasyonun ucu katılımcı demokrasilerde halka dayanır. Halkı veli nimeti ve saygı değer bir müşterisi konumunda görerek tam tatmin esasına göre konumlanmadığı sürece, halkı ezen bürokratik oligarşinden kurtulmak zordur. Seçilenlerin şamar oğlanına çevrildiği bir düzende, atananların adaletten ve denetimden yalıtılması ve performansının değerlendirilmemiş olması demokrasiye giden yolları daha baştan tıkamaktadır. İşsizlik yok, mesleksizlik ise had safhadadır: Türkiye'nin meslekî eğitimi "KIT ekonomisine" göre oluşturulmuştur. Yani mesleki eğitim piyasadan kopuk, kaynakların merkezden tahsis edildiği bir sisteme göre kurgulanmış olup, bu yüzden meslek liseleri ve hatta üniversite sanayiden kopuktur. Üniversite mezunlarının üçte birinin işsiz kalması, ekonominin insan istihdam edemeyişinden değildir. Bunu gazetelerdeki iş ilanlarından görmekteyiz. Ekonominin icap ettirdiği eleman açığı, mesleksizlik sorunu vardır. Piyasa ile uyumlu olmayı zihninde aşağılayan bir kültürden uzaklaşarak, piyasa adamı yetiştirmenin gereği kabul edilmelidir. Bu üç reforma ilave olarak, neticeleri orta vadede devşirilmek üzere ikinci en büyük hedef, dolu dizgin bizi kuşatan küresel rekabet içerisinde yerli şirketlerin başarılı bir şekilde dışa açılması ve küresel değer zincirinin içinde etkin bir şekilde konumlanmasıdır.
Tarım için dönüşüm şart
Tarımın büyük sorunlarının çözümü için taşlar yerinden oynamıştır. Sorun ciddi, derin ve kapsamlıdır. Tarımda feodal, pazardan tümüyle kopuk, verimsiz ve vergisiz bir yapı vardır. Girmek istediğimiz AB'de tarımın milli gelirdeki payı % 5, tarımsal nüfusun toplamdakine oranı % 2,5 kadardır. Bu kadar küçük bir kesimi desteklemek ve korumak suretiyle daha da zenginleştirmek mümkündür. Ancak istihdamın % 28'ini, nüfusun neredeyse % 35'ini, GSMH'nın ise % 12'sini oluşturan tarım kesiminin fakirleşmesi engellenemez. Tarımın sancılı da olsa değişimi durdurmak artık bir erdem değildir. Bunu engellemek için halkın destekler ve teşviklerle tarımda tutulmaya kalkışıldığı zaman o devlet çöker. Ancak tarım kesimi de kalkınmış olmaz. Bu dediklerimizin laboratuvar testi, bizzat Türkiye'nin yakın tarih tecrübesidir. Ancak burada anlatıldığı nedenlerden ötürü Türkiye'de tarım kesimini sadece sözde "piyasa uyumlu" desteklerle dönüştürmek imkânsızdır. Devlet yeni dönemde kaynakları da etkin kullanarak, çeşitli ziraat odalarında, devlet dairelerinde ve üniversitelerde tarladan ve çiftçiden kopuk olarak yaşayan binlerce ziraat uzmanını işin içine katmalı, performansa göre ödüllendirmelidir. Lider çiftçi modelini devlet ve özel sektör birlikte yürütmeli ve TİGEM arazileri etkin olarak bunun için kullanılmalıdır. Ancak CHP ve MHP'nin önerdiği gibi, devletin topraklarının sırf "işsiz ve fakirdir" diye köylüye dağıtılması yanlışına asla düşülmemesi gerekir. Zira amacımız tarımı köylülükten kurtarmaktır. Tarımda zaten bilinçsizlik, piyasadan kopukluk, kısaca etkin girişimcilik eksikliğinden şikâyet etmekteyiz. Sözleşmeli tarım ise üretici ve tarım kesimi arasında gerçekleşmeli, bunu temin etmek üzere devlet etkin teşvik mekanizmasını kullanmalıdır.
Üretimin ve ihracatın ithalat bağımlılığı
Bilhassa işlenmiş hammaddeler ve ara mallarında durum vahimdir. Hem yabancı sermayenin hem de yerli girişimcinin buralara odaklanması için ithal ikameci bir strateji ile bu sektörlerde katma değer ve rekabetçilik artırılmalıdır. Madem bundan böyle serbest kur esasına göre yola devam edilecek, hiç olmazsa bu kritik sektörlerde kurun neden olduğu erozyonun giderilmesi için alternatif nötralize edici araçların geliştirilmesi gerekmektedir. Son yıllarda tabir yerinde ise "köşeyi" dönenler yine finans kapitalle meşgul olanlardır. Finansa kapital kısırdır ve reel ekonominin emrine verilmezse çürütür. Yine istikrar programı sayesinde büyük sermaye durumunu toparlarken Anadolu'nun esnaf ve KOBİ dokusu dağılmaktadır. Bunun için her şeyden önce mekânsal olarak gelişigüzel bir araya gelmeyi ifade eden mevcut organize sanayi bölgelerinin (OSB)'lerin, yeniden yapılandırılması suretiyle etkin olarak kümelenmesinin temin edilmesi gerekir.
Hükümet 2006 yılında % 6,5 yerine, % 7,5 oranında bir faiz dışı fazla (FDF) verdiği halde "hükümetin harcamaları enflasyon mücadelesiyle uyumlu değildir" türü bir eleştiriye maruz kalmış, hatta "harcama üst limiti" gibi baskılara maruz kalmaktadır. Oysa enflasyon talep yönlü politikalarla düşürülebileceği kadar düşürülmüştür. Elbette talebi patlatan sıcak para ve kredi mekanizması gibi sun'î yöntemlere bilhassa dikkat etmek gereği açıktır. Ancak esas benimsenmesi gereken yaklaşım üretim ekonomisi, yani arz yönlü politika yaklaşımıdır. Talep üretimin ardından, tüketim ise artan gelirin ardından gelmelidir. Bunun için kısa vadeli tüketim finansmanının önüne geçerken, üretime yönelik finansman ve vergi politikalarının devreye girmesi gerekmektedir. Kalkınmanın temel kısıtı haline gelen tasarruf-yatırım açığının kapatılması gerekmektedir. Bunun için ulusal tasarrufların artması ve yabancı tasarrufları ikame etmesi şarttır. Tasarrufun kaynağı olarak şu aşamada kamu kesimi ve şirketler görülmelidir. Şirketlerin maliyetlerinin düşürülmesi ve verimlilik artışı yoluyla kârlılıklarının artırılması esastır. Artan kârların yeniden yatırıma dönüştürülmesi için en gerekli adım, makro ekonomik dengenin kurulmuş ve korunmuş olmasıdır.
YARIN: Partilerin seçim beyannamelerinde demokratikleşme
MARMARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
DOÇ. DR. İBRAHİM ÖZTÜRK
alıntıdır...
AK Parti iktidarında yabancı sermaye ilgisi patlama yapmıştır: Yıllardır bir türlü gelmeyen yabancı sermaye nihayet gelmeye başlamış, yalnızca 2004 yılında gelen doğrudan yabancı sermaye, ondan önceki on yılda gelene bedel olmuştur.
2005'te yaklaşık 12, 2006'da 19 milyar dolar olarak gerçekleşen doğrudan yabancı sermaye girişlerinin 2007'de 30 milyar doları bulması beklenmektedir. İhracata dayalı büyümeye doğru: İhracat dolar bazında 36 milyar dolardan 90 milyar dolara, GSYH 150 milyar dolardan 400 milyar dolara yükseltilmiştir. Fiyat istikrarı yolunda büyük ve kalıcı adımlar atıldı: Türkiye'nin kaderi haline gelmiş kronik enflasyon sorunuyla başarıyla mücadele edildi, 35 yıl aradan sonra enflasyon ilk kez tek haneli rakamlara düşürüldü. Öte yandan bütün iyi gelişmelere rağmen hâlâ "yüksek faiz-düşük kur" olgusu vardır. Sıcak para çeşitli kanallardan istikrarsızlık unsuru olmaya devam etmektedir. Ulusal tasarrufların yetersizliği nedeniyle yatırım yapmak isteyen özel şirketlerin dış borcu hızla artıyor.
--------------------------------------------------------------------------------
Türkiye, 2001 yılında akla ziyan bir ekonomik kriz yaşadı. 1994'ten beri bu, üçüncü derin ekonomik kriz. Neredeyse 2,5 seneye bir büyük kriz düşmüş. Hangi ülke olsa bunun altında kalır. Güney Kore gibi rakiplerimiz söz konusu on yılda onlarca markayı dünya piyasalarıyla buluştururken, Türkiye bol bol ideoloji konuştu. Kendi halkına demokrasiyi çok gören kapalı toplumcu bir zümre, gölgeler adına darbeciliğe soyundu ve laiklik soslu bir iç sömürüye imza attı. 2002 yılından beri, ülke IMF'nin ve uluslararası camianın kucağında oksijen çadırından çıkmaya çalışıyor. Devlette örgütlenen vahşi kapitalizm sayesinde 50 milyar dolara varan bir para iç edildi. 2000 yılında beri Türkiye IMF'den 42 milyar dolar kaynak kullanmak zorunda kaldı. Bütün bu çökertme operasyonunun kahramanı bürokratik oligarşi ve siyaset çarşısının esnafı kenara çekilmiş, şimdi sureti haktan görünüp "ülkeyi sattılar" naraları atıyor. Evet halkımız çok ağır bir bedel ödedi, ödüyor da. Ancak bu fedakârlığın karşılığı olarak ekonomi artık oksijen odasından çıkarak atılım yapmanın bütün psikolojik ve maddi imkânlarına hazır hale geldi. İşte size "istikrarın nasıl sağlandığının" tablosu ve yeni hükümeti bekleyen sorunların bir analizi. AK Parti iktidarında;
Ekonomide alınan mesafe
Büyüme hamlesi gerçekleşti: Reel ekonomik büyüme hızı 1991-2001 dönemindeki yıllık ortalama büyüme hızı olan % 3,23'ü ikiye katlayarak, 2002-2006 arasında % 7-7,5 aralığına tırmandı.
Mali disiplin sağlandı: Aynı dönemde yakın tarihte örneği görülmeyen bir mali disiplin sağlanmış, bütçe harcamaları denetim altına alınmış, türlü savurganlıkların önüne geçilmiş, her yıl IMF ile imzalanmış anlaşmanın gereği olan % 6,5 faizdışı bütçe fazlası hedefi aşacak şekilde sağlanmıştır. Bütün bunların sonucunda bütçe açığının GSYH'ya oranı -2001 krizindeki % 17'lik rekor seviyesinden- hızla aşağı düşerek 2006'da neredeyse sıfırlandı.
Kamu borç yükü düştü: İstikrar, mali disiplin ve hızlı büyüme sayesinde iç ve dış borçların çevrilmesinde bir sıkıntı yaşanmamış, net kamu borç stokunun GSYH'ya oranı % 93'lerden % 45'lere düşürülmüştür, ki bu Maastricht Kriterleri'ni tutturan, AB üyesi ülkelerin pek çoğunun tutturduğundan daha iyi bir orandır.
Fiyat istikrarı yolunda büyük ve kalıcı adımlar atıldı: Türkiye'nin kaderi haline gelmiş kronik enflasyon sorunuyla başarıyla mücadele edilmiş, 35 yıl aradan sonra enflasyon ilk kez tek haneli rakamlara düşürüldü.
İşsizlik yavaş da olsa düşüyor: 2001 krizinin hemen ertesinde resmi rakamlara göre % 11-12'lere yükselmiş olan işsizlik zamanla yavaş da olsa azaltılmış, % 9,3 seviyesine kadar indirilmiştir. Borçlanma maliyeti azaldı: Nominal faizler % 70'lerden % 20'lere, reel faizler % 20'lerden % 10'lara düşürülmüştür.
İhracata dayalı büyümeye doğru: İhracat dolar bazında 36 milyar dolardan 90 milyar dolara, GSYH 150 milyar dolardan 400 milyar dolara yükseltilmiştir.
Özelleştirmede dev adımlar: Yıllardır sürüncemede bırakılmış bir sorun olan özelleştirme konusunda özellikle 2003 sonrasında iyi bir performans gösterilmiş, 2003-2006 arası dönemde elde edilen özelleştirme geliri, 1985-2002 döneminde elde edilen geliri ona katlamıştır.
Yabancı sermaye ilgisi patlama yapmıştır: Yıllardır bir türlü gelmeyen yabancı sermaye nihayet gelmeye başlamış, yalnızca 2004 yılında gelen doğrudan yabancı sermaye ondan önceki on yılda gelene bedel olmuştur. 2005'te yaklaşık 12, 2006'da 19 milyar dolar olarak gerçekleşen doğrudan yabancı sermaye girişlerinin 2007'de 30 milyar doları bulması beklenmektedir.
Hâlâ çözüm bekleyen sorunlar neler?
Ekonomi bir tercihler bilimidir. Zira kaynaklar kıt, yapmak istediklerimiz ise çoktur. 2001 yılında ekonominin içinde bulunduğu durum önümüze üç acil gündem maddesi koymuştu. Bunlar, kesintisiz ve sürdürülebilir, olabildiğince yüksek bir büyümenin sağlanması. Devleti saltığa çıkartan bütçe açığının bir an önce ortadan kaldırılması ve devletin işleyişini yeniden sağlamak. Bir de enflasyon belasını bir an önce yok etmek. Yukarıda açıkça gösterildi, bu hedeflerin üçüne de büyük oranda ulaşıldı. Ancak bunun zorunlu sonucu olarak aşağıdaki konular önümüzdeki yeni döneme kaldı.
Uygulanan programın istihdam yaratma kapasitesi sınırlıdır. Zira program reel ekonomiden ziyade, finans ve maliye odaklıdır.
Olumlu gelişmeler üretim, istihdam ve artan refah etkisi yoluyla tabana tam olarak yayılmamaktadır.
İç açıklar (bütçe açıkları) kapatılırken tedirgin edici boyutta bir dış açık (ticari ve cari açık) verilmektedir.
Üretimin ve ihracatta ithalat bağımlılığı azaltılamamaktadır.
Yedi kat düşürülerek tarihi başarıya imza atılan enflasyon artık % 8-10 aralığında direnmektedir.
Bütün iyi gelişmelere rağmen hâlâ "yüksek faiz-düşük kur" olgusu vardır.
Sıcak para çeşitli kanallardan istikrarsızlık unsuru olmaya devam etmektedir.
Ulusal tasarrufların yetersizliği nedeniyle yatırım yapmak isteyen özel şirketlerin dış borcu hızla artıyor.
Finansal sektör başta olmak üzere ekonomide artan yabancı etkisi toplum tarafından sorgulanır olmuştur.
Ekonomi dış âleme o kadar çok bağımlı hale gelmiştir ki, içeride ağzınızla kuş tutsanız, öngörüde bulunmak ve planlama mantığı geliştirmek oldukça zor ve karmaşık hale gelmiştir.
Tarım sektöründeki dönüşüm acıtmaktadır ve daha etkin bir mimarî gerektirmektedir.
KOBİ ve esnafın yeni düzene uyum sağlaması bir hayli zor olmakta, Anadolu sermayesi erozyona uğramaktadır.
Nasıl ki kriz sonrasının yukarıda bahsettiğimiz üç ertelenemez gündemi vardı. Şimdi de yine ertelenemez üç ayrı gündem var: Adalet sisteminin, daha genel manada bürokratik düzenin ve meslekî eğitimin reformudur. Adalet düzeni soğuk savaşa göre şekillendiğinden toplumu taşıyamıyor. Şimdi özgür bir toplum öncüllerine göre yeniden üretilmelidir. Adalet sistemi soğuk savaş, bölünme ve şeriat refleksleri gibi unsurlar üzerine kurulmuştur. Hedefi toplumun gücünü ve enerjisini açığa çıkartmak değil, tersine bloke etmektir. Seçilen kişilerin şamar oğlanına çevrilmesi bizde moda olmuştur. Oysa çöküntünün en büyük nedeni, insanı, kültürü ve kurumları ıskartaya çıkartan sistemin kendisidir. Adalet reformunu yapmadan ekonomiye ilave bir çivi bile çakma şansı kalmamıştır. Bir örnek vermek gerekirse, bilindiği üzere ekonomi aşırı merkeziyetçidir ve bu yapıdan hızla kurtarılmalıdır. Kalkınma ve demokrasi bilincini taşıma görevi halka devredilmelidir. İl Kalkınma ajansları bunun bir gereği olarak ihdas edilmişti; ancak gariptir ki "ülkenin bölünmez bütünlüğüne aykırı bulunarak" Danıştay tarafından uygulama durdurulmuştur. Türkiye'nin birçok sektörü artık dünyanın gerçeklerinin farkındadır; ancak adalet sistemi dünyadan en kopuk, en içe kapalı sınıftır. Adalet reformu, değişimin gereğini algılayamayan yargıçlara bırakılamayacak kadar stratejiktir.
Türkiye yeni bir çağa girmiş, AB üyelik müzakeresi başlamıştır. Ekonomisi ise çoktan dünyaya entegre olmuştur. Adalet sistemi de buna göre açık, demokratik ve katılımcı bir topluma, rekabetçi bir piyasa ekonomisine göre şekillendirilmelidir. Slogan ise şu olmalıdır: AB'de olan hiçbir şey bizim için lüks değildir ve bu standartlar sektirilemez. Rekabet ve kalite anlayışı kamu personeline taşınmalıdır: Bürokratlar devletin tepede yer aldığı hiyerarşik bir düzene göre yetişmişlerdir. Oysa bürokrasi, modern bir toplumda uzmanlaşmak ve delegasyon demektir. Delegasyonun ucu katılımcı demokrasilerde halka dayanır. Halkı veli nimeti ve saygı değer bir müşterisi konumunda görerek tam tatmin esasına göre konumlanmadığı sürece, halkı ezen bürokratik oligarşinden kurtulmak zordur. Seçilenlerin şamar oğlanına çevrildiği bir düzende, atananların adaletten ve denetimden yalıtılması ve performansının değerlendirilmemiş olması demokrasiye giden yolları daha baştan tıkamaktadır. İşsizlik yok, mesleksizlik ise had safhadadır: Türkiye'nin meslekî eğitimi "KIT ekonomisine" göre oluşturulmuştur. Yani mesleki eğitim piyasadan kopuk, kaynakların merkezden tahsis edildiği bir sisteme göre kurgulanmış olup, bu yüzden meslek liseleri ve hatta üniversite sanayiden kopuktur. Üniversite mezunlarının üçte birinin işsiz kalması, ekonominin insan istihdam edemeyişinden değildir. Bunu gazetelerdeki iş ilanlarından görmekteyiz. Ekonominin icap ettirdiği eleman açığı, mesleksizlik sorunu vardır. Piyasa ile uyumlu olmayı zihninde aşağılayan bir kültürden uzaklaşarak, piyasa adamı yetiştirmenin gereği kabul edilmelidir. Bu üç reforma ilave olarak, neticeleri orta vadede devşirilmek üzere ikinci en büyük hedef, dolu dizgin bizi kuşatan küresel rekabet içerisinde yerli şirketlerin başarılı bir şekilde dışa açılması ve küresel değer zincirinin içinde etkin bir şekilde konumlanmasıdır.
Tarım için dönüşüm şart
Tarımın büyük sorunlarının çözümü için taşlar yerinden oynamıştır. Sorun ciddi, derin ve kapsamlıdır. Tarımda feodal, pazardan tümüyle kopuk, verimsiz ve vergisiz bir yapı vardır. Girmek istediğimiz AB'de tarımın milli gelirdeki payı % 5, tarımsal nüfusun toplamdakine oranı % 2,5 kadardır. Bu kadar küçük bir kesimi desteklemek ve korumak suretiyle daha da zenginleştirmek mümkündür. Ancak istihdamın % 28'ini, nüfusun neredeyse % 35'ini, GSMH'nın ise % 12'sini oluşturan tarım kesiminin fakirleşmesi engellenemez. Tarımın sancılı da olsa değişimi durdurmak artık bir erdem değildir. Bunu engellemek için halkın destekler ve teşviklerle tarımda tutulmaya kalkışıldığı zaman o devlet çöker. Ancak tarım kesimi de kalkınmış olmaz. Bu dediklerimizin laboratuvar testi, bizzat Türkiye'nin yakın tarih tecrübesidir. Ancak burada anlatıldığı nedenlerden ötürü Türkiye'de tarım kesimini sadece sözde "piyasa uyumlu" desteklerle dönüştürmek imkânsızdır. Devlet yeni dönemde kaynakları da etkin kullanarak, çeşitli ziraat odalarında, devlet dairelerinde ve üniversitelerde tarladan ve çiftçiden kopuk olarak yaşayan binlerce ziraat uzmanını işin içine katmalı, performansa göre ödüllendirmelidir. Lider çiftçi modelini devlet ve özel sektör birlikte yürütmeli ve TİGEM arazileri etkin olarak bunun için kullanılmalıdır. Ancak CHP ve MHP'nin önerdiği gibi, devletin topraklarının sırf "işsiz ve fakirdir" diye köylüye dağıtılması yanlışına asla düşülmemesi gerekir. Zira amacımız tarımı köylülükten kurtarmaktır. Tarımda zaten bilinçsizlik, piyasadan kopukluk, kısaca etkin girişimcilik eksikliğinden şikâyet etmekteyiz. Sözleşmeli tarım ise üretici ve tarım kesimi arasında gerçekleşmeli, bunu temin etmek üzere devlet etkin teşvik mekanizmasını kullanmalıdır.
Üretimin ve ihracatın ithalat bağımlılığı
Bilhassa işlenmiş hammaddeler ve ara mallarında durum vahimdir. Hem yabancı sermayenin hem de yerli girişimcinin buralara odaklanması için ithal ikameci bir strateji ile bu sektörlerde katma değer ve rekabetçilik artırılmalıdır. Madem bundan böyle serbest kur esasına göre yola devam edilecek, hiç olmazsa bu kritik sektörlerde kurun neden olduğu erozyonun giderilmesi için alternatif nötralize edici araçların geliştirilmesi gerekmektedir. Son yıllarda tabir yerinde ise "köşeyi" dönenler yine finans kapitalle meşgul olanlardır. Finansa kapital kısırdır ve reel ekonominin emrine verilmezse çürütür. Yine istikrar programı sayesinde büyük sermaye durumunu toparlarken Anadolu'nun esnaf ve KOBİ dokusu dağılmaktadır. Bunun için her şeyden önce mekânsal olarak gelişigüzel bir araya gelmeyi ifade eden mevcut organize sanayi bölgelerinin (OSB)'lerin, yeniden yapılandırılması suretiyle etkin olarak kümelenmesinin temin edilmesi gerekir.
Hükümet 2006 yılında % 6,5 yerine, % 7,5 oranında bir faiz dışı fazla (FDF) verdiği halde "hükümetin harcamaları enflasyon mücadelesiyle uyumlu değildir" türü bir eleştiriye maruz kalmış, hatta "harcama üst limiti" gibi baskılara maruz kalmaktadır. Oysa enflasyon talep yönlü politikalarla düşürülebileceği kadar düşürülmüştür. Elbette talebi patlatan sıcak para ve kredi mekanizması gibi sun'î yöntemlere bilhassa dikkat etmek gereği açıktır. Ancak esas benimsenmesi gereken yaklaşım üretim ekonomisi, yani arz yönlü politika yaklaşımıdır. Talep üretimin ardından, tüketim ise artan gelirin ardından gelmelidir. Bunun için kısa vadeli tüketim finansmanının önüne geçerken, üretime yönelik finansman ve vergi politikalarının devreye girmesi gerekmektedir. Kalkınmanın temel kısıtı haline gelen tasarruf-yatırım açığının kapatılması gerekmektedir. Bunun için ulusal tasarrufların artması ve yabancı tasarrufları ikame etmesi şarttır. Tasarrufun kaynağı olarak şu aşamada kamu kesimi ve şirketler görülmelidir. Şirketlerin maliyetlerinin düşürülmesi ve verimlilik artışı yoluyla kârlılıklarının artırılması esastır. Artan kârların yeniden yatırıma dönüştürülmesi için en gerekli adım, makro ekonomik dengenin kurulmuş ve korunmuş olmasıdır.
YARIN: Partilerin seçim beyannamelerinde demokratikleşme
MARMARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
DOÇ. DR. İBRAHİM ÖZTÜRK
alıntıdır...